Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə27/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   43

Yargıçlar, kaymakam, milletvekilleri:

Hr topak el daha '• ağacc . biiyü-

' sone;}

' yan-


fiil!

.k:


eve du-

584


385

F: 25


«Onbaşının insan yüreği...» diyorlardı. Onbaşı coşuyor, yağıp gürlüyordu:

«Türk köylüsü asildir, fedakârdır, alicenaptır, cesurdur ve karada ve denizde ve gökte bu milletin temel direğidir. Bu tatU canımız onun yoluna kurban olsun. Türk köylüsü, Türk vatanından daha kutsaldır. Asil, kanı temiz, Orta Asyadan kopup gelen mazlum, eline vur ekmeğini elinden al köylümüz...»

«Evet,» diyorlardı milletvekilleri. «Evet, ikinci yıl borçlarım verebildiler mi, eskisini ve yenisini...»

Kalın, gür, çok uzaklardan duyulan, güm güm kahkahasını atıyor onbaşı, altın dişlerini, ağzı ışık saçıyordu, göstere göstere, göbeğini hoplata hoplata atıyordu kahkahasını ve:

«Vermezler mi? Verdiler, hem de kuruşu kuruşuna. Dükkanın önüne kuyruk olmuşlar. Önce elimi öpüyorlar, sonra borçlarını veriyorlardı. Türk köylüsü asildir, kahramandır, fedakardır, ekmek yediği sofraya bıçak sokmaz. Bir de onda para bitmez. Türk köylüsü dünyanın en zengin köylüsüdür. Yalnız vuracaksın boynuna, vuracaksın, vurmazsan çok kurnazdır, aldatır, boyun büker, ağlar, inanmayacaksın, zinhaaar inanmayacaksın, ve de vuracaksın, vuracaksın. Türk köylüsü, asil kurnaz, sert, icabında dinsiz ve Allahsız. Türk köylüsü un çuvalına benzer. Vurdukça tozar. Vurdukça vurdukça, tozar, tükenmez... Hah, hah, hah...»

Onbaşı da Akçasazdan beş yüz dönüm kadar bir toprak parçası kapmış, burasını hemen kavaklamıştı. On yıl sonra bu bir kavak ormanı olacak ve milyon getirecekti. Öksüz bir dul karının da çiftliğini taksitle almış, yavaş yavaş ödüyordu. Yeni kurulan bir özel bankaya da ortak olmuştu.

Dükkanının içinde onbaşı tüm öfkeye kesmiş, gidip geliyor, gidip geliyor, bıyıklarım çekiştiriyor, kuduruyor, arada sırada dışarı çıkıp, bir uçtan bir uca çarşıyı gözlüyor, geri, dah? da öfkelenerek içeriye giriyordu. Pusuda gibi bir hali vardı.

Tellal sinerek onun dükkanının önünden geçerken, onbaşı onun üstüne avma inen bir kartal gibi atladı, boynundan tuttu*

386

içeri goturau. «oem aıçaıs., sem aıçaK, eııme geçtin mı şımaı, neydi o sabahtan bu yana bize söğmelerin, hem de atıp tutmaların? Al! Al!» Kamburun küçücük suratına kocaman elleriyle indiriyordu. «Seni öldüreceğim seni! O senin Beylerini de süreceğim» süreceğim, süreceğiiiim!» Tellalı var gücüyle yere fırlattı. Tellal vardı sert çimentonun üstüne kapaklandı. «Seni köpek! Yeter ettiğin! Kambur köpek!» Tekmelemeğe başladı. Öfkesi geçince bir de baktı ki tellalda ses soluk yok. Telaşlandı. Hemen kamburun ağzını yukarı çevirdi. Salladı, yüzüne soğuk su serpti. Allah Allah! Allah Allah! Elini nabzına attı tuttu. Nabzı falan bulamadı. Belki de atmıyordu. Al başına belayı... Bunca sersefil, yok yoksul kazan da, onu bir alçağa, kanı ciğeri beş para etmez bir kambura feda et. Ağlamaklı. «Olmaz, olmaz, bu olmamalı.» Sesi yumşak, yıkılmış, ağlamaklıydı. Kamburun soluk almayan yöresinde dört dönüyor, yalvarıyordu.



«Ölme kardaş ölme! Ne olursun ölme! Ben sana ne yaptım ki... Bir fiske vurmadım ki sana... Elini ayağını öpeyim... Bokunu... Kardaş... Uyan kardaş, ne olursun uyan! Sen ölürsen, şu çarşının ortasında... Herkes de gördü, aaaah, ölme! ölme nolursun...»

Sapsarı kesilmiş, tirtir titriyor, elleri ayakları titremekten uçuyordu. Vardı tellalın boynuna sarıldı, başını kaldırdı dizi üstüne koydu:

«Uyan kardaş uyan, sana ne yaptım ki... Uyan kardaş, uyan yiğidim aslanım. Sen ölmez de uyanırsan bir koca boğayı kurban keserim. Haydi üç de koyun olsun. Vallahi billahi keserim. Bunu nasıl getirdin başıma!»

Dükkanının önü dolmağa başladı. Gittikçe kalabalık artıyor, fısıltı derinden derine yürüyordu. Onbaşı bir içgüdüyle hemen dışarı fırladı.

«Gördünüz ya, şahitsiniz ya,» dedi. «Geldi, girdi dükkanın kapısından, hemen yere düştü. Tavuk gibi patırdamağa başladı. Hemen arkaya götürdüm, yüzüne su serptim ama soluğu kesildi.,

387


4.

Saraç:


«Şahidim,» dedi. «Allah için şahidim. Fıkarayı yere çarparak öldürdün. Gözümle gördüm.»

«Etme saraç etme, Allah var, Allah var da Peygamber

var.»

Birden yüzü ışıdı. Sıkışmış en bön kafa bile bir şeyler yaratır böyle durumlarda. «Allah vaa...» Durdu. «Doktor da var.» Bozuk bir plak gibi: «Doktor var... Doktor, Doktor, Doktor da var,» demeğe dönmeğe başladı.



Verirsin on bini, olmazsa yüz bin... Yarım milyona dayanacak can var mı?

Dikleşti:

«Gelip dükkanıma gebermiş bir kambur için iftira etme.»

Yaşlı köşker:

«Ben de gördüm,» dedi. «Tam çarşının ortasmdan boynundan tutup tavşan ölüsü gibi, ayaklarını yerden kesip götürmedin mi fıkarayı dükkanına?»

«Allah var, Doktor var. İftira...»

«Ben de gördüm,» dedi fırıncı.

Onbaşı kızdı, dükkanın arkasına yürüdü, tellalı bir eliyle tuttu, hızla aldı, sürükleyerek götürdü, çarşının ortasına, karpuz kabuklarının üstüne, arıların arasına attı:

«Bunu mu, bu fıkarayı mı ben öldüreceğim, niye, niçin? Ben Allahtan korkmaz mıyım?»

Uzun, biçimsiz, şaşkın kollarını açmış, ağzı köpürerek, dudağı sarkmış, şişmiş konuşuyordu. Kalabalık öyle duruyordu, kıpırtısız, üzüntülü, şaşkın.

Birden bir büyü gerçekleşti, kamburun doğrulduğunu gördüler, bir homurtu dolaştı kalabalığı. Tellal oraya, ak çakıltaş-larınm üstüne, oğul verir gibi çok arıların arasına, karpuz kabuklarının yanma oturmuş, şaşkm gözlerle, ne oldu bana böyle dercesine oturmuş yanına yöresine, bir kalabalığa, bir onbaşıya bakıyordu. Her şeyin farkına varır varmaz hemen ayağa fırladı, kalabalığı yardı, çarşıyı aşağı koşmağa başladı. Çınarların ora-

388
ya varmcaya kadar arkasına bakmadı. Çınarlara varınca bir nalbant kütüğünün üstüne oturdu. Körük gibi soluyor, soluğu taşıyordu.

Elinden kamburu kaçıran onbaşı o şaşkınlık içinde ne yapacağı bilmeden hemen elini atıp tabancasına sarıldı, kamburun arkasından koşmağa başladı. «Seni alçak, seni düzenbaz, seni. Seni öldüreyim de seni...» Birkaç kişi yetişip onbaşıyı tuttular. Onbaşı kollarına asılmış ayırıcıları ardınca epey bir süre sürükledi, sonra durdu:

«Sürülecekler, sürülecekler, sürülecekler o kan içici Beyler,» diye ortalığı çm çm öttürerek dükkanına girdi. Kıvançlıydı. Şimdi onun bu davramşım Ağalar, Cafer özpolat, Süleyman Ağa, ötekiler duyacaklar, yanlarında itibarı artacaktı.

Bir şey, kötü bir şey sevincine bir kara leke gibi düşüyordu. Ne demişti de beş paralık bir kambur için bir boğa, beş koyun adamıştı! Ölse ne olurdu yani! Ağaları, dostları bir kambur için hapiste mi yatıracaklardı onu?

Amaaaan, kambur için, o telaştaki kurban da adak da adaktan sayılır mı?

«Kurbanımı ve de verdiğim sözü geri aldım.»

Parti sağ olsun. Ne demek.

Tellal nalbant kütüğünün üstüne oturmuş, küçücük köse yüzünü iki eli arasına almış düşünüyor, düşündükçe öfkesi artıyordu. Kalktı, çabuk çabuk çayın kıyısına, söğütlerin altındaki hızar atelyesine gitti. Hızarcı arkadaşı olurdu. Gözü pek, bileğine güçlü birisiydi. Varır varmaz:

«Beni öldürdü,» dedi. «Faizci alçak onbaşı beni öldürdü. Derviş Beyle Mustafa Beyi de buradan sürüyorlar,» dedi. «Size hiç iyiliği, dostluğu dokunmadı mı Derviş Beyin, bu burnu yukarda Ağalar yüzümüze bakmazlar o bizi sofrasına çağırırdı, unuttun mu can bir yoldaşım? Hiç el aşiret, insanlık gayreti kalmadı mı?»

«Duyduk,» dedi hızarcı. «Duyduk da yüreğimiz yandı. Ama

389


-Jc:

h-

ne gelir elden, Hükümet sürüyor onları, Mahkeme sürüyor. Bizim elimizden ne gelir, şeriatın kestiği parmak acımaz.»



Kambur kızdı, iki ayağı üstünde hoplayıp duruyordu:

«Bak, şu halime bak, şu halime günüme, ben buna layık bir adam mıyım, yirmi yıldır tellalını çağırırım bu kasabanın tam on beş yıldır. Şu halime bak benim: Benim de parmağımı şeriat mı kesti, onbaşı mı?»

Ortalık hayıt, söğüt yaprağı, koyu gölgede yarpuz, koygun, toprağa oturmuş, toprağa oturmuş bir de çam talaşı, sedir talaşı kokuyordu.

«Şeriatın kestiği parmak acımaz ama, kelle acır. Bizim kellemizi kesiyorlar. Sen de, sen de, herkes bu kasabada senden korkar. Eski eşkiya sen değil misin? Kasabayı, makinalı tüfekle üç gece, akşamdan sabaha kadar, Cafer Özpolatın keyfi içtn ateşe tutan sen değil misin? Tuh sana, pis, mendebur, uşak, alçak.»

Hızarcı konuşamadı, yutkundu kaldı. Neden sonra, topallayarak, iki kat olmuş, kamburu birkaç misli büyümüş tellalın arkasından:

«Anlamıyor, anlamıyor,» dedi. «Fıkara anlamıyor. Benim çağım geçti. Beylerin çağı geçti. Şimdi el de aşiret de, Hükümet de Cafer Özpolat, hem de Süleyman Aslansoy... Anlamıyor, anlamıyor, yiğit adam şu kambur kardeş, hiç bir şeyi anlamıyor. Öldürecekler fıkarayı, çoluk çocuğu el aralarında kalacak. Aaah, hiç bir şeyi anlamıyor.»

Kambur çarşının ağzında yitinceye kadar arkasından hüzünle, bir tabut arkasından bakar gibi baktı.

Karşısına berber çıktı. Boyu tellalın boyu kadardı: «Ulan kambur it,» dedi, «sen mi kaldın Beyleri koru\a-cak? Onlar bu vatanı yıktılar, perişan, yoksul eylediler. Elbette sürüleceklerdir. Onlar buradan fizana kadar... Bir daha... Bir daha... Bir daha... O Beyleri... Ağalarımıza, hele Hacı Ağaya söveyim deme...» Elindeki usturayı açtı, üstüne bir iki adım daha yürüdü:

390
«Şöyle, cart der, karnını ikiye ayırır, barsaklarım dökerim. Hastir karşımdan, it seni, seni it! Seni beni bilmez.»

Kambur dudakları mosmor, çatlamış, sürükleyip uzaklaşırken, karşıdan Hacı Kurtboğanın otomobili göründü. Doğruca tellalın üstüne geliyordu, hızla. Tellal kendisini çınarların altına atmasaydı otomobilin altında çoktan kalmış gitmişti.

«Duuur!» diye bir ses gürledi. Kambur olduğu yerde durdu. Kırmızı eşek arıları, hızlı boncuklu arılar daha kızıllaşarak, iniltilerle yoğunlaşarak, maviye çalan kuyrukları san, nokta nokta benekli arılar, çakıltaşı döşemeyi iki parmak yukardan uçarak kokluyor, çarşıyı bir uçtan bir uca dolaşıyorlardı. Ta uzakta, sıra sıra perdelenmiş dağların arkasında Düldül dağı uçuk, belli bellisiz bir pembelikte yükselip duruyordu. Eteğine vakın yerlerde yanyana üç ak bulut kabarıp, şişiyordu.

«Dur köpek dur!»

Ses tüm çarşıda çınladı. Dükkancıların hemen hepsi kapıya çıktılar.

«Duuuur, kambur köpek, dur!»

Otomobilinden indi, kamburun üstüne yürüdü. Aman, ne şaşılacak şey, bir heybet gibi üstüne yürüyen Hacı Kurtboğanın önünden kaçmıyordu kambur. Ulan aman ha! Ulan kambur, bu nasıl iş böyle? Amanın ha! Kurtboğa bunun böyle olacağını bilseydi hiç otomobilden inmez, şu pis kamburla bir çuvala girmezdi. Ne yapmalıydı, çarnaçar uzun bacaklarını, heybetli savurarak, bir öfke kasırgası gibi kamburun üstüne yürüdü.

Kambur orada, olduğu yerde durmuş kalmış, yönünü de üstüne yürüyüp gelen heybete dikmişti. Hacı Kurtboğa yürüdü, tam kamburun yanına geldi, kocaman elini havaya kaldırdı, indirdi indirecek:

«Dur,» diye bağırdı kambur. «Eğer elini indirir, beni dö-ğersen, seni şuracıkta temizlerim. Ala kanım kara toprağa saçarım. »

Şaşkınlık içindeki Hacı Kurtboğanın eli havada kalakal-

dı.

391


Yörelerine yavaş yavaş çarşının kalaDaııgı DiriKiyorau. Kurtboğanın havadaki eli ağır ağır yanına düştü, ¦ sönmüş tükenmiş bir balon gibi.

«Köpek,» diye kekeledi Hacı Kurtboğa. .

«Köpek senin sülalen,» diye karşılık verdi kambur. Alışkın sesi çarşıda çın çın ötüyordu.

«Seni öldürürüm ulan,» dedi usulca duyulur duyulmaz, tehditle dişlerini sıkarak Kurtboğa.

«Bir bok da yiyemezsin,» diye bas bas bağırdı kambur. «Sen de sülalen de hiç bir bok yiyemezsiniz.»

Kurtboğanın gözü döndü, tabancasına eli gitti, hemen çekti:

«Ulan seni bana sayıyla mı verdiler... Pis...» derken, kambur hemen, çevik bir devinmeyle ileri fırladı, Kurtboğanın üç dört adım ilerisinde, tam önünde durdu. Tellal uzamış, büyümüş heybetleşmişti. Sırtındaki kamburu da silinmiş yokolmuştu. Göğsünün düğmelerini yırtarak açtı: «Sık ulan kan içici, erkeksen sık! Tabancayı çekmek kolay sıkmak zor ulan palavracı... Sıkmazsan, sıkmazsan, o sürgün edip de öldürdüğün seksen karıyın donu başına olsun, işte göğsüm, işte elinde içi kurşun dolu nagant. Sık ulan orospu kasığında yatmış. Sık ulan sık. Bak, yüreksiz, bu kadar insan durmuş senin maşkma, yiğitliğine bakıyor. Ne bok yiyeceksin diye...»

Kurtboğa sapsarı, ağzı kurumuş, başı dönüyor, önüne dikilmiş kalmış, bas bas bağıran kamburu hayal meyal görüyor. İnsanlar, çınar, Düldül dağı, kambur biribirlerine karışmış dön ha dön ediyorlar, bir duman içinde, çınar yapraklan arasında... Elindeki tabanca öyle kalakalmış, ucu bir sağa, bir sola, bir aşağı, bir yukarı sallanıyor, titriyor. Şimdi ateş etse bile önündeki, burnunun ucundaki kamburu vuramayacak, hiç bir şey düşünemiyor. Arıları görüyor, kuyrukları sarı benekli arılar, nokta nokta, sarı benek... Kanatları som mavi, incecik, saydam

392

laşıaıı jvufiaayaıcifi., un paımaK. yujvaiuu.il Kayara.*..



ince kanatlarında duyulmaz bir vızıltı.

Kambur çın çın, sıtma görmemiş sesiyle boyuna konuşuyor. Artık ne dediğini anlamıyor Kurtboğa... Başı dönüyor, dünya yöresinde fır fır dönüyor. Arılar, akar su, insanlar, büyümüş gözler, çınarın dalına ağını kurmuş kocaman bir örümcek ve kocaman, bir çarşaf gibi esen yelde dalgalanan ağı, kamburun ak dişleri biribirine karışmış, dönüyor, dönüyor, dönüyor.

«Çeltik ekerekten, ovayı zehire ağıya boğar aktan, her yaz bin çocuğu öldürerekten, sıtmadan, sinekten öldürerekten vatan kayınlığı yapan, yapan, yapan sen değil misin? Sık ulan, sık, mademki çektin. Erkek olan çektiği tabancayı... Bas tetiğe avrat yürekli alçak, bas. Bir can için sana eyvallah mı ederim sandın. Fıkara ağzı var dili yok, kocaları Yemende ölmüş karıları alaraktan boşayan, sonra da Hükümetlen bir olaraktan, hepsini bir kendirle bağlayaraktan diri diri Akçasaza onları gömen sen değil misin? Her yıl, her yıl, her yıl bin tane çocuğu... Haydi ulan, haydi yüreksiz... Haydi paçavra...»

Hacı Kurtboğa gözlerini kirpiştirerek, yöreden yalvarırcasına bakarak yardım bekliyordu. Bütün bunlar çok az bir sürede oluyordu. Lisanı hal ilen, yalvaran gözlerlen, gelin de beni şuradan alın der gibiydi. Teker teker kalabalığın arasındaki dostlarına bakıyordu. Elindeki tabanca da bir aşağı bir yukarı, uzun; bir çizgi çizerek sallanıyordu.

Cafer Özpolatla göz göze geldiler. Cafer de ondan beter olmuş, bir türlü ne yapacağını bilemiyordu. Göz göze gelince Cafer toparlandı, düştü düşecek Kurtboğaya doğru koştu, kamburla arasına girdi ve kambura bir tokat atacak oldu, bir anda kamburun elinde şirrak diye bir sustalı parladı:

«Parmağını dokundurursan, seni parça parça ederim.»

Cafer Özpolat ^oğukkanlı, geriye döndü, öne arkaya sallanmakta, benzi kül, bitmiş Kurtboğanın koluna girdi, otomobile doğru götürdü, kapıdan zorla içeriye iteledi. Kurtboğa çözüldü, elindeki tabancası ön kanepeye düştü. Gözlerini kapadı.

393


Cafer Özpolat: «Çek,» dedi, «çek şoför Bey, çek yavrum. Bire Ağa, sende de hiç akıl yok mu, insan gider de çarşının ortasında şu pis kamburu karşısına alır mı?»

Otomobil yürüdü. Kalabalık ikiye bölünüp yol açtı Mer-

sedese...

Kambur dimdik, elinde uzun, ışıldayan sustalısı, mutlu, alnında boncuk boncuk ter, bacaklarım açmış, bir eli belinde duruyordu.

Çıt çıkmayan, şaşkın kalabalıktan birden, önce bir mırıltı, konuşmalar, sonra gülüşmeler, bağrışmalar, tartışmalar yükseldi.

Kambur yorgun, oraya, çınarın köküne yürüdü, usulca nalbant kütüğünün üstüne oturdu, bıçağım kırdı, cebine koydu, bir

sigara yaktı.

Kalabalık da birer ikişer çınarın altına gelmeğe, kamburun

yöresinde halkalanmağa başladı.

«Ulan oğlum, sen ne yaptın böyle, adamın hiç bir yerini bırakmadın. Kurtboğa bunu senin yanma kor mu sanıyorsun? Adama öyle çok kötü söyledin ki, seni öldürmediğine daha şaşıyorum. Benim sana diyeceğim, sen fıkara bir adamsın, karışma bu Beylerin, Ağaların işine, nene gerek oğlum, atlar tepişir,

arada eşekler ölür.»

Kalabalık sıkıştı, önü önlüklü, sarkık bıyıklı, geniş ablak yüzlü köşker ellerini önlüğüne kurulayarak:

«Eşekler ölür,» dedi. «Kurtboğa bunu senin yanma bırakmaz. Tez günde senin ala kanım şu taşların üstüne saçılmış görürüz. Keski keski karışmayaydm bu işe. iyi olmadı.»

Marangoz geldi, uzun kolları vardı, kıravat takmıştı: «îyi yaptın ulan, iyi oldu. Şu millet de anlasın bunların beş paralık insanlar olduklarını, korkak, cebin, çektikleri tabancanın tetiğine çökemeyecek kadar alçak olduklarım. Kardeşim tellal, sen uhud gazası çenginden bu yana insanoğlunun en yü-reklisisin. Çıplak, hem de alil, hem de malul, hem de yarım bedeninle onun nagant tabancasının karşısına göğsünü açaraktan

394

elikten kale oldun. Tellal kardeşim pıravo, hem de yüz bin aşkla senin soyuna da sopuna da, doğuran anaya, süt veren memeye de pıravo. Bu kasaba yüzyıllar geçse de senin bu iyiliğini unutmayacak.»



Çınarın altındaki kalabalık sıkıştı. Kütüğün üstündeki sigara içen, yumulmuş, bitkin, bir topacık, yamrı yumru bir karpuz çuvalı gibi kalmış tellal kalabalıktan gözükmüyordu. Kapkara ışıltılı, başparmak büyüklüğünde üç arı inanılmayacak bir ses çıkararak adamların başı üstünde uçuşuyorlardı.

Kahveci:


«Ulan köpek, sen kimsin ki... Söğdün adama,» dedi bağırarak. Herkesin duymasını istiyordu.

Boyacı:


«îyi yaptın abi,» dedi. «Şerefe senin ayakkabım boyaya-cağım. Sana can feda.» Kamburun önüne sandığını attı, ayağını çekti boyama yerine koydu, fırçalarını afili, sallamağa başladı.

Traktör, otomobil, biçerdöver, yedek parça, buz dolabı acentesi ince bıyıklarım sıvazladı:

«Pis kambur,» dedi. «Bir gösteriş için Zemzem pınarını pisletiyor, canım tehlikeye atıyor, bundan sonra hayatta kalırım sanıyor. Hayatta... Ulan köpek, pis, sürüngen köpek, sürüngen, sürüngen... Kurtboğanın senin gibi bir köpeğin kanma elini bulamayacağım bildiğinden adamın üstüne vardın...»

Demirci öfkelendi:

«Hastir ulan züppe,» dedi. «Sıçarım senin ağzının tam orta yerine... Bir koyarsam dünyanı şaşırırsın. Onun gibi yüz Kurtboğa kurban olsun bokuna tellalın. Nesi var tellalın, aslan gibi adam. Şimdi ben tokadı çekersem, değil tabancayı, sen soluğu Adanada alırsın.» îri, kocaman balyoz gibi yumruğunu kapkara sıktı, acentanm üstüne hışımla yürüdü, bağırdı: «Hastir, hastir oradan...» Acenta hemencecik kalabalığa karışıp bir köşeye sindi. Arılar kalabalığın başı üstünde, siyah, ışıklı halkalar çizerek vızıldıyorlardı. Ötede, uzakta Düldül dağı pembe-

395


leşereK, uçuk, azıciK aa maviye çaıan, tepeıennaeymış gıoı duruyordu.

Demirci kalabalığı yararak geldi, tellalın karşısında durdu sonra da eğildi, onu alnından öptü:

«Ama sen öldürecekler seni bunlar, ya bugün ya da yarın. Bunun bir çaresine bakmalıyız. Senin ala kanını şu kaldırımlara baştan aşağı saçacaklar, ölünü de bu çınarın altına, şu oturduğun yere serecekler. Yaa, aslanım yiğidim. Ne yapmalıyız? iyisi mi ortadan kaybol birkaç gün için.»

Tabancası elinde öteden Deli Hacı bağırarak, delirmiş, köpürmüş geliyordu:

«Ulan, ulan, ulan kambur, geliyorum ulan it. Sen kimsin ki... Sen... Gör şimdi...» Çarşının ucundan, yalpalayarak, tabancası çıplak, havada... «Ulan bu milleti sahipsiz mi sandın? Ulan bu vetanı, ulan Ağalarımızı? Kanını, kanını içmeğe... Kanını ulan, kanını... Pis kanını akıtmağa...»

Deli Hacı uzun boyuyla kalabalığın üstünden sarktı, kütüğün üstündeki, gözleri kapalı, dudaklarında bir gülümseme, ayak-kablarım boyatan tellalı gördü:

«Al,» dedi, tabancayı ona doğrulttu, «al!» Kurşun patladı, tam bu sırada demirci alttan bileğini kavramış, namluyu yukarı çevirmişti. Çınardan bir iki yaprak düştü kalabalığın üstüne. Demirci Deli Hacımn elinden tabancayı kolaylıkla, dirençsiz aldı, sonra da iğrentiyle:

«Hak tuuu,» dedi, yüzüne kocaman, ak bir tükrük attı. «Ağaların, Beylerin iti, çanak yalayıcı.»

Tuttuğu bileğini bırakmamıştı, Deli Hacıyı suyun ötesine bir silkişle savurdu. Hacı vardı, çimenlerin üstüne ağzı aşağı serildi. Sarhoş kekeliyerek, ağzmda dili şişmiş: «Abi abi, demirci abi... Tövbe, tövbe, bir daha kambura tövbe... Olur mu? Ver tabancamı... Tövbe... Kambur benim kardeşim.»

«Süremeyecekler Beyleri...»

«Süremezler.»

«Koca Hakim var.»

396

«Hakimin birisi Kurtboğaların hakimi... Birisi de Süleyman Pençenin, hem de Rüstem Beyin...»



«Koca Hakim kimsenin değil...»

Sevinçle:

«Değil koca Hakim kimsenin,» dediler.

«Süremezler. Koca Hakim heyye demeden süremezler.»

«Sürsünler bire! Onlarm da şu Ağalardan bir farkı var mı vani... Bırakın it iti, bir kere de ısırsın.»

Tam bu sırada, yaşlı, iri, büyük başlı, pörtlek gözlü, yüzü çok sert, göbeği sivri, öne doğru fırlamış, çizgili, dar bir pantolon, rugan iskarpin, mor yelek, üstünde de kaim altın saat zinciri, smokine benzer, smokin kumaşından bir ceket giymiş, elinde topuzu altın işleme kehrübar bastonunu kaldırımlara tek tek vura vura, ağır, temkinli Koca Hakim geçiyordu. Dazlak kafasına simsiyah bir şapka giymişti. Demirci:

«Koca Hakim variken süremezler,» dedi Hakime duyurmak istiyerek.

Kalabalığın, yarıdan çoğu bir ağızdan: «Süremezler,» dedi. Fırıncı bağırdı:

«Ona Koca Hakim demişler, feleğe de feriştaha da eyvallah etmez.»

Bakkal tok, kalın sesiyle:

«Süremezler,» dedi sevinçle. Beklemiş, konuşmamış, ölçüp tartmıştı. Derviş Beyde halen otuz altı bin lira alacağı vardı. Derviş Beyin kasabadaki her şeyiydi Bakkal... Para, mal veriyor yazıyordu deftere, veriyor yazıyordu. Zamanı gelince, Derviş Beyin parası olunca, Bey sadece: «Ne kadar?» diye soruyordu. Ne deftere bakmak, ne hesap etmek... Sadece, «ne kadar?»

Koca Hakim olanı biteni biliyordu. Kendisine atılan sözlerin de hepsini duydu ama renk vermedi, istifini bozmadan yürüdü, boydan boya çarşıyı geçti gitti. Sadece bir kere başını kal-

397
dırmış, kederli, ıslak gözlerle karşıdaki Düldül aagına oır an bakmıştı. Bu her gün böyleydi.

« Süremezler.»

«Ama Kurtboğa tellalı öldürür.»

«Ne yapalım?»

«Yazık tellala...»

«Ona para toplayalım.»

«Onurlu adamdır almaz.»

«Bildirmeden.»

«Bu gece.»

«Verelim parayı...»

«Alsın başını bir gitsin bir yere.»

«îzmire.»

«izmir iyi.»

«Sapa yerdir, iyi...»

O gece sabaha kadar saraçla fırıncı uyumadı, ev ev dolaşarak, tellala bir hayli yüklü, belki ona diyarı gurbette üç yıl yetecek bir para topladılar.

Demirci, fırıncı bir de saraç bu parayı tellala verecekler, tellalı bir gece alıp istasyona götürecekler, uğurlayacaklardı. Tellalın gittiği yeri kimse bilmeyecek, böylelikle de tellal tatü canı

kurtaracaktı.

Tellal üç kişiyi, üç candan dostunu dinledi:

«Sağolun,» dedi, «varolun.» Parayı şöyle bir elinin sırtıyla itti. «Ben hiç bir yere gidemem, bu parayı da alamam. Bu kadar işten sonra, ele anama avradıma söğdüremem.»

«Ama seni öldürecekler.»

«Biliyorum, öldürecekler.»

Yel Veli koşuyordu. Uzun, tazı bacakları gerilmiş, beli uzamış, avurdu avurduna geçmiş. Pamuk, susam, kavun karpuz, Dohut, mercimek, soğan tarlalarından, buğday, arpa, yulaf firezlerinden geçerek... Arkasına bakmadan", ama hiç dönüp baka-madan, ödü koparak, ardında koyu, soluğu kesen, fırın külü gibi sıcak, fırın külü gibi içinde yıldız yıldız közler, kırmızı bir toz savrularak koşuyordu. Kırmızı tozlar ardında kaynaşan, bulutlar gibi kırmızı, içinde köz ışıltıları parlayarak, göğe, uzaklara savrularak, tabanını, topuğunu yakarak... Kırmızı toz bulutları bir, iki, üç insan boyu, belki bir minare boyu kabararak, ardında uzun bir çizgi çizerek, havaya asılmış, sallanarak, kırmızı közler, yıldızlar gibi kayarak... Gölge de ardından, tozun içinden bir hışımla geliyordu, topuğunda... Derviş Bey, iri uzun bacaklarıyla, altında uzun, sallı, kulakları kalem, kuyruğu savrulan, yelesi durulmuş al atıyla, kırmızı savrulan, asılı kalmış tozun içinde, gölgenin yambaşında, ardında dişleri gözüken, kara çizgili, koyu kırmızı, mora çalan kurt köpeğiyle bir toza girerek, bir çıkarak doludizgin, sünmüş, çıplak tabancası kırbaç gibi sağ elinde geliyordu.


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin