O, bakır kanatlı, bakır renkli bir kartal gibi Toroslardan ovaya indi ve Panosyanın özenilerek yapılmış konağına kondu. Ve sürgün eylediği, kaçırdığı, öldürdüğü, imini timini bellisiz eylediği Panosyanın çiftliğim yurt edindi. Çok maceralara girdi çıktı. Bir fabrika yaptırıyor şimdi... Yüce bir kartal gibi dağlardan inen odur. Bakır renginde, hem de bakır kanatlı. Yalnız bir işi kötü... Kanlı oğulları, ellerini kollarım sallaya sallaya...
îşte böyle bizim halimiz dirliğimiz. îşte böyle. Evet efendim evet. Sad hazar evet! Bu oba Çayanlı obasıdır. Başlangıçta belki bin çadırdı, belki iki bin... Tâ Horasandan, Harzem elinden, iki büyük akar suyun arasından geldiler. Uçsuz bucaksız,
359
büyük Türkmen boyundandılar, onlar da bilmiyorlar şimdi Obadan, elden koptular. Harzemin yıkılışını, taş üstünde tas kalmayışını gördüler. Küçücük atların üstünde çekik yeşil gözlü karıncalar gibi bir ölüm kasırgası sildi süpürdü, çoluk çocuk genç yaşlı dağlardan bellerden, ulu çöller aşırarak elden ele attı onları. Caber kalesinde döğüşenlerin içinde onlar vardı. Diyar. bakırı kuşatıp bir kış Diyarbakır surlarının dibinde çoluk çocuk kışladılar. Surların dibi sel gibi akmış gelmiş Türkmenle kaynıyordu. Diyarbakır surlarının kapısı onlara açılmadı, burçları düşmedi. Yaz gelince dağlara çekildiler. Diyarbakır surlarının dibi açıldı. Ocak yerleri kaldı kararmış, benek benek, çadır kazıklarının delikleri kaldı bir de. Bir de sığırların, koyunların kürnekleri kaldı. Baharın o kürneklerde, incecikten tüten, yer yer yeşil otlar bitecektir, öteki yeşil otlardan ayrılan. Malatya, Kayseri kuşatmalarında da bulundular. Baba Ishakta çok can verdiler, yarı yarıya doğrandılar. Onları doğrayanlar çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın demiyorlardı. Bütün Türkmen, insanlık geleneğini bozmuşlardı Baba Ishakı yenenler. Ve yaman döğüş olmuştu. Baba Ishaklılar yalınkılıç dalmışlardı münkir sürüsünün içine. Yenilmişlerdi, ekin gibi biçilmişlerdi ama, bu döğüş tarihin en büyük yengisi, Ulu Türkmenin kendi Beylerine ilk büyük başkaldırışlan olmuştu. Uzun yıllar bir destan gibi, en kutsal bir Tanrı emaneti gibi Baba Ishak ve onun gazası unutulmadı. Ve o döğüşe girenlere ve Baba Ishakın yolunca yürüyenlere Baba Ishaklı dendi.
İskândan önce yüz, yüz elli çadırlık Çayanh obası yazın Torosa, kışm Çukurovaya inip çıkıyorlardı. Savrun çayının bu ulu çınarlı büküntüsünü, derin burgaçlı yerini kışlak tutmuşlardı. Fırkai İslahiye Çayanlıları kışlaklarına yerleştirdi. Köy oldular. Cayardılar Anadolunun çok yerlerinde köy olmuşlardı. Eski görkemli günleri ağıtlarda, türkülerde kalmıştı. İskândan sonra kaçan kaçtı, kaçamayanlar, Çukurun sıcağında kalanlar kırıldılar. Kurumayanlar ekip biçmeyi öğrendiler çarnaçar. Onlar yer-
360
sevmiyorlardı. Yüzyıllardır bozkırlarda sürüleriyle ora senin bura benim akıp duruyorlardı. Ve çekik gözlüydüler, gözleri kimi ela, kapkara, kimi çakır, yemyeşildi. Kocaların uzun sakalları tel teldi, sivri çeneli, ince uzun boyluydular. Kadınlarının yürü-"üşü, çölde çok gezdiklerinden olacak, ceylana benzerdi. İskân gerçekten Çayanlılara iyi gelmedi. Korktukları birkaç kat fazlasıyla başlarına geldi. Olmadık zamanlarda, olmadık vergiler verdiler. Asker oldular, yılı belirsiz, beş yıl, on yıl, on beş yıl. Bir askere giden bir daha gelmiyordu kolay kolay... Gelinler, nişanlılar yaşlamp kocakarı oluyorlardı bekleye bekleye... İskân belâsı başlarına bir hışım gibi inmişti. Türkmen kadınları çığlık çığlığa «Gitme Yemene Yemene, karışın toza dumana. Mektubunu sal kardaşım,» diyorlardı. «Bacım koyma gümana.» Ve Yemeni, Yemen çölünü düşünüyorlardı. Yemen çölüne gidip de gelmeyenleri. Mezarsız ölülerini. İskânın kumandanı Derviş Paşaya bedduanın bini bir paraya. Yemen belası da bu iskân yüzündendi. Tarlaları vardı, çiftleri çubukları vardı, sağmal inekleri, koyunları vardı, ama ölüm de vardı, zu-iüm de vardı, yüzyıllar boyu tâ Horasandan Arabistana, Ana-doluna çalkanıp durmuşlar, döğüşlere girmişler, kırgınlara uğramıştılar ama, böylesi başlarına gelmemişti. Bu iskân belası,, bu Yemen belası gibi... Sıcak, sinek, gökyüzünü göstermeyen sazlıklar, otlar, bataklıklar... «Günden yanı soldumola? Yerden yam uldumola? Memedimin ala gözün, karıncalar oydumola... Gitme Yemene Yemene, Yemen sıcak kahve pişer, asker talime çıkınca, aceminin aklı şaşar. Gitme Yemene Yemene, gitme Yemene Yemene...»
Köyün erkeklerinin epeysi asker kaçağıydı. Kaçmasınlar da ne yapsınlar, Yemen ölümdü. Bir de nedense, hep güney uşağım Yemene gönderiyorlardı. Gelenek gibi olmuştu. Asker, askerlik deyince Türkmen kadınının aklına Yemen geliyordu. İsterse güneyli delikanlı askerliğini Istanbulda, doğunun ala karlı dağlarında yapsın, isterse Trakyada, Balkanda yapsın, askerlik
361
1,
li
Onun için türküleri, ağıtları, gidip de gelmeyenlere çığırmaları Jıep yıkılası Yemen üstünedir.
Olan Seferberlikten sekiz on yıl önce oldu. Bir gece sabaha karşı köyü candarmalar sardılar, eli ne kadar silah tutan in-¦san varsa hepsini yakalayıp götürdüler. Dağlardaki kaçakları da yakalamışlardı. Çayanlı obasının köyünde hiç bir erkek kalmadı, yedisinden yetmişine. Gene kavga seslenmişti. Kimbilir nerede? Ama kadınlar için erkekleri, yavruları, babaları gene Yemene götürmüşlerdi ve gelmeyeceklerdi...
îşte tam bu sıralar köyde hiç bir erkek kalmamışken, köyde bir delikanlı belirdi. Uzun boylu, geniş omuzluydu, hem de yakışıklı. Birkaç gün köyde öyle avare avare dolaştı. Sonra bir de baktılar ki, adı Hacı olan bu delikanlı önüne gelen kadının işine koşuyor. Çiftini süremeyenin çiftini sürüyor, ekinini biçe-meyenin ekinini biçiyordu. Hastalara sayrılara, kimsiz kimsesizlere, elden ayaktan düşmüşlerin yardımına koşuyordu. Güzel de Kuran okuyordu ölülere, hastalara... Bayramlarda, cumalarda... Ve erkeksiz kalmış kadınlar Hacının yanık sesine ağlıyorlardı. Bir gün acı bir haber köyü baştan aşağı dolaştı, herkesi feryad-ü figana boğdu. Yemene gidenlerin topu da ölmüşler, askerlik dairesine künyeleri gelmişti. Sorup soruşturmadan inandılar. Yalan olamazdı. Çok böyle künye, çok böyle haber gelmişti. Ağıttan, yastan bir hafta sonra Hacının, kimseden habersiz, köyün güzel gelini Fatmalıyla evlendiği, kendi nikahını kendinin kıydığı anlaşıldı. İmam değil miydi? imam olduğundan dolayı Hükümetin onu asker etmediğini söylemiyor muydu? Başka bir İmamın olmadığı yerde bir imam kendi nikahını kıyabilirdi. İşte, hem de kendi eliyle güzelcene kendi nikahını kıymıştı. Fatmalı mutluydu, Hacı mutluydu, köylü mutluydu. Çünkü Hacı evlenmesine karşın gene de herkesin işine canla başla koşuyor, köylüye babalık ediyordu.
İskânda herkese, her kişiye toprak vermişler, bunu da ta-
362
oagıtuııışıaıuı. ımu muuauyıa. evıeııu evlenmez, nemen Patmalıyı alıp kasabaya koştu ve Fatmalının toprağını, ona mi-ras düşmüş bütün toprakları üstüne yazdırdı. Kasabadan döndüklerinin ikinci gününde de Hacı Fatmalıyı karşısına aldı, üçten dokuza boşsun dedi. Fatmah şaşırdı ama ne gelir elden. Ha-cı boşanmadan birkaç gün sonra hemen başka bir kadınla evlendi ve tarlalarını üstüne geçirtti. Geçirtir geçirtmez onu hemen üçten dokuza boşadı. Beşinci kadından sonra artık köyün kadınları işi anladılar ve güzellik, gençlik sırasıyla sıraya girdiler. Beş yılda Hacı köyün tekmil kadınlarını nikahladı ve boşadı. Bu arada Hürü Gelin bu boşanmaya, Hacının sevdasına da-vanamayıp kendisini bataklığa atıp öldü. Zala on yedisindeydi. Gerdek gecesinin sabahı onu da suyun kıyısındaki çınarın dalında asılı buldular. Hacmin şanı, ünü bütün bölgeye yayıldı. Hacıya gönüllü karı olmağa başka köylerden tarlası çok dullar da gelmeğe başladı. Hacı ölçüyor biçiyor, tarlasının ölçüsünü belliyor, kadının güzelliğine, boyuna poşuna bakıyor, evleniyor, tarlaları üstüne yazdırdıktan bir ay, iki, en uzun üç ay sonra kadım boşuyordu. Yalnız bir karısı tam bir buçuk yıl onunla evli kaldı. Bu, Sumbaslı Beyinin iri yarı kızıydı. Hacı üçten dokuza... diyecekken, öteki... Seni öldürürüm Hacı, diyordu öfkeyle. Ve Hacımn sözleri gırtlağında dizilip kalıyordu. Sum-baslı kızı en sonunda Hacıyı kendisi bıraktı gitti. İşte bu Hacı Kurtboğa o Hacıdır. Sonra Hacı, Cumhuriyetten sonra çok güçlendi. Halk Partisine girdi, 11 Meclisi üyesi seçildi, kasabada bir kaç yıl da tayinle Belediye Başkanlığı yaptı. Valiyle, Savcıyla, yargıçlarla, candarma komutanlarıyla, kaymakamlarla can bir arkadaş, kardeş oldu. Bütün bu memurların sütü, yağı, yoğurdu, eti, bulguru, balı kaymağı hep Hacı Kurtboğadandı. Partinin ileri saygıdeğer bir ileri geleniydi. Ondan gelen her şey kabul edilir ve rüşvet sayılmazdı. Bir gün Hacı, en güçlendiği, Hükümette el üstünde tutulduğu bir çağ, tamam, dedi. Artık bu ka-cınları köyden çıkarmalıyım. Bu yoksulluk yığınlarım. Hepsi de eski karılarıydılar. Belki çocukları da vardı içlerinde epeyce...
363
tan iğreniyordu. Bir yoksul, paçavra içinde insan görmesin çıldırıyordu. Şu yoksulların ne gereği var bu dünyada... Yasamaları ne gerek. Hepsini, hepsini öldürmeli. Bir yoksulun bir sinekten ne farkı var? Niçin yaşasınlar? Hepsini öldürmeli ve bu asil vatanı hep, toptan varlılara bırakmalı. Hacı çooook yoksulluk görmüştü, çooook... Ol sebepten yoksullardan nefret ederdi.
Önce Dursun Bekçiye bir tellal çağırttırdı. Dursun Bekçinin yaşı yetmişi geçiyordu. Nasılsa Yemenden dönmüştü. Yemenden dönmüş tek kişiydi ve köylülerinin Çöl Yemende nasıl kırfaçana uğramış gibi kırıldıklarım anlatıyordu. Kız sesi gibi sesiyle, ağlaya ağlaya...
«Ey ahali, eeeey ahali, eeeey ahalimi, ve eeeeey avratlar, duyduk duymadık demeyin, üç gün içinde herkes köyü, Ağamızın köyünü terkeyleyecektir. Bir daha bu köye hiç basmayacaksınız. Hükümet böyle emreyledi. Nereye giderseniz gideceksiniz... Eeeey, avratlar, direnmek, mızırdanmak yok, işte bakın, bir bölük candarma geldi, köye kondu. Hepinizi öldürmek için Ağamızın bir işmarını bekliyor... Ey avratlar, duyduk duymadık, demeyin.»
Birden bir vayeyla yükseldi. Çığlıklar gökyüzünü tuttu. Yer gök inledi bir süre. Sonra Ağanın evi önüne yığılıştılar çoluk çocuk... Ağlamağa başladılar.
«Biz nereye gidelim, biz nereye gidelim? Nereye nereye nereye gidelim?»
Çok zardık eylediler.
Ve üç gün geçti. Kadınların kuş gibi çığlıkları, gündüz akşamlara, gece sabahlara kadar sürdü. Umutsuz kadınlar yeniden, üç gün sonra suskun, taş gibi, toprak yığını gibi Ağanın kapısına birikiştiler. Ağızlarından çıt çıkmadı. Konuşmadılar, bakmadılar bile. Her birisi yalvaran bir umutsuzluktu.
Ağa bu görüntüye, bu yırtık, kirli, toprak rengi, perişan paçavra yığınına daha fazla dayanamadı:
364
«Candarmalar,» diye bağırdı, «şu vatan düşmanlarını, şu n Türk devletini yıkmağa uğraşanları derhal topraklarımdan atacaksınız. Süngü tak!»
Candarma Komutam:
«Süngü tak,» diye emir verdi.
Kadınlarda dehşet bir çiğine, korku başladı. Candarmalann önünden, oraya buraya dağılmış kaçıyorlardı Hacı Kurtboğanın eski kanlan ve çocukları. Candarmalar ulaştıklarım dipçikleyip köyün sığır gübresiyle dolmuş alanına yıkıyorlardı. Köylü kadınlarla candarmalar cengi akşam olup gün kavuşuncaya kadar sürdü. Candarmalar son Türk devletini yıkmağa çalışanlardan en az yansını dipçiklemişler, yaralamışlardı. Sabaha kadar iniltiler geldi evlerden, ulu çınarların dibinden, köyün dışından... îkinci gün ala şafakta kadınlarla candarmalar cengi huğların arasında gene başladı. Bu arada yaşlı bir candarma mavzerini alnına dayayıp, sağ ayağının başparmağıyla tetiğe çöküp kendi kafasını parçaladı. Bugün de akşam oldu, gün kavuşurken mütareke ilan edildi ve candarmalar kendileri için kızartılmış bekleyen kuzuların başına, Ağa konağına döndüler. Bu sefer bütün gece kısılmış seslerin duyulur duyulmaz iniltileri köyün dışından geldi.
Sabah açıldı, cümlemizin üstüne hayırlı sabahlar açılsın. Hacının, Candarma Komutanının üstüne de hayırlar açılsın... Candarmalar köyün dışındaki kadınların üstüne son, öldürücü bir hücuma daha geçtiler, dipçikler işledi. Hacı Kurtboğa Candarma Komutanının ellerine sarılmış, dayanamıyorum, diyordu, dayanamıyorum çığlıklarına, iniltilerine, dayanamıyorum. Yeter, yeter, yeter bu çektiklerim, bu vatan hayınlarının elinden, yeter çektiklerim. Bakın Kumandan Bey, bakın nasıl diretiyorlar. Bakın hele şunlara bakın, milletin ordusuna, candarma da ordu değil mi, hem de ordunun gözü, gözbebeği değil mi? Bakın koca ordumuza şu karılar nasıl başkaldınp ayaklanıyorlar! Daha bunlar kadınları, ya erkekleri de olsaydı, ya erkekleri Yemenden gelmiş bulunsaydılar, al başına belayı, al bir isyan da-
365
ha, uğraş dur... Son Türk devletini bunlar yıkmazlar da kimler yıkarlar? Dayanamıyorum, bu karıların koca Türk ordusuna direnmeleri ağırıma gidiyor, ağırıma gidiyor...»
Ve öğleye doğru köyde bir tek canlı kalmamacasına dışarıya atıldı. Bu sefer de sürünerek, emekleyerek köyün yöresinde dolanmağa başladılar, sessiz, iniltisiz. Akşam oldu, gün kavuştu. Kurtboğayla Komutan bu gece, gece yarıya kadar gülüp eğlenerek kafayı çektiler. Sabah uyandılar ki ne görsünler, köyde çıt yok. Kolkola köye çıktılar. Savaş alanını gezen iki konur, utkulu kumandana benziyorlardı. Kapılar açıktı, bazı eski, yırtık pırtık öteberi oraya buraya dağılmıştı. Korkmuş köpekler, kediler köşelere sinmişlerdi. Kapılarda kan izleri yardı.
Kumandanla Hacı Kurtboğa kolkola konağa geldiler.
Kumandan:
«Tamam mı Ağa?»
«Gazan mübarek olsun Kumandanım, sağol,» dedi.
«Sen de sağol.»
Hacı Kurtboğa Kumandanın ellerine sarıldı:
«Bir ricam daha var.» > ;.;
«Söyle Hacı Ağa.»
«Şöyle şanlı şöhretli olsun.»
«Nasıl?»
«Candarmalar havaya üç el ateş etsinler ki yakın köyler ;
duysunlar.» \]
«Olur,» dedi Kumandan. i'
«Kurşunların parası benden.»
«Anladım,» dedi Kumandan. «Sağol.»
Bir bölük candarma havaya üç el ateş etti ve kurşunların sesi düz ovada hızla tâ uzaklara kadar kaydı gitti.
îşte o Hacı Ağa, bu Hacı Kurtboğa Ağadır.
Ve Derviş Beye sonsuz öfke içindedir. «Ulan pezevenk, kan içici Derviş, sen bu kadınların anası babası mısın? Kanlarsa bizim eski karılarımız, tekmili. Merhametli Paşa, sen mi kaldın bizim karıları koruyacak? Bu topraklar benim alnımm teri,
366
bileğimin hakkı. Sen, istersen topraklarından yarıcılarım atamaz-nıısın, ben de işe yaramaz karıları attım köyümden. Benim çiftliğim darülaceze mi? Ulan ne uğraşırsın benimle? Ben sana ne yaptım, gözün üstünde kaşm mı var dedim? Senden bunun, bu benim eski karılarımı kışkırtmayın öcünü alacağım, alacağım er ya da geç. Bunu böylece belle... Çukurova düzünde benim karılar açlıktan, yoksulluktan sinek gibi kırılıyorlarmış, sana ne, bunu varıp da koca bir Valiye söylemenin alemi var mı, kan içici? Sen ne muzur adamsın sen! Sizin gibi kan içici derebeylerinin kökünü Cumhuriyetimiz bile kazıyamadı, aaah, kazıyama-dı, aaaah! Ama dur, bekle. Biz kazıyacağız. Ulan bir de bizlere inat, gider de en iyi toprağını, Akçasazın kıyısını Rüstemoğluna satarsın. Ulan Rüstemoğlu kim, bir önü eşekli Darendeli. Ulan adam ona toprak satar mı? Ulan orası bizim tarlalarımızın bitişiği değil mi? Hele dur, hele dur, önümü keser misin, beni Ak-çasaza çıkarmaz mısın? Ulan birkaç dönümlük bir delik ver de biz de Akçasaza inelim. Bak kuruyup gidiyor. Kan pahası topraklar, çıkıp duruyor, yedi kat yabancı paylaşıp duruyor. Sen de bizim yolumuzu kesiyorsun. Duuuor sen, hele dur. Dur hele dur, düştün pençeme. Bir düştün ki, kurtulmayın hiiiiç mümkünü çaresi yok.»
Günün batmasını kulüpte havadan sudan konuşarak beklediler. Gün batınca Hacı Kurtboğa:
«De haydin kalkalım,» dedi. «Tedarikiniz yerinde mi? Öyle az maz olmaz. Birincisi ben gidiyorum, ikincisi o Kaymakam filan, osuruk mosuruk değil, bir koskocaman Ağırcezanın Savcısı... Bir öyle yoz adam değil, dokuz tuğlu bir Sadrazam to-lunu ki heybetinden yer yarıla.»
Süleyman Aslansoypençe:
«Yer yarıla ki ne yarıla,» dedi. «Amanın tedarikimiz Sadrazam soyluma layıktır.»
«Evet,» dedi büyük yüzlü, saçları sımsıkı taranıp başına yapıştırılmış Muallim Rüstem Bey. «Evet, tedarikimiz tamdır
367
ama, bu tedarikten benim haberim yoktur.» Kılıç gibi ütülü, ince kırmızı çizgili kahverengi pantolonunun diz yerlerini yukarı çekiştirerek.
«Tedarikten benim de haberim yok,» dedi Mahir Bey. •<;Tedariki Süleyman Ağa idare edecek.» Süleyman Ağa:
«Evelallah,» diye ayağa kalktı. «De kalkın da gidelim. Ona •daha gündüzden haber göndermiştim, bir yere çıkmasın, beni beklesin diye. Ewelallah, sonra sizin sayeniz, tedariki kaşla göz arası tedariki onun cebine indiriveririm. Siz hiç küşümlenme-yin.»
Ayağa kalktılar. Hacı Kurtboğa en önde, Süleyman Aslan-•soypençe onun arkasında, onun arkasında da Mahir Kabakçı-oğlu, en arkada yavaş adımlarla gelen ağırbaşh Rüstem Bey. ¦Onları uğurlamak için kulüptekilerin hepsi ayağa kalktı.
Kurtboğa kapıya gelince durdu, yana çekildi, elini uzun 'bıyığına attı:
«Hocam geçmeden, hepimizin Hocası geçmeden bir adım dışarı atmam. Hepimizi yetiştiren, bu kasabanm tüm gençliğine hocalık ederekten, hepimize insanlık, faziletçilik öğreten o değil mi?» Arkadaki kalabalığa döndü, elini yüreğinin üstüne koy-
«Edemeyiz,» dediler hep bir ağızdan. Alçak gönüllü, kalın, yavaş, sarışın, kaim boyunlu, güçlü Rüstem kıpkırmızı kesildi. Durmadan, «estağfurullah, estağfurullah,» diyordu duyulur duyulmaz. «Ben ne yaptım, ben ne yaptım, ben ödevimi yaptım. Ödev kutsal bir davranıştır insanlar için.» Kurtboğa kestirdi attı:
«O olmasa...» Tane tane, yeniden söyledi, biraz daha kasılıp arkaya kaykılarak, gülerek, bıyıklan oynayarak, arkaya biraz daha kaykılarak. «O olmasaydı bizim hepimiz şimdi dağlarda eşkiyaydık. Bizim hepimiz... Hepimiz. O bize dünyanın bütün
368
j'aZjletııgını, msaimgmı ogrettı. u olmasa biz bu dünyaya hayvan gelir bon giderdik.»
Elini göğsünden aldı, Rüstem Beye doğru savurdu: «Buyur geç* Hocam.» Hoca ağır ağır, açılmış elin altından geçti. Kıpkırmızı, kulaklarına kadar ateş içinde kalmış.
Otomobile bindiler. Gene aynı törenle. Gene otomobilin kapısında birkaç oturaklı söz dinleyerek.
Otomobilde Rüstem Beyle Hacı Ağa yanyana oturdular. Hacı Ağa otomobil kalkar kalkmaz Rüstem Beyin kulağına eğildi:
«iyi konuştun mu, beğendin mi yiğidim Hocam?» dedi. i Anlasınlar terestler kim kimmiş, it kimmiş, adam kimmiş. Mahsus öyle yaptım ve de mahsus öyle konuştum. Anlasınlar ki bu Türkiye ülkesinde Hocamızdan büyüğü yok.»
Rüstem Bey boyuna, durmadan, ellerini oğusturarak, ağırbaşlı, yavaş, olgun: «Teşekkür ederim, teşekkür ederim.» diyordu, sözcüklerin üstüne basa basa.
Savcı onları evinin kapısında karşıladı. Sevinç içindeydi. Sevincinin içinden telaşı da her halinden belli oluyordu.
«Buyurun, buyurun, çoktandır sizi bekliyordum. Hoş gelip sefalar getirdiniz. Sefalar... Sefalar...»
Gıcırdayan bir merdivenden yukarı çıktılar, büyük, Ermenilerden kalma bir odada sedire sıralandılar. Genç bir kız onlar oturur oturmaz, altın mahfazalı fincanlarda hemen kahve getirdi. Savcı Bey baştan başlayarak teker teker sigara tuttu.
«Gel hele gel otur Fahri Bey biraderim,» dedi Hacı Ağa. <¦ Meseleyi, buraya niçin geldiğimizi biliyorsun. Büyük bir vatan-perveranc ricamı biliyorsun.»
«Estağfurullah, dedi Savcı izzettin Fahrettin Tuğsalur...
«Biliyoruz soyun çok büyük ...Tâ... Tââ... Tâââ...» Durdu, bekledi, herkesin yüzüne teker teker baktı. Hiç kimse bir Şey söylemedi. «Senin soyun Tâââ, tâââ...» bulamadı gene. «Tâ nerelerden gelir.»
Mahir Kabakçıoğlu düzeltti:
369
F: 24
ucuna ilişmiş, biraz
«Tâ Evrenoz Paşalardan...»
Savcı alçak gönüllü kerevetin öteki
utangaç:
«Teşekkür ederim Ağa,» dedi.
Hacı Ağa:
«Teşekküre hacet yok,» diye sertçe elini onun dizine vurdu. Dizinden bir şaplak sesi geldi. «Teşekküre hiç hacet yok. Senin yüksek bir soyunu cümle alem biliyor. Düşmez kalkmaz bir Allah. Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadrü kıymetten...» Ne güzel oturttum değil mi dercesine herkesin yüzüne teker teker baktı. «Sakıt olmaz. Yani bozulmaz, kıymeti
düşmez.»
«Düşmez,» dedi Süleyman Ağa. «Düşemez. Asil azmaz,
yol tezikmez.»
Hacı Ağa ona söze karışma dercesine sert baktı: «Asil insanlar memleketi korurlar. Onlar vatanpervanedir-ler. Vatana yanan pervanedirler. Sen durumu bir iyice biliyorsun.»
Bu sıra Süleyman Ağa Savcıya doğru usul usul kayıyordu. Yanına yaklaştı, zarfı çıkardı, ötekilere göstermeden gülerek Savcının gözüne tuttu, gülerek, zarf elinden Savcının cebine o
anda kaydı.
«Benim sen kardeşimden ricam, ben seninle kardeşiz diye bu Ağalar, bu kartal gibi Beyler, senin için getirttiler. Ben de kardeşime, Sadrazam soyluma güvenirim dedim de seni deyi geldim. Bu adamlar memleketin başına bela kesildiler. Vetanı-mızı on bin yıl öncesinin mağara hayatı karanlığına çekiyorlar. Biribirlerini öldürüyorlar. Varsın biribirlerini öldürsünler. îyi has, hem de münasip... Varsınlar tez günde tükensinler. Ama biribirlerini öldürürlerken bu vetanın asil, soylu, hem de yiğit kanlı çocuklarını da biribirlerine öldürtüyorlar. Bu ova çok fakir, biliyorsun beş yüz liraya bir adam öldürüyor, üç bin liraya yirmi yıl hapis yatıyorlar. Bu Beylerde de toprak çok, dedeleri binmişler atlara sürmüşler, atımızın ayağının bastığı yer bizim-
370
dir demişler, tüm Çukurova onların olmuş. Onlarda para çok... O veriyor kendi silahşoruna onun adamını öldürtüyor, o onunki-Gi. Yüz, iki yüz yıldır bu böyle. Bu hıyanetlıktan kurtar bu milleti Savcı Bey. Senin de soyuna böylesi bir davranış yakışıp gelir. Kurtar vetanımızı, kurtar. Düşün Fahri Bey kardeşim, bir düşün her yıl kaç askerimizi nahak yere öldürtüyorlar bu canavarlar! Böyle giderse bu Beylerin sultası bir savaş vukuunda bizi Suriye, Yunan, Lübnan Mutasarrıflığımız bile bizi yener. Öldüre öldüre genç kalmaz ki... Değil mi Hocam?»
Rüstem Bey beklemiyordu, dalmış gitmişti, birden irkildi.
«Değil mi Hocam?»
«Evet, evet, evet... Yeniliriz efendim, Lübnan Mütasar-ııflığımıza bile.»
«Bekle Hocam, bir iki kelamım daha var. Sonra sen konuşacaksın. Şimdi efendim kardeşim, sen bu topraklan, bu belalardan, Sarıoğlu Dervişle, Akyollu Mustafadan kurtaracaksın... Bunları kasabadan tam beş yüz, bin kilometre öteye süreceksin. Bu vetan senden bu iyiliği bekliyor. Onlar da mallarını mülklerini satıp sürgün mahallerine koşa koşa gidecekler. Bundan sonra da ben Ankaraya gidecek, senin Temyize terfiini gerçekleştireceğim, söz... Söz söz söz! Benim hiç...» Birkaç kere ayağa kalktı kalktı oturdu. «Benim hiç sözümden caydığım, sözümde durmadığım görülmüş müdür, sen söyle.»
izzettin Fahrettin de ayağa kalktı, elini göğsüne koydu, vakur, temkinli, «haşa!» dedi oturdu.
«Öyleyse, sen başla Hoca... Meseleyi, kanunu olduğu gibi anlat.»
Rüstem Bey çoktan hazırlanmıştı. Usul usul, sesini hiç yükseltmeden, yumuşak, biteviye başladı.
«3236 sayılı kanuna göre kan güderek biribirlerini öldürenler ve bunu gelenek haline getirenler Savcının teklifi ve Ağır-ceza Mahkemesinin onayıyla bulundukları yerden beş yüz kilometreden aşağı olmamak suretiyle başka yerlere gönderilirler. Şimdi sizden rica ediyoruz, Sarıoğlu Derviş Bey ve akrabalan-
371
nı, yakınlarını, Akyollu Mustata Bey ve ats.«uSavcı onlara biraz daha yaklaştı, yüzü sertleşti, kaşları çatıldı.
«Bir kanun adamı olaraktan ben bunu, bu iki aileyi başka
illere, meselâ Karsa...»
«Kars iyi,» diye bağırdı Süleyman Ağa. «îyi,» dedi Hacı Ağa. «Münasip. Hiç gelmezler. Dünyanın öteki ucu.»
Dostları ilə paylaş: |