CUMHURİYETE VE TEMEL NİTELİKLERİNE SALDIRI Cumhuriyete ve Temel Niteliklerine Kumpasın Yasal Altyapısı
Ünlü Anayasa Hukukçumuz Ali Fuat Başgil, 1956 yılında İstanbul Üniversitesinde verdiği konferansta şöyle demişti:5
“Tarih ve mukayeseli hukuk gösteriyor ki, zorbalık ve tutsaklık rejimi, her zaman gücün ve yetkinin sayılı birkaç elde ve bir başta toparlanmasından doğmuştur. Eski rejimlerde egemen olan zorbalık ve baskı politikası, yoğunlaşan kuvvet tekelinin ürünüdür. Fakat bu durum yalnız diktatörlüklere özgü değildir. Bir tek noktada toplanan kabına sığmaz bir güç, her zaman hakkın ve özgürlüğün büyük düşmanıdır. Bu kurala demokrasiler bir istisna oluşturmaz. Demokrasilerdeki çoğunluk da, vakitsiz ve denetimsiz bir kuvvet merkezi durumuna gelince aynı sonucu verebilir; yani o da zorbalık yoluna sapabilir. Temsil ettiğine inandığı milli iradenin kutsallığına dayanarak en kıyıcı diktatörlere rahmet okutacak bir yolda hareket edebilir.
Bununla beraber, bir hükümdardan veya bir diktatörden gelen hak ve özgürlük düşmanlığı ile bir çoğunluktan gelen hak ve özgürlük düşmanlığı arasında hiçbir nitelik ayrımı yoktur. Kötülük kimden gelirse gelsin kötülüktür. Kötülüğü yapan çoğunluğun demokratik olması ve milli egemenliğe dayanması, yaptığı kötülüğü dayanılmaz bir duruma sokar. Çünkü çoğunluk, uyguladığı zorbalığı yasallaştırmak için milli iradeye dayandığına ve böylece zulüm yapmakta haklı olduğuna inanır.
Şu halde ve netice itibariyle, çoğunluğun yönetimi demek olan demokrasi, efsanelerdeki kuyruğunu ısıran canavara benzememek için kendi içyapısında sakladığı bu tehlikeyi karşılamak ve önlem almak, vatandaş hak ve özgürlüklerini güvenceye bağlamak ve bunun için güvence kurumları oluşturmak zorundadır. Ancak bu güvence kurumları sayesindedir ki demokrasi, özgürlük ve hakkaniyet rejimi haline gelebilir. Bu konuda alınacak önlemlerin başında ve güçlüklerin anahtarı olarak kuvvet ve yetkilerin diktatörlüklerde olduğu üzere tek elde toparlanması yerine, bölünüp birbirine karşı birer özerk organ durumuna konulması gerekir.”
Muammer Aksoy’un 9 Kasım 1973 tarihli makalesinin başlığı ise “Devlet Hukukla Yaşar” şeklindeydi.6
“…
‘yöneticilerin keyifleri ve emirleri, vatandaşların hukuka aykırı şekilde cezalandırılması sonucuna ulaşabiliyorsa’,
‘kanunlar kimine uygulanıyor, kimine uygulanmıyorsa’,
‘güvenlik kuvvetlerinin ve savcıların bir kısmı deliller tertip ve imal edebiliyorlarsa’,
Mahkemelerin tarafsızlığına ve yalnız kanunlara bağlı olduğuna kesin surette inanılıp güvenilemiyorsa’,
toplumda kişiler sadece sözde vatandaştır, gerçekte ise yöneticilerin kölesidir. Böyle bir ülkede seçimden gelmiş iktidarların bulunması, vatandaşların yarınlarından emin olmalarını ve huzur içinde uyuyabilmelerini mümkün kılamaz. Kanunlara titizlikle saygılı muhaliflerin dahi, iktidar sandalyesindekilerin hoşuna gitmemek veya onların kişisel çıkarlarını gölgelemek gibi bir ‘günah’ (!) sonucu, kolayca ‘suçlu’ haline getiriliverdiği bir ülkede, mahkum edilen gerçekte Ahmet ya da Mehmet değil, ‘insan haysiyeti’nin ta kendisidir. Adalet mekanizmasının böylece bir zulüm makinesi haline gelebildiği yerde ‘gerçek demokrasi’ değil, sadece ‘demokrasi kılığında bir zulüm idaresi’, ‘sallanmış bir diktatörlük’ var demektir.
… Yüzde 51’in istibdadına, demokrasi denilemez. Evet, gerçek demokrasi, ulusun egemenliğini bile hukuk prensipleri içinde tanır. Demokrasi ‘itidal’ ve ‘denge’ rejimidir. ‘Mutlak olma’ ve ‘Demokrasi’ (Hukuk Devleti), birbiriyle bağdaşmayan kavramlardır. ”
Siyasi yelpazenin iki farklı alanında yer alan iki Anayasa hukukçumuzu bir noktada birleştiren demokrasiye, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına olan sarsılmaz inanç ve bağlılıklarıydı. Yaşadığımız günler ve içinden geçtiğimiz süreç, bu kadar açık ve bu derece çarpıcı ifadelerle başka nasıl anlatılabilir?
Muammer Aksoy bu makaleyi, 12 Mart Muhtırası’nın “Balyoz Harekatı” süreci devam ederken yazmıştı.
“Balyoz Harekatı” tarihimize, İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere 6 ilde sıkıyönetim ilan edilmesi, TİP ve DİSK’in kapatılması, grevlerin yasaklanması, binlerce kitap ve yayının yasaklanıp topluca yakılması, basına geniş çaplı sansür uygulanması, sol düşünceye karşı savaş açılması, binlerce solcu ile yurtseverin gözaltına alınarak tutuklanması, ağır işkencelerden geçirilmesi, düşman hukukunun devreye sokularak yargısız infazların yapılması, Ziverbey Köşkü işkenceleri ile açığa çıkan Kontrgerilla/Gladyo/Ergenekon uygulamaları ve “Üç Fidan”ın darağacına gönderilmesi olarak geçmiştir.
12 Mart Faşizmi’nin “Balyoz Harekatı” varsa, AKP Faşizminin de tetikçi olarak kullandığı Cemaat ile birlikte kotardığı Ergenekon, Balyoz Darbe Planı, Amirallere Suikast, Erzincan, Poyrazköy, İrtica ile Mücadele Eylem Planı, Askeri Casusluk ve Fuhuş, KCK, ÇHD gibi düşman hukukunun uygulandığı davaları var.
“Askeri vesayeti kaldırıyoruz” görüntüsü altında yürütülen ve toplumsal muhalefet odaklarını sindirerek pasifize etmenin ve Ordu’da kadrolaşarak “Milli ordu”yu Vahhabi Suudi rejiminin peşine takabilmek için kadro boşaltmanın yanında, yoksul ailelerin zeki çocuklarını siyasal İslam ideolojisine devşirme yolunda engel olarak gördükleri ÇYDD, ÇEV ve İSTEK Vakfı’nın şahsında Türkan Saylan, Gülseven Yaşer ve Bedrettin Dalan’a uzanan “Kumpas” davalarında, “Ben bu davaların savcısıyım.” saldırganlığından, “17-25 Aralık Yolsuzluk Soruşturmaları”nın sahiciliği karşısında “Milli orduya kumpas kurdular.” savunmasına geçilmek zorunda kalınmıştır.
“Milli Orduya kumpas kurdular.” İfadesini, Başbakan Erdoğan’ın siyasi başdanışmanı ve AKP Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan Star gazetesindeki köşesinde 24 Aralık 2013 tarihinde yazdı. Milli orduya kumpas kurulduğunu yazanlar, iktidardaydılar, şimdilerde kumpası seyretmekle kaldıklarını ifade etseler de kumpasın yasal altyapısını hazırlamanın da ötesinde, bizatihi kumpas sürecinin içinde yer aldılar ve süreci yönettiler.
Dostları ilə paylaş: |