"Şimdi!" diye emir verdi. Habari ile Shabako ileri fırlayıp düşen kapılara kement attılar. İplerin yanmasına fırsat vermeden kapı kanatlarını iki yana sürüklediler. Artık önleri açılmıştı ve iki adam dörtnala diğerlerinin yanma döndü.
Taita, "Birbirinize sokulun, ne kadar yakın olursanız o kadar iyi," dedi ve, "Arkamdan gelin," diye ekledi. Kapıları geçip ötedeki açık alana çıktıklarında büyünün etkisi de geçmiş olacaktı. Kapı kanatlarının çerçeveleri hâlâ alev alev yanmakta olduğu için kavrulmadan, çabucak geçmek zorundaydılar.
Taita hemen, "Dörtnala," diye bağırdı, ama bu kez gücün sesini kullanmıştı. Alevli geçide doğru ilerlediler. Sıcaklık, bir duvar gibi çarptı, bazı atlar ürkmüştü, ama binicileri mahmuzlanyla, kamçılarıyla hayvanları hizaya soktu. Atların derileri, yeleleri kavruldu. Bazı adamların yüzü de aynı şekildeydi ve çok canları yanıyordu. Ama yine de omuz omuza at sürerek açık alana ulaştılar.
310
11. Yazıt
Basmaralar etraflarında zıplayıp uluyorlardı. Bazıları onlara baktığı halde, bakışları delip geçiyor ve yanan duvarların üstüne yükseliyordu. Taita'nın büyüsü iyi dayanmıştı.
Taita, "Sessiz ve yavaş olun," diye uyardı. "Birbirinizden ayrılmayın. Ani hareket yapmayın." Tılsımı hâlâ havada tutuyordu. Yanında, Fenn de onu taklit ediyordu. O da kendi altın tılsımını kaldırmıştı ve Taita'nın öğrettiği sözcükleri tekrarlarken dudakları kıpırdıyordu. Büyüyü güçlendirerek Taita'ya yardım etmekteydi. Neredeyse açıklığın tamamını geçmişlerdi. Ormanın kıyısına iki yüz adımdan az kalmıştı ve savaşçılar hâlâ onların varlığını fark etmemişti. Sonra Taita ensesinde soğuk bir ürperti hissetti. Fenn yanında nefesini tuttu ve tılsımını bıraktı. "Elimi yaktı!" diye bağırıp kızaran parmak uçlarına baktı. Sonra kafası karışmış bir halde Taita'ya döndü. "Bir şey büyümüzü bozuyor." Haklıydı. Taita da büyünün, rüzgârda yırtılan bir yelken gibi parçalandığını hissediyordu. Üstlerindeki koruyucu pelerin açılmaktaydı. Başka bir gücün etkisi altına girmişlerdi ve Taita, onu yok edemiyordu.
"Dörtnala ileri!" diye bağırdı ve atlar ormana doğru atıldı. O arada Basmaralardan büyük bir gürültü yükseldi. Bütün boyalı suratlar onlara doğru döndü, tüm gözleri kan bürümüştü. Dörtbir yandan küçük grubun üstüne doğru gelmeye başladılar.
Taita, Duman Yeli'ne, "Koş!" diye bağırdı, ama hayvan iki yetişkin erkeği taşıyordu. Her şey rüyada gibi ağır ağır gelişti. Arkalarından kovalayan Basmaralardan epey öndeydiler, ama sağ cepheden de başka bir mızraklı grup geliyordu.
Taita bir daha bağırdı. "Hadi! Daha çabuk!" Basma'nın onları doğramak üzere yarışanların başında olduğunu görmüştü. Mızrağını fırlatmaya hazır bir şekilde sağ omzuna kaldırmış, yollarını kesmeye çalışıyordu, adamları da ayağı yanmış itler gibi uluyorlardı.
311
Wilbur Smith
Taita, "Haydi!" diye haykırdı. Bir yandan açıları ve hızları hesaplıyordu. "Varmak üzereyiz."
Atlılar arayı otuz adım kadar açarken, Basma da aynı hesapları yapmıştı. Mızrağını fırlatmak için koşma yeteneğine ve öfkesinin gücüne güveniyordu. İyice yükseğe kaldırıp savurdu ve mızrak Meren'in ağır yüklü atına yöneldi.
Taita, onu uyarmak için, "Meren!" diye bağırdı ama, mızrak onun kör tarafından geliyordu. Tam eyerin altından atın bedenine girdi ve omurgasına çarptı. Hayvanın arka bacaklan felç olmuştu. Meren ve taşıdığı kadın, kavrulmuş toprağa düştüler. Avı bırakmak üzere olan Basmaralar, şefleri başta olmak üzere tekrar koşmaya başladılar. Meren ayağa fırladı ve öteki atlıların yanından geçerken kendisine baktıklarını gördü.
"Devam edin!" diye bağırdı. "Bizim için bir şey yapamazsınız, kendinizi kurtarın." Basmaralar hızla yaklaşıyordu.
Fenn, Kasırga'nın boynuna dokundu ve, "Ho! Kasırga, ho!" diye bağırdı.
Gri tay, kırlangıç gibi uçarcasına döndü ve daha kimse ne olduğunu anlayamadan, Fenn, Meren'in kadınla birlikte durduğu yere doğru gitmeye başladı. Meren, Fenn'in döndüğünü görünce bir an şaşkınlıktan konuşamadı. İmbali de üzenginin üzerinde, uzun baltasını savurarak gelmekteydi. Meren elini sallayarak, "Geri dön!" diye bağırdı ama Fenn döner dönmez, Taita da aynı intihar hareketini yapmıştı. Grubun geri kalanı kararsızdı. Sürücüler ne yana gideceklerine karar verene kadar, atlar geri geri gidip birbirlerine çarparak şaha kalktılar. Sonra hep birden Meren'in bulunduğu yere doğru koşmaya başladılar.
Artık en yakındaki Basmaralar onlara ulaşmak üzereydi. Bir yandan da mızraklarını savuruyorlardı. Önce Hilto'nun, sonra da Shabako'nun atlan yaralanıp binicilerini sırtlarından atarak yere yıkıldılar.
312
11. Yazıt
Taita bir bakışta artık onları uzaklaştıracak sayıda at kalmadığını anladı. "Savunma halkası oluşturun!" diye bağırdı. "Durup onları burada karşılamamız gerek."
Attan düşenler kalkıp ona doğru koştular. Sağlam atların üstündeki-ler de inip atları halkanın ortasına çektiler. Okçular yaylarını hazırladı, İmbali ve arkadaşları uzun baltalarını kaldırdı. Yüzleri dışa dönüktü. Üstlerine doğru gelmekte olan onca savaşçıyı görünce, bunun artık son çarpışma olduğunu anlamışlardı.
Meren keyifle, "Bu son dövüş," diye bağırdı. "Unutamayacakları bir ders verelim!" İlk Basmara grubuyla çarpışmaya başladılar. Vahşi ve umutsuzca dövüşüyorlardı. Saldırganları püskürttüler. Ama Şef Basma, hoplayıp zıplayarak başlarına geçti ve başta o olmak üzere bir daha atağa kalktılar. Basma, kendine Nakonto'yu hedef seçti ve gardım aşıp uyluğundan yaraladı.
Nakonto'nun yanında bulunan İmbali, onun bacağından kan fışkırdığını görünce eşini koruyan yırtıcı bir aslan gibi Basma'nın üstüne saldırdı. Adam, kendini korumak üzere dönüp balta darbesini karşılamak için mızrağını kaldırdı. İmbali'nin darbesi, mızrak sapını papirüs yaprağı gibi ikiye biçti ve Basma'nın sağ omzuna indi. Basma, yandan sarkan yarı kopmuş koluyla geri çekildi. İmbali baltasını çekip bu kez Basma'nın başına saldırdı. Balta flamingo tüylerini muntazam bir şekilde keserek Basma'nın kafatasını dişlerine kadar yarmıştı. Bir an, ikiye ayrılan suratında-ki gözleri şaşılaşıp baltaya bakar gibi oldu ve İmbali baltayı çekti. Baha kemikten çıkarken, etrafa sarımsı beyin parçaları saçıldı.
Basmaralar şeflerinin yıkıldığını gördüler ve ümitsizce bağırarak ge-n çekildiler. Dövüş sert geçmişti. Ağır kayıplar vermişlerdi. Cesetler, kü-Çük halkanın etrafında kat kat yığılmış durumdaydı. Taita bu tereddüt anı-n' kendi lehlerine kullandı. Atları, bütün süvarilerin bildiği bir hileyle, ye-
313
Wilbur Smith
re yatırdı. Böylece, Basmaraların mızraklarına karşı bir kalkan oluşturmuşlardı. Okçuları onlann arkasına yerleştirdi ve İmbali'yi, arkadaşını, Fenn'i ve kendini ortaya getirdi, sonra da Fenn'in yanında kendi pozisyonunu aldı. Diğer hayatında yaptığı gibi, son ana kadar onun yanından ayrılmayacaktı. Ama bu sefer, bu işi onun için daha kolay ve çabuk halletmeye kararlıydı.
Halkadaki diğer adamlara baktı. Habari, Shofar ve son iki asker ölmüştü. Shabako ile Hilto hâlâ ayaktaydı, ama yaralanmışlardı. Yaralarıyla fazla ilgilenmeyip, kanamayı durdurmak için toprak sürmekle yetinmişlerdi. Onlann ötesinde, İmbali çömelmiş, Nakonto'nun uyluğunu sarıyordu. İşini bitirince, Nakonto'ya bir savaşçıdan daha çok bir kadının yüz ifadesiyle baktı.
Meren at onu sırtından attığı zaman yüzüstü düşmüştü. Yanağı sıyrılmıştı ve yaralı gözü yine kanıyordu. Gözünü örten deri bağın altından ince bir kan sızıntısı burnuna ve oradan da üst dudağına akmıştı. Kılıcını bilerken dudağmdaki kanı yaladı. Yığın yığın düşmanla kuşatılmış, yaralar içinde otururken hiçbirinde kahramana benzer bir hal yoktu.
Taita içinden, eğer bir mucize olur da kurtulursam, bu insanlar adına dinleyen herkesin gözünü yaşartacak bir savaş şiiri yazacağım, diye yemin etti.
Tek bir ses, meydan okuyarak sessizliği böldü: "Kocakarı mıyız yoksa Basmara ordusu mu?" Kalabalıkta yine uğultu başladı, sallanarak ayaklarını yere vuruyorlardı.
Başka bir ses soruya cevap verdi: "Biz erkeğiz ve öldürmeye geldik!"
"Öldürün! Mızrak atın! Öldürün!" Şarkı yükseldi ve adamlar saflar halinde, dans edip tepinerek ilerlemeye başladılar. İmbali, Nakonto'nun yanında kaldı, dudaklarında cılız, zalim bir tebessüm vardı. Hilto ve Sha-
314
11. Yazıt
bako saçlarını arkaya toplayıp miğferlerini yeniden giydiler. Meren duda-ğındaki kanı sildi ve iyice görebilmek için sağlam gözünü kırpıştırdı. Sonra, kılıcını kınına yerleştirip yayını aldı ve düşman yaklaşırken yayı yüzüne dayadı. Fenn de, yaralı bacağını koruyarak hemen ayağa kalktı. Ta-ita'nın elini tuttu.
Taita, "Sakın korkma küçüğüm," dedi.
"Korkmuyorum, ama keşke bana da ok atmayı öğretseydin. Şimdi daha yararlı olurdum o zaman."
Fildişi düdükler öttü ve Basmaralar saldırıya geçtiler. Küçük grup ilk oklarını fırlatıp hemen yenilerini çektiler, ama sayıca o kadar az kalmışlardı ki, hoplayıp zıplayan kara beden yığınında ancak küçük bir gedik açabildiler.
Basmaralar çemberi yardı ve yeniden yüz yüze çarpışmaya başladılar. Shabako boynundan yara aldı ve ölürken zıpkınlanmış bir balina gibi kan fışkırttı. Zayıf halka, baskıya fazla dayanamadı. İmbali ile Nakonto sırt sırta vermiş çarpışıyordu. Meren'le Taita ise, Fenn'i aralarına almışlardı. Biraz daha dayanabilirlerdi, ama Taita, yakında Fenn'e merhamet göstermek zorunda kalacağını biliyordu. Kendisi de hemen peşinden gidecek ve böylece ayrılmamış olacaklardı.
Meren doğruca kalbine sapladığı kılıcıyla bir adamı devirirken Taita da yanındakini hakladı.
Meren, ona baktı. "Zaman geldi Büyücü, ama eğer istersen senin için ben yaparım." Boğazı toz toprak dolduğu için sesi çatallanmıştı.
Taita, Meren'in Fenn'i ne kadar çok sevdiğini ve onu öldürmenin ne kadar zor olacağını biliyordu. "Hayır iyi kalpli Meren, ama yine de teşekkür ederim. O görev benim." Taita eğilip şefkatle Fenn'e baktı. "Meren'i °Püp vedalaş tatlım, o senin gerçek dostundur." Kız söylediğini yaptı ve lr boyun eğişle Taita'ya döndü. Başını eğip gözlerini yumdu. Taita buna
315
Wilbur Smith
sevindi: o yeşil gözler üstüne dikilmişken bu işi asla yapamazdı. Kılıca kaldırdı, ama indirmeden önce vuruşunu hesapladı. Basmaraların savaş şar kışı, dehşet ve ümitsizlik dolu bir iniltiye dönüştü. Safları, sanki bir sardun, ya sürüsünün arasına kurt-dişli baraküda dalmışçasına, bozulup dağıldı.
Küçük grup, hayretle bakakalmıştı. Hem kendilerinin hem düşman-lannın kanına, terine batmış durumdaydılar. Neden hâlâ hayatta olduklarını anlayamadan birbirlerinin suratına baktılar. Savaş alanında ayak ve toynakların kaldırdığı tozlar ve hâlâ dumanı tüten yangın yüzünden göz gözü görmez olmuştu. Ağaçlar zar zor seçiliyordu.
Meren gıcırtılı bir sesle, "Atlar!" dedi. "Toynak sesleri duyuyorum."
Taita da aynı boğuk sesle, "Hayal görüyorsun," dedi. "Mümkün değil."
"Hayır, Meren haklı." Bunu diyen Fenn'di ve ağaçlann bulunduğu tarafı gösteriyordu. "Atlar!"
Taita tozdan ağırlaşmış kirpiklerini kırpıştırdı ama net göremiyordu. Koluyla gözlerini silip bir daha baktı. Hayretler içinde, "Süvariler mi?" diye mırıldandı.
Meren, "Mısır süvarileri," diye baykuş gibi öttü. "Askerler!" Mavi bir sancak dalgalanıyordu. Süvariler, mızraklanyla Basmara saflarına dalmışlardı. Sonra geri dönüp kılıçla işlerini bitirdiler. Basmaralar silahlanın ı atarak, darmaduman bir durumda kaçmaya başlamışlardı.
Taita, "Olamaz," diye mırıldandı. "Mısır'dan binlerce fersah uzakta-1 yız. Bu adamlar buraya nasıl geldi? Mümkün değil."
Meren sevinç içinde, "Eh, ben gözlerime inanınm... ya da sağlam J gözüme mi demeliydim?" diye bağırdı. "Bunlar bizim insanlarımız!" Bir-1 kaç dakika içinde, savaş alanında sadece ölmüş ya da ölmek üzere ola" Basmaralar kalmıştı. Muhafızlar, atlarından uzanıp yattıkları yerde onla" mızraklamaya devam ederek tırıs halinde geri geliyorlardı. Üst rütbeli s"'I baylardan oluşan bir üçlü, süvari birliğinden ayrılıp eşkin gidişle küÇü gruba doğru ilerledi.
316
11. Yazıt
Taita, "Komutan bir mavi albayı," dedi.
"Liyakat Madalyası ve Kızıl Yol Yoldaşlığı Haçı takıyor," dedi Me-ren de. "Gerçek bir savaşçı!"
Albay gelip Taita'nın önünde durdu ve selamlamak için sağ elini kaldırdı. "Çok geç kaldığımızdan korkuyordum yüce Büyücü, ama hâlâ yi olduğunuzu görüyorum ve bunun için bütün tanrılara şükranlarımı sunuyorum."
"Beni tanıyor musun?" Taita'nın şaşkınlığı iyice artmıştı.
"Gallalah Taita'yı bütün dünya tanır. Ama biz daha önce Kraliçe Min-taka'nın sarayında karşılaşmıştık, sahte firavunu öldürdükten sonra, tabii bu yıllar önceydi ve ben daha teğmendim. Unutmuş olmanız normal."
"Tinat? Albay Tinat Ankut?" Taita, adamın yüzünü hatırlamıştı.
Albay minnetle gülümsedi. "Beni tanıyarak onur verdiniz."
Tinat Ankut, güçlü, zeki hatları ve namuslu yüzüyle yakışıklı bir adamdı. Taita, onu İç Göz'üyle incelemiş ve aurasında bir kusur veya leke görmemişti, sadece derin bir duygusal karmaşanın işareti olan koyu mavi bir titreşim vardı. Bir bakışta Tinat'ın mutlu bir adam olmadığını anlamıştı. "Adari Kalesi'nde kalırken haberlerini almıştık," dedi. "Ama orada bıraktığın adam yıllar önce yaban ellerde ölüp gittiğini sanıyordu."
"Gördüğün gibi yanılıyor Büyücü." Tinat gülümsemiyordu. "Ama buradan gitmeliyiz. Öncülerim, daha binlerce vahşinin buraya doğru geldiğini söyledi. Ben görevimi yerine getirdim ki, o da sizi kurtarmaktı. Artık vakit kaybetmeden gidelim."
"Bizi nereye götüreceksin Albay Tinat? Burada olduğumuzu, yardım gerektiğini nasıl bilebildin? Kim yolladı seni?"
"Sorularınız sırasıyla cevaplandırılacak Büyücü, ama korkarım belim tarafımdan değil. Yüzbaşı Onka'yı yardımcı olması için burada bıra-k'yorum." Tekrar selam verip atının başını çevirdi.
317
Wilbur Smith
Atları kaldırdılar. Çoğu yaralanmıştı, ikisinin yaralan çok ağır olduğu için öldürmek zorunda kaldılar, ama Duman Yeli ile Kasırga'da çizik bile yoktu. Artık pek fazla eşyaları kalmamıştı ama Taita'nın tıbbi malzemeleri ağır ve büyük görünüyordu. Yük taşımak için yeterli hayvanları olmadığından, Yüzbaşı Onka yük beygirleri getirtti ve Taita da ekibiyle hayvanlarının yaralanyla ilgilendi. Onka sabırsızlanıyordu ama bu iş aceleye gelmezdi ve tekrar atlarına binmeleri biraz zaman almıştı.
Albay Tinat dönünce süvarilerinden bir bölük onlara eşlik etti. Taita'nın grubunu merkeze almışlar ve gayet iyi koruyorlardı. Arkadan gelen başka bir büyük birlik de, çoğu Basmara kadınlanndan oluşan esirleri getiriyordu.
Meren, "Köleler," diye tahminde bulundu. "Tinat, köle yakalamakla masum yolculan kurtarmayı birleştirmiş."
Taita yorum yapmadı ama kendi durumlarını düşündü. Acaba biz de esir miyiz, yoksa onurlu konuklar mı, diye merak ediyordu. Durumları biraz belirsizdi. Yüzbaşı Onka'ya bunu sormayı düşündü ama boşuna çaba harcamış olacağını biliyordu: Onka da tıpkı komutanı gibi ketumdu.
Tamafupa'dan ayrıldıktan sonra, göle doğru giden kuru Nil yatağını izleyerek güneye gittiler. Çok geçmeden Kızıl Taşları ve yukarıdaki yamaca kurulmuş olan boş tapınağı gördüler ama o noktada nehirden ayrılıp gölün yanındaki bir yoldan doğuya yöneldiler. Taita tapmak ve taşlar hakkında Onka ile konuşmaya çalıştı ama adamın gayet katı bir yanıtı vardı: konuda hiçbir şey bilmiyorum Büyücü. Ben basit bir askerim sadece.'
Birkaç fersah daha gittikten sonra gölün yukarısında, korunaklı W koya bakan başka bir yamaca tırmandılar. Taita ve Meren beyaz kumsalı
318
11. Yazıt
sadece birkaç yarım kol boyu açığındaki durgun suda demirlemiş olan al-t, savaş kadırgasıyla, birkaç tane büyük mavnadan oluşan filoya hayretle baktılar. Gemiler, Mısır sularında gördüklerine hiç benzemiyordu: açık giiverteli, iki ucu sivri gemilerdi. Belli ki, tek uzun direk yerinden çıkabiliyor ve güverteye yatınlabiliyordu. Gemilerin sivri başı ve kıçı, şiddetli akıntılar olan nehirlerde ve şelalelerde gidebilecek şekilde tasarlanmıştı. Taita bunun akıllıca bir çözüm olduğunu düşündü. Daha sonra, gövdelerin dört parçaya bölündüğünü ve şelalelerden ve diğer engellerden o şekilde taşındığını da öğrendi.
Gemiler bakımlı ve düzenli görünüyordu. Su o kadar berrak ve temizdi ki, gövdeleri havada asıhymış gibi duruyor ve gölgeleri net bir şekilde gölün dibine vuruyordu. Taita gemilerin etrafında dolanıp tayfaların attığı kırıntılara saldıran iri balık sürülerini bile görebiliyordu.
Meren, "Gemilerin stili değişik," diye belirtti. "Bunlar Mısır gemisi değil."
Taita, "Şark seyahatlerimizde, İndus Nehri'nin ötesindeki ülkelerde görmüştük benzerlerini," diye cevap verdi.
"Peki böyle gemileri, haritada bile olmayan bu uzak iç denize nasıl getirmişler?"
"Bildiğim tek şey, bunu yüzbaşı Onka'ya sormanın bir yaran olmayacağı."
"Tabii ya, o basit bir asker ne de olsa." Meren, Tamafupa'dan ayrılıklarından beri ilk kez güldü. Rehberlerinin peşinden sahile indiler, yüküme neredeyse hemen başlamıştı. Esir düşen Basmaralar iki mavnaya, at-r,aTinat'ın askerleri de diğerlerine bindi.
Albay Tinat, Duman Yeli ile Kasırga'yi incelerken bayağı canlan-Ş'1- "'Ne muhteşem bir ikili. Belli ki tayla annesi bunlar," dedi Taita'ya. patımda bunlar gibisini ya üç ya da dört kez görmüşümdür. Çok zarif
319
Wilbur Smith
bacakları ve güçlü sağrıları var, buna ancak safkan Hitit atlarında rastlanır. Bu atları Ecbatana ovalarında bulduğunuzu tahmin ediyorum."
"Tam üstüne bastın." Taita alkışladı. "Tebrik ederim. Attan iyi anlıyorsun."
Tinat iyice yumuşamış ve Taita, Meren ve Fenn için kendi kadırgasında yer ayırtmıştı. Herkes gemilere binince, filo sahilden ayrıldı ve gölde yol almaya başladı. Açığa ulaşınca da kıyı boyundan batıya doğru yöneldiler. Tinat, üçünü açık güvertede yemeğe davet etti. Qebui'den aynlah beri yedikleri basit yiyeceklerin yanında aşçının yemekleri unutulmaz bir ziya-fet olmuştu. Taze balık ızgarasının arkasından, egzotik sebzeler ve amfora-lardaki şaraplar pekâlâ Firavun'un sofrasındakiler gibiydi.
Güneş ufukta sulara gömülürken, filo Nil'in ağzındaki Kızıl Taşlarla aynı hizaya gelmişti ve tepedeki Eos tapınağının önünden geçmekteydiler. Tinat iki çanak şarap içmiş ve hoş, nazik bir ev sahibi olmuştu. Taita bu ruh halini değerlendirmeyi denedi. "O bina nedir öyle?" Karşıyı gösterdi. "Bir tapınağa veya saraya benziyor ama böyle bir mimariyi Mısır'da hiç görmedim. Acaba ne tür insanlar yaptı onu oraya?"
Tinat kaşlarını çattı. "Pek düşünmedim, zira mimariyle alakam yoktur, ama haklı olabilirsin Büyücü. Muhtemelen bir türbe veya tapmak ya da tahıl deposu." Omuz silkti. "Biraz daha şarap verebilir miyim?" Belli ki soru onu rahatsız etmişti ve yine mesafeli ve soğuk nezaketine bürünmüştü. Dahası, kadırga personeli de onlarla konuşmamak ve sorularını yanıtlamamak için emir almış gibiydi.
Günlerce batıya doğru yol aldılar. Taita'nın ricası üzerine, kaptan onlara gölge ve mahremiyet sağlayacak bir yelken gerdirdi. Tinat'la personelin gözlerinden uzakta, Taita, Fenn'in eğitimine devam ediyordu. Güne-ye doğru giderken, uzun zaman baş başa kalma fırsatları olmamıştı. Şır" di güvertedeki köşeleri onlar için bir mabet ve bir sınıf olmuştu; Tan j onun algı, yoğunlaşma ve sezgi yeteneklerini iyice bileyebiliyordu.
320
11. Yazıt
Ona, gizemli sanatların başka yönlerini öğretti. Edindiği yetenekler üzerine günlerce pratik yaptırdı. Özellikle de, telepati yoluyla düşünce ve imgelemlerin aktarılmasının üstünde duruyordu. İçinde, yakın bir gelecekte ayrı düşeceklerine dair bir önsezi vardı. Böyle bir şey olursa, telepatik iletişim can kurtaran simidi haline gelecekti. Aralarındaki bağlantı hızlı ve kesin hale gelince de, Fenn'e aurasını bastırmayı öğretti. Bütün bunlarda mükemmel hale gelene kadar da tatmin olmadı.
Saatlerce, günlerce süren çalışmalar o kadar yorucuydu ki Fenn'in zihnen ve ruhen tükenmiş olması gerekirdi: gizli sanatlarda henüz çıraktı, bir kız çocuğunun bedenine ve gücüne sahipti. Bununla birlikte, onun başka bir hayat daha yaşamış olgun bir ruh olduğunu bilmesine rağmen, kızın dayanıklılığı Taita'yı hayretler içinde bırakıyordu. Enerjisi onu, tıpkı yaşam sembolü olan nilüferin nehir çamurlarından beslendiği gibi, besli-yormuş gibiydi.
Güç birleştirme büyüsünün ağır sorunlarıyla uğraşırken, başının üstünden geçen kırmızı kanatlı flamingolara hayran olup şaşırtıcı bir şekilde anında değişebiliyordu. Geceleri, kendilerine ayrılan bölmede, tentenin altında yan yana yatarken, Taita'nın içinden onu alıp ölümde bile ayrılmayacakları şekilde göğsüne bastırmak geliyordu.
Kadırganın kaptanı, aniden çıkıp gölün yüzeyini silip süpüren şiddetli fırtınaları anlatmıştı. Bu yüzden pek çok geminin gölün dibinde yattığını söylüyordu. Her gece, engin suların üstüne karanlık çökünce, filo demirleyeceği bir koy veya küçük körfez buluyordu. Ancak günün ilk ışıkları tavus kuşunun kuyruğu gibi yayılınca, yelkenler açılıyor, kürekler suya indiriliyor ve pruvalar yeniden batıya çevriliyordu. Gölün büyüklüğü Taita'yı hayretler içinde bırakmaktaydı. Kıyılar sonsuz uzanıp gidiyordu sanki.
321
F: 21
Wilbur Smith
Orta Deniz ya da Hintlilerin koca Okyanus'u kadar büyük müydü, yoksa hiçbir sınırı yok muydu? İkisi yalnız kalınca, Fenn papirüs kâğıtlarına haritalar çiziyor veya önünden geçtikleri adaları ya da kıyıda gördükleri şekillen not alıyordu.
Taita, "Bunları Hathor Tapınağı'ndaki coğrafya uzmanı rahiplere götürürüz," diyordu. "Bu sırlardan, mucizelerden hiç haberleri yok."
Kızın yeşil gözlerinde hülyalı bir bakış oluyordu. "Ah Büyücü, ben de seninle diğer hayatımı yaşadığım ülkeye dönmek istiyorum. Benim için çok önemli şeyler hatırlamamı sağladın. Bir gün beni de oraya götüreceksin, değil mi?"
Taita, "Mutlaka Fenn," diye söz veriyordu.
Taita güneşi, ayı ve diğer semavi cisimleri gözlemleyerek göl kıyısının güneye doğru meylettiğini hesapladı. "Bu da, gölün batı sınırına ulaştığımıza inanmama yol açıyor," dedi. "Yani yakında güneye yelken açacağız."
"O zaman, dünyanın sonuna gelip boşluğa düşeceğiz." Fenn böyle bir felaket ihtimaline karşı gayet cesur bir tutum içindeydi. "Sonsuza kadar mı düşeriz, yoksa başka bir yerde ve başka bir zamanda yine dünyaya döner miyiz? Ne diyorsun Büyücü?"
"Umarım, kaptanımız boşluğa gittiğimizi görür görmez geri dönmeyi akıl eder de zaman ve boşluğun içinde yuvarlanmak zorunda kalmayız. Bu zamanda ve burada olmaktan gayet memnunum." Taita, kızın hayal gücüne kıkırdadı.
O gece, Fenn'in bacağındaki yarayı muayene etti ve tamamen iyileştiğini görüp şükretti. At kılından iplerin etrafındaki et şişmiş ye kızarmış olduğuna göre, onları çıkarmanın zamanı gelmişti. Düğümleri kesti ve fildişi bir pensle ipleri aldı. İplerin bıraktığı deliklerden hafif bir iltihap sızıntısı oldu. Taita, onu koklayıp gülümsedi. "Tertemiz. Bundan daha iyi bir sonuç ümit edemezdim. Bak ne güzel bir yara izi kaldı sana, o da nilüfer yaprağına benziyor."
322
11. Yazıt
Kız başını yana eğerek, küçük parmağının tırnağı kadar olan yara izini inceledi. "Çok akıllısın Büyücü. Eminim bu deseni de sen yapmışsın-dır. Bana, İmbali'deki dövmelerden daha çok yakıştı bu. Şimdi kıskançlıktan çatlayacak!"
Garip adaların önünden geçtiler, üzerlerinde yetişen aşın kalın gövdeli ağaçlar, mavi gökyüzü çanağını tutan dev sütunlara benziyordu. Yüksek dallarında kartallar yuvalarına tünemişlerdi. Parlak beyaz kafaları ve kızı-hmsı gövdeleriyle muhteşem hayvanlardı. Havalanırken vahşi, melodik bir çığlık atıyor, sonra göle dalıp pençelerinde iri bir balıkla çıkıyorlardı.
Her sahilde, yatıp güneşlenen canavar gibi timsahlar, sığlıklarda toplanmış hipopotamlar gördüler. Yuvarlak gri sağrıları granit kayalar gibiydi. Tekrar açık sulara yelken açınca, Taita'nın tahmin ettiği gibi kıyı güneye doğru döndü ve dünyanın sonuna doğru ilerlediler. Büyük siyah bufa-lo, fil ve burunlarının üstünde keskin boynuzları olan devasa domuzlara benzeyen hayvan sürüleriyle dolu, bitmek bilmez ormanları geride bıraktılar. Bu hayvanı ilk kez görüyorlardı ve Taita resimlerini çizmiş, Fenn de aynen benzettiğini söylemişti.
"Dostum olan rahipler, böyle garip bir hayvanın varlığına inanamayacak," dedi Taita. "Meren, acaba şu burnu boynuzlu yaratıklardan birini öldürebilir miydin, dönüşte armağan olarak Firavun'a sunardık?" O kadar kaygısız bir ruh hali içindeydiler ki, günün birinde kuzeydeki ülkelerine dönebileceklerine inanmaya başlamışlardı.
Dostları ilə paylaş: |