Dağlardan geldiler. Ayaklarında ham çarık, kırmızı postal, sarı edik... Bacaklarında nar kabuğuna, ceviz kabuğuna boyanmış el dokuması kaim yün şalvar, yakaları işlemeli Maraş manı-sından çizgili mintan, ellerinde terkeşler, kadınları sırma işleme al önlüklü, yaşlıları mavi dolama, ak başörtüsü, kızları gelinleri sırmalı fes, gümüş tepelikler, ellerinde terkeş, çifte dolma, çakmaklı tabancalar, dudaklarında yüzyıllarca öteden gelen ağıtlar, türküler, sazlar, tulumlar, kabaklar ve davullar ve zurnalarla geldiler. Kimileri uzak Torostandı ve Kürtçe konuşuyorlardı. Semah dönüyorlardı her düzlükte, her kaya dibinde, ulu ateşler
347
yakaraıuan ve ateşe ve insana ve guzeı aemeıere, şu aunyada ne ki var, ne ki güzel, çiçeklere, koca bir mavi çiçek olaraktan açmış gökyüzüne, dibinden ışık kaynayan aydınlık sulara ve insanlara ve toprağa yere diz çöküp, sağ dizlerini ölümsüz toprakla bitiştirip niyazda bulunuyorlardı, her şeyi unutup, kendilerinden geçip... Yurtlarını bırakmış, köylerini, evlerini bırakmış, ulu Torosun yamaçlarından, çam, kiraz, it burna çiçeklerinin arasından inerek geliyorlardı. Kırgına uğramışlardı. Yüzyıllardır zulü-me uğramışlardı. Ve ormanı kesiyorlardı, ormanı köklüyorlar, hopur ediyorlardı. Uç yılda, beş yılda bir dönümlük, iki dönümlük toprak çıkarıyorlar ormandan, kan emek, her karışında bir avuç almteri... Bir yıl ekiyorlar, ikinci yıl sel gelip topraklarını alıp götürüyor ve topraklarının yerinde sivri kayalar kalıyordu. Bir yıl değil, beş yıl değil, yüz yıl belki, üç yüz yıl belki... Ve Torosun ağacı, ormam eridi ve toprağı eridi. Çiçekleri, otları, anları, böcekleri, kuşları yokoldular. Ve göç başladı Torostan cvaya azar azar, sonra yığmlarca. Sıtmadan, sinekten öldüler. Ölmeyenler yarıcı, yanaşma oldular.
Gözükaranın Hatunu telaşlandı, çok toprağı, çok yarıcısı vardı Anavarza yazısında. Hükümet işledikleri tarlaları yarıcılara verecekmiş diye, bir kaygılı haber dolaştı elden ele... Gözükaranın Hatunu bunu duyunca yarıcılarına seslendi, ey kardeşler, dedi, suç bende değil Hükümette, benim toprağımı sizlere verecekmiş. Yarından tezi yok toprağımı bırakıp gidin. Dediler ki etme Hatun, biz bu topraklan, seni çok sevdik. Burada çok öldük alışıncaya kadar. Bizi buradan çıkarma, biz senin toprağım almayız. Sen bize iyilik ettin, yarıcı yaptın, biz ekmek yediğimiz sofraya bıçak sokanlardan değiliz. Biliyorum, dedi Gözü-karamn Hatunu, siz benim toprağımı almazsınız, ama Hükümet size zorla verir. Zorla verse de almayız diye zarılık ettiler köylüler. Karagözün Hatunu, ben Hükümeti bilirim, dedi. Siz onun verdiği toprağı almazsanız size zulmeder, görülmedik işkence eder, başkaldırdınız diye sizi öldürür. Biliyorum, siz be-
toprağımı almazsımz, soframa bıçak sokmazsınız, amma ve-lakin Hükümetle de başa çıkamazsınız.
Köylüler bir şey demediler, elleri böğründe kaldı, o gece sabaha kadar çalışıp öteberilerini topladılar, ala şafakta Gözükaranın Hatununun köyünden çıktılar. Anavarza kayalıklarına vardılar. Kayalığın dibinde bir ulu ateş yakıp semaha durdular. Sabaha kadar dünyaya, aya, yıldızlara niyaz ettiler. Ala şafakta bir de baktılar ki, Anavarza yazısı, Akçasaz kıyıları topraklardan atılmış köylülerle kaynaşıyor.
Topraklarından atılmış köylüler ovada dolandılar durdular. Başvurmadık kapı, konmadık yer bırakmadılar Çukurova toprağında...
Bir öğle sıcağıydı. Çatır çatır. Sıcağı bir ses yırttı. Gözükaranın köylüleri, Gözükaranın köylüleri! Gözükaramn köylüleri bir ağacın altına birikiştiler. Sıtmadan hepsinin dudakları çatlamıştı. Bir deri bir kemik kalmışlardı. Çocukları da durmadan ölüyorlardı. Çocuklarının ölüsünü götürüp, hırsızlama, Gözüka-ra köyüne gömüyorlardı. Uzun Ali Rıza derler bir yaşlı kişi vardı içlerinde, gün görmüş, ömür eskitmiş, çok uzun boylu, kavi bedenli bir er kişi ki, sözüne sağlam, hem de sözüne yiğit... Ali Rıza dedi ki onlara, bu böyle olmayacak komşular, aylardır dolandık durduk Çukurovanın düzünde, başvurmadık taş ko-madık, elimize hiç bir şey geçmedi, öldük, sıtmalandık. Şimdi size bir şey önereceğim, zor bir iş, yarısı ölüm, yansı dirim ama, sonu selamet bir iş. Her bir yolunu anlatacağım, benimle gelen gelsin, gelmeyen de Çukurovada dört dönmeyi sürdürsün. Söyle dediler. Sana canımız da kurban, malımız da. Sen yeter ki söyle, yeter ki bizi bu beladan kurtar... Kurtaralım, dedi Ali Rıza, ona Uzun Ali Rıza derlerdi, çok uzun boylu, kavi yapılı bir kişiydi. Başladı Ali Rıza, düdük gibi bir sesi vardı, uzayıp kısalan, alçalıp yükselen, hem de bağıran. Şu Akçasazı görüyor musunuz, şu zmcarı, büklüğü, kara çaldığı, şu batağı, sazlığı, şu burgaçları, büvetleri? İşte burada, ben deyim yüz bin dönüm, siz deyin iki yüz bin dönüm toprak yatıyor. Hem de ne toprak, in-
ılı
348
349
san eksen biter, ışkın verir bir toprak, işte ben, sız ı^uKurovada ayağınızı basacak bir toprak ararken, işte ben bu Akçasazı bir bir yokladım. Tam orta yerinde Akçasazın bir tümsek var, kuru. Düpedüz işte bu toprak gibi kuru. Bu kuru yerin uzunluğu bin üç yüz kırk altı adım, eni bazı yerde on sekiz, bazı yerde yirmi üç, bazı yerde de on iki buçuk adım. Şimdi size söylüyorum, buraya gidip yerleşmek istiyorum ben. Bu kuru yerin kıyılan da epeyi sığ, arklar, kanallar açıp çekersek suyu çok toprak kazanırız. Hep bir ağızdan gidelim, diye bağrıştılar. Uzun Ali Rıza bir süre susup parmaklarını çıtırdattıktan sonra, zor işler var, dedi içini çekerek. Müşkül işler. Şimdi efendim bu tümseğin yanı yöresi uzun kamışlar, sazlar, berdilerle sarılı, gökyüzü bile gözükmüyor. Sıcak öldürücü, içeriye azıcık bir yel bile sızmıyor. Kalın, buğulu, kokan, ağılı bir hava, her bir sivrisineği nah bu kadar, parmağım kadar, kemikli, üç tanesi sokunca bir insanı ağılar. Bataklığın ne kadar yılanı çıyanı, börtü böceği varsa hep gelmiş tümseğe cemolmuş. Bir yılan gördüm, nah şuradan şuraya uzanıyordu, yılan değil ejderha! Boynuzu var derler ya, işte onlardan olacak. Beni görünce dilini çıkardı, çatal dili işte tam şu elim kadardı. Ne diyorsunuz, gidelim mi oraya? Orayı imar edip yurt tutalım mı? Ama ne azından dörtte üçümüz ölür Çocuklarımızın da tümü kırılır.
Bu sözler üstünde hiç kimseden bir söz çıkmadı. Ne olur dediler, ne de olmaz. Düşündüler kaldılar. Sonra teker teker, başları yerde, derin bir keder içinde oradan ayrıldılar. Yaaa, evet efendim, evet. Bizim halimiz dirliğimiz böyle işte. Böyle! Böyle! Böyle işte böyle! Uzun Ali Rıza orada, uzun boyuyla dimdik, taş kesilmiş kaldı. Gün batıncaya, karanlık kavuşuncaya kadar orada kaldı, sonra geceye karıştı gitti.
Birkaç ay sonra Ali Rızadan bir haber geldi köylülere, sonra Ali Rızanın macerası tüm Anavarza ovasına yayıldı. Ali Rıza bir sal yapmış söğüt ağaçlarından, altı çocuğunu, karısını, iki ineğini, üç düvesini, beygirini, eşeğini, tavuklarını salla bataklığın ortasındaki tümseğe taşımış, oraya bir huğ, bir çardak dik-
uıiş, iki dönümlük bir de tarla kazanmış bataktan, o tarlaya da karpuz ekmiş. Bir karpuz olmuş, bir karpuz, bir karpuz olmuş, karpuzun her birisi diz boyu yükselmiş. Hem de karpuzlar tadından yenmiyormuş. Ama ne yazık, ne yazık, eyvah ki ne yazık, Ali Rızanın altı yaşındaki en küçük çocuğu Mustafa Ke-nıal sıtmadan ölmüş.
Bu haber geldiğinde köylüler Akçasazın yöresinde dolanıp duruyorlardı. Ne oradan ayrılıp bir yere gidebiliyorlar, ne kondukları yerde uzun süre kalabiliyorlar, ne de tümseğe geçebiliyorlardı. Orada, batağın kıyısında, her birisi bir gül kadar kocaman açmış nergisleri görmeden, kokusunu duymadan fırdolayı Akçasazı dolanıp duruyorlardı.
Köse Duran, bunun başka bir mümkünü çaresi yok. Yer gök, kurt kuş, börtü böcek bizi kabul etmiyor. Ölüm ölümse burada da ölüm, orada da ölüm. Benim burada dolana dolana iki çocuğum öldü, Uzun Ali Rızanın bir tek. Ben oraya gidiyorum, îşte böylece Köse Duran da vardı tümseğe... Ali Rıza onu candan karşıladı, kucakladı. Hemen birlikte Köse Durana bir huğ yapıp, bir çardak diktiler, tarla çıkarmağa başladılar. Sonra bir ay içinde, birer ikişer Gözükara Hatunun köylüleri gelip tümseğe yerleştiler, canlarım dişlerine takıp toprak çıkarmağa başladılar. İmeceyle, iki yılda bin iki yüz dönümlük bir tarla elde ettiler bataktan. Can eksen biter. Ama hiç çocukları, yaşlıları kalmadı, hepsi de sıtmadan öldüler. Ve köy oldular. Kötün adım Cankurtaran koydular. Ölülerini, hırsızlama, batağı aşarak Gözükara Hatunun köyünün mezarlığına gömdüler. Ol sebepten Cankurtaran köyünde mezarlık yoktur.
Evet efendim evet, ve de sad hazar evet... Ve Ağalar iddia ediyorlar ki, biz çeltik ekip ve bataklığı besleyen Savrun çayını bütün bir yaz, altı ay kurutmasaydık Akçasaz bataklığı kuramazdı. Ve de efendim ve de, ol sebepten Akçasazdan çıkan tarlalar bizim hakkımızdır. Evet efendim evet, dünya dünyaya bin-se bu hakkımızı bizim elimizden kimsecikler alamaz. Ve Cankurtaran köyünü, bir tarafına inme inmiş ama gebermeyen, o.
el h
' SC
350
351
«canavar tohumu Uzun Ali Rızayı bataklıktan kurtardığımız, imar ettiğimiz toprağımızdan atacağız. Hükümet değil, dünya •çıksa karşımıza atacağız. Akçasaz bizim olacak...
Evet efendim, evet biz ölmedik daha. Kim kurtardı toprağı, kim kuruttu Akçasazı, kim kondu tarlalara... Vayvaylı köyü... Ocağınız bata ulan, birer aç kurt gibi saldırdılar bataklığa... Sizin sınırınız, işte şurası, şu hendek. Bataklığın suyu çekilmeden önce. Eeee, nereye böyle? Nerede kaldı hendek? Hendeği beş kilometre aşağı indiniz. Ne yapacaksınız bu kadar tarlayı? Yüzer dönüm, iki yüzer, üç yüzer dönüm pay etmişsiniz. Babanızın mah gibi. Kim kurutmuş, kim imar etmişse bu toprak onun, ve hem de Ağalarımızın. Anladınız mı? Anlamadıysamz başınıza dipçiği yeyince anlarsınız. O Kaymakam mı, sizden yana mı çıkıyor? O Kaymakam vız. Bugün değilse yarın soluğu Kağız-manda alır. Ağaların cam isterse, hem de paşaların, soluğu Şem-dinlide aldırırlar ona. Evet, ve de evet... Onun canı Muradiyevi çekmiştir. İsterse Kızılçakcaka da gönderilir. Paşalar, paşalar hey paşalar... Yaaa, paşalar. Heeeeey paşalar. Bizim paşalar.
Rüstemoğlu yalınayak pezevenk. O akılsızı kandırıp birkaç kuruşa üç yüz dönüm toprağı alıp Akçasazm ortasına kadar ilerler misin? Uç yüz dönümü üç bin dönüm yapar mısın? Görecek o derebey artığı vatan düşmanı, Derviş Bey. O Derviş Bey, Beyliğe kurban olsun. Zenginin parası, züğürdün çenesi. Aşk ağlatır, dert söyletir.
Sen nereden çıktın Altıgözoğlu? Nesin necisin? Bu tapuyu nereden buldun? Kim kuruttu bu toprağı? Ulan deden bataklığı mı satın almış? Senin o yüce akıllı deden bataklığı ne yapacakmış? Anavarza kayalıklarmı da satın mı almış? Allah, allah ne \ a-pacakmış kayalıkları?... Bu kadar tuhaf bir dedesi olan adam... Öyle değil mi? Kaç fabrikan var Altıgözoğlu? Birisi Tarsusta. çırçır. Birisi Adanada, dokuma. Birisi de Ceyhanda, çeltik. Bir de bataklığın tapusu... Böyle bir dede? Söyle allahaşkına bu tapuyu buraya nasıl uydurdun? Sırrıilahi değil ya be kardeşim.
352
ısFedefl olmasın? Ama, bu batağı kurutanlar, hem de Hüküme-f'mizio, hem de partilerimizin, hem de...
Evet, ve de efendim evet. Muallim Bey, Muallim Bey... Muallim Rüstem Bey, sen bir muallimsin, gökgözlü. Bu kasabadaki tekmil çocuklar, işte şu kartal gibi Ağalar senin dayağının altında geçti. Hepsinin kafasına bu aklı, bu feraseti sen soktun. Kasabaya geldiğinde yalınayaktın. Ve Ermeniler kaçtığında en eüzel Ermeni evine sen kondun. Artin Külekyanın evine. Kendirlinin konağını sen ilkokul yaptın. Tanıdıklarına, konar göçer Türkmen Ağalarına, ileri gelenlerine teker teker Ermeni evlerini sen dağıttın. Çadırdan çıkıp Ermeni konaklarına geçtiler, işte simdi seninle Çukurovayı paya çıkmış olanlar bu Ağaların oğullandır. Hayk Topuzyanın toprağım, kan eder çiftliğinin tapusunu nasıl çıkardın üstüne Muallim Bey, nasıl? O önü eşekli Rahmet Efendi o çiftliği almayı akıl eder miydi hiç, sen ol-masan? Nasıl akıl ettin de çarşıda yakasından tutup, ne kadar paran var ulan dedin Rahmete. Onun açık açık karşılık vermesi mi hoşuna gitti? Altı bin dönümlük Vartan Beğyanın tarlasını hemen onun üstüne bir gün içinde yaptırıverdin, niçin? Ne geçti aranızdan, neyin olurdu Rahmet? Sen bir Rumelilisin, o bir Malatyalı. Neresi hoşuna gitti Rahmetin? Ne oldu? Kızkardeş: ince uzun, kara gözlü, güzeldi. On yedi yaşında. Sen o zaman kırkında vardın. Bir şey mi oldu? Şimdi zengin olmuş, Rahmat, Rahmet Ağa olmuş. Ona Bey diyen de var. Akçasaza iki bin dönümlük bir yerinden de o girdi. O mu kuruttu Muallim Bey?... Senin hakkın var, oğulların var okumuş îstanbullarda, kızların var tuvana, okumuş, damatların var, eski Türkmenden kalma, kartal gibi... Bu batağı kurutmağı ilk sen akıl ettin Fani Beyle birlikte. Birinci Dünya Savaşı çıktığında işe başlanıyordu. Köylülerden çok para toplamıştınız, korkutarak. O paralara ne oldu Rüstem Bey? Senin hakkın, istediğin kadar bataklıktan kurtuî-muş tarlaları çiftliğine kat. Sen bu kasabada herkesin öğretme-Ri, babasısın. Sen akıl etmesen, ileriyi görmesen, yol gösterms-Jen, kim gelir de bu Ermeni konaklarında otururdu, isterse al-
353
F: 23
tın kapılı olsun. Sen olmasan kim gelir de o Ermeni topraklarının tapusunu alırdı, avuç avuç tapu harcı vererek? Sen olmasan Abdülhalik Efendiye kim metelik verir de nadide, ak pe, tekli balı, yayla yayla arayarak bulur da getirirdi? Kim bilirdi kim, bu tarlaların sonra böyle altın pahasına olacağım, bir avu-toprağın bir avuç altın olduğunu, senden başka kim, kim, kim kim bilebilirdi. İstersen tüm Akçasaz senin olsun. Helal olsun sana. Sen yaratan ki varedensin.
Evet efendim, ve de evet. Ve de zulüm, hem de kan... Hem de ölüm, sıtma, sinek, düz ova tepeden tırnağa cilpirti, karaçalılık, kars ağacı, büklük, zıncarlık... Kim akıl ederdi ki... Kim akıl ederdi ki şu bataklıklar kuruyacak, şu karaçalılıklar, cilpirtilikler, şu kars ormanı köklenip hopur edilecek... Kim akıl ederdi ki bu kasabanın nüfusu iki binden üç bine, üç binden on bine yükselecek? Yarısına Kürtlerin yerleştirildiği, geriye kalanı da harabolmuş Ermeni örenlerinin dolacağını senden başka kim, kim, kim akıl edebilirdi? Kim, kim, kim Hocamız, babamız, Allanın bize akıl ermişi olaraktan gönderdiği, kim akıl ederdi ki bu kasabanın insan sayısı otuz bine, kırk bine yükselsin yirmi yıl içinde, kim? Akın akın, topraklardan atılıp geliyorlar. Ormanı, toprağı bitirip geliyorlar ve karıncalar gibi ürüyorlar, öyle çok... Bütün bunları senin karanlıkları birer otomobil farı gibi delip geçen gözlerinden başka kimin gözleri görebilirdi? Bütün bu kasaba, yeriyle yurduyla senin olsun. Ne almışsan bu topraklardan sana az, anan südü gibi helal olsun.
Evet, ve hem de sad hazar evet! Hem de çok evet, efendim evet!
Yüce bir kartal gibi dağlardan indi. Kınalı, ağır, geniş kanatlı bakırdan bir kartal, saçları kudretten kınalı, diken diken, kirpi oku gibi. Bıyıkları da kırmızı, diken diken, üst dudağın tam kıyısından, kaim, ok gibi, burun deliklerinden, gür, ok gibi fırlamış. Güçlü çenesi çatal... Elmacık kemikleri çıkık. Çakır ela gözleri çekik. Yeşili, ağı yeşili gibi bir şey, akları da kanlı-Uzun bacaklı, beli kısa, omuzları düşük, öne doğru, kolları çok
354
uzun, elleri yayvan, geniş. Başı büyük alnındaki damarları parmakları parmak parmak, kabarmış. Yayvan ellerini arkasına, tarn kıçının üstüne bağlar, kaykılarak, hiç bir zaman bastığı yeri görmeden, başı havada yürür.
Dağlardan geldi. Kendinden çok önce ünü gelmişti. Çok çok önce de ünü tekmil Çukurovayı tutmuştu. Hacın yolunda, köprünün başında, Hacından kaçıp kurtulmağa çalışan Ermenileri gecenin karanlığına, bir kartal gibi üstlerine inen, hepsini doğrayıp köprüden attıktan sonra heybe heybe altınlarını alan, cnu da götürüp Adana Paşasına veren oydu. Koz mağarasında on beş tane kınalı, yeni yetme kızı avenesiyle birlikte kirletip, on beş gün tepsi içinde göbek attırdıktan sonra hepsini, böyle namusu kirlenmiş kızlar insanoğluna yaramaz diyerekten hepsini teker teker öldüren odur. Eşkiya Sultan Yüzbaşı onu çevirince, hep yüzbaşı elbisesi giyerdi de Kızılbaş dedesi Sultan Eşkiya, ona Sultan Yüzbaşı derlerdi, kendisini gün ortasında on minare boyu uçurumdan atarak, bir çam ağacına asılı kalaraktan, kırılmış tüfeğiyle kurtulan oydu. Gidip Urfadan, Kürt, Arap Beylerinin tavlalarından yüz kırk altı soylu Arap atmı bileğinin gücüyle alıp getiren, tekmil Çukurovanın parmağını ağzmda lal-ü ebkem bırakan oydu. Dört karısından on dokuz oğlu olan oydu. Kabaağacın gürlemesi dalilen diyen odur. Yapraksızda gölge olmaz dal olmazı diline o pelesenk etmiştir. Bütün Torosu adım adım bilen, her koğukta, köşede saklanmış Ermenileri delik deşik arayarak bulan odur. Bir türkü söyleyince kasabayı çın çm öttüren, canı isteyince atma binip kasaba çarşısının ortasından doludizgin kurşun sıka sıka geçen, Valinin makamına Arap atmın üstünde merdivenden çıkan ki odur. Tarablus kuşak bağlayan, körüklü çizme giyen, sırmalı abayı Adanada sırtından çıkarmayan, başına, ipek poşu dolayan, şalvarının cep kı-raklarını altın sırmayla işleten odur. Ve soyadı kanunu çıktığında elinde soyadları listesi ev ev, kahve kahve, köy köy dolaşarak şanına, yiğitliğine yakışır, kahramanlığına uygun bir soyadını aylarca arayan odur. Beğendiği bir soyadını bir hafta kul-
355
|!
lamp eskittikten sonra başka başka soyadlarını deneyen odur. Kim emretmiş bu soyadını, ulu büyük Mustafa Kemal Paşamız. Kendisi ne soyadı almış, Atatürk. İyi, çok münasip, ona bu soyadı yakışıp gider. Düşündü taşındı, kendine yakışır ilk soyadını, tüm yakınlarına, akrabalarına sorduktan sonra koydu: Ulutürk. Yaaa, Ulutürk. Üç gün Ulutürk, Ulutürk diye dolaştı, olmadı. Ulutürk soyadı türlü sebeplerden dolayı bir haftada eskidi. Birkaç gün de Türkülü soyadıyla dolaştı. Neden çıkarmışlar bu soyadını? Onu derinlemesine araştırmayı ihmal etmedi. Efendim, Avrupada herkesin bir soyadı varmış, herkes, bütün c soyadını adlarının arkasına takarlarmış. Eeee, bizde var soy künyesi ama yakışıksız, münasipsiz birer soy künyesi. Hem de öz adın başında gelir. Meymenetsiz adlar. Kulaksızoğlu Memet, Güngörmemişoğlu Hasan, Osurukluoğlu Cuma... Hayırsızoğlu Hüseyin, Tümbüzükoğlu Veli, Kıtıkhoğlu Sülü... Say sayabildiğin kadar, pis, mundar soyadları, ya Avrupadan gelen soyadlar öyle mi? Çelikyıldız, Sunguryıldırım, Altındemir, Şahinkanat, Yücebulut, Çelikpençe, üstyıldız, Kılıçyürek... Beğen beğen beğendiğini al... En güzelini, en yakışırını... Türkülü soyadını aldı. Süleyman Aslanyüreği... ilkin çok hoşuna gitti... Aslan-yüreği de üç günde eskidi. Sonra Soytürkdemiröz aldı, bir gün dayandı. Bu arada soyadsız çarşıyı üç gün dolandı durdu, sonra Ulucengizsavaşkan oldu. En güzeli buydu. Sevincinden doldu taştı. Her önüne gelene sordu: iyi mi, yakıştı mı bana? Bakın bana, Süleyman Ulucengizhansavaşkan... Bu da bir hafta sürdü. O da eskidi. Eskisin. Yakışır soyadı çok. Biri olmazsa ötekisi... Biri olmazsa ötekisi. Köyünün adını kimseye söyleyemiyordu. Ne yakışıksız köy adı öyle. Bu Hükümette akıl olsa esas bu köy adlarını, bu Türklüğün yüce şanına yakışmaz köy adlarım birer birer değiştirir. Aman Allahım aman, ne aman bilir ne zaman... Be mübarekler, iyi has ettiniz şu mendebur soyadlarını atıp, hem de baştan alıp kıça bağlayarak değiştirdiniz, ya köy adlarım? Köstüköy... Ne demek Köstüköy? Köstebek, yani yaban sıçanı, sıçan azmanı köy demek. Türklüğün ulu bir
356
vatanına ooyxe Kaba bir ad yakışır mı? Çiftliğin adı da bir berbat, Narlıkışla... Yörüldükten, konup göçmeden, kıl çadırdan I alma yakışıksız bir ad... Ne olmalı, ne olmalı çiftliğin adı, Gün-selitürk çiftliği, köyü, kasabası olmalı... Bütün dağlara güzel güzel adlar bulmalı. Öz bir Oğuz soyumuza, Avrupa medeniyetimize yakışır. Sonra baştan alıp kıça bağlamak bütün adları ya, değil mi? Bu milletin taşının toprağının, dağının suyunun, insanının adını değiştirip yeni medeniyetlere ulaştırmak. Kabalıktan kurtarmalı. Ve de, hem de yüce vatanımız bu gerilikten kurtulmalı. En sonunda Aslansoypençe soyadında karar kıldı.
Zaten çok soyadı taşımış, eskitmiş, bütün yakışıklı söyâdlans-__
dan hevesini almıştı. Aslansoypençeyse bulunmaz bir soyadıydı.
Dağlardan geldi, bir kartal gibi dağlardan indi. Ünlü Pa-nosyanın iki katlı yüksek, ak badanalı, çok pencereli, çatısının ortasında ayrıca göğe ağmış bir odası olan, on dört gözeli konağını Çatalhüyük Mustafa Ağaya vermişlerdi. Bir gün öğle üstü Süleyman dokuz silahk kişisiyle Mustafa Ağanın kapısını çaldı, buyur ettiler.
«Buradan çıkacaksın. Panosyanın mirası bana düştü. Pa-nosyanın oğlu olduğumdan değil... Çünküleyin Panosyani ben iteledim. Ol sebepten Panosyanın bütün malı mülkü, konağı, tarlası, çiftliği, dükkanları hep bana kaldı, s
Cebinden bir kağıt çıkardı:
«işte de kağıdı.»
Mustafa Ağa kağıda bakayım diyemedi, azıcık izin ver de öteberimi toplayım diyemedi, hemen:
«Azıcık izin Süleyman Ağa,» dedi, ve karısına seslendi: «Çabuk Hatun, çocukları âl, köye gidiyoruz. Bu kasaba, Emeninin konağı bize hayretmez demedim mi? Haydi çabuk... Son-'a ben bizimkileri gönderir öteberiyi aldırırım.»
Ve bakır rengi bir kartal gibi dağlardan indi, dokuz silahlı-sıyla; Panosyanın konağına oturdu, çiftliğini aldı. Mustafa Ağa-
i,
.¦1.1
i'.
1
357
ya gösterdiği kağıt bir mektuptu. Konak için, çıitıiK için... ı/a_ şa sıksan geçer, Osmanlıda, Türkiye Cumhuriyetinde ve bilcümle devlete geçerli tapular, kağıtlar çıkardı. Bütün bunları Süleyman Aslansoypençe bileğinin, pençesinin gücüyle, kafasının hakkıyla aldı. Böyle bir yiğide değil Panosyanın çiftliği, bütün Çukurova taşıyla toprağıyla feda olsun. Böyle vatanperverane çalışan kişilere, aslanlara. Böyle aslanlara öyle soyadları da feda olsun. Köyünün adı da değişecek, Işıklar olacaktır. Böyle bir kahramanın çıktığı köyden değil ışık saçılması, güneş doğar, güneş. Gene alçak gönüllü Aslansoypençe Ağamız... Köyünün adını nüfusa Gündoğar yazdırmadı da Işıklar yazdırdı. Dört karısından on dokuz oğlu oldu. En büyüğünün adım Kemal, ikincinin îsmet, üçüncünün Fevzi, dördüncünün Kâzım, beşincinin Tufan koydu. Sonra sırasıyla başta kim varsa adlarını çocuklarına koydu.
Her işi iyi, her davranışı düz. Halk Partisine girdi. Tâ başkanlığa kadar yükseldi, sonradan Celal Bayan, Menderesi elinden tutup kasabaya getirdi, çarşı çarşı, ev ev, bunları ellerinden tutmuş dolaştırdı. Menderes Başbakan olduğunda ilk deveyi ona kurban eden, Adanaya geldiğinde yol boyunca altı kan pahası boğayı ayaklarının dibinde kesen odur. Her işi, her davranışı iyi ama, bir işi kötü. Oğlu Adaletin elinden nasıl kurtuldu? Dal gündüz çarşının ortasında Hasan Kimsesizi yedi kurşunla öldürdükten, hem de ölünün başında durup, sağ ayağını ölünün göğsüne koyup, halka dönerek: «Nasıl, iyi geberttim mi pezevengi?» diyerekten, elini kolunu sallaya sallaya giden oğlunu bir gün bile hepiste yatırmayıp Adaletin elinden nasıl kurtardı? Ağırceza Reisi Hurşit Beyi kahrından öldüren, Mazlum Beyi Urfaya sürdüren ve de Antep Ağırcezasının içinde öldürten kimdir? Her işi, vatanseverliği iyi, iyi ama... Kurtuluş Savaşında da ön cephelerde çalıştı ama... Ağırceza Reisine varılır da, oğlumu hapise sokma, bu oğlumun ilk avıdır, sonra pısırık, korkak kalır, bu vatana da korkak, pısırık adam hiç yaramaz denir mi? Ne olur iki gün yatsın oğlan hapiste. Teli mi incine-
358
İki, ikicik gün için? Her işi iyi de...
Bütün bundan da vazgeçtik. Ya ikinci oğlunun öldürdüğü adam? Ya onun öldürdüğü öteki adam? Yıllarca onun oğlunu beraat ettiren hakimler başlarını yukarı kaldırıp insanların yüzüne bakamadılar. Savcı, kocaman devletin kocaman bir Sav-cısı izzettin Fahrettin Tuğsalur. Açık açık insan ona çarşının ortasında rüşvet yedirir mi? Adını böyle rüşvetçi çıkarır mı? îtin hatırı yoksa, sahibinin hatırı var. Gül yüzlü îsmet Paşamıza, seni, bizi, hepimizi adam eden îsmet Paşamıza insan kıyar mı?
Alsın, alsın, ne kadar tarla alacaksa alsın Akçasazdan... Akyollu Mustafa Beyin, Sarıoğlu Dervişin ne kadar tarlası varsa alsın... Sürgün ettirsin onları... Hazır eline fırsat geçmişken... On dokuz oğlu var. Ancak Sarıoğlu, Akyollu çiftlikleri veter onlara... Ama onlara tabanca çekemez. Neden, ötekilerin de var... Ama Hükümeti onların başına bela edemez, neden, onların da Hükümette adamları var. îşte şimdi büyük fırsat geçti eline. Yerle bir edecek onların yurdunu, yerle bir edecek Aslansoypençe onların... Ocaklarına incir dikecek...
Akçasaz bir çanak bal, Ağalar, köylüler balansı, sinek... Dört bir yönden saldırmışlar Akçasaza... Talana ha talana... Talana ha talana... Talana ha talana... Altta kalamn canı çıksın. Gücü, gücü yetene...
Dostları ilə paylaş: |