Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə17/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   43

Birdenbire gecede patladı. Gece sallandı. Anavarza kayarlan çatırdadı, yankılandı. Kuyrukyıldızı, tanyerinde döndü.

247

Mustafa Beyin altındaki at önce bir toKezıetu. «l»ui, um, aur gitme, dur!» Bir daha tökezledi. Ardı ardına, dört bir yönden kurşun vızıldamaları geldi, uzun, uzak, karanlığa sürünerekten At boylu boyunca yere serildi kaldı, öteki atlar da yere seril-diler. Atların üstüne bafa basa, atların ölüleri ardına sinerek kendilerini çayın çamurlu yatağına attılar. Bellerine kadar çamura girdiler. «Dur, dur, dur, dur gitme! Korkak alçak, dur gitme!» Sol omuzu yandı. Bir şey ısırmış gibi. Atlar arka arkaya derin, uzak, keskin kişnediler. Kişnemeleri bütün ovayı, geceyi doldurdu. Sonra birden söndü.



Mustafa Bey göbeğine gelen çayı aşağı iniyordu. Bazan balçık çamura giriyor, zor söküyor,, bazan ayaklarının altında serin, acıtıcı çakıltaşlarını duyuyordu. Çayın üstünde, aşağı doğru kurşunlar vızıldıyordu. Soluk soluğa koşuyorlardı aşağı. Soluk alıp verişler, durmadan. Çayın kıyıları binlerce göğüsle soluk alıyordu.

«Burada, burada, çayın dibinde.» Çay karanlık akıyordu. «Salla kurşunu. Seni köpek seni. Seni köpek seni. Seni köpek seni, Allahın günü gecesi konağımı kurşunlar mısın sen? Alla-hın günü gecesi. Seni alçak seni. Seni alçak seni. Seni seni alçak.»

«Burada,» dedi bir ses. Ses sevinçten taşıyordu. Mustafa Bey titredi. Yüreği daha çok çarpmağa başladı. Aşağı aşağı... Suyun yüzüne yatarak kaydı. Çayın yöresi binbir ayak, binbir ayak, sesi... Yürüyenler... Böğürtlen çalılarının, karaçalıların, kamışların, göleklerin arasından, üstünden yürüyenler soluk soluğa. Soluk alışları öfkeli, delirmiş...

«Dur köpek dur. Seni nasıl olsa yakalayacağım. Gün doğdu doğacak.» Gerçekten gün doğdu doğacak. Göz kapaklarının ardında bir ışık, bulanık, karanlığın ardında sallanan, ürken bir ışık, doğdu doğacak. «Seni yakalayacağım, sen beni nasıl öl-düreceksen, seni öyle, bir günde, beş günde, elli, yüz günde... Kulağını kesip sana yedireceğim. Seni parça parpa kesip sana yedireceğim... Seni sana, seni sana... Tâ ki sen bitinceye ka-

248

dar. JC11 acııi J^y1^ ma-eıuıceye Kaaar.» su nızlandı, coştu. Bir çaplayan gibi çağıldadı. Mustafa Bey kendisini suya bıraktı. Birden de sol omuzu, küreğin üstü, öldürücü, keskin, soluk kesen sızladı. Su aldı Mustafa Beyi, yarı baygın Akçasaza doğru hızla götürdü. Bir söğüde takılan Bey kendisini sarmış dallardan halsiz kurtarıncaya kadar epeyce bir süre geçti. Bey baktı ki gözkapaklarmın arkası ağarmış, ya da ağaracak, bir sıçradı kendisini saran dallardan kurtuldu, akmağa başladı. Ayak sesleri gene çoğaldı. Kurşunlar sağdan sola vızıldadı. Ses homurdanı-yordu: Sen istedin. Sabır ettim aylar ayı, şu adam yakamdan düşsün diye. Ocağı sönmesin diye. Yoksa seni bir çocuk vururdu her gün her gün pencereme kurşun sıkarken, atının üstünde gerilmiş öyle ahmak, kendinden geçmiş dururken. Sabır ettim. O kadar sabır ettim ki... Ocağın sönmesin diye... Sabrede sab-rede sabırtaşına kestim. Şimdi seni az sonra yakalayacağım, öldüreceğim. Yok yok, öldürmeyeceğim. Sen beni nasıl yapacaktın, işte öyle... Önce kulaklarını keseceğim, sonra burnunu... sonra, sonra, sonra ...Seni parça parça sana yedireceğim.



Mustafa Bey birdenbire kendisini aydınlık içinde buldu. Omuzu dayanılmaz ağrıyordu. Yanda yönde, fırdolayı yüksek kırmızı kamışlar, hışırtılı uzun yapraklarıyla esen yelde, savrulan bir ışıltılı aydınlıktaydı. Mustafa Bey ışığı görür görmez kendine geldi. Dört bir yanı dinledi. Bataklık derinden soluklanıyor, kaynıyordu, bir dev kazanda. Sonra sesler, at, insan ayakları seslerine karışmış gittikçe yaklaşıyordu. Mustafa Beyin kafası şimdiye kadar bulanıktı, ne görüyor, ne duyuyordu. Şimdi her şeyi açıkça görüyor, düşünüyordu. Baktı ki kocaman bir alanın ortasında, dizlerine kadar su, çamur, uzun kamışlarla, perde perde çevrilmiş. Sesler yaklaşıyor, açık seçik anlaşılıyor her bir dedikleri. Fırladı, sık kamışlıkta buldu kendini ve bir kamışın çevrelediği kuytuya atıldı, yarası daha kanıyordu ar" a, nasıl sarardı, kanı nasıl durdururdu, bir türlü yolunu bulamıyordu. Tam burnunun dibinde bir ses duydu, eli ayağı çözüldü. Ses durmadan: «Bey, bey,» diyordu. «Bey, Bey, Bey benim ben.»

249


Ses tanıdık bir sese benziyordu. Azıcık umutlu, Kunuıuş g. Serin. «Benim ben, Mestan.» Sırtındaki ağrı derinden, elini ayağını kesici, yürek durduran. Mustafa Bey iniltiyle birlikte, «Mestan hurdayım,» diye seslendi, a Mestan, Mestan, Mestan. i sonra kendinden geçti. Yanda yörede ayak sesleri, yaklaşan, suda şapırdayan, çamurda, öfkeli insan sesleri, harlamış at solukları... Mestan kulak kabarttı. Mustafa Beye yürüyecekti, birden olduğu yerde kalakaldı. Sonra usuldan ardındaki kamışlığın içine çekildi. Çamurdan adam olmuştu. Gür kamışlığın ortasında durdu. Turuncu bir kelebek, geniş, kuş kanatlan gibi kanatlarım açmış, kamışların tozakları arasında dolaşıp duruyor, çok uzun çizgilerle mavisi pembeleşmiş gökyüzüne turuncu ağlar örüyordu. Mestan gözlerini turuncu kanatları benekli, yaldız yaldız yıldırdayan kelebekten bir türlü alamıyordu. Kelebek bir ara geldi başına kondu. Konmasıyla da kalkması bir oldu.

26

Mustafa Beyin omzu on beş yirmi gün içinde iyileşti. Böylesi yaraları iyileştirmekte Kürt cerrahın üstüne bir cerrah daha yoktu. Mustafa Bey yanmdakilerin, akrabaların doktor getirtelim de yarana baksın demelerine, diretmelerine karşın, o Kürt Cerrah dedi de başka bir şey demedi. Kürt Cerrah Ağa yaşı belirsiz, Nuhu Nebiden kalma, seyrek ak sakallı, kıvılcım gözlü, kapkara yanık tenli, zayıf, uzun boyunlu, çelimsiz birisiydi. Hiç konuşmaz, bir şeye karışmaz, Çukurovaya geldi geleli, bu dağ ova benim, o dere tepe senin yıl on iki ay dolaşıp ot, çiçek, yaprak, böcek toplar, evinin önündeki büyük çınarın altında irili ufaklı türlü bakır tencerelerde bunları kaynatır, bütün köyü hoş kokular sarardı.



Cerrah, Mustafa Beyin yarasına türlü, kokulu, acı, tatlı, renk renk merhemler sürdü. Bir kere konuştu onunla ve dedi ki: «Yedi güne kalmaz yaran iyi olur Bey. Soylu insanların yarası daha çabuk iyileşir. Sen sandığımdan da daha soyluymuş-sun.»

Mustafa Bey soylu olduğunu biliyor, bununla konurlanı-yordu ama, gene de Cerrah gibi bir adamın böyle söylemesine çok sevindi. Cerrah Akyollu konağında on gün kadar kaldıktan sonra oradan ayrılırken bir daha konuştu ve dedi ki: «Bey», dedi, «bizim Dördüncü Orduda, kadim aşiret geleneğinde böylesi

250

251


kan işi yoktur. Böylesi arkadan vurmak. Varmış bir arkadan vurmak, o iş bitmiş. Sen sırtından almış yara. Tamam. Derviş Bey çizgiden çıkmış. Sen öldürme onu. Değmez. Sizin iş bitmiştir, Derviş Bey seni arkasından vurmuştur. Bu iş tamam. Ayıp. tır. O artık sana düşman değildir. Ben böyle derim.»

Soylu Akyollu oğlu Mustafa Bey eski Türkmen geleneğince Cerraha yüklüce bir para verdikten sonra, onu bir soylu atla da armağanladı.

Ve Mustafa Bey bu yirmi beş günlük yatak döneminde Derviş Beyi yakalayıp öldürmek üstüne çok düşler kurdu, akla hayale gelmedik. Gecede kulağına birisi her an yeni bir işkence türü fıslıyordu. Bir de İbrahim Ibo, Mestan, Hamdi, öteki yanaşmalar, çiftlikteki kadınlar, çocuklar ona her an yeni işkence türleri getiriyorlardı. Mustafa Bey beğendiği işkence türünü anlattırıp mestoluyor, anlattırıp mestoluyordu. İşkence yaratıcısını da büyük bir cömertlikle armağanlıyordu. En şiddetli, en belalı, insafsız işkence türünü de Karakız Hatun getiriyordu. Getiriyor, oğlunun başucuna oturup anlatıyor, coşuyor, olayı olduğu gibi yaşıyor, bağırıyor, çağırıyor, ağlıyor, kinleniyor, kuduruyor, «İşte böyle yap Mustafam,» diyordu. «İşte tam böyle eyle ki ana-ym yüreği yernik gitmesin. Bu dinsiz Sarıoğulları bizden çok adam yedi. Kırfacana döndürdü soyumuzu. Tam dediğim gibi eyle ki Dervişi, yaptıklarını ödeşelim.» Mustafa Bey büyük bir imanla:

«Yakında ana, yakında... Yakında ödeşeceğiz. Yakında ana yakında,» diyor, gülünısüyordu. İbrahim Ibo hızla içeri girdi:

«Geçiyor Bey,» dedi. «Yoldan geçiyor. Al atının da üstüne binmiş, çok gösterişli. Doludizgin, sundurmuş atını. Hem atını sürüyor, hem de başım çevirip bizden yöne bakıyor. Ne yapalım Bey?»

Mustafa Bey sofaya koştu. Uzakta, Ceyhan ırmağının Ana-

252

varza ^ayan^ıaLiua vaııuauaü yapugı Kıvrıntıya doğru kara bir nokta akıyordu.



«Dürbünümü getir İbrahim Ibo,» dedi. Ibo koşarak dürbünü getirdi. Mustafa Bey:

«O,» dedi. «Nereye gidiyor acaba?» «Yolunu keselim mi?»

«Nereden döneceği belli mi? Nereye gidiyor bu, ne yöne? Ne işi var oralarda? Hiç gitmezdi Anavarzanın o yönüne. Nedir acaba? Bizi mi bir tuzağa düşürüyor?»

«Seni arkandan vuran insan her bir alçaklığı düşünür. Bir oyun var bunda. Ne yapalım Bey, Mestan, Yel Veli, Koca Hasan, Hamdi aşağıda bekliyorlar,» dedi İbrahim Ibo.

«Hele bekleyelim,» dedi Bey, azıcık sevinçli, gözü doludizgin giden atlıda. «Doğrusun, o bundan sonra her bir şeyi yapar o.»

Ve Bey yeniden yatağına girdi. Yatak çok hoşuma gitmişti. Yatağa giriyor, kendini durmadan türlü işkence düşlerine kaptırıyordu. İçinde kopan, gelişen, çatışan, deliren büyük işkence etme kasırgasının tadını iliklerine kadar yaşıyordu. O geceyi karmakarışık geçirdi, uykuda mı uyanık mıydı, düş mü görmüş, karabasana mı düşmüştü, bilemiyordu. Bazı sonsuz bir aydınlığın ortasına düşüyor, gözlerini kirpiştirmiş, düz, sonsuz bir düzlüğün ortasında kalakalıyor, çırılçıplak, yapayalnız. Bazı bir karanlığın zifiriliğine yuvarlanıyor, derinlere derinlere, soluk alamaz, kayıyordu. Bazı da karşısında Derviş, gülen, hayasız, alay eden, ak dişleri parlayan, iri gözleri, çıkık elmacık kemikleri, çizmeleri üstünde yaylanarak, çıplak nagant tabancası yanar döner, fildişi saplı, Alman filintasının kundağı mavi sedeften kakmalı, burma bıyıklarıyla. Kim söylemişti Dervişin burma bıyıkları olduğunu? Gerçekten burma bıyıklan var mı Dervişin?

Ölülerle uğraşıyordu uyurgezerliğinde arada sırada da... Öldürülen, az önce Akçasazın bataklığına gömdüklerini hayal me-l'al anımsıyordu. Bir sıcak gün geliyordu gözlerinin önüne. Ge-

253


rilmiş, çırpman kanlı kol ve bacaklarıyla, DUKuıen, &.ıvıauou js.au. lı gövdeleri, sıcağının buğusunun arkasında, yeşil otlara bulaşan kanlarıyla, kulakları sağır eden sıcağın üstüne kurşun gibi düşen çığlıklarıyla... O kadar... Orada, Derviş öldürülen kaçakçılar Hükümete bildirir miydi? Orada...

O Derviş Bey... Çıkık, çok yanık elmacık kemikleriyle. Hain, cesur ve korkak, iyi, yufka, dokunsan incinecek yürekli, ve zalim. Onurlu, küçücük dağlan ben yarattım diyen, sonra da gidip olmadık aşağılık işler beceren... Yiğit, mert, ölümden korkmaz, sonra da günlerce, aylarca deliksiz bir odada Çukurovanm yalım olmuş sarısıcağında terleyen, yıllarca da terleyecek olan... Karısının eteğini, yüzünü, ayağım kimse görmemiş, kızkardeşi Çukurovada koynuna almadık erkek bırakmamış, yanaşmadan çobana, çobandan kaçakçıya kadar.

Eniştesini, yani kızkardeşinin kocasını nasıl öldürdü, bu koca Çukurovanm gözleri önünde, kudurmuş, deli, zalim! Elinde boğa aleti kırbaçla, karaçalılığa sürerekten, her bir parçasını karaçalılıkta bırakaraktan... Hiç bir sebebi yok. Ne diyordu Yel Veli? Yel Veli hep doğru konuşur. Onun huyudur, bir işin gerçeğine varamazsa geberir. Yememiş içmemiş, dur durak bil-memiş, araştırmış, olayın künhüne inmiş. Ondan sonradır ki öldürülenin, öldürülme sebebi anlaşılmış.

Gözlerimle gördüm, kulağımla işittim, diyor Yel Veli. Ant

içip Kurana el basıyor.

Sabahat Hatun, kendisine Hatun demeyi yasak etmiştir. Adanada kız lisesinde okumuş, bütün Adanadaki erkekleri baştan çıkardığı için liseden koğulmuştur. Sonra Kâmille evlenir çiftliğe dönünce. Kâmil Bitlislidir. Yakışıklı, iri yarı bir kişidir. Sabahat Hatun evlendiğinin birinci yılı doğru durur. Hiç bir şey yapmaz. Derviş Bey, bütün soy kıvançlıdır bundan, kurtulmuşlardır. Derken sevinci kursaklarında kalır... Sabahat Hanım çiftlikte, yakın köylerde kimi gözü kesmişse, hiç kimseyi dinlemez, yatar bırakır, yatar bırakır. Anavarza kayalıklarını, yöresini, beş on erkekle mekan tutar. Çırılçıplak soyunur, göbek atar.

254

pervış ocy umuu uuuıarı Dinr, ses çiKarmaz. «Bana ne, kocası var.» Anavarza öreninin dili olsa da söylese. Ve günler, haftalar, aylar sonra bazı da, yarı çıplak, saçbaş darmadağın, dudakları yenmiş, gözaltları kapkara, kanamış, yara bere içinde bacakları, morarmış bedeniyle, o kadar köyün gözü önünde, hiç kimseyi takmadan Anavarza kayalıklarından iner, gelir Sarıoğlu çiftliğine oturur. Yer içer, kendine gelir, baharsa ver elini Anavarza kayalıkları, yazsa Torosun alabalıklı sularmın yarpuz kokan başı, kışsa ver elini samanlıklar, ahırlar... «Kâmil, Kâmil şu karma sahip ol Kâmil.» «Karım hiç bir şey yapmıyor Bey. Karda leke var, karımda leke yok Bey.»



«Kâmil, bir koca karısına sahip olmazsa, kimse sahip olamaz. Senin karın, benim kızkardeşim ama bir karıya ancak kocası sahip çıkabilir. Bir karıyla ancak kocası başa çıkabilir. Ne diyorsun Kâmil? Karın bütün soyumu rezil etti. Bütün soyumun namusunu beş paralık etti. Ne diyorsun Kâmil?»

«Benim karım Bey, hiç kimsenin soyunu rezil etmez. Hiç kimsenin de namusunu beş paralık etmez.» «Defol karşımdan Kâmil!» «Başüstüne Bey.»

«Bütün bunları ne biliyorsun Yel Veli? Konuşurlarken yanında miydin?»

Yel Velinin uzun yüzü biraz daha uzayıp kırıştı, kırışıklıkları kabardı, sonra da derin süzüldü.

«Oradaydım Mustafa Bey. Hilafım varsa iki gözüm önüme aksın.»

«Vay anasını demek doğru bütün bunlar?» «Bu benim gördüklerim Bey. Daha da kimbilir, bilmediklerim ne kadar, hünerleri var Sabahat Hatunun!»

«Sabahat Hatunun,» diye gerindi Mustafa Bey. Etine dolgun, çimeni yeşil çekik gözlü, uzun uzun boyunlu... Uzun boynu aPak. Çimeni yeşil gözleri, kirpikleri, kaşları, saçları kapkara, yeşillenen, yeşili dalgalanan... Uzun boylu ...Oynak. «Yel Ve-

255
li!» diyecekti, vazgeçti. Yel Veli Sabahat Hatunu oır eıe geçirsek, diyecekti, Dervişi öldürmekten daha iyi olur. Bin kere daha iyi olur. Çırılçıplak oynatmak. Bir hafta gece gündüz. Dervişin kızlarını, karısını da. Kendi kendinden utandı. Uzun bir süre de Sabahat Hatun düşüncesini kafasından silemedi.

Tanyerleri işiyordu ki birden yatağından fırladı, dışarıya koştu. Sonra odasına girdi. Hemencecik giyindi avluya çıktı. Büyük, hangar gibi bir örtmenin altı yepyeni, renk renk traktörlerle doluydu. Memet Aliyi gördü, traktörün birisinin yöresinde dönüp duruyordu. Onun yanma vardı, elini omuzuna ko-yuncaya kadardır ki Memet Alinin babasından haberi olmadı. Birden irkildi, şaşkınlıkla gözleri büyüdü:

«Baba,» dedi sonra da, yüzü allak bullak olmuş, gülümsemenin, şaşırmanın, kızmanın, yorgunluğun uyandırılmasında. «Baba, bu öyle traktör ki hiç böyle bir traktör gelmedi Türkiye-ye, sağlam, güzel... Baksana şuna.» Uzağa çekildi, hayran traktöre uzun uzun baktı, sonra da babasının yanına geldi, soluk almadan Mustafa Beyin anlamadığı bir sürü deyim, kavram, sözcüklerle traktörü anlatmağa başladı. Mustafa Bey bütün bunlardan anladı ki Memet Ali bu gece hiç uyumamış traktörün yöresinde dönüp durmuştu.

Bu Memet Ali Derviş Beyin oğullarıyla konuşuyormuş! Doğru mu? Düşmanlar mı uyduruyorlar bunu? Böyle bir şey olabilir mi? O lanetleme Sarıoğlu soyuyla Akyollu soyu her şeyi unutup bir gün araya gelebilirler mi? El sıkışıp bir masaya oturabilirler mi?

Memet Aliyi orada işinin başında bıraktı Anavarzaya aşağı yürümeğe başladı, alacakaranlığın içine. Ürkek, kendini kol-layarak, eli filintasında dört bir yanını inceden kollayarak... Alacakaranlıkta Akçasaz büklüğü daha bir kabarmış, duman içinde büyümüş, ağaçlar daha uzamış gözüküyordu. Bu Memet Ali, eli yüzü yağa bulanmış, Akyollu soyu, ne ata bakıyor, ne soya sopa. Bunun derdi traktör. Gece gündüz de tarlada traktörlerin üstünde, harman makinelerinin, orak makinelerinin yanında,

256

¦sçijerın arasınaa ve para gözlü. Gece gündüz de kafası hesaplarla uğraşıyor. Beşe alınca ona satabilir miyim? Bir traktör, bir harman makinası eskiyinceye kadar ne kazandırır, ne götürür? gu çiftlik bir misli daha nasıl büyür? işçileri daha ucuza, boğazı tokluğuna nasıl çalıştırırım? Adanada ne zaman kaç tane fab-iikam olur, nasıl bir köşk yaptırırım şu tepeye, içinde havuzu, elektriği, sıcak suyu, soğuk hava veren makinaları?



Bütün çocuklar bunu böyle düşünüyorlar, yalnız Memet yy i değil... Yeni yetişip gelen ağalan, zenginleri örnek alıyorlar. Şu Memet Alinin, öteki çocukların şu kadar süredir ağızlarından bir kere olsun Sarıoğlu sözü çıkmadı. Onlar amcalarını öldürdükleri gün bile onlar üstüne konuşmadılar. Tepeden bakıyorlar bu işe. Bunu da her davranışlarıyla herkese gösteriyorlar. Küçümsüyorlar bu işi. Yürekleri yanmıyor, acımıyor, bir şeyleri eksik bunların, insanlıklarından bir şeyler yitirmişler.

«Bunlar döğüşmeyecekler,» diye hızla yere tükürdü. «Kan tutkuları yok, insanlıkları yok bunların. Derviş Beyin çocukları da böyleymiş. Sözleşmişler. Derviş gidince, ya da birimizden birimiz gidince her şey bitecek. Bir şeyin, bir çağın, bir başka tür insanlığın sonuyuz biz. Bizden başka bir insanlık başlıyor. Belki de bu insanlığın başlangıcı biziz. Belki bir çizgi olan biziz öteki insanlıkla, Memet Alilerin insanlığı arasında...»

Anası geldi gözlerinin önüne. Salt öfkeye, öce kesmiş. Sarıoğlu duyan, Sarıoğlu düşünen, Sarıoğlu yaşayan, Sarıoğlu ölen. Şimdi anama deseler ki, şu Sarıoğlu soyundan bir tek kişi kalmamış yeryüzünde, hepsi bir anda oluvermişler, bir an yaşamaz o da oluverir, işte Memet Alinin büyükanası bu. iki göbek. Konuşuyorlar, seviyorlar da biribirini. Ama Memet Ali her tavrıyla onu küçümsüyor, o da her haliyle ötekini. Günlerdir, aylardır çelik tel gibi gerilmiş, tm tın öten çelik tel gibi, tetikte, Dervişin ölüm haberini bekliyor. Derviş ölmeden ölmemek için pasıl bir çaba harcıyor, inanılmaz.

Mırıl mırıl daha uzun süre kendi kendine konuştu Mustafa Bey. Birden kendine geldi ki mırıldanıyor, gülümsedi. Yaş-

257

F: 17


lanıyprum, diye düşündü, yaşlanıyorum. ıçınae ou nu$ uu acı bir eziklik duydu. Bir aşağılık, bir kendini küçümseme duygusu geldi içini kararttı. Olduğu yerde durdu kaldı. Gün atıncadır ki bir adım atıp, bir zınk deyip durmağa başladı. Niçin beceremi-yordu şu işi, nasıl olmuştu da daha Dervişi öldürtememişti? Nasıl olmuştu bu? Şimdiye kadar bu kadar isteyip de, bütün varlığım koyup da üstesinden gelemediği bir iş yoktu. Neydi bu Dervişin gücü? Gücü yok, diye düşündü. Hiç bir gücü, hüneri yolj Hiç bir özelliği yok. Korkak. Sadece bir sıçan kadar korkak, bir sıçan kadar. Orada... Bir tarla sıçanı...

Ya anam ölürse Dervişin ölümünü görmeden, gözleri açık gider, diye yıldırım gibi içinden kasıp kavuran bir acı geçti. Orada. Başım kaldırdı, gözlerini yeni doğan günün tam ortasına dikti. Anam ölmeden onu öldüreceğim, dedi kendi kendine birkaç kez. Gözü kamaştı ama hızla konağa yürüdü. Anam ölmeden onu öldüreceğim, onu öldüreceğim. Orada.

Konağa geldiğinde yer masasında kahvaltısını buldu. Sıcak süt tütüyordu. Bir top gibi bakır sahanın ortasında duran tereyağının üstünde daha ayran kabarcıkları, parmak izleri vardı. Masanın başına çöktü, önce yufka ekmeğinin içine tereyağını koydu büyücek bir dürüm yaptı, sonra tüten süt tasına uzandı. Mustafa Bey kahvaltısını oldum olası yalnız yapardı, eğer eve

bir konuk gelmemişse.

Kahvaltıyı bitirmiş odasına çekilecekken gene soluk soluğa, ter içinde kalmış İbrahim îbo merdivenleri çıktı, telaşla:

«Bey, Bey, nolursun Bey, bak, bak bak gidiyor. Bak nereden gidiyor. Bak bak... Konaktan, buradan buradan sıksak kurşunu atının tırnağının dibine düşürüveririz.»

Mustafa Bey sapsarı kesildi, dudakları morardı, hemen ayağa fırladı, örtmeye çıktı:

«Bu adam delirmiş,» sözcükleri döküldü dudaklarından duyulur duyulmaz. «Delirmiş.»

«Arkasından gidelim mi Bey?»

Mustafa Bey karşılık vermedi, sustu.

258

«iNe uıyursun r»ey.'»



Mustafa Bey duymuyor gibiydi, ibrahim Ibo durmadan, gözü kayıp giden atlıda:

«Uzaklaşıyor Bey, uzaklaşıyor, bir şey söyle. Uzaklaşıyor, uzaklaşıyor, yetişemeyiz ki...»

Taşta ses var, Beyde ses yok. Aradan uzun bir süre geçti. Pey öylece durmuş gözü kayıp giden atlıda, sapsarı kesilmiş, kanı çekilmiş, kurumuş kalmış. Derviş Bey gözden ırayip yitip eidince kendine geldi, kıpırdadı azıcık.

İbrahim Ibonun kolları yanlarına düştü:

«Gitti,» dedi, «Bey... Kodu da gitti. Bir fırsatı daha kaçırdık. Pusu kursaydık, onu kuş gibi avlardık bugün. Kurşunu atına, bacağına sıkar, onu diri diri de yakalardık. Eyvah,» diye derinden içini çekti. Sonra birden telaşlandı, canlandı: «Yarın, yarın, bütün gün bu yola pusu kuralım Bey... Yarın da o buradan geçer.»

«Geçer mi dersin Ibo? O bir gittiği yerden bir daha gider mi? Gider mi Ibo? Bilmediğimiz adam değil ki...»

İbrahim Ibo:

«O delirmiş Bey,» dedi. «Vallahi de billahi de, tallahi de delirmiş. Göreceksin yarın da aynı yerden geçecek.»

«Geçmez o Ibo, geçmez o geçmez!»

Arkasına döndü, baktı ki anası tam arkasında, iki büklüm, olanı biteni izlemiş, gözleri yuvalarından fırlamış, tepeden tırnağa tirtir titreyerek orada duruyor.

Mustafa Bey utangaç, sıkılmış:

«Nasılsın ana, iyi misin?» diye sordu.

Karakız Hatun büzüşmüş dudakları, yalvaran gözleriyle ona baktı:

«Demek öldürmeyeceksin onu sen Mustafa,» diye yılgın, bitkin, bir umutsuz sessizlikte konuştu. «Baksana oğlum, evinin iki adım ötesinden sana zort atarak ceylan gibi atının üstünde uÇtu da gitti. Demek öldürmeyeceksin onu, şimdi anladım Mus-lafa. Demek iki gözlerim açık gidecek Mustafa? Ne yapayım, öy-

259

le olsun. Sen sağ olasın Mustafam, sen sag oıasjn. i-nc umrsa ok sun, ben senin sağlığını isterim Mustafam, yiğidim, aslanım.»



Uzandı, oğlunun elini okşadı, yumulmuş, küçücük, ayaklarını sürüyerek bir ağıt gibi oradan ayrıldı.

Mustafa Bey sallandı, düşecekti, örtmenin korkuluğuna tutundu, soluk alamıyordu. Bir süre orada sallandı kaldı, sonra gözüne İbrahim Ibo ilişti, duyulur duyulmaz, «Git,» dedi. İbrahim Ibo usulca oradan çekildi, usulca merdivenleri indi. Mestan Hamdi onu aşağıda bekliyorlardı, İbrahim Ibo dudak büküp: «Yok,» dedi. «Beyde bu adamı öldürecek göz yok. Öldüreceğim diye kendisini aldatıyor. Biz de burada kendimizi bitiriyor, paralıyoruz. Üç gündür adam burnumuzun dibinden geçiyor, onun aldırdığı yok. Bize ne!»

«Bize ne!» dedi ötekiler.

Mustafa Bey azıcık toparlanıp kendini yorgun bitkin yatağına attı. O geceyi de karabasanlar içinde, uyurgezer sersemliğinde, uyuşukluğunda geçirdi. Önünde, Anavarzanm mor kayalıklarında ışıklar bir patlıyor, bütün Çukurova bir ışık seli içinde balkıyor, yalbırdıyor, sonra da dehşet bir karanlığa gümülüyordu. Yarılmaz, ağır bir su gibi, taş gibi, terleyen bir karanlığa. Karanlığın içinden harman yeri kadar oyulmuş, gözleri kör eden bir aydınlığa durmadan atıyla doludizgin Derviş Bey düşüyordu. Nakışlı kilimli, kolanlı, kırmızı, kalkık burunlu postalları, el dokuması bol yün şalvarlarıyla, develeri, atları, uzun ağıtları, derin, uğuldayan kavalları, Çukurova düzüne kara kartallar gibi konan çadırlarıyla Yörükler düşüyordu oyulmuş aydınlığın içine. Ve Yörükler Akçasazın kurtulmuş topraklarını, Derviş Beyin, Akyollunun topraklarını talan ediyorlardı. Gözü kanlı adamlar, sıkışmış, canını dişine takmış bir karış toprak için can veriyorlar. Oyulmuş aydınlığın içinde kıvıl kıvıl kaynaşıyorlar. Aydınlık gittikçe küçülüyor, yalnız bir sürü insanın, atın başı kalıyor aydınlıkta. Bir de Memet Alinin traktörleri gelip homurtularla aydınlığın içine giriyor. Yeni Ağalar, tüccarlar durmadan durmadan durmadan, tutmuşlar Çukurovanın ucundan çekiştirip

260

duruyorlar, tier parçası koca ovanın, birisinin elinde kalıyor. Nereli, neci oldukları bilinmeyen bir sürü kimseler Çukurova toprağım paylaşıyorlar. Dervişin, Ali Ağanın, Hulusi Beyin toprakları, Akyollunun hem de Sarıdelioğullarının, Hüsam Beylerin topraklan daha şimdiden yarıya indi. Fıkara düşmüş eski Türkmen ağalan kışlaklarını yok pahasına satıyorlar. Topraklar üstüne yeni köyler, çiftlikler kuruluyor.



Mustafa Bey yarı uyur yan uyanık, derinden, yüreği sökü-liircesine inledi:

«Aaaah Derviş! Sen ettin bu işi. Sen yıktın bizi, Çukurova-yı.»

Yakında yeller esecek Sanoğlu konağının yerinde. Onun yerini tutacak bir tek oğlu, kardeşi yok. Hepsi sümsük, kanı ciğeri beş para etmez adamlar.


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin