Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə22/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   43

319


I

geliyorlardı.

Körenin yöresine fırdolayı, tane tane kara toprak yığılmıştı. Bir sur gibi toprakla çevirmişlerdi köreyi. Bulgur gibi tepelerce yığılmış toprağın üstünde, daha, sert kabuklan solmamış bir sürü parlak, kurumuş renk ışıltısında parlayan, yalnız bacakları kuruyup katılaşmış, uzamış, dimdik gerilmiş, bir kısmı sırtüstü yatmış böcek ölüleri, buğday taneleri, çiçek tohumları, ince, uzun, küt, eğri, kasılmış, yeşil parlayan, sapsarı böcek bacakları, yığılmış... Kaynaşan karıncalar bir ara açılıncadır ki bütün bütün gözüküyorlar.

Mustafa Bey ağzı aşağı yatmış gözlerini köreye dikmiş, kaynaşan, koklaşan, çabalayan karıncalara bakıyordu. Kırmızı, bir küçücük karınca belki kendisinin on beş misli, sırtı nakışlı, parlayan, sert, binbir incecik ışıltıyı yansıtan bir böcek ölüsünü taşımağa çalışıyordu. İki gündür ancak bir şahadet parmağı uzunluğu bir yeri gelebilmişti. Bu sabah böceği yerinden kımıldatan küçük kırmızı karınca onu aşağıdaki çukura düşürdü, böylelikle de belasını buldu. Küçük kırmızı karınca böceğe yapışıyor, yapışıyor, ince bacakları geriliyor, toprağı deşiyor, tozutuyor, böceği yerinden azıcık olsun kıpırdatamıyor, böcek kaya gibi, oraya, çukurun içine çakılmış kalmış. Karınca bir süre böceği böyle sabırla çekiştirdikten sonra bırakıyor bacaklarıyla bıyıklarını, tozlanmış gözlerini, başını sıvazlıyor, sonra böceğin yöresinde dönüyor, kokluyor, araştırıyor, gene var gücüyle, uygun bir yerini bulup yapışıyor, çekiştiriyor, çekiştiriyor, böcek azıcık bile yerinden kıpırdamıyor, öteki yılmıyor, incecik boynu çektikçe uzuyor, kopacakmış gibi. Küçük karınca, çenesi kenetlenmiş, o da kıpırdamayan böcek gibi, sünmüş, ayakları toprağa battıkça batıyor, ölüp kalmış gibi, böceğe yapışmış, devintisiz.

Uzun bir süre böyle kıpırtısız duran karınca böcekten yavaşça boşandı, bıyıklarını, gözlerini, kıskaçlarını ayağıyla sıvazladı, terliyor gibiydi. Kuyruğuna doğru tozlanmış, halka halka kızıltılı karnı terlemiş gibiydi, donuklamıştı. Karınca bir süre

320


olduğu yerde öylece durduktan sonra birden yürüdü, böceğin yöresinde dönmeğe başladı. Hiç oralı olmadan, sanki az önce ce-belleştiği böcek o değilmişcesine böceğin yöresinde, parlak, renkli ışıltılı, sert kabuğu, iri, binbir balkımada sert gözleri üstünde dönüp duruyordu. Bir ara başını göğe diker gibi etti, havayı kok-, Jar gibi kıskaçlarını birkaç kere kapadı kapadı açtı. Ön, kısa, çelimsiz, pürtüklü bacakları titredi. Arı gibi vızıldar bir ses çıkardı. Belki de çıkarmadı. Sonra ağırbaşlı, bir dağdan iner gibi, yıldızı sönmüş, yenik bir komutan gibi, başı önde böceğin sırtından indi, böceği baş tarafından taraklı, sert ağzından yokladı, bir kere tam taraklardan kıskaçlarıyla tuttu, bıraktı, kokladı bıraktı, vazgeçip sırtını döndü, epeyce, ağır ağır, azıcık da topallar böcekten uzaklaştı. Kuzey doğuya kaymış böceğin gölgesinden çıktı, yokuşun başına vardı, yorgun. Orada bir süre bekledi, sonra birden döndü çabuk çabuk, telaşla vardı böceğe yapıştı, çekiştirmeğe başladı. Şimdi canım dişine taktığı, bu böceği yerinden kıpırdatmak, alıp götürmek için sonsuz bir dirençle çabaladığı belliydi. Böceğin bulunduğu çukurdan, çukurun üstünden, yandan yönden durmadan karıncalar geçiyor, bir ara durup bakıyor, kimisi de kokluyor, sonra hiç bir şey olmamış gibi çekip gidiyorlardı. Hiç birisinde en küçük bir yardım belirtisi gözükmüyordu. Belki de küçük karıncanın gayretine gülüyorlardı. Kocaman, katmerli, yaşlanıp kararmış tok karıncalar umursamaz, küçük karıncayı sonsuz, ölümüne cebelleşmesi içinde bırakıp gidiyorlardı. Büyük deneyden geçmiş karıncalar uzaklara, götürebilecekleri, sürükleyebilecekleri avlarının ardına gidiyorlardı.

Sonu ne olacaktı? Mustafa Bey hem çayım içiyor, hem de karıncayı seyreyliyordu. Bugün artık meraktan çatlayacaktı. Karınca, böceği çukurdan çıkarabilecek mi, Derviş bugün tam üstlerine düşecek mi?

Mestan koygun sıcakta çok büyük, mor bir kenger dikeninin yanında, hayıt çalısına dolanmış, çiçekli böğürtlenlerin altında yan uyur yarı uyanık Derviş Beyin yolunu gözlüyor, düş-

321


F: 21

lüyordu. lam yirmi yıl olüu, diyordu, tam yirmi... Vur, kır, öl. dür, döğüş, zulmet, insanları aşağıla, dalkavukluk et, eee, sonu? Sonu bir karış toprak. Çocukların da senin gibi, Eeee, sonu? Sonu ne! Bu iş bitince varacağım huzuruna, hem de yüksek bir huzuruna Mustafa Beyin, tamam, oldu işte. Bu iş burada biter. Biter oğlu biter. Bir düşün Bey, bir düşün, senin için neler yaptım, kaç insan öldürdüm, bir düşün Bey, bir düşün ela gözlüm, bir düşün çatal yüreklim, hem de çifte, hem de dört yüreklim, insanlar içinde soyu Arap atı soyuna benzeyen, bin yıllık yoldan belirip gelen... Derviş de gitti. Bak, beni Memet Alinin, otomobilden inmeyen Salahattin Beyin eline koyma. Onlar bizi acımızdan öldürürler. Beni azat eyle, ver dirliğimi de beni azat eyle. Yeter gayrı süründüğüm. Bak kaç gündür, kaç haftadır burada, boynum sünmüş Dervişin yolunu bekliyorum, kurumuş kalmışım, kara marsığa dönmüşüm. Gel Derviş, gel kul olayım sana. Yaşım geçti, dayanamaz oldum. Gel yetiş. Gel yetiş. Geleceksin. Geliyorsun. Elin kulağında, gel köpek! Nasıl olsa öleceksin. Sana kurtuluş yok. Beyim beni Memet Alinin, zıpır Salahatti-nin eline bırakına. Beni senin aşiretin gibi eder. Duydun mu Beyim, soylu Beyim, duydun mu olanı biteni, duymazsın ya, işine gelmeyince duymazsın, hiç duyar mısın? Beylerin Paşaların huyudur, tâ kadim zamandan bu yana, fakir fıkaranın ahım duymamak... Hiç duyar mısın? Çiftlik boşaldı Beyim, ortakçıların yarısı başlarını aldılar da gittiler; bir daha sana gelmediler. Biliyorlar, senin de, Karakız Hatunun da elinden bir şey gelmeyecek. Memet Alinin, o para göz Memet Alinin dediği olacak. Sen hiçsin şimdi, sıfırsın. Avuruna zavuruna bakma. Sen yoksun. Memet Ali var. Bundan böyle Memet Alinin her dediği olacak. Oldu da. Memet Ali köylüleri o hale getirmiş ki, öylesine onları aşağılamış, her gün öylesine onlara işkence, zulmetmiş ki Memet Ali, köylüler gelip ayaklarına kapanmışlar, biz ettik, sen etme Bey oğlu Bey, demişler. Biz ettik sen etme! Biz hemen çiftliği, burayı, ata kışlağımızı, evimizi yuvamızı bırakıp gidiyoruz. Amanın Mustafa Bey, Beybaban duymasın, Karakız Hatun duyma-

322

sto, belki bizi yolumuzdan döndürmeğe kalkarlar. Amanın duymasınlar, biz rızkımızı başka diyarlarda arayacağız... Gittiler jjustafa Bey, kendiliklerinden, gönülleriyle gittiler! Yaaa! Gittiler, işte böyle. Hah, hah, hah! Sen onları geri mi çevirecektin, canına minnet. Beni de onlar gibi edersen, işte şunun içinde beş kurşun yatıyor, ikisi bir gözüne, ikisi de öteki gözüne, birisi tam alnının çatma. Bizi sen silahşor etmedin mi? Beni koğarsan, kursun sıkmaktan başka iş gelir mi elimden? Başka bir şey öğrenmek gereğini duymadım ki... ki... ki... Al işte, al işte. Mestan ayağa kalktı oturdu. Kemikleri çatırdadı. Birkaç yıldır hep kalkıp otururken kemikleri çatırdıyordu Mestanm. Üç oğlumun üçü de yoluna kurban gitti. Üçünü Derviş öldürttü, sırf Mestamn oğlu diye. Sana dostlukta, sadıklıkta kusur etmedik. Beyimizdir, dedik değil üç oğul, canımız da, malımız da, her bir şeyimiz de Beyimizin kesip attığı tırnağa kurban olsun, dedim. Ama sıtkım sıyrıldı sizden. Aaaah, aklım başıma geldi ki neden sonra. Köylüleri, yarıcıları Memet Aliye yalvarırlarken gördüm. Oturmuş turuncu traktörün üstüne, köylüler yalvarıyor, o alttan alta gülümsüyor, alay ediyordu. Kartal gibi insanlar kul gibi yalvarı-yorlardı o para göze. Hepsi de eskiden, isteseydi canını da malını da Beylerine gözlerini kırpmadan verirlerdi. Köpek derisinden post, Beylerden dost olmaz. Geçti ömrümüz. Aklımız başımıza geldi ama geçti ömrümüz. Üç oğulu da verdik, bok yoluna. Tam üç oğulu... Karakız Hatun, soylu Beylerin kızı. Arap ata binerdi. Belinde tabancası... Erkek gibi sürerdi atım. Başı dik. Bir yeşil, şıvgacık, çiçekli dal gibi, yakışmış dururdu Arap kısrağının üstünde. Dişi bir kaplana benzerdi, Geyikdağda hey-kiren. Şu sümsüğe bak, ödü kopuyor. Delirmiş, sabahlardan akşamlara kadar kamışlığın içinde çay içip, karıncalan seyreyli-yor, fıkara ağızsız dilsiz, garip karıncalan döğüştürüyor. Hayvan, insan değil ki, canavar, vahşi... Bir sürü karıncayı takıştırmış biribirine, onlar can döğüşünde, bu zevkleniyor. Derviş Bey vurulduktan sonra yüz dönüm tapulu tarla isterim, bu bir. On bm lira da para isterim, bu iki. İki oğlumu da kendi oğulların



323

gibi, kızların gibi, okuyabildikleri yere kadar okuyacaklar, bunun için de senet isterim, bu üç. Bir tabanca, bir lacivert takım elbise, bir at, bir de nagant tabanca isterim, Bulgar Beyliği, bu dört. Vermezsen, ben de seni vururum, evini de yakarım, Memet Aliyi Hüseyini astıkları çınara asarım. Anladın mı Mustafa? Kimse bilmez Mestanı ama sen bilirsin. Oğullarım öldürüldüğünde senin ödün kopmadı mı? Tirtir titriyor, Mestan delirip bana bir şey yapar diye ödün kopuyordu. Üç gün kimseye kapıyı açmadın, güya üzülüyor, yas çekiyordun. Üç gün sonra yanma girdiğimde gülüyordum, hiç bir şey olmamış gibi, sen şaşırdm. Dilin tutuldu...

«Gel Mestan.»

«Buyur Beyim.»

«Başın sağolsun, böyle olsun istemezdim.»

«Beyimin canı sağ olsun. Beyime bir oğul da, beş oğul da kurban olsun.»

Memet Aliye yalvarıyordu. Seyrek, uzun, tel tel sakalı yaş içinde, titreyerek:

«Memet Ali Beyim,» diyordu. «Kimsem yok ki benim. Ben nereye giderim, ne yaparım?»

«Bilmeeeem! İstediğini yap.»

Hasan Hüseyin Onbaşı

Hasan Hüseyin Onbaşı

Hasan Hüseyin Onbaşı

Kirli Sakalı

Kaddi bükülmüş

Gözü az görür olmuş.

Yetmiş yaşında, seksen yaşında... Doksan...

Dokuz yıl Yemende kalmış.

Kardeşi, Derviş Beyin ağabeyini korurken öldürülmüş.

Dokuz yıl Yemende askerlik, yetmiş yıl Bey kapısında.

«Nereye gideyim Memet Ali Bey?» • «Bilmeeem! istediğin...»

324

Hayasız, utanmaz, şeretsız, alçak, namuzsuz bir gülüş ki it oğlu itte, sürüngen, alttan alta bir gülüş.



«Yemene git Emmi, Yemene. Karnındaki kurşunlar Yemenden kaldı. Yemene Yemene, Yemene Yemene...»

«Size de kardeş verdim, size de yetmiş yıl verdim. Size de can verdim. Yemene, Yemene ha Yemene. Yemene ha Yemene.»

Yemene.ha Yemene diyerek, bükülmüş beli doğrularak, dört dönerek, oynayarak, «Yemene ha Yemene ha Yemene, Yemene ha Yemene,» diyerek, sesi Anavarza kayalıklarında yankılanarak, pamuk tarlasının içinden Akçasaz bataklığına doğru, dervişler gibi dönerek, «Yemene ha Yemene!» Sesi çığlıklaşa-rak. Gün kavuştuktan sonra, ala şafağa kadar dönerek, «Yemene, Yemene ha Yemene...» Çığlığı gün doğumuna dek uzayarak, biterek yitti gitti.

«Yemene ha Yemene ha Yemene ha Yemene!»

Ha Yemene Yemene!

Yemene hele Yemene

Karışın toza dumana

Hele Yemene Yemene

Yemen sıcak kahve pişer

Asker talime çıkınca

Aceminin aklı şaşar

Hele Yemene Yemene '

Günden yam soldumola

Yerden yanı uldumola

Memedimin ala gözün

Karıncalar oydumola

Yele Yemene Yemene

Yemen sıcak dayanamam

Tan borusu ev vurulur

Genceciksin uyanaman

.Hele Yemene Yemene

Ya kimlere baba desin

Senin bebek dillenirse

325


Hele Yemene Yemene

Karıncalar oydumola

Hele Yemene Yemene...

Hasan Hüseyin Onbaşı!

Kartal gibi!

Kaplan gibi!

Döne döne, döne döne. Hele Yemene Yemene, diye diye. Döne döne. Kollarını açmış, semah söner gibi. Büyülü, acılı. Yitirmiş, hiç gelmeyecek, acımalı, çığlığa kesmiş, öfkeden delirmiş. Pişmanlık olmuş. San sıcağın altında, kış yaz dememiş. Soğuk saban demirinin toprağın derininde giden ışıltısı olmuş. Kavrul-muş, uzun, beli bükülmüş. Uzun yüzlü, avurdu avurduna geçmiş, ince bacakları bükülerek, kocaman tabanları alışkın, toprağın üstünde sürtünerek, aşınmış, nasırı kabarıp aşınmış. Bir kartal gibi, uçmayı, unutmuş. Kanadının birisi düşük. Ya da üşümüş, tüyleri ıslanmış, boynunu içeri çekmiş bir kuş. Döne döne. Bükülen dizlerle, durup soluklanarak, döne döne. Kabarmış, kaynamış bataklığa doğru. Bataklığının yambaşında, iki adım yukarısında, yarın ucunda, döne döne. Yarın altı, kaynaşan, fo-kurdayan su, çamur, bataklık, koku, döne döne. Sonra karanlık, bir ulu aydınlık gibi yırtılan. Hasan Hüseyin Onbaşı kaplan gibi. Böğründen ölüm yarası almış. Can havliyle döne döne. Kabarmış su ağır ağır, yuta yuta, döne döne.

Hasan Hüseyin Onbaşı...

Döne döne

İmi timi bellisiz olmuş

Döne döne.

Sonra suyun çukurlaşması, köpükler, suyun kapanması, küçük, ince dalgalar, kalın, karanlık suda. tmi timi bellisiz, döne döne.

Yemene ha Yemene

Hele Yemene Yemene

Yemen benziyor dumana

Karıncalar oydu mu acep

326

Hele Yemene Yemene



Çöl Yemene.

Öldürürüm Memet Aliyi, öldürürüm.

Hele Derviş Beyi öldürelim. Öldürürüm, seni öldürürüm, ya da...

Hep korkuyorlar. Kendilerini böylesine yiğit gösterme çabaları ondan. Hep ödleri kopmuş. Uçan kuştan, yürüyen böcekten, gölgeden korkuyorlar. Yiğitliğe, yürekliliğe bu kadar hayranlıkları ondan. Korkaklar, korkacık oğlu korkaklar, diye mırıldandı Mestan.

Mustafa Bey hemen: «Bir şey mi var Mestan?» diye sordu. «Yok,» dedi Mestan. «Küçük karınca ne yaptı böceği, merak ettim de...»

«Cebelleşiyor,» dedi Mustafa Bey. «Daha hiç yerinden kıpırdatamadı. »

«Öldüreceğim,» diye düşündü Mestan. Kısılmış gözleri bir çizgiydi ve yöresi kırışık içindeydi. Uzun boynu da kırış kırıştı. Elleri tüfeği sert kavramışlardı.

«Küçük karınca bu gece böceği o kuyudan çıkaracak,» dedi Mestan.

«Derviş de bugün mutlaka gelecek,» dedi Mustafa Bey. «Yel Veliyi merak ediyorum. Ondan hiç bir haber yok. Öldürmesinler? »

«ölümden de ödü kopuyordu. Dervişin hep kendisini kovalattığım sanıyordu,» dedi İbrahim îbo.

«Korkudan delirmişti,» dedi Hamdi.

«Öyleyse niçin Dervişin üstüne gitti?» diye sordu Mustafa Bey.

«Korkusundan,» dedi Mestan. «Büyük korku hep böyledir. Korkunun sınırsızı... Hasan Hüseyin Onbaşı da... Oynaya oynaya gitti bataklığa... Korku... Korku...»

Korku, diye düşündü Mustafa Bey, iliklerine kadar titredi, sarsıldı, ayağa kalktı, kamışlığın dışına çıktı, gözlerini Derviş

327

yanında. Yoldan hep arada bir toz kalkıyordu, yolun bir yerinden. Hiç yel esmiyordu. Yoldan kimse de geçmiyordu. Yolun orasından burasından toz kalkıyordu gene de. Soldaki bataklığın üstü belli belirsiz bir buğuyla örtülüydü. Anavarza kaya-liklarıyla arasını inceden uçuk mavi, saydam bir buğu perdeliyordu. Üstünden, kanatlarım ağır ağır sallayarak, geniş bir pembe balıkçıl geçti.



Mustafa Bey orada uzun durduktan sonra kamışlığa döndü. Semaver kaynıyordu. Acıkmıştı. «Gelin çocuklar,» dedi. «Gelin de bir karnımızı doyuralım.» Baku-, nakışlı, çok eskilerden kalma kalaylı sefertasını açtı. Bir de nakışlı bir sofrayı ortaya serdi Mestan. Yufkaları birer ikişer herkesin önüne pay etti. Kapaklı bir lengeri açtığında içinden kızarmış iki tavuk ve pilav çıktı. Mustafa Bey tavukları elleriyle, alışkın, kolaylıkla parçaladı, herkesin payım dürülü yufkasının üstüne koyduktan sonra yağlı parmaklarını ağzına sokup yaladı. Sefertasında etli bulgur pilavı vardı, kaşıklamağa başladılar. İri bir termostan soğuk su içiyorlardı. Salatalık kestiler, domates doğradılar. Her gün aşağı yukarı yemekleri böyleydi. Yemeklerini yufka ekmeğe sararak, kaşıklayarak, elleriyle parçalayarak böyle yerler, sonra da yalanan bir kedi gibi böğürtlenlerin koygun gölgesine uzanıp parmak! arını yalar, çaylarını içerlerdi.

«Nöbet kimde?» diye sordu, yemek bittikten sonra Mustafa Bey.

«Bende,» dedi Hamdi.

«Çayım al da sen dışarıya git. Bugün Derviş gelecek. Kaçırmayalım. »

Mestan, ibrahim Ibo tüfeklerini, çay bardaklarını alıp böğürtlenlerin kuytuluğuna çekildiler. Mestan Mustafa Beye bakıp bakıp, alçak pezevenk, alçak pezevenk, diyordu. Şimdi de fıkara karıncalara dadanmış. Onlara rahat vermiyor. Alçak pezevenk. Ulan behey muzur adam ne istersin dağın küçücük, ağzı var dili yok hayvancağızlarından? Ne istersin behey dinsiz iman-

328


iflah eder mi? Eder mi behey dört kitapta katli vacip bir alçaklar alçağı... Allarımızı, kitabınızı severseniz bakın bakın hele su eşşek kadar kocaman herife! Bebeler yapmaz yaptığını. Bakın, bakın hele şuna... Bir de Bey olacak. Bir de Derviş Beyi öldürecek! Sahi bugün gelecek mi Derviş? Gerçekten Yel Veliye ne oldu, öldürüldü mü? Yoksa dünyanın öteki ucuna, döne döne, Hasan Hüseyin Onbaşı gibi döne döne, yar döne döne, dost döne döne başını aldı da gitti mi, gitti mi dersiniz? Gitmiştir. Onu bildim bileli bir yerde duramaz, kaçar. Ölümden kaçar.. Sanki o kaçınca ardından ölüm yetişemeyecekmiş gibi. Bildim bileli bir yerde duramaz, oradan oraya kaçar, ardına da hiç bakmaz, ağzını açmış, onu kovalayan, yalım gözlü, yalım dilli ölüm canavarının önüne düşmüş kaçar ha kaçar. Ölüm canavarı onu yakaladı mı acaba, Derviş Beyin konağmda? O da her şeyi, yerimizi söyledi mi Dervişe, söyledikten soma da o tatlıca canını teslim etti mi Hidayetin yağlı kurşunlarına? Ne dersin, Mustafa Bey, it soyu? Her gün geçen Derviş, hem de bu yoldan, konağının önünden, biz burayı bekledik bekleyen' niçin hiç geçmiyor? Bunu niçin hiç düşünmüyor da boyuna karmcalarla uğraşarak, fıkaraların canlarını yakarak, gelecek diyorsun? Derviş bugün bugün gelecek diyorsun. Bekledik bekleyeli her gün, düş gördüm, Derviş bugün buraya gelecek diyorsun, işte gelmiyor. Gelmiyor, gelmiyor, gelmiyor işte. Gelmiyor, işte gelmiyor. Gelmiyor. Çatla da patla! Gelecek, ben de biliyorum gelecek. Ama her gün gelmeyecek. Bir gün gelecek. Sen düş görsen de gelecek,, görmesen de... Tıpış tıpış gelecek. Al atının üstünde dimdik gelecek.

Bir bakmışsın... Bir bakmışsın... Bir bakmışsın... Derviş atının tırnağının dibinde, ala kan içinde debeleniyor, dört kurşunun dördünü de göğsünden yemiş, dört delikten dört oluk kan fışkırıyor ötelere... O kıvranıyor, yerleri cırtıyor, atınm ayaklarına sarılıp, atın toynaklarını dişliyor. At onu tekmeliyor. Biz karşıda durmuş onu seyreyliyoruz, dört köşe, hemencecik ölme-

329

derlerdi adına, Mustafa Beyle böyle öldürmemiş miydik? Kurşunu yeyip atının tırnağının dibine düşmüş, Veli atının ön bacağına yapışmış, bacağa dişini geçirmiş bırakmıyor. At deliriyor, dönüyor, çırpınıyor, şaha kalkıyor, kaçıyor, Veli bacağa yapışmış bırakmıyor. Uzun sürdü Velinin bu hali. Bey, diye yalvardım, bakın bakın, şu küçücük karıncalara ne yapıyor, bakın bakın, tuh sana Allahsız alçak, tuh sana, tuh sana, Bey dedim, yazık şuna, bir kurşun sallayalım, ölüversin. Veliye acımıyorum, ama atın ne günahı var? Veliyi ben düşürmüştüm ama, benim ne günahım var, Bey emretmişti. Yok, dedi, Veli, dedi, üç günde de ölse, böyle dişleriyle atmın ayağına yapışmış ölecek. Velinin suçu neydi, ne bileyim ben, unuttum herhalde büyük bir suçu vardı. Olmaz olur mu? Gene Dervişlerle ilgili bir suç olacak. Bey etme, dedim, dayanamaz oldum... Derken at şaha kalkarken daha Veli çözülüverdi, ağzı yukarı, kollan, bacakları sonuna kadar açılmış toprağa, mavi dağ lalesinin arasına seriliverdi. Kurtulan at aldı yatırdı, Mustafa Bey, işte bu karıncalarlan oynayan köpek, üç kurşun yetiştirdi atın ardından. At bir tökezidi, kalktı, bir... Kalktı bir daha, sonra tepesinin üstüne gitti. Alçak pezevenk, alçak pezevenk. Daha ata yüreğim yanar. Şimdi de şu küçümencik karıncalara dadanmış.



Mestan daha fazla Mustafa Beyin karıncalarla oyununu seyredemedi, arkasını dönüp, gözlerini böğürtlenlerin köküne, ıslak, koygun kuytuluğuna dikti.

Mustafa Bey karınca sürüsünün arasından, şahin gibi gözleriyle karıncalardan en irisini arıyordu. Hemen buldu. Bu iri karınca kırmızıdan karaya dönüşmüş, kıskaçlarının keskin pür-iükleri belli olan anaç, sırtı tüylü gibi tozlanıp matlaşmış iri gözlerinde pırıltılar, karnı şişkin, kırmızı halkalı bir karıncaydı. O karıncayı avucuna aldı, şahin gözleri başka, onun ayarında bir karınca aramağa başladı. Öteki karıncayı tam körcnin ağzında yakaladı. Bu da babaç bir karmcaydı. Böyle bir karınca, az önce yakaladığı karıncasına eş bir karınca bulduğuna çok

330

sevindi, sevıncınaen enen uçtu, parmaKiarı varıp bir ustalıkla karıncayı yakaladılar, ilk karınca kıskaçlarını açtı, geniş geniş, jju geniş açılmış kıskacın arasına ikinci karıncanın incecik boynunu getirdi yerleştirdi ve birinci karıncanın karnını azıcık sıktı, Karm sıkılan karıncanın kıskaçları hızla kapandılar, öteki ka- nncaiun incecik boynunu sıktılar. Mustafa Beyin eski, büyük deneyi vardı, -karıncaları hemen yere koydu. Bir süre birinci karınca üstte, ikinci karınca altta, boğazı sıkılmış, gözleri pört-lenmiş öyle toprakta kaldılar. Sonra üstteki karınca nedense kıskaçlarını açıp öteki karıncanın boynunu bıraktı. Ve hızla oradan uzaklaşmağa başladı. Boynu sıkılmış karınca da ötekisi gibi, canı yanmış hızla uzaklaşryordu ki Mustafa Beyin soylu, uzun, ince parmakları birer canavar gibi kaçan karıncanın üstüne, bir dağ gibi iniverdiler. Bu sefer boğazı sıkılan karıncanın kıskaçları öteki karıncanın boynunu buldular. Mustafa Bey gene karıncaları yere koydu. Az sonra karıncalar gene biribir-lerinden ayrıldılar. Bu sefer Mustafa Bey birinciye sıktırdı ötekinin boynunu, yere koydu. Gene bıraktılar. Daha çok yineledi bunu Mustafa Bey. Artık karıncaların kızıştığına aklı kesince karıncaları kıskaç kıskaca tutuşturdu. Biliyordu ki artık bu karıncalar biribirlerini bırakmayacaklar, böyle günlerce kıskaç kıskaca çekişip duracaklardı. Bazan kızgın, öfkeli bir karınca incecik boynu ilk kıskaca alışta bırakmıyor, koparıncaya kadar sıkıp duruyordu. Bazan da ikinci, üçüncü, beşinci altıncıda birisi ötekinin boynunu öldür Allah bırakmıyor, döğüşü, öteki karıncanın boynu kopuncaya kadar sürdürüyordu.



Karıncaların uzun yolları, körenin yanı yöresi kıskaç kıskaca döğüşen, birinin kıskacı ötekinin boynunda çekiştirip duran karıncalarla dolmuştu. Savaş alanıydı şimdi karınca köresi-nin yöreleri. Büyük bir umutsuzlukta döğüşen karıncaların savaş alanı. Mustafa Bey usanıp bırakan karıncalan, nerede olur-Jarsa olsunlar hemen görüyor, yakalayıp, büyük bir keyifle hemen tutuşturuyordu. Bazı iki karınca inat ediyorlar, Mustafa Bey onları tutuşturur tutuşturmaz bırakıveriyorlardı biribirlerini.

331


OUL/U-llLC

karıncayla cebelleştiği oluyor, tutuşmamakta ayak direyen karıncalara öfkelendikçe öfkeleniyor, tutuşturuyor canlarını yakıyor, ayaklarını koparıyor, barışsever karıncaları bir türlü dö-ğüştüremiyor, gün kavuşup da eve dönme zamanı gelince Mustafa Bey çılgın bir öfkede kıvranarak çaresiz her iki karıncanın da başlarım koparıveriyordu. Ondan sonra da anası aklına düşüyor, sinirleri bir iyice bozuluyordu. Ama böyle barışsever karınca çok az çıkıyordu.

Mustafa Bey şimdi tutuşmuş yüzlerce binlerce karıncayı seyrediyor, keyifleniyordu. Bir savaş alanını yöneten utkulu komutan gibi konurlamyor, kabarıyordu. Alnında defne çelenkleri Mustafa Beyin. Ve savaş alanında döğüşen, can çekişen, kellesi kopan binlerce karınca.

Derviş Bey bugün gelecek. Dün gelmedi, bugün, işte şuradan gelecek. Hamdi, usullacık, bey diyecek, geliyor. Hem de alnı akıtma sakar al atının üstüne binmiş geliyor, diyecek. Sonra, sonra, sonrası malum efendim, işte öyle olacak. Yakalamak ne güzel olurdu Dervişi. Ama bir daha, onu bu kadar bekledikten sonra, kaçırmayı göze almak zor. Mustafa Beye kalsa onu bin kere bile, sağ sağ yakalamak, işkenceyle öldürmek için, bin kere bile kaçırmayı göze alırdı. Ama ne çare ki anası sarı sabır olmuş bekliyor, eli yüreğinde. Oğlunun kanlısının ölüsünü görmeden ölmemek için canını dişine takmış dayanıyor. Derviş ölmeden, anası da ölüverirse, oluverir de gözü açık giderse, o zaman Mustafa Bey de yaşamaz, anasının ardınca oluverirdi.

«Nereye kaçıyorsunuz, nereye?» diye bağırdı Mustafa Bey. «Korkaklar, yüreksizler!» Mestan bu gür sesle dalgasında irkil-di, sonra Beyin karıncalara bağırdığım anlayınca, köpek, dedi içinden geri dalgasına geçti.

Mustafa Bey parmakları terlemiş, kayan karıncaları son bir gayretle tutuştuimağa çalışıyordu.

Bir ak taşın üstüne oturmuşum. Anavarza kayalıkları tam başımın ucundan, tâ göğe yükseliyor, uçsuz bucaksız. Gök yok.

332


fjiç mi hiç yok. Göğün yerinde ne var? Hiç bir şey yok. Yok, vok, yanüdım, unutmuşum. Gökyüzü bir boşalıyor, bomboş, fle bîr renk, ne ışık, ne karanlık. Hiç yok. Ak taşın üstüne oturmuşum. Kayalıklar kıpkırmızı, yalım kırmızısı, billur kırmızısı... Tâ göğe çıkıyor. Gök hiç yok. Sonra göksüz yukarda bir ışık seli--- Iş1^ selinin altında karıncalar, karıncalar, her şey karıncalar. Anavarzanın dibinde, üstü yazılı, iri çiçek nakışlı, ak bir çinke taşının üstüne oturmuşum. Birden ayağımın dibinde bir deniz dalgalanmağa başlamış. Üstünde sallanan, altı ışık, daha altta deniz, asılı kalmış gemiler... Birden ne deniz, ne ışık. Deniz çekilivermiş. Bir bakıyorum, başımın üstünde, kırmızı kayalıklarda çalkanan deniz, mavi, kırmızı, yeşil, mor, sonra deniz siliniyor. Ben ak bir çakmak taşımn üstüne oturmuşum, kertenkeleler, dışarda dilleri, sırtları yarık yuruk... Yaşlı kertenkeleler, mercan gözlü. Sonra gece... Gecede hiç ışık yok, ne ayışığı, ne yıldız, ne çıra ışığı, hiç ışık yok. Bir bakıyorum, ilerimde, yamaçta, yüzbinlerce kırmızı mercan, ışık, karıncalar gibi. Bir kocaman karınca bu ışıkları bir uçtan başlayıp, inanılmaz, uğunan bir hızla yiyor, o yedikçe ışıklar gene bitiyor, mercan pırıltıları, som kırmızı, milyonlarca, pul pul, geceye, karanlığa yayılıyor. Işıklar, altındaki taş, karıncalar, gemiler, şahmeranlar, boyuna gümbürdeyip, önüne gelen kayayı, tepeyi, ağacı, ormanı yutan bataklık, toprak, sular, her şey, gökyüzü birden silinip gidiyorlar. Boşluk, boşluğa benzer bir yokluk kalıyor. Ak taşın üstüne oturmuşum. Taş kayıyor, kayıyor... Boşlukta al atınm üstünde Derviş. Altındaki atı habire tepesi üstü, boşlukta takla atıyor. Derviş sarılmış atın boynuna ve boyuna takla atıyor. Birden Yel Veü çıkıyor atın ayaklarının altından. Boşluk bile yok. Yel Veli fırıl fırıl dönüyor. Nerdense, Yel Velinin eline bir uzun, kapkara, ince, oluklu bir bıçak gelip oturuyor. Bıçak Dervişin gözüne katıyor, sonra öteki gözüne. Bir gözü çıkıyor, sonra bıçak öteki gözde... Bıçak gözden göze mekik dokuyor. Gözden göze... Bıçak bir gözü çıkarıp ötekine varıp çıkarıncaya kadar beriki sağalıyor. Kara bıçak mekik dokuyor. Birden bir haykırış boş-

333


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin