Türkiye’nin başta Suriye İç Savaşı olmak üzere dış siyasetini kendisi için propaganda malzemesi yaparak, Türkiye karşıtı ülkeler ve yasadışı örgütler ile işbirliği içerisine girebileceği
değerlendirilmektedir.”
-
ÇÖZÜM VE YENİDEN YAPILANMA ÖNERİLERİ
15 Temmuz Darbe Girişimi, ülkemizin ve devletimizin bekasını kökünden tehdit eden bir vaka olarak tarihteki yerini almıştır. Darbe girişimi, daha ilk saatlerinden itibaren darbeye direnmek için sokaklara inen halkımızın, emniyet güçlerimizin ve diğer kurumlarımızın kahramanca ve kararlı direnişiyle püskürtülmüştür. Darbenin hemen ardından, alınan birçok acil tedbirle darbenin birçok olumsuz etkisi bertaraf edilmeye ve FETÖ tamamen etkisiz hale getirilmeye çalışılmış ve bunda da büyük ölçüde başarılı olunmuştur. Ancak FETÖ tehdidinden ve ileride çıkabilecek benzer darbe tehditlerinden ilelebet kurtulabilmek için kısa vadede alınan tedbirlerden sonra uzun vadeli, çok daha önemli ve yapısal tedbir ve dönüşümleri hayata geçirmek acil bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurumsal yapılanmasında bir önceki bölümde sayılan, 15 Temmuz Darbe Girişimiyle iyice ortaya çıkan bazı sorun ve zafiyet alanları su yüzüne çıkmıştır. Bu alanların FETÖ’nün ortaya çıkması ve büyümesinde farklı derecelerde etkisi olmuştur. Örneğin, istihbarat alanındaki tehdit algısının farklılık göstermesi ve kurumlar arası koordinasyonsuzluk, bu konuda bir körlük oluşturmuş ve FETÖ de bu körlükten azami ölçüde istifade ederek en kritik kurumların en kritik noktalarına kadar sızabilmiştir.
Eğitim alanında Devletin vermiş olduğu hizmetin ve sağladığı imkanların nitelik ve nicelik bakımından yetersiz kalması FETÖ’nün bu alanda yuvalanarak hızlıca eleman temin etmesine olanak sağlamıştır.
Bu bölümde, bu zafiyet alanlarının ortadan kaldırılması, daha sağlıklı bir toplum ve devlet yapısına kavuşuşması yönünde alınması gereken tedbirler ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
-
Demokratik Hukuk Devletinin Alt Yapısının Geliştirilmesi
-
Yeni Anayasa, Toplumsal Güven ve Meşruiyetin Tesisi
Meşruiyet olgusunun sosyal bilimlerde kesinkes sınırları çizilememiştir. Meşruiyetin çeşitli görünüm biçimlerinin olduğu, zaman ve mekân anlamında dönüşüme uğrayabildiği savunulmuştur. Bu anlamda, meşruiyetin iki ana boyutundan söz edebiliriz. Birincisi; yatay düzlemde birey-birey veya birey-toplum arasındaki sosyal ve psikolojik ilişkide belirir. Şüphesiz burada birçok bileşkeden söz edilebilir; ancak bu düzlemde meşruiyet olgusunu şekillendiren ana motif psiko-sosyal alandadır. İkincisi ise; birey-devlet veya birey-devletin çeşitli iktidar biçimleri arasındaki ilişkide ortaya çıkar. Çağdaş demokratik sistemler insan hakları ve özgürlüklerine dayanan, bireyi devletten aşağıda veya yatay düzlemde devletin simetriği olarak gören bir anlayışı değil, tam aksine bireyi modern devlete her an alternatif gören bir iktidar tasarımıdır. Görüldüğü gibi, burada iktidar, birey lehine sınırlanmakta, devlet türev ve işlevsel bir aygıt boyutuna indirgenmektedir. 432
Bu izahat karşısında darbe ile iktidarı ele geçiren bir cuntanın kaba kuvvetle ve vatandaşlarını öldürerek ele geçirdiği iktidarı birey lehine sınırlaması en azından kısa vadede düşünülemeyeceğinden darbenin başarıya ulaşması halinde en başta yaşam hakkı olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin ihlaline devam edileceği, meşruiyeti değil de korkutma, yıldırma ve sindirme yolu ile halk üzerinde korku temelli bir itaat elde etmenin hedefleneceğini, bunun da uluslararası kurumlar nezdinde elde edilmiş meşruiyetmiş gibi yansıtılacağını söylemek mümkündür. Gerek ülkemizin yaşadığı tecrübeler ve gerekse coğrafyamızda geçmişten günümüze yaşanan darbeler sonucu oluşan uluslararası konjonktür bu tespiti doğrulamaktadır.
Demokrasi, çağdaş dünyanın hâkim siyasal doktrini olup kendisini çağdaş ülkeler statüsünde gören/göstermeye çalışan tüm ülkeler, siyasal rejimlerinin demokratik esaslara dayandığını iddia etmektedirler. Kendi vatandaşlarını öldürerek iktidarı zorba yöntemle gele geçirmeye çalışan 15 Temmuz cuntacılarının ironik bir şekilde darbe metninde yer verdikleri üzere yönetime el koyma gerekçelerinden birisi de “laik, demokratik, sosyal ve hukuk devleti ilkesi üzerine oturan anayasal düzeni yeniden tesis etmek”tir. Kendilerine yurtta sulh konseyi adını veren çeteciler “BM-NATO ve diğer tüm uluslararası kuruluşlarla oluşturulmuş yükümlülükleri yerine getirecek her türlü tedbiri” aldıklarını ilan ederek bir bakıma uluslararası alanda kabul edilebilirliklerini temin etmeye çalışmaktadırlar.
Oysaki hürriyetçi demokratik rejimin özellikleri, ülkeden ülkeye bazı değişiklikler göstermekle beraber, bu rejimin vazgeçilmez, asgari şartı olarak kabul edilmesi gereken bazı unsurlar vardır. Bunların en önemlileri, siyasal sistemdeki temel siyasal karar organlarının genel oya dayanan serbest seçimlerle oluşması, serbestçe örgütlenen siyasal partiler arasında eşit şartlarla yürütülen iktidar yarışması ve tüm vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin tanınmış ve hukuki güvence altına alınmış olmasıdır. Demokrasi, en basit tanımıyla, yöneticilerin tüm yönetilenler tarafından serbest ve dürüst seçimler yoluyla seçildikleri bir rejim olarak tanımlanabilir. Öyleyse, seçme hakkı ve seçim hürriyeti, demokratik bir devlet yönetiminin vazgeçilmez şartlarıdır. Anayasamızın 67. maddesi, bu hürriyeti güvence altına alacak ilkeleri belirtmiştir. Bu maddeye göre “vatandaşlar, kanunda gösterilen şartlara uygun olarak, seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunma ve halkoylamasına katılma hakkına sahiptir. Seçimler ve halkoylaması, serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılır.” 433
Yukarıda değinildiği üzere darbe girişimi, TBMM’nin de işlevsiz kalmasını hedefleyerek hukuk sistemimizdeki normlar hiyerarşisini bertaraf etmeye yönelmiştir. FETÖ mensupları, demokratik usullerle ve hukuk sistemi içerisinde amaçlarına ulaşamayacaklarını anlamış ve bunun sonucunda ise ancak Türk hukuk sistemini işlemez hale getirecek fiili bir darbe ile nihai hedeflerine ulaşabilecekleri paradigmasını oluşturarak harekete geçmiş iseler de örgütün, seçilmiş iktidarı devirmeye yönelik girişimlerinin 15 Temmuz 2016 tarihinden çok önce 17-25 Aralık 2013 süreciyle ortaya çıkarak fiili darbe girişimine kadar süregeldiğini, MİT tırlarının durdurulması ile uluslararası alana taşınmaya çalışıldığı dikkate alındığında, Balyoz, Ergenekon, Hüseyin Kurtoğlu gibi yukarıda ayrıntılarına yer verilen dosyalardaki hukuka aykırı işlemler de FETÖ’nün bir kısım hukuki imkan ve argümanları 15 Temmuz Darbe Girişimindeki tanklar ve uçaklar gibi kullandığını gözler önüne sermektedir.
Amaca giden yolda her türlü hukuksuzluğu, kişilerin itibarlarını ve hatta hürriyetlerini ellerinden alacak boyuttaki haksızlıkları mübah gören Örgüt, gerek elinde tuttuğu medya gücü ile gerçekleştirdiği algı yönetimi yoluyla gerekse politikacıların bakış açısı farklılıklarından kaynaklanan günlük siyasi tartışmalardan faydalanarak, bahse konu hukuksuzlukların toplumun belli kesimlerince fark edilmesini engellemiş ve hatta bu hukuksuzlukların toplumun farklı kesimlerinde makbul görülmesine neden olmuştur.
Gerek iktidar ve gerekse muhalefetten olsun toplumun tüm kesimlerine tatbik edilen bu hukuksuz uygulamalar böylece tüm toplum nezdinde hukuka olan inancı derinden zedelemiştir. Bu kapsamda darbenin etkilerinin bertaraf edilmesi ve yeniden hukuk sistemi kullanılarak darbe girişimlerinde bulunulmasını engellemek üzere uygulanması gereken en önemli rehabilitasyon toplumun hukuka olan inancını yeniden tesis etmek olmalıdır.
FETÖ’nün Türk yargısında etkinliğinin 2010 HSYK seçimlerinden sonra operasyonel güce ulaştığı, 2014 yılındaki HSYK seçimlerinin oluşturduğu tablo ile bu etkinliğin kırılabildiği yadsınamaz bir gerçek olup HSYK üye seçim usulünün değiştirilerek kurulun oluşumuna müdahalenin engellenmesi demokratik hukuk devleti ilkesinin hayatiyetinin devamı açısından büyük önemi haizdir.
Elbette hukuk önünde herkesin eşitliği esastır, fakat belli kamu görevlilerinin haksız soruşturmalarla tasfiyesi suretiyle devlet kurumlarının belli kesimlerce ele geçirilebileceği de gözden kaçırılmamalıdır. Yukarıda bahsedilen dosyalarda, FETÖ mensubu hâkim ve Cumhuriyet savcılarının örgütçe hedeflenen kurumları, bu kurumlarda görev yapan ve kendilerinden olmayan kamu görevlilerini, haksız ceza veya disiplin soruşturmalarına maruz bırakarak tutuklanmalarına, mahkûmiyetlerine, ihraçlarına, istifalarına ya da en azından terfi edememelerine sebebiyet vererek tasfiye ettikleri gözetildiğinde, bir kısım kamu görevlileri yönünden soruşturma başlatılmasının ve haklarında ceza muhakemesi tedbiri uygulanmasının daha ağır şartlara bağlanması alınması gereken önlemler çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Tüm bunların yanı sıra; yargısal sistemin ürettiği ürünün “adil” olması sağlanmalıdır. Yukarıda değinilen dosyalarda yargılama safahatında icra edilen adaletsiz uygulamalara ve kararlara kamuoyu tarafından gösterilen tepkiler, FETÖ mensuplarının dillerine pelesenk ettikleri “bağımsız ve tarafsız yargı” söylemleri ile bastırılmaya çalışılmıştır. Gerek yargılamanın süjelerinin ve gerekse tüm toplum kesimlerinin yargıçtan beklediği tek şey adaletli karar verilmesidir. Adil kararın temin edilmesi için hâkime bireysel olarak düşen görev “tarafsız” davranması, hâkimi etki altında bırakabilecek nitelikte kamu gücünü haiz olan makamlara düşen görev ise hâkimin “bağımsızlığını” temin etmektir. Bağımsız ve tarafsız yargı kavramını bu mahiyette düşünmek gerekir. Aksi takdirde söz konusu kavram, hukuka aykırı, adaletsiz ve keyfi uygulamaların önünde bir perde olmaktan öteye geçemeyecektir. Türk Hukuk sisteminde, Anayasa ve yasalar çerçevesinde hâkimin bağımsızlığı mevzuat çerçevesinde temin edilmiştir. Tarafsızlık ise hâkimin iç dünyasına müteallik olup en başta hukuk uygulayıcılarının vicdanlarının tezahürüdür. Hâkim ve Cumhuriyet savcılarının gerek seçiminde ve gerekse eğitimlerinde daha hassas davranılması ilerde karşılaşılabilecek sorunların engellenmesinde hayati önemi haizdir.
Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonunun Kasım 2012 tarihli raporunun üzerinden henüz 4 yıl gibi kısa bir süre geçmişken 15 Temmuz Darbe Girişimini yaşamış olmamız, yapısal reformlar gerçekleştirilmediği sürece demokrasimizi kesintiye uğratacak girişimlerle karşılaşma ihtimalimizin mevcudiyetini göstermektedir. Bu komisyonun görev süresi sonunda düzenlediği raporda dile getirilen hukuk alanındaki önerilere işbu raporda da yer vermek faydalı görülmüştür.
Sivil Anayasa; Mevcut anayasa ile birlikte temel yasaların büyük çoğunluğu darbelerden miras kalmıştır. 12 Eylül rejiminin, dolayısıyla militarist söylemin temel özelliklerini içinde barındıran anayasalar döneminin sona erdirilmesine ve milletin temsilcilerince hazırlanacak bir anayasaya her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır. Halkı, bir yığın düzeyine indiren hâlihazırdaki anayasayla çoğulcu demokratik bir sistem ve iç barış kurulamaz. Temel insan haklarının güvence altına alındığı; hükümetin yönetilenlerin rızasına dayandığı; çoğunluğun yönetiminde, lakin azınlık haklarının garanti altına alındığı; özgür ve adil seçimlerin, kanun önünde eşitliğin, bağımsız ve tarafsız mahkemelerin var olduğu; hükümetin anayasa ile sınırlandırıldığı; toplumsal, ekonomik ve siyasal çoğulculuğun, hoşgörü, işbirliği ve uzlaşma değerlerinin benimsendiği; tam demokrasi, çoğulculuk ve özgürlüğün esas alındığı bir kavrayışla halkın gerçek temsilcilerince, halkın önünde ve yüksek sesle tartışılmış yepyeni bir anayasa yapılmalıdır.
Askeri yargı: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin benimsediği objektif ölçüte göre, Türkiye’de askeri yargı, askeri hiyerarşinin belirleyiciliği veri alındığında etki altında bir görünüm arz etmektedir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin, iç disiplin açısından Almanya örneğindeki gibi disiplin yargılamasına sahip kılınması yeterlidir. Askeri mahkemelerin kaldırılıp adliye içerisinde uzmanlık mahkemeleri olarak yapılandırılması; “Askeri” mahkeme değil “asker” mahkemesi oluşturulması, bu mahkemede görülecek davaların temyiz incelemesi görevinin de Yargıtay’ın ceza dairelerinden birine verilmesi, yargılanacak sivil ve asker kişiler bakımından güvence sağlayacaktır. Bu itibarla, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kapatılmalı, yüksek yargı temyiz yeri, Yargıtay ve Danıştay’dan ibaret olmalıdır.
-
Sivil Dini Oluşumlar İle Devlet Arasındaki İlişkilerin Yeniden Düzenlenmesi
Laiklik, devlet-din-toplum ilişkilerini düzenleyen temel ilkelerdendir. Ancak siyasi tarihimizde laiklik adına yapılan kimi haksız ve yanlış uygulamalar, laikliğe bir devlet davranışı değil de siyasal-toplumsal bir kimlik olarak bakılmasına yol açmış ve birleştirici olması gereken laiklik, ayrışmaların kaynağı haline getirilmiştir. Birlikte yaşamayı sağlayan, din ve inanç özgürlüğünü temin eden, devletin inançlar karşısındaki tarafsızlığını ifade eden laiklik, bugün tüm gerçekliğiyle yeniden keşfedilmelidir. Dindarları baskı ve zan altında tutan agresif ve militan laiklik yerine, inanç ve düşünce çoğulculuğunu koruyan ve güvence altına alan bir laiklik algısı üzerinde durulmalıdır. Zira laiklik, dinin farklı yorumlarının saygı ve anlayış içinde öğretilmesini ve öğrenilmesini sağlaması bakımından din anlayışından kaynaklanan farklı yorumları korumanın da en etkili yoludur. Böylece dinî fanatizm ve dogmatizmi besleyen tektipçilik önlenmiş olacaktır.
Türkiye’nin bu tür yapılarla sorun olarak karşılaşmaması için hukuk içerisinde dini özgürlükler tam bir güvence altına alınmalıdır. Cemaat yapılarının çoğu açık, şeffaf ve esnek olmaktan uzak olup, genellikle faaliyetlerini gizlilik içinde ya da denetimlerden uzak şekilde yürütmektedir. Bu yapıların toplum yararına çalışıp çalışmadıkları hususunun kim ya da hangi kurumlarca akredite edileceği ciddi bir sorundur. Bu görevin tek başına Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yerine getirilmesi mümkün görünmemektedir. Bu oluşumların sosyal ve dinî meşruiyet, denetim, hukukilik, mali yapının şeffaflığı gibi kriterler bakımından akredite edilmesi ve bu tür faaliyetlerin genel bir meşruiyet zemininde yürütülmesinin temin edilmesi, bu alanda üzerinde dikkatle ve etraflıca düşünülmüş hukuki düzenlemeler gerektirmektedir.434
Kamu yararına faaliyet gösterebilecek eğitim alanlarında -kamu tarafından denetlenebilmesi kaydıyla- sivil toplum insiyatifinin de yer alması mümkündür. Böylece gizli, gizemli, güven vermeyen programlar izleyen yapılanmaların, kamu yararı çalışması adı altında zararlı faaliyetler yürütmesine göz yumulması engellenmiş, kamunun da kontrol ve katılımı sağlanmış olabilecektir.
İletişim araçlarının gelişmesi, sosyal medyanın ve diğer internet imkânlarının yaygınlaşması, Türkiye’de din içerikli enformasyonu yoğunlaştırmıştır. Bu yoğunluk arasında, zaman zaman doğru din algısına zarar verici, temel kaynaklarımıza ve kabullerimize aykırı, toplumu rahatsız edici ve çatışmaya yol açıcı odaklar bilinçli bir propaganda yürütmektedir. Mevzuatta bu durumu engelleyici birtakım düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.
Bu alandaki önemli boşluklar sebebiyle medya üzerinden toplumun dini bilgisi ve bilinci manipule edilebilmektedir. Çeşitli özel TV kanalları ve sanal medya aracılığıyla her geçen gün ortaya yeni dini karizmalar ve lider tipleri çıkabilmekte ve ilmi ve dinî yetkinlikleri olmadığı halde dini istismar etmektedirler. Bu noktada sahih ve bilimsel dini bilginin de yetkililerce denetlenmesi kaçınılmazdır. Yüzlerce özel dini kanaldan, toplumun kafasını karıştıracak, onları dini görünümüyle farklı mecralara sürükleyebilecek zararlı, bölücü, kışkırtıcı, kin ve nefret söylemi taşıyan, şiddet ve teröre özendiren yayınlar karşısında ne yazık ki RTÜK dışında hiçbir denetim bulunmamaktadır. FETÖ’nün çok sayıda medya organını çok etkin bir biçimde kullandığı unutulmamalıdır. Acil bir tedbir olarak RTÜK bünyesinde en az birkaç yetkin ilahiyat hocasının veya Din İşleri Yüksek Kurulu üyesinin daimi üye olarak istihdam edilmesi uygun olacaktır.
Ne kadar kayıt ve kontrol altına alınırsa alınsın, dini alan, her zaman istismara açık bir alan olarak kalacaktır. Bu hassas ihtimale karşı yapılması gereken işlerin başında, bilim ve düşünce özgürlüğünün teminat altına alınması gelmektedir. Bilim insanlarının, düşünen insanların ve düşüncelerinin teminat altına alınması büyük önem taşımaktadır. Düşünce özellikle de inanç özgürlüğü güven altına alınmadıüı taktirde istismara açık bir alan bırakılmış olur. Bir taraftan inanç özgürlüğü teminat altına alınırken, diğer taraftan da Diyanet İşleri Başkanlığının takviye edilmesi gerekmektedir. Mevcut haliyle Diyanet bu tür yapıların inanç özgürlüğünü istismar ederek yol açtığı zararlarını, tehditlerini önleyebilecek durumda değildir. Bu boşluklar doldurulmadığı sürece Diyanet İşleri Başkanlığı’nın veya başka bir yapının bu unsurlarla mücadelesi başarılı olamayacaktır.
Öncelikle, din-devlet-cemaat ilişkilerinin serinkanlılıkla yeniden ele alınması ve bu konuda her üç unsurun da yararına olmak üzere bir takım yeni adımların atılması ve çatışmaya değil, dayanışmaya dayalı bir ilişkinin yöntem ve çerçevesi çizilmelidir. Din-devlet-cemaat ilişkilerinin ülkemizde sıkıntılı olduğu, bazı belirsizlikler yaşandığı ve bu yapıların gelecekteki muhtemel muadilleriyle karşılaşmamak için devlet aklının bunları dikkate alması gerektiği açığa çıkmıştır.435
Bu noktada “bunlarla ilgili araştırmalar, incelemeler yapması ve bu değerlendirmeleri toplumla paylaşması Diyanet İşleri Başkanlığına görev olarak yüklenmektedir. Benzer yapıların ortaya çıkmaması bağlamında, Diyanet İşleri Başkanlığının üzerine düşeni daha fazla yapması, kurumsal saygınlığını koruyarak bazı kritik konularda sosyal sorumluluğunun gereğini yerine getirmesi ve sesini daha fazla duyurması lazım” şeklinde tespitler yapılmıştır.436
İslam’a hizmet gayesiyle kurulan bütün kuruluşların, hayırsever milletin bağışlarıyla inşa edilen bütün sivil yapıların kendini sorgulaması, bir öz eleştiri yaparak toplumsal güveni zedeleyecek ve istismar algısına kapı aralayacak her türlü tutum, tavır ve davranış, iş ve işlemden özenle kaçınması gerekmektedir.437 Sivil girişimlerle ortaya çıkan dini oluşumlar dünyada olduğu gibi ülkemizde de toplumsal bir gerçekliktir. Önemli olan sosyo-kültürel dini oluşumların, dinin sahih bilgisi ve temel kaynakları ekseninde toplum yararına faaliyet göstermeleridir. Bunun toplumun dini kültürel hayatına yapacağı katkı yadsınamaz. Ancak bu oluşumların açık, şeffaf, hesap verebilir, toplumu ayrıştırmayan, dini duyguları ve güveni istismar etmeyen bir yapıda olmaları son derece önemlidir. Kendinden menkul iddialarla ve sübjektif deneyimlerle hakikati tekeline alarak dini nüfuz alanı oluşturma ve toplumun dini dokusunu dejenere etme girişimleri asla onaylanamaz.
Birey ve toplumun din algısına ve yorumuna saygı duyulması bugünün dünyasında müştereken kabul gören yaygın bir yaklaşımdır. Ancak İslam’ın temel referanslarıyla ters düşen, mesiyanik kavramlarla söylem örgüsü kuran, yaygın kitlenin zihninde karışıklıklara meydan veren, dinin yüksek hakikatlerini ve toplumun ahlaki değerlerini süfli emellerle ve basit içeriklerle değersizleştiren yaklaşımlar asla kabul edilemez.438
FETÖ bağlamında üzerinde durulması gereken bir olgu da dünyayı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan ve mega idealler peşinde koşarak bir misyon edasıyla hareket eden dini yapılardır. Bu tarz yapıların, özellikle sömürgecilik döneminden itibaren başlayan, çağımızda da bir hayli etkili olan kilise tarihinde görüldüğü bilinmektedir. Bu tür yapıların iç teşkilatlanmasını çözmek kolay olmamaktadır ve kullanılan sosyolojik metotlarla araştırılmaya uygun değildir. Başlangıçta bir kişi etrafında oluşan bu hareketler, zamanla dinî içerikli bir yapı, söylem ve hedef görünümü altında uluslararası alanda kullanıma açık siyasal bir araca dönüşebilmektedir.
Üzerinde durulması gereken bir diğer konu da, dini nitelikli yardım kuruluşlarıdır. Son yıllarda gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında faaliyet gösteren birçok sivil yardım kuruluşu ortaya çıkmıştır. Çoğu çeşitli dini yapılara bağlı olan bu kuruluşların, başta Afrika olmak üzere dünyanın muhtaç olan birçok bölgesine yardım götürdükleri ve oralarda birtakım faaliyetler yürüttükleri bilinmektedir. Ancak, dini saiklerle kurulmuş olan bu uluslararası yardım organizasyonlarının da masrafları ile gelirleri arasındaki uyum yeniden düzenlenmelidir. İslam’ın ilk döneminden itibaren gönüllülük esaslı yapılan bu yardım organizasyonlarından bireylerin ve kurumların imtiyaz edinmesinin önüne geçilmelidir. İçişleri Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde bu türden uluslararası ve ulusal yardım organizasyonlarının denetlenmesi yönünde gerekli önlemler geliştirilmeli, ayrıca sivillerin de denetim faaliyetlerine katılımı sağlanarak bu alana ilişkin ombudsmanlık benzeri bir denetim kurumu ihdas edilmelidir.
Burada son olarak oldukça önemli ve öncelikli bir konuya daha dikkat edilmelidir. Geçen yüzyılda Balkanlarda olduğu gibi Müslümanlar etnik kökenleri doğrultusunda küçük ülkeler şeklinde nasıl parçalanmışsa son yıllarda da özellikle Ortadoğu’da ve ülkemizde bu defa mezhep ve meşreplere, çeşitli dini cemaat ve gruplara dayalı bir parçalanma tehlikesi baş göstermiştir. Her mezhep ve meşrebin tek hakikat olarak kendisini görmesi ve diğer dini yapılara hayat hakkı tanımaması gibi oldukça dar görüşlü bir bakış açısının tahrik ettiği bu fikri ve mezhebi çatışma, bugün yer yer silahlı çatışmalara dahi dönüşmüş durumdadır. Bugün bazı çevrelerin “Pakistan Modeli” diye nitelediği, dini yapı sayısınca farklı din algısı ve anlayışının olduğu, halkın dini ihtilaflara dayalı tefrikaya düşürüldüğü ve din eksenli çatışmaların mezhep savaşlarına doğru evrildiği riskli bir döneme girilmektedir. Bugün Hint alt kıtasında binlerce cemaat veya dini yapı, milyonlarca Müslüman’ı pek çok farklı din anlayışına sevk etmiş, bu da beraberinde birbirlerini tekfir, tadlil, tefsik etmelerine, birbirlerine karşı kin, nefret ve şiddet içerikli bir bakış sergilemelerine yol açabilmiştir. FETÖ örneğinde olduğu gibi, halkın çeşitli dini yapılar adı altında bölüp parçalanmaması, en azından Avrupa’da yaşadığımız camilerin çeşitli dini yapılar altında klikleşmesi şeklindeki tecrübenin bir benzerinin ülkemizde de ortaya çıkmaması için acilen çeşitli tedbirler alınmalıdır. Son yıllarda çeşitli dini yapıların, DİB’dan bağımsız ve izinsiz olarak kendi binalarında Cuma namazı kıldıkları, kendi anlayışları çerçevesinde hutbeler okuyup vaaz ettikleri bilinmekte ve bu gittikçe de yayılmaktadır. Bu durum, dini bilginin sıhhatı ile ilgili olmasıın dışında aynı zamanda bir iç güvenlik meselesi haline dönüşmektedir. Bu hususta devletin yeterli düzenlemeleri yapması ve bu tür dini faaliyetlerin de şeffaf, denetlenebilir olması gerekmektedir.
-
Diyanet İşleri Başkanlığı Bünyesinde Alınabilecek Tedbirler
Gerekli yasal zemin hazırlanarak Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Ankara’da faaliyet göstermek üzere Diyanet Araştırma Merkezi ile Diyanet Akademisi kurulabilir. İstanbul’daki İSAM tecrübesinden de yararlanarak, Diyanet Araştırma Merkezi’nde oluşturulacak çeşitli birimlerde yasanın çizdiği görevler dâhilinde Türkiye’deki ve yurt dışındaki dini oluşumlar, dini gelişmeler, dini sorunlar hakkında ilgili alan uzmanlarına çeşitli projeler tevdi etmeli ve ortaya çıkan sonuçları kamuoyuyla paylaşmalıdır.
Diyanet Akademisi’nde ise DİB’nın iç hizmetine dönük olarak nitelikli personel yetiştirme, vaiz, müftü, din ataşesi vb. diğer görevlilere din hizmetleri sahasında hizmet içi eğitimin yanı sıra lisansüstü çalışma imkânları, projeler hazırlatma vb. çalışmalar yaptırılacak, böylece daha sağlıklı bir din eğitimini doğrudan DİB bünyesinde verme gibi avantajları olacaktır.
Diyanet İşleri Başkanlığının sivil dinî yapı ve oluşumlar karşısındaki konumu, izleyeceği politika, onlarla ilişkileri ve sorumlulukları netleştirilmelidir. Bu tür yapı ve oluşumların izlenmesi ve denetlenmesine yönelik hukuki düzenleme ve idari yapıların etraflıca tartışılması ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Oluşturulacak bir denetim mekanizması aracılığıyla tarikat ve cemaatlerin özellikle maddi kaynakları, yapılanmaları ve ürettikleri hizmetler mercek altına alınmalı, her cemaatin ve tarikatın lideri, kognitif ve dini yapısı, hedefleri, kavramları, kabulleri, maddi kaynakları ve birikimi, üye sayısı, yurt içinde ve yurt dışındaki birikiminin kamuoyuna açıkça deklare edilmesi sağlanmalıdır. Dinî yapılarla ilgili olarak geçmiş dönemlerde getirilen yasaklama ya da baskılama politikaları, sorunu çözmemiş aksine daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Ancak bunları kontrolsüz bir şekilde serbest bırakmak ya da görmezden gelmek de büyük bir risktir. Şu halde izlenecek en uygun yol, dinî alanda bir yanda en yüksek seviyede özgürlük sağlamak, diğer yandan da bunu dengeleyecek yeterli denetim ve kontrol mekanizmalarını tesis etmektir.
Dini ve ilmi faaliyetlerde görülen farklı yorum ve yaklaşımlar, elbette birer zenginlik sayılacak ve bunlara saygı duyulacaktır. Ancak gerek yazılı ve gerekse görsel basında çarpıcı örneklerine rastlandığı üzere, dini bilgi sunmak adına, izah ve tevil kaldırmaz birtakım hezeyanlar halkın kafasını karıştırmaktadır. Böylesi yanlış söylemlerin sahih bilgi ile tashihi, halkımızın doğru bir şekilde aydınlanması, kabulü imkânsız olan çeşitli sapkın tespit ve düşüncelerin önünün alınması ve hakikat arayışında insanlarımıza doğru ve güvenilir bir rehberlik sunulması için Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Din İşleri Yüksek Kurulu ile birlikte geliştirilmiş bir üst kurul oluşturulmalıdır. Bu üst kurul, Diyanet İşleri Başkanlığının dini konularda en yüksek karar ve danışma organı olan Din İşleri Yüksek Kurulunun yasada belirtilen görevlerini daha kuşatıcı bir şekilde yerine getirebilmesi için destek olacak, hem yurtiçine hem de yurt dışına dönük plan ve projelere imza atacaktır. Bilhassa taşra teşkilatındaki sorunların, taleplerin ve beklentilerin karşılanabilmesi, bölgesel dini konularla yakından ve mahallinde ilgilenebilmesi adına önemli bir boşluğu dolduracaktır. “Genişletilmiş İstişare Heyeti”nin Diyanet İşleri Başkanlığı’nda, İlahiyat ve diğer ilgili fakültelerde ve geleneksel din eğitimi veren kuruluşlarda hâlen çalışan veya emekli olan saygın ilim ve fikir adamlarından oluşturulması planlanmaktadır.439
Diyanet İşleri Başkanlığı, Komisyona göndermiş olduğu yazıda, bu alanda alınabilecek tedbirlere ilişkin şu önerilerde bulunmuştur;
“Diyanet İşleri Başkanlığı, özellikle Din İşleri Yüksek Kurulu marifetiyle -özgürlüklerine müdahale edilmeksizin- Türkiye’de din hizmetine ve din eğitimine destek veren sivil dini-sosyal teşekküllerle, İslam’ın tarih boyunca medeniyetler kuran ana yolundan ayrılmamaları, her türlü ifrat ve tefritten uzak kalmaları, daha şeffaf ve denetlenebilir yapılar olması yönünde olarak ortak çalışmalar yapılmalıdır.
Dostları ilə paylaş: