Wilbur Smith Onbirinci Yazıt



Yüklə 2,28 Mb.
səhifə25/47
tarix11.08.2018
ölçüsü2,28 Mb.
#69455
növüYazı
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   47

Meren her zamanki gibi ava hevesliydi ve teklifin üstüne atladı. "EğerTinat'la kaptanı bir, iki gün demirlemeye ikna edebilirsen, sahile gidip avlarım bir tane."

Taita, Tinat'a uzun süredir mavnalarda hareketsiz kalan atların dörtnala koşturulmasının çok yararlı olacağı bahanesiyle yaklaştı ve onu şaşır-"cı bir uysallık içinde buldu.

323
Wilbur Smith

"Haklısın Büyücü. Hem taze et temin etmek de fena olmaz. Askerler, köleler, besleyecek bir sürü insan var."

O gece göl kıyısında geniş bir sel havzasına geldiler. Orman içindeki açıklıkta, gri memelilerden, küçük, zarif antiloplara kadar envai çeşit av hayvanı vardı. Açıklık, doğudan doğan ve göle dökülen küçük bir haliçle ikiye bölünüyordu. Gemi girişine elverişliydi ve filo için güvenli bir liman teşkil ediyordu. Atları karaya çıkardılar ve adamlar nehir kıyısında bir kamp kurdu. Hepsi de ayaklarının altında sağlam toprağı hissetmekten mutluydu ve ertesi sabah ata binerken bayram havasmdaydılar. Tinat kendi avcılarına bufalo sürülerine 'saldırıp dişi ve buzağıları seçmelerini emretti, onların eti daha leziz oluyordu, yaşlı erkeklerin eti o kadar sert ve kötü kokuluydu ki yemek neredeyse imkânsızdı.

Artık Meren ile Hilto'nun Tamafupa'da aldıkları yaralar iyileşmişti. O boynuz burunlu canavarların peşine düşebilirlerdi. Nakonto ile îmbali de yaya olarak onlara katıldılar, Taita ile Fenn ise izleyici olarak geride kalacaklardı. Son anda Albay Tinat atını Taita'ya doğru sürüp, "Avı sizinle birlikte at üstünde izlemek isterim," dedi. "Umarım benim de bulunmama itiraz etmezsiniz."

Taita şaşırmıştı. Bu suratsız adamdan böyle dostça bir yaklaşım beklemiyordu. "Varlığından zevk duyarım albay. Biliyorsun, şu burnunda boynuzu olan garip yaratıkların peşindeyiz."

O arada süvari birlikleri düzlüğe ulaşmış, heyecanlı çığlıklarla bufa-loları rahatsız edip mızraklarını kullanmak için yanlarına sokulmaya başlamıştı. Güçlü hayvanlar körfeze doğru yönelince bu sefer de ok salvola-rıyla vuruyorlardı. Çok geçmeden ortalığa kara cesetler yayıldı ve panik içindeki sürüler çaresiz bir şekilde oradan oraya koşturur oldular.

Sersemlemiş sürülerle atlılardan uzak durmak ve rahatça gergedan avlayabilecekleri bir yer bulmak için Meren küçük halici geçip kıyı bo-

324
11. Yazıt

ca at sürdü. Peşindekiler de, gemileri göremedikleri ve kendilerinden

? slca kimsenin bulunmadığı yerlere kadar onu izlediler. İleride, dişi ve

vrUlardan oluşan küçük aile grupları halinde çayıra yayılmış gergedan-

\. vardı. Ama Meren, Firavun'a yaraşır bir ganimet olması için boynuzlu

, ? jübile reisi bulmaya kararlıydı.

Demir atmış gemilerden uzaklaştıkça, Taita, Albay Tinat'ın üstüne nıh halinin değiştiğini fark etti. Durgunluğundan ve kontrollü halinden sıyrılmış» hatta Fenn'in bazı gevezeliklerine tebessüm etmişti. "Vesayetiniz altındaki çocuk çok zeki bir kız," diye belirtti. "Peki aynı zamanda sağduyulu mu?"

"Dediğiniz gibi o küçük bir kız ve kötülükten, melanetten tamamen uzak." Tinat biraz daha gevşedi ve Taita da İç Göz'ünü açıp adamın durumunu inceledi. Baskı altında, diye düşündü. Subaylarının onu benimle rahatça sohbet ederken görmesini istemiyor. Adamları arasındaki birinden korkuyor. Mutlaka Yüzbaşı Onka'dır, onu muhtemelen amirlerine muhbirlik etsin diye yollamışlar. Tinat'ın bana anlatacağı bir şey var ama korkuyor.

Taita, zihin yoluyla Fenn'e ulaştı ve onun da almaya hazır olduğunu gördü. Kıza Tenmass diliyle bir mesaj yolladı: "Meren'in yanına git. Beni Tinat'la yalnız bırak."

Fenn hemen ona dönüp gülümsedi. "Lütfen beni affet Büyücü," dedi tatlı bir tavırla. "Biraz Meren'in yanına gideceğim. Bana da bir yay yapmaya söz vermiş," diyerek dizleriyle Kasırga'yı eşkine kaldırdı ve Ta-Ita'yı Tinat'la baş başa bıraktı.

iki adam bir süre sessizce yol aldılar, sonunda Taita, "Firavun Nefer etl ile yaptığım görüşmeden anladığım kadarıyla, aldığınız emir Nil na run kaynağını bulmak ve sonra da Karnak'a dönüp bulduklarınızı ra-POr etmekti," dedi.

325
Wilbur Smith

Tinat, ona keskin bir bakış fırlattı ama cevap vermedi.

Taita özellikle biraz bekledikten sonra devam etti: "Dönüp basanla rını ona bildirmemen ve fazlasıyla hak ettiğin ödülü almaman tuhaf. M, sır'ın tam aksi yönünde yol aldığımızı keşfetmek de beni şaşırtıyor."

Taita kısa bir süre daha sessiz kaldıktan sonra, yumuşak bir sesle, "Fj. ravun Nefer Seti artık benim hükümdarım değil," dedi. "Mısır da artık vatanım değil. Adamlarım ve ben daha güzel, daha cömert bir ülkeyi yUrt edindik. Mısır lanetlendi."

"Senin düzeyindeki bir subayın vatani görevine sırt çevirebileceğini asla tahmin edemezdim."

"Bunu yapan ilk Mısır subayı ben değilim. Doksan yıl önce bu yeni ülkeyi keşfeden ve Mısır'a asla dönmeyen biri daha vardı. Benzer bir görevle Kraliçe Lostris tarafından gönderilmişti. Adı da General Lord Aqu-er'di."

Taita, "Onu iyi tanırdım," diye araya girdi. "İyi bir askerdi ama ne yapacağı belli olmayan biriydi."

Tinat gözucuyla baktı ama Taita'nın yargısı üzerine bir yorum yapmadı. Sözüne devam etti: "Lord Aquer, Jarri'nin, yani Ay Dağlan Ülke-si'nin kurulmasına öncülük etti. Onun neslinden gelenler de orayı güçlü ve ileri bir devlet haline getirdiler. Onlara hizmet etmekten onur duyuyorum."

Taita, İç Göz'üyîe Tinat'ı inceledi ve bu cümlenin doğru olmadığım gördü: bu yabancı hükümete hizmet etmekten onur duymak bir yana, Tinat büyük bir telaş içindeydi. "Şimdi bizi de oraya götürüyorsun değil mi-Şu Jarri ülkesine?"

"Aldığım emir böyle Büyücü," dedi Tinat.

"Ülkenin kralı kim?"

"Kralımız yok. Soylu ve bilge adamlardan oluşan bir oligarşi yö"e' ! tiyor bizi."

326
11. Yazıt

"Onları kim seçiyor?"

"Belirli erdemlerinden ötürü seçiliyorlar."

Taita, onun bu sözleri de inanarak söylemediğini gördü. "Sen de o oligarşinin üyesi misin?"

"Hayır Büyücü. Doğuştan soylu olmadığım için asla bu onura erişe-mem. Ben Jarri'ye sonradan gelmiş biriyim, göçmenim."

Taita, "Yani Jarri toplumu sınıflardan mı oluşuyor?" diye sordu. "Soylular, avam tabakası ve köleler?"

"Dış hatlarıyla öyle. Ama bize avam değil, göçmen deniyor."

"Siz Jarrililer de Mısır tanrılarına mı tapıyorsunuz?"

"Hayır Büyücü, bizim tek bir tanrımız var."

"Kim o?"


"Bilmiyorum. Sadece dine kabul edilenler biliyor adını. Bir gün ben de o mertebeye ulaşayım diye dua ediyorum." Taita bu sözlerde pek çok çelişki olduğunu gördü: Tinat'ın, Onka'nm duymayacağını bildiği halde dile getiremediği bir şey vardı.

"Bana o ülkeyi biraz daha anlat, senin değerinde bir adamı çeken mükemmel özellikleri olmalı." Taita, onu konuşmaya teşvik ediyordu.

"Kelimeler yetmez," diye cevap verdi Taita. "Ama yakında orada olacağız ve kendi kararınızı vereceksiniz." Açık konuşma fırsatını kullanmamaya karar vermiş gibiydi.

"Albay Tinat, bizi Basmaralardan kurtarınca, oraya sırf bu amaçla gönderildiğine inanmama yol açan şeyler söylemiştin. Haklı mıyım?"

"Haddinden fazla konuştum... çünkü size karşı büyük bir saygı ve takdir besliyorum. Ama bana baskı yapmamanızı istemek zorundayım. Üstün ve meraklı bir zihne sahip olduğunuzu biliyorum ama artık farklı âdetten ve kanunları olan bir ülkeye giriyorsunuz. Bu aşamada konuksunuz, o yüzden konukluğun sınırları içinde kalırsanız hepimiz açısından daha uy-§un olur." Artık Tinat tümüyle içine kapanmıştı.

327
Wilbur Smith

"Yani beni ilgilendirmeyen işlere burnumu sokmayayım mı?"

"Kesinlikle," dedi Tinat. Bu ciddi bir uyarıydı ve ancak bu kadarın söyleyebilmişti.

"Ben daima bu tavrın, tiranların yararına ve köleleri uyutmak içjn geçerli olduğunu düşünmüşümdür."

"Tehlikeli bir görüş bu Büyücü, Jarri'deyken kendinize saklamanız gerekir." Tinat ağzını bronz miğferinin vizörüymüş gibi sıkı sıkıya kapadı ve Taita artık daha fazla bir şey öğrenemeyeceğini anladı, ama hayal kırıklığına uğramamıştı. Aslında bu kadar çok şey öğrendiğine şaşırmıştı bile.

Avcıların boğuk haykırışlarını duydular. Epey ileride, Meren oklarına değecek bir avın peşine düşmüştü.

Nuh tufanı öncesinden kalma canavar, ateş püskürten bir ejderha gibiydi. Kendisini sıkıştıran avcılara karşı kısa ama öfkeli ataklar yapıyor, koca toynaklarıyla ortalığı tozutuyor, boynuzlu burnunu iki yana sallıyordu. Domuza benzer gözleri parlak, kulakları dikti. Burnundaki boynuz insan boyundaydı ve ağaç gövdelerine, beyaz karınca yuvalarına sürtüle süf-tüle kılıç gibi bilenmiş ve parlamıştı.

Sonra Taita, Fenn'i gördü ve boğazından bir asidin yükseldiğini hissetti. Hayvanla flört ediyordu. Kendi ustalığına ve Kasırga'nın hızına duyduğu güvenle, hayvanın burnunun dibinde sağa sola dönüyor, onu saldırması için kışkırtıyordu. Taita, Duman Yeli'nin böğrünü mahmuzladı ve onu geri çekmek üzere fırladı. Aynı anda, ona acil zihinsel bir mesaj yollamıştı. Fenn'in bir kılıç ustası gibi mesajını bertaraf ettiğini ve zihnim ona kapattığını hissetti. Öfke ve endişeden deliye dönmüştü. "Küçük şeytan," diye mırıldandı.

O anda gergedanın gözü Kasırga'nın parlak tenine takıldı ve Fenn m meydan okumasını kabullendi. Homurdanarak ve iri gövdesiyle yeri sarsarak üstlerine doğru atıldı. Fenn tayın boynunu okşadı ve dörtnala gitmeye başladılar. Boynuzun ucuyla Kasırga'nın uçuşan kuyruğu arasındaKi

328
11. Yazıt

esafeyi tartmak için dönüp baktı. Ara fazla açılınca, hayvan onlara yetişilsin diye Kasırga'yı dizginledi.

Taita, onun için endişe duyduğu halde, hayvanı Meren'e yaklaştırmaktaki becerisine ve soğukkanlılığına hayran olmadan edemedi. Meren arka j,aya üç ok attı ve hepsi de hayvanın omzundaki kalıp gri posta iyice gömüldü. Gergedan sersemledi ve Taita ağzından kanlı köpükler geldiğini gör-(jü. En azından bir ok akciğerine saplanmış olmalıydı. Fenn, hayvanı kışkırtmaya devam etti. Büyük bir ustalıkla, Meren'in rahat rahat nişan alabileceği bir çemberde döndürüp duruyordu. Meren de ok üstüne ok yolluyordu, derine gömülen uçları hayvanın kalbine ve her iki ciğerine isabet etmişti.

Akciğerleri kan dolan gergedan yavaşladı. Ölüm uyuşukluğu, güçlü bacaklarını taşa çevirmişti. Sonunda başı öne sarkmış, ağzından burnundan kanlar akıtarak durdu. Nakonto yandan fırladı ve mızrağını kulağının arkasına saplayıp beynine kadar soktu. Gergedan muazzam cüssesiyle devrilince yer sarsıldı ve bir toz bulutu kalktı.

Taita yanlarına geldiğinde, hepsi atlarından inmiş ve cesedin başına toplanmıştı. Fenn heyecanla dans ederken diğerleri de gülerek alkışlıyordu. Taita itaatsizliği yüzünden onu kadırgaya göndererek cezalandırmaya kararlıydı ama asık suratla atından inerken, kız, ona koşup kollarını boynuna doladı.

"Taita, hepsini gördün mü? Muhteşem değil miydi? Kasırga ve benimle gurur duymadın mı?" Sonra daha Taita, onu paylamak üzere ağzını aÇamadan, dudaklarını kulağına yapıştırıp, "Bana karşı çok kibar ve iyi-Sl<ı, seni çok seviyorum sevgili Taita," diye fısıldadı.

Taita öfkesinin yatıştığını hissetti ve kendi kendine acaba kim kimi İ'tıyor diye sordu. Bunlar, onun diğer yaşamında mükemmelleştirdiği içerilerdi. Taita da kendini hâlâ onlara karşı savunmasız hissediyordu.

329


Wilbur Smith
Avcılar kırktan fazla büyük hayvan öldürmüşlerdi ve bütün cesetlerin parçalanıp etlerin tütsülenmesi ve mavnalarda istiflenmesi birkaç gün sürdü. Ancak o zaman kadırgalara binip tekrar güneye doğru yelken açabildiler. Tinat subaylarının yanında yine o soğuk ve uzak tavrını takınmıştı. Onu İç Göz'üyle izleyen Taita sohbetlerine ve açıkladığı şeylere pişman olduğunu görüyordu. Boşboğazlığının sonuçlarından korkmaktaydı.

Rüzgâr kuzeyden ve serin esmeye başladı. Kürekler gemilere çekildi ve üçgen yelkenler açıldı. Pruvaların altında beyaz köpükler oluşuyor ve kıyı sancak tarafında akıyordu. Gergedan avından sonra on beşinci günde başka bir akarsu ağzına geldiler. Batıdaki yüksek dağlardan inen ırmak göle muazzam miktarda su taşıyordu. Taita personelin kendi aralarında konuştuklarını ve "Kitangule" adının geçtiğini duydu. Belli bu karşılarındaki nehrin adıydı. Kaptan yelkenlerin indirilmesini ve küreklerin çıkarılmasını emredince şaşırmadı. Kadırgaları filoya öncülük ederek Kitan-gule'ye girdi ve güçlü akıntıda ilerlemeye başladı.

Birkaç fersah sonra, nehir kıyısında kurulmuş büyük bir yerleşim yerine ulaştılar. Kıyıdaki tersanede kızakta duran bitmemiş, koca iki gemi vardı. Gemilerin başına işçiler üşüşmüştü ve Taita, Meren'e kalfaları gösterdi. "Demek ki bu değişik gemiler burada inşa ediliyor. Onları inşa edenler de kesinlikle İndusların ötesindeki diyarlardan gelmiş."

Meren, "Peki buraya, ülkelerinden o kadar uzağa nasıl gelmişler? diye merak etti.

"Burada, arıları çiçek bahçesine çeken şey gibi, uzaklardaki kıymetli adamları çeken bir şey var."

"Peki biz de o arılardan mıyız Büyücü? Bizi de mi aynı cazibe çeK buraya?"

330
11. Yazıt

Taita, ona şaşkın şaşkın baktı. Meren'den böyle zekice düşünceler

e]c çıkmazdı. "Biz buraya Firavun'a ettiğimiz kutsal yemini yerine getir-

eye geldik," diye hatırlattı. "Ama artık geldiğimize göre kendimizi ko-

oırnalıyız- Asla bu Jarrililer gibi kendimizi hayali bir uyuşukluluğa kaptır-

fljamahyız."

Filo nehir boyunca ilerlemeyi sürdürdü. Birkaç gün sonra nehri boydan boya kaplayan ilk şelaleyle karşılaştılar. Bu, Tinat'la kaptanlarını korkutmadı çünkü şelaleye gelmeden hemen önce başka bir küçük köy vardı ve köyden sonra da etrafı çitle çevrili geniş otlaklar uzanıyordu. Çitlerin içinde hörgüçlü öküz sürüleri gezinmekteydi.

Yolcular, atlar ve köleler kıyıya çıktı. Üstlerinde sadece personeli kalan gemiler, bükülmüş sarmaşıktan yapılmış çok kalın halatlarla grup halindeki öküzlere bağlandı ve çağlayanın üstüne çekildi. Kıyıdaki adamlar ve atlar da karadan yukarı tırmandılar. Şelalenin üstünde nehir yine derin ve sakindi, kadırgalar demirde bekliyordu. Herkes yeniden gemilere bindi ve bir sonraki şelaleye kadar yola devam ettiler, orada yine aynı işlemler tekrarlandı.

Üç kere, gemileri sürükleyecek çok derin ve hızlı akıntılarla karşılaştılar. Mısırlıların mühendislik dehası bu engelleri aşmak için önemli buluşlar gerçekleştirmişti: şelalenin döküldüğü yerin yanına bir dizi zikzak kanal kazılmıştı, her birinin sonunda da gemiyi bir sonraki seviyeye yükselten ahşap kapılı bir havuz bulunuyordu. Filoyu bu su merdivenlerinden geçirmek bir sürü emeğe ve günlere mal oldu, ama sonunda, bir kez daha "erin ve sakin akan sulara kavuştular.

Gölden ayrıldıklarından beri, muhteşem bir doğanın içinden geçip

gidiyorlardı. Kitangule'ye girdikten yüz fersah kadar sonra, nehir sık bir

abanıl ormanın içinde akmaya başlamıştı. İki kıyıdaki ağaçların dalları

rtada birleşiyordu ve sanki her biri başka bir cinsti. Ağaçlar, çiçek açan,

Ç^ayan çeşitli sarmaşıklarla bezeliydiler. Ağaçların oluşturduğu şemsi-

331
Wilbur Smith

yenin tepesinde, maymunlar çığlık çığlığa orkideleri ve meyveleri yağma lıyordu. Timsahlar, nehre uzanan dallara yatmış güneşlenmekteydi. Gemj. lerin yaklaştığını görünce, büyük bir şapırtıyla suya dalıyor ve kürekçj]e. ri ıslatıyorlardı.

Geceleri, gemileri iri ağaç gövdelerine bağladıkları zaman, ormandan, görmedikleri hayvanların homurtuları, çığlıkları ve onları avlamakta olan etçillerin kükremeleri duyuluyordu. Bazı tayfalar kara sulara bronz kancalarına yem olarak sakatat taktıkları oltalar salıyordu. Yeme gelen ya-yınbalıklarını ancak üç kişi çekebiliyordu.

Şelaleleri tırmandıkça kıyıdaki bitki örtüsü de değişmeye başladı. Bunaltıcı sıcak azaldı ve hava limonata gibi oldu. Son su merdivenini aşarken çevrelerini inişli çıkışlı zümrüt gibi çayırlar ve çoğunlukla akasya türlerinin meydana getirdiği korular sardı. Bunlar, muazzam siyah gövdeleri ve siyah dallan olan, yumuşak, tüylü yapraklarla bezeli, dikenli akasya türleriydi. En uzunlarında, yüksek dallardan sarkan, üzüm salkımına benzer lavanta rengi meyveler vardı.

Sulak, verimli, yemyeşil açıklıklardan geçiyorlardı ve Kitangule'ye karışan bir sürü güçlü akarsu bulunuyordu. Etraflarını çevreleyen araziler, antilop sürüleriyle doluydu ve her gün mutlaka avlanan veya uzanmış dinlenen gururlu aslanlara rastlıyorlardı. Geceleri aslanların kükremesi dehşet saçıyordu. Bu sesi ne kadar çok duymuş olurlarsa olsunlar, insanın sinirleri geriliyor ve nabzı yükseliyordu.

Sonunda, ufukta dik bir kayalık göründü ve yaklaştıkça artan bir uğultu duymaya başladılar. Nehrin kıvrımını dönünce, karşılarına bir yamaçtan aşağı kükreyerek dökülen ve alttaki yeşil gölette fokurdayan bir şelale çıktı.

Kıyıda, öküzler gemileri sahile çekmeye hazır bekliyordu. Bir kere daha kıyıya çıktılar, ama bu sondu. Hiçbir insan yapımı alet, o gemileri bu yamacın tepesine çıkartamazdı. Nehir kıyısındaki yerleşim yerinde subay-

332
11. Yazıt

larla Taita'nın grubunun kalacağı konuk evleri bulunuyordu, diğerleri, atlar ve eşyalar da kıyıya indirildi. Basmara köleler barakalara kilitlendi.

Albay Tinat üç gün sonra yola devam etmeye hazırdı. Artık bütün eşyalar öküzlere yüklenmişti. Köleler de barakalardan çıkarıldı ve uzun sıralar halinde birbirlerine bağlandı. Askerler ve Taita'nın grubu atlara bindiler ve uzun bir kervan halinde yamacın dibinden yola koyuldular. Bir fersah sonra yol dikleşti ve kıvrılıp bükülerek giden bir patika haline geldi. O kadar dik bir bayırı tırmanıyorlardı ki, hayvanlarından inip atları, aşırı yüklü öküzleri ve köleleri de arkalarından sürüklediler.

Tırmanışın yansında, derin bir boğazın iki yakasını birleştiren, halatlardan yapılmış dar bir asma köprüye geldiler. Geçişi düzenleme işini Yüzbaşı Onka üstlendi ve her seferinde küçük bir grubun geçmesine izin verdi. Sınırlı bir ağırlık dahi olsa, köprü tehlikeli bir şekilde salınmaya başlıyordu ve kervanın tamamı karşıya geçtiğinde akşamüzeri olmuştu.

Meren, Onka'ya, "Yamacın tepesine tırmanmanın tek yolu bu mu?" diye sordu.

"Güneyden etrafını dolanarak giden daha kolay bir yol var, ama seyahati birkaç gün uzatır."

Yamacın diğer tarafına varınca aşağı baktılar, bütün dünya ayaklarının altına serilmiş gibiydi. Nehirlerin kara yılanlar gibi kıvrılarak böldüğü altın sarısı savanalar, uzaktaki mavimsi tepeler ve yemyeşil yabanıl ormanlar sere serpe uzanmaktaydı. Son olarak da, puslu ufukta, yelken açıp geldikleri büyük Nalubaale Gölü'nün sulan erimiş metal gibi parlamaktaydı.

Nihayet, girişleri kontrol etmek için kurulmuş sınır kalesine, Kitan-gule Geçidi'ne ve Jarri.'nin girişine ulaştılar. Kentin dışında geçici kamplarını kurduklarında karanlık bastırmıştı. Bütün gece yağmur yağdı ama sabahleyin güneş iyi niyetle parlıyordu. Taita ile Fenn sığındıkları yerden bakınca, o zamana kadar gördükleri her şeyi sıradanlaştıran bir manzaray-

333
Wilbur Smith

la karşılaştılar. Aşağıda, uzak bir ufka kadar uzanan geniş bir plato yer alıyordu. Etrafında, tanrılara yaraşır zirveleri olan dağ silsileleri vardı. Ortadaki üç zirve, dolunayın ebedi ışığıyla parlıyordu. Taita ile Meren, Horasan yolundaki zirvelerde yolculuk etmişlerdi ama Fenn daha önce hiç kar görmemişti. Bu muhteşem manzara karşısında çarpılıp sersemlemişti. Sonunda konuşmayı başardı: "Bak! Dağlar yanıyor," diye haykırdı.

Tüm parlak zirvelerden gümüş rengi dumanlar yükselmekteydi.

Meren yumuşak bir tavırla, "Büyücü, sen bir tane volkan arıyordun ama bak üç tane buldun," dedi. Sonra dönüp Nalubaale Gölü'nü gösterdi. "Ateş, hava, su ve toprak..."

Taita, "...ama hepsinin efendisi ateştir," diyerek, Eos'un büyülü sözlerini tamamladı. "Orası mutlaka cadının yeri olmalı." Bacakları titriyordu ve duygularına yenilmişti. Onca yolu gelip onca eziyete katlanmışlardı buraya ulaşmak için. Bacakları onu zor taşıdığı için oturacak bir yer bulması lazımdı. Manzarayı da kaçırmayacağı bir yer bulup oturdu. Fenn de onun duygularını paylaşmak üzere yanındaki taşa çöktü.

Sonunda Yüzbaşı Onka kervanın başından ayrılıp yanlarına geldi. "Burada daha fazla oyalanmamalısınız. Yola devam etmeliyiz."

Yol hafif bir eğimle iniyordu. Atlarına binip platoda ilerlemeye başladılar. Günün geri kalanında büyüleyici manzaralar arasından dağlara doğru ilerlediler. Gölden, yabanıl ormanlardan ve çöllerden geçerek, bu tatlı güzel iklime ulaşmışlardı. Aldıkları her nefeste bedenleri zindeleşi-yor, zihinleri berraklaşıyordu adeta. Dağlardan berrak sular akıyordu. Çatıları altın rengi, etrafı meyve bahçeleriyle, zeytin ağaçlarıyla çevrili kulübelerden, çiftliklerden geçtiler. Çok iyi bakılmış ve üzüm dolu bağlar gördüler. Tarlalara karabuğday ekiliydi, sebze bahçelerinde kavunlar, fasulyeler, mercimekler, kırmızı ve yeşil biberler, kabaklar ve Taita'nın bilmediği çeşitli sebzeler vardı. Yemyeşil otlaklarda sığır, koyun ve keçi sürüleri

334
11. Yazıt

otluyordu. Tombul domuzlar korularda geziniyor, ördek ve kazlar göletlerde yüzüyor ve her çiftlikte bol bol tavuk bulunuyordu.

Meren, "Bu kadar zengin bir ülke görmemiştik daha önce," dedi.

Onlar geçerken çiftçiler ve aileleri şerbetler, kırmızı şaraplar sunuyordu. İki Krallık aksanıyla Mısır dili konuşuluyordu. Hepsi de sağlıklıydı ve güzel deri ve keten giysiler içindeydi. Çocuklar gürbüzdü ama garip bir şekilde durgundu. Kadınlarsa pembe yanaklı ve güzel kokuluydu.

Meren, "Ne güzel kızlar," diye belirtti. "Aralarında tek bir çirkin yok."

Çok geçmeden her tarafın neden o kadar yeşil olduğunu anladılar. Aniden karlı üç volkan zirvesi yoğun bir bulut tabakasıyla örtüldü. Onka yanlarına geldi ve Taita'ya, "Pelerinlerinizi alın. Bir saat sonra yağmur yağacak," dedi.

Taita, "Nereden biliyorsun?" diye sordu.

"Çünkü her gün bu saatte yağar." İleride toplanan bulutları gösterdi. "Jarri'ye hâkim olan o üç zirvenin pek çok adı var, bunlardan biri de Yağmur Yapan. Ülkenin bu kadar verimli olmasının nedeni bu." O lafını bitirdiğinde yağmur indirdi ve pelerinlerine rağmen iliklerine kadar ıslandılar. Ama birkaç saat sonra bulutlar dağıldı ve güneş yeniden parlamaya başladı. Her yer pırıl pırıl olmuştu. Ağaçlardaki yapraklar ışıldıyor, topraktan nefis bir karabuğday çöreği kokusu yükseliyordu.

Bir yol ayrımına geldiler. Esirler sola döndürüldü ve onlar uzaklaşırken Taita eşlik eden çavuşlardan birinin "Indebbi'deki yeni madenlerde bunlara çok ihtiyaç var," dediğini duydu.

Konvoyun geri kalanı sağa saptı. Zaman zaman, askerler Albay Ti-nat'a selam veriyor ve birlikten ayrılıp evlerinin olduğu yönlere doğru gidiyorlardı. Sonunda, Tinat, Onka ve on kişilik bir muhafız birliği kalmıştı geriye. Hafif bir bayın tırmanıp aşağıda ağaçların ve çayırların arasında yuvalanmış köyü gördüklerinde akşamüzeri olmuştu.

335
Wilbur Smith

Tinat, Taita'ya, "Burası Mutangi," dedi. "Yerel pazar kasabası ve sulh hâkiminin nüfuz bölgesi. Şimdilik burada yaşayacaksınız. Kalacağınız bölümler hazırlandı, eminim ki, rahat edeceksiniz. Bunun söylendiğini daha önce de duymuştunuz, sizler Jarri'nin onur konuklarısınız."

Sulh hâkimi onları karşılamaya bizzat geldi. Bilto adında orta yaşlı bir adamdı. Sakalında gümüş teller vardı, ama güçlü ve içtendi, bakışları sakin, tebessümü sıcaktı. Taita, ona İç Göz'üyle baktı ve adamın dürüst ve iyi niyetli olduğunu anladı, ama tıpkı Albay Tinkat Ankut gibi, o da mutlu ya da keyifli değildi. Taita'yı büyük bir saygıyla selamlamış fakat sanki ondan bir şey bekliyormuşçasına bir garip bakmıştı. Kendi karılarından biri, Hilto ile Nakonto ve İmbali de dahil, diğerlerini alıp köyün sonundaki geniş taş eve götürdü, orada köle kızlar onları beklemekteydi. Taita, Fenn ve Meren ise Bilto tarafından, yolun karşısındaki daha büyük bir yapıya götürüldüler. "Sanırım rahat etmek için gereken her şeyi burada bulacaksınız. Dinlenip tazelenin. Önümüzdeki birkaç gün içinde oligarşi konseyi size haber gönderecek. Bu arada ben ev sahibinizim ve emrinizdeyim." Gitmeden önce Taita'ya bir kez daha sıkıntılı, soran gözlerle baktı ama başka bir şey söylemedi.

Eve girince bir vekilharçla beş kölenin onları karşılamak üzere dizilmiş olduğunu gördüler. Odalar ferah ve havadardı ama pencereler deri perdelerle örtülebiliyordu; odalarda yanmakta olan şömineler vardı. Güneş hâlâ ufukta olduğu halde havada bir serinlik olduğu için güneş battıktan sonra bu ateşlerin iyi geleceği belliydi. Onlar için temiz giysiler ve yeni sandaletler hazırlanmıştı, köleler yıkanmaları için çömlek çömlek sıcak su taşıyordu. Akşam yemeği yağ kandillerinin ışığında servis edildi. Mönüde güçlü bir kırmızı şarapta bekletilmiş domuz pirzolası vardı.


Yüklə 2,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   47




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin