Yağ satıyorlar, tarlalardan gelen ürünü, tavukları, tavukların yumurtalarını satıyorlar, biriktiriyorlardı. Bu arada üstüste üç çocukları oldu. Çocukların sırtı yedi yaşlarına kadar giyit görmüyordu.
Zöhre de kocası gibi dağ kolundan gönderilen tirhk şalvar, Maraş inanışından mintan giyiyordu. O da erkek postalına alışmıştı. Kocası gibi o da, üç gün durmadan köşker Kocaman Hasanla pazarlık ederek postalını alıyor, omuzuna atıyor, karı koca eve geliyorlar, postallarını giyip, evin günden yanına oturuyor, sırtlarını duvara verip ayaklarım uzatıyor, sabahlardan akşamlara kadar gözlerini kırpmadan, hayran, yemeden içmeden postallarını seyreyliyorlardı.
Çocuklar da büyüdü, onlar da çalışmağa başladılar. Gavur tutsağı gibi... Gece gündüz demeden. Köşede gömülü teneke birken iki, ikiyken üç, üçken dört olmuştu. Boyuna da çoğalıyordu. Yakında küçücük teneke kutular büyük bir gaz tenekesi olacak, içine deste deste, tepeleme paralar yığılacaktı.
Ala Temirin yüz elli dönümlük tarlası artık bu kadar çalışmaya, bu kadar çalışkan insana yetmiyordu. Ocağı sönmüş sekken yaşında bir kocakarının altı yüz dönümlük bir tarlasını Ala Temir çok ucuza kapattı. Yok pahasına. Bir de taksitle... Ala
daha ğaca ¦iyü-
ıra
412
413
Temir taksidin hepsini ödeyemeden kadın öldü. Ala Temir namuslu, hakyemez bir adamdı. Kadının geriden kalan alacağ-.yla ona Mevlut okuttu, mezarını yaptırdı, hayrına üzüm, şeker dağıttı çocuklara. Geliri birkaç misli artan Ala Temir, bir de Sarhoş Müslümün tarlalarını aldı. Sonra durmadan tarla aldı. Abdülhalik Efendiye de yanaşmanın yolunu bulmuş, burnu Abdülhalik Efendide iş olduğu kokusunu hemen almıştı. Bir gece dağ kollarından getirttiği bir kovan bal, kendi eliyle doldurduğu bir teneke yağı alarak Abdülhalik Efendinin evine vardı, tapu memuru Abdülhalik Efendiyi görür görmez hemen ayağına kapandı, ayaklarını öpmeğe başladı. Abdülhalik Efendi eğilip saçlarını okşayarak, omuzlarından tutup onu yerden kaldırdı, karşısına, sedirin üstüne götürüp oturttu. Abdülhalik Efendi onun bu davranışına derecesiz sevinmiş, kıvanç içinde kalmıştı. Tel çerçeveli gözlüklerinin altından çipil gözleriyle bu acaip, ayağı kırmızı postallı adama şaşkınlıkla, sevgiyle bakıyordu. Kapıdaki tenekeleri gösterdi: «Nedir bu?»
iki eli, iki dizinin üstüne parmaklan açılarak, yapıştırılmış, öyle dimdik, ter içinde kalmış, kasılmış, gözleri ileri, bir noktaya dikilmiş, donmuş duran Ala Temir azıcık kıpırdadı:
«Birisi yağ,» dedi. «Kendi elimle yaptım. Sapsarı, ner^ız kokar efendim, hörmetlim. Hani bizim inekler Akçasazın kıyısında nergiz çiçeği, yarpuz, it burnu çiçekleri yayılırlar da, işte onun için bizim kokulu yağların üstüne de yağ yoktur da... Ben de dedimkine, efendimiz, hem de yüce hörmetlimiz, Abdülhalik velinimetimiz, bize, köyümüze, hepimize çok iyilik eyledi, varsın kokulu yağımızı o mübarek zat yemeli ki, yemeli ki, kul olana çok bir iyiliklerde bulunmalı.» «Öteki tenekede ne var?»
«Onda da bal var,» dedi Ala Temir. «Ben yukarlardan, dağ kollarından olurum. Dağların balı şifadır. Her bir hastalığa iyi gelir devadır der Karatopaklı Hoca.»
«Sen Karatopaklı Hocayı hiç gördün mü?»
414
«Onu kimse göremez. O bir ermiş kişidir. Aynen senin gibi, hörmetlim gibi. Aynen senin gibi, hörmetlim gibi Cennetlik bir yüksek kuldur. Onu bizim gibisiler göremezler. Yüksek bir huzuruna varamayıp, yüksek bir destlerinden, hem de gülden nazik, ipekten yumuşak bir ellerinden pus edemezler. Biz ancak öylesi yüksek bir ermişin, Peygamber soylunun namım duyarız.»
Abdülhalik Efendi ağzı kulaklarına vararak gülüyordu.
«Rahat otur, rahat otur,» dedi.
Ala Temir daha da toparlandı, elleri dizlerine bir iyice yapıştı.
«işte efendime söyleyim ki, bu bal şifadır, devadır. Bizim dağlarda püren olur. Demiş ki Lokman Hekim pürende yetmiş iki derde deva var. Püren kurşun yarasına, ince hastalığa, sıtmaya, yılancığa iyi gelir...» Durdu, uzunca Abdülhalik Efendiye, onun kartal burnuna, yaşlılıktan kırışmış boynuna, benek benek olmuş ellerinin üstüne baktı: «Lokman Hekim Efendimiz demiş ki bu püren balı yiyeni yirmi yaş gençleştirir.»
Bu sırada Abdülhalik Efendinin genç köylü karısı, nakışlı, ak bir örtüyle çiçeklenmiş bir tepsinin üstünde iki kahve getirdi. Fincanlar kırmızı çizgili ve ağızları yaldızlıydı. Ala Temirin gözlerinin önünde yıldız gibi çaktı.
«Buyur.»
Ala Temir sağ elini dizinden aldı, usulca kahveye uzandı,, elindeki fincan titriyor, titredikçe Ala Temir kasılıyor, kasıldıkça tekmil bedeni cendereye sıkıştırılmış gibi oluyor, kasları acıyordu. Boncuk boncuk terledi. Sırtı, koltukları, omuzları ter içinde kaldı. Gözlerinin içi terle doldu, yakmağa başladı. Hiç kahve içmemişti, içenleri çok görmüştü. Kahvenin nasıl içileceğini biîi-yordu. ilk kahveyi dudaklarına götürdü ve sıcak kahveyi höpür-detti. Şimdi artık her şeyi, karşısında rahat rahat oturmuş sigarasını tellendirip kahvesini yudumlayan Abdülhalik Efendiyi, nerede olduğunu, ne yaptığını, niçin buraya geldiğini unutmuş,, kahveyle başbaşa kalmış cebelleşiyordu. Abdülhalik Efendinin ona uzattığı sigarayı almadığını, almadığına kötü mü ettiğini
415
topar
daha
ağacc
l*~
hayal meyal ansıyordu. Beşinci höpürdetmede kahvenin bittiğini sevinçle gördü. Yavaş yavaş teri de soğuyordu. Boş, yaldızları pul pul uçuşan kahve fincanı elinde kalmış, ne yapacağını, nasıl, nereye koyacağını bilemiyordu. Uzaktan, derinden bir ses imdadına yetişti:
«Bana ver fincanı!»
Fincanı hemen kendinde olmayarak Abdülhalik Efendiye uzattı. Uzatır uzatmaz da elini hemencecik sağ dizine yapıştırdı, azıcık eğilmişti kahveyi içerken, doğruldu, dimdik dikildi.
«Nereli olursun, adın ne bakalım?
«Bacak köyünden olurum, adıma da Ala Temir Yamaklı
derler.»
Abdülhalik Efendi çok şaşırdı ama belli etmedi: «Demek siz o Ağasınız, Ala Temir Ağa? Şu çok çalışkan Temir Ağa... Bıravo, Bıravo...»
Ala Temir kendisinin tanındığına, Ağa dendiğine sevindi, -alçak gönüllü gülümsedi, azıcık çözüldü, ister istemez birazıcık kendisini koyverip gevşedi.
«Hani demem o ki, seni deyi geldim. Sen hörmetlim dertlilere derman, yoksullara fermansın. Benim tarlalarım Ceyhan suyu yanında, köyün aşağı yanına karaçalılığa doğro düşer. Oralarda emvali metrukeden, yanicığıma Ermeni dostlarımızdan kalmış hiç tarla yok mu? Onu sormaya geldim. Benim tarlalar gayri bana yetmez oldu da...»
Abdülhalik Efendi, ciddi, gözlüğünü, çıkarıp gözlüklerini silip geri takarak, derin düşüncelere dalarak düşündü.
Ala Temir birden gördü ki, gevşemiş, bükülmüş, dizinin
üstündeki elleri yanlara kaymış, hemen yıldırım gibi toparlandı,
dikildi, elleri dizlerine yapıştı. Dimdik, öyle donmuş, kıpırtısız
kaldı.
«Evet,» dedi yumuşak Abdülhalik Efendi. «Evet Temir Ağa.» Ala Tenure çok önem vererek. «Evet Efendim.»
Oldu, oldu bu iş. Hem tanıyor, hem de efendim diyor. Ne adam, ne iyi, ne iyi adam.
416
«Biliyorum, Kuşoğlu da oralardan emvali metruke soruştu da aramıştım. Var, olacak efendim. Olacak muhterem Temir Ağa kardeşim. Karaçalılığın orasında çok tarla var... Abdülhalik Efendi ayağa kalktı, hemen onunca birlikte yayına basılmış gibi Temir Yamakh da ayağa kalktı.
«Evet efendim,» dedi Abdülhalik Efendi kapıya yürüdü. «Evet efendim, gelecek hafta hallederiz. Ben defterlere bakayım da...»
Ala Temir Yamaklı odanın ortasında, ellerini bacaklarına basarak, parmaklan açılmış, yapıştırdı, sert, hazırol, dimdik duruyordu.
Abdülhalik Efendi baktı ki Temir kıpırdamıyor, geriye döndü, yanında yöresinde döndü şaşkınlıkla, öteki hiç durumunu bozmuyor, kıpırdamıyordu. Birden Abdülhalik Temir Ağanın niçin böyle durduğunu anladı, omuzuna dokundu:
«Anladım,» dedi. «Ne kadar varsa o kadar çok getir. Çünkü benim de çok ihtiyacım var.»
Temir bu sözü duyar duymaz bir kütük gibi Abdülhalik Efendinin ayaklarına devrildi, kunduralarım, dizini öpmeğe başladı. Abdülhalik Efendi eğildi, o ayaklarını öpüşlere boğarken, saçlarım okşadı, sonra da Temiri tutup ayağa kaldırdı, elinden tutup kapıya götürdü.
Temir durdu, gözlerini yere dikti:
«Çok tarla gerek bana çok, çok, çok efendim. Çok tarla gerek. Ne kadar varsa kıyıda köşede, satar satar, hepsini sana getiririm. Bana çok, çok, çok tarla ver Abdülhalik Efendi, yüce hörmetlim.»
Abdülhalik Efendi onun omzunu bir baba coşkusuyla okuyordu, gözleri dolmuştu. Şimdiye kadar kimse bu Temir Ağa gibi ona insanca davranmamıştı. Çiftlik sahibi ettikleri, milyon
417
F: 27.
kazandırdıkları, Çukurova kadar toprağı bir Kuruş aımauau ust-lerine yazdıkları...
«Sizin gibi çalışkan, saf, dürüst vatanseverlerle bir gün Türkiye iftihar edecektir. Bundan, şu andan, yaşadığımdan emin olduğum gibi eminim. Hariciye Vekili Doktor Tevfik Rüştü benim akrabamdır, hem de yakın. Ona yazacağım ki Türkiye büyük ilerlemelere gebedir, Türkiyenin istikbali parlaktır. Çüu. kü bu memlekette Temir Ağa gibi öz türk, saf kanlı, soyu temiz vatandaşlar, ağalar yetişmiştir. Atatürkün korkmadan, çekin, meden, gözü arkada kalmadan emanet edeceği şahsiyetler yetişmiştir, işte bir tanesi karşımda çelik tabyalar gibi duruyor. Ülkesi ve milleti bir bütün olaraktan, ayrılmaz, kopmaz, ölmez.,.»
Ala Temir bütün bunlardan hiç bir şey anlamamıştı anıa, bir şeyler, iyi bir şeyler sezmişti. Onun için Ankaraya yazılacaktı. Sonraçığıma, iyi bir adam memleketin bir yanım tutuyor diyecekti Abdülhalik Efendi. Çok, çok tarla versin de, az para alsın da ne yazarsa yazsın. Kurnaz, küçücük, yeşil sarı gözleri
ışıklandı, parladı, güldü.
«Ne kadar varsa kıyıda köşede, inekleri, boğaları da satarım... Bana çok, çok, çok tarla...»
Ala Temiri aşağıya, kapıya, bütün merdiven boyunca taş gibi sert, pürtüklü ellerinden tutarak indirdi.
«Güle güle,» dedi.
Ala Temir onun elini aldı öptü, başına götürdü, hızla Bacak köyüne yollandı. Yolda bildiği tek türküyü tutturdu, köye varıncaya kadar tekrarladı durdu.
İşleri, serveti, tarlaları, bankalarda kredileri büyüdü. Altı oğlunun dördü toprakla uğraşıyor, ikisi Adanada lisede okuyorlardı. Çocukların hepsi de babaları gibi tutumlu, en az babaları gibi tutumlu, en az babaları kadar çalışkandılar. Yalnız, bir tek kusurları vardı, babaları gibi değil de kasabalılar gibi giyiniyorlardı. Bir de, en kötüsü, büyüğü, arada bir kocaman tavuğu kesiyor, karısına pişirtiyor, her kasabaya gittiğinde de kasaptan bir kocaman keçi budu alıp getiriyordu. Ala Temir
418
caksınız beni, batıracaksınız beni,» diye bas bas bağırıyor, köyü çınlatıyordu. Köylü ne zaman, «batıracaksınız beni,» sözcüklerini dayarsa, anlıyorlardı ki gene Ala Temirin evine et girmiş. Ala Temir büyük oğlanın bu korkunç israfının önüne bir türlü geçemiyordu. Çünkü büyük çocuk bir traktör, bir biçerdöver ustasıydı ki, bu bölgede onun gibisi yoktu. Babasından, babasının gençliğinden bile on kat çalışkandı, eli yüzü, tüm giyitleri yağ içinde durmadan biçerdöver, batos, traktör onarıyor, sürüyor, çalıştırıyor, sürücüleri, ustaları yönetiyor, bazı oluyor aylarca evin, karısının yüzünü görmüyor, traktör, biçerdöver üstünde uyuyor dersin, traktörün, batosun, biçerdöverin bir parçası gibi düşmüş tarlalara, makinaların içine, yağa, toza toprağa bulanmış uğunuyordu. İşte bu sebepten Ala Temir onun üstüne va-ıamıyordu.
Geriye kalan oğlanlar alçak gönüllü, fazla bir şey istemeden durmadan çalışıyorlardı. Hepsi de hık demiş tıpıtıpma babalarının burnundan düşmüşlerdi.
Ala Temir hiç değişmemişti. Ayaklarında gene kırmızı postalı, gene Kocaman Hasana yaptırırken iki üç gün durmadan pazarlık ettiği postalı, tırlık şalvarı, Maraş inanışından mintanı... Donu gömleği gene yukarlardan, köyünden geliyordu. Anası öleli epeyi oluyordu ama köyünden Çukurovaya çalışmağa gelen akrabaları ona tıpkı anasının yaptığı giyitlerden geti-iiyorlardı. Ala Temir giyitlere çok seviniyor, akrabalarına tarlalarında iş veriyordu. Gene eskisi gibi yeni postalını giyiyor, evin günden yanma oturup sırtını duvara dayayıp ayaklarım uzatıp postalını doya doya günlerce seyreyliyordu. Her sabah karnı şişinceye kadar mırmırık çorbası içiyor, öğleyin imansız ayrana ekmek doğrayıp bir baş soğanı yumruğuyla kırıyor, abanıyordu. Aynı açgözlülükle, çabuklulukla.
Yalnız akşam yemeğinde değişiklikler olmuştu. Bulgur pilavı her zaman önüne yağlı geliyor, bu yağlı pilavı, bu karı, bu gelinler bizi batıracak, diye diye, içinden söylene söylene kaşıklı-
419
im t
1
¦e\v du-
yoruu. js.aucic ncBazı da büyük oğulun kasabadan getirdiği etler, kestiği tavuklar, av kuşları, nereden geliyorsa, ne soruyor, ne öğrenmek istiyordu, sofrayı donatıyordu. O zaman Ala Temiri inanılmaz bir sevinç alıyor, bir tad denizinde yüzüyordu. Tepeleme, bakır siniye yığılmış pilavın üstünde, parça parça etler... Önce Ala Temir karısıyla karşılıklı postallarını seyreder gibi etli pilavı, burun delikleri açıla kapana seyreyliyorlar, sonra yufka ekmekle elleriyle, kutsal bir şeye yaklaşırcana yaklaşıyorlar, ilk lokmayı ağızlarına gözlerini yumup atıyorlar, sonra ağır ağır, geviş getirir gibi çiğniyorlar, gözleri taddan kaymış, mest, sofranın başmda saatlerce kalıyorlar, yaşamın tadını sonuna kadar çıkarıyorlardı.
Önemli, çok önemli bir değişiklik vardı Temirde, başına kaim, simsiyah, sağ başında uzun bir tüyü olan, geniş kenarlı bir fötr şapka giyiyordu. Tarlaya, çifte çubuğa hep şapkasıyla gidiyordu. Temir eskisinden, gençliğinden daha çok çalışıyordu. Traktör, biçerdöver kullanmasını öğrenmişti. Büyük oğlu kadar değilse de Temir bayağı ustaydı. Gene de büyük oğluna, elinin hünerine, yüksek aklına gıptayla, azıcık da kıskançlıkla, hayranlıkla bakıyordu. Fötr şapkası iki taneydi. Ötekini, evde bir ipek bohçanın içinde saklı olanım ancak kasabaya giderken çıkarıyor, kasaba beyleri gibi önce uzun uzun, küçücük fiskeliyor, tozunu alıp öyle giyiyordu. Bir de altın diş yaptırmıştı, tam ön üst iki dişini çektirip. Halbuki dişi sapasağlamdı.
Bir değişiklik daha olmuş, tenekelerdeki paraları, büyük oğluyla bir gece topraktan çıkarmışlar, bir taksiye koyup Ada-nadaki bankaya yatırmışlardı. Evin köşesinde yüklüğün altında,
420
toprakta gene tenekeleri duruyordu ama, büyük paralar artık bankaya gidiyordu. Ala Temir Adanaya gittikçe bankasına, müdürden bir kahve içmeğe uğruyor, müdür yalvar yakar onu şehrin en büyük lokantasına götürüyordu. Ve, «aman Beyefendi, aman Beyefendi,» diyordu. «Sizin gibi iyi iki müşterimiz daha olsa, değil Adanada, bütün Türkiyede sırtımız yere gelmez.»
Ala Temir yılda bir iki kere de hiç gün geçirmeden aynı günlerde emekli olmuş olan Abdülhalik Efendiyi gene eskisi gibi bir teneke yağ, bir teneke balla görmeğe gidiyor, öyle iki eli dizlerinde kasılmış, dimdik sedire oturuyor:
«Yağı kendi elimle doldurdum tenekeye. Bataklık kurumaya yüz tuttu ama yağ gene nergis kokuyor. Bala gelince has püren balı. Bizim dağlarda, ak çağsaklı pınarların yöresinde püren olur. Lokman Hekim der ki püren yetmiş iki derde devadır. Bir de adamı gençleştirir, der. Bir de yarpuz, bir de çam... Bizim dağların apak petek balı...»
Abdülhalik Efendi onu candan karşılıyor, buyur ediyor, sonsuz kıvancını gösteriyor, önünde eğiliyor, ona Beyefendi diyordu.
Ala Temir bir tek şeyden şikayetçiydi, o da artık Abdülhalik Efendinin önünde yere kapanamıyor, elini öpemiyordu. Neden, niçin öpemiyordu? Yaşlanmıştı da ondan mı, yoksa alçak gönüllülüğünü mü yitirmişti?
Babasına sormadan büyük oğlu bir Mersedes satın aldı. Uzun bir süre Ala Temire bunu duyurmadılar. Halbuki Temir otomobilin alındığı gün her şeyi, otomobilin fiyatını, parayı nereden bulup verdiklerini, otomobilin modelini, her şeyini, her şeyini öğrenmişti. Hiç oralı görünmedi, haberi bile yokmuş gibi davrandı. Otomobil yarı yıkık evlerinin kapısında arada sırada gelip duruyor, Temir Ağa görmezlikten geriyordu.
Büyük oğlan babasının her şeyi öğrendiğini, sustuğunu anlamakta gecikmedi. Bir gün otomobili yudu, temizledi, evin önüne çekti:
«Bunu aldım baba,» dedi.
421
I*:
r
Temir Ağa uzun uzun otomobilin yöresini dolandı, tekerlerine, direksiyonuna, amblemine, aynalarına, en çok aynalarına baktı, bir çocuk gibi otomobille oynadı, çalıştırıp yeşil ışığını gördü. Yeşil, kırmızı, sarı... Koltuğa çöktü, ön koltuğa geçti. Oğlu onu merakla izliyordu.
«Kasabada bu arabadan başka kimde var?» diye sordu. «Kimsede yok,» dedi oğul öğünerek. Sonra ansıdı. «Kurt-boğada var ama bundan değil, bu son model.»
«Demek böylesi şu kasabada hiç kimsede yok?» «Yok,» dedi oğul.
Otomobilden çıktı, az ötede durdu, göğe göğün derinliğine uzunca baktı, sonra içini çekti:
«Demek kasabada bundan hiç kimsede bir tane bile yok?» «Yok,» dedi oğlu. «Çağır kardeşlerini.»
Oğul hemen koştu. Toz toprak içindeki üç delikanlıyla birlikte geldi.
Ala Temir kabardı, birkaç kere elini çırptı. Ağzı oynadı ama ses çıkmadı. Kendi yöresinde döndü. Güldü, yüzü acılaştı. Ağlayan bir hal aldı, dudakları sarkarak. Gene güldü, yüzündeki o ağlamsı hal silinmeden...
«Ağanız diyor ki bu otomobilden kasabada bir tane bile
hiç kimsede yoğumuş.»
«Yok,» dedi ortanca oğul.
Onun küçüğü:
«Adanada bile ancak iki üç tane vardır, olsa olsa.»
«Adana bizi ilgilendirmez,» diye göğsünü şişirdi Ala Temir
Ağa.
«Kasabada yok,» dedi orada bulunan oğulların en küçüğü.
«Öyleyse,» dedi Ala Temir, «hemen bugün Adanaya, yoksa îstanbula gidecek, siz üçünüz de bundan, tıpkısı birer tane çekeceksiniz. Okullulara yok. Onlar okuyor, o onlara yeter. Siz çalışıyorsunuz. Yalnız onlar okuldan dönünce isterlerse kardeşlerinizi otomobilinize alırsınız.»
422
«Alırız baba,» dediler.
Ala Temirin içi dolup dolup kabarıyor, gözleri yaş içinde, boğazı tıkanıyordu. Gözyaşlarını oğullarına göstermemek için eve koştu, yüklüğe gitti oturdu, ağlamağa başladı. Boynu bükük-•¦ Açlıktan, yoksulluktan ölen, mezarı bile belli olmayan anası geldi gözlerinin önüne. Sonra teker teker ölen, çırılçıplak kardeşleri, sonra gurbete gidip de dönmeyen, Yüreğir toprağından nakışlı çorabının teki gelen babası geldi gözlerinin önüne. Yıllardır, köyünden Çukurovaya indiğinden bu yana ağlamamıştı. Ağlamak aklına bile gelmemişti. Ağlaması bitince içini bir sevinç doldurdu, şapkasını bohçadan alıp dışarı çıktı, usul usul fiskelemeğe başladı, sonra iki eliyle şapkayı muhkem başına geçirdi. Büyük oğluna:
«Beni bindir de otomobiline kasabaya, kulübe götür,» dedi otomobilin kapışım açıp bindi, kuruldu, belki ömründe ilk olarak bacak bacak üstüne atmak istedi ama, kalın bacağını bir türlü ötekinin üstünde tutamadı.
Otomobilin penceresinden başını çıkarıp:
«Böyle aval aval ne bakınıp duruyorsunuz? Gidip otomobillerinizi çekinsana... Parasını, parasını... Banka müdürüne benden selam söyleyin. Ya da durun... Kaç Ura bunun tanesi?»
Büyük oğul söyledi.
Ala Temir cüzdanına el attı, çek defterini çıkarttı:
«Yaz,» dedi. «Üç tane. Aynısı. Başka kabul etmem.»
Delikanlı yazdı.
Ala Temir imza atmayı tam bir yıl uğraşa didine öğrenmişti. Çabalaya çabalaya, ter döke döke imzasını çekin altına jazdı. Zafer kazanmışcana:
«Alın, götürün,» dedi.
Otomobil çalıştı. **
Kulüpte Cafer Özpolat onu sevinçle kucaklayarak karşıladı. Hep birlikte, Savcı, Kaymakam, Avukatlar, otomobili gör-meğe aşağı indiler.
Cafer Özpolat bir ara onun kulağına eğildi:
423
yan-
(eye-du-
i. i-
«Temir,» dedi, «bir iyi haberim, hem de müjdem var, mu tumu isterim. Öyle az buz değil ha!»
Temir gözlerinin içi gülerek:
«Muştun başım üstüne Beyimizin oğlu,» dedi. «Müjde bile vermesen, senin emrin benim başım gözüm üstünedir.»
Cafer Özpolat, Çukurovada obası son yıllara kadar J ozul-nıamış tek oba Beyiydi. Babası yoksulluk içinde ölmüştü ama on iki köye yerleşmiş obası onu, eskisi kadar olmasa da, daha Bey biliyor, sözünden kolay kolay çıkmıyorlardı. Köylerden birisine, daha konup göçerken altı katlı bir konak yaptırmıştı. Bu köylerden birisi, çok vurucu kırıcı olanı, erkeklerinin hemen hepsi at hırsızı bulunanı her şeyleriyle Beylerine sıkı sıkıya bağlıydı. Öl dediği yerde ölür, kal dediği yerde kalırlardı. Beyin altı göze türkülere, ağıtlara geçmiş konağı sazlardan, kamışlardan yapılmış köyün huğları arasında apak badanası, penceresindeki
camlarıyla parlardı.
Babası öldüğünde Cafer Özpolat iki kardeşiyle yoksul, ortalıkta kaldı. Kardeşin birisi ortaokula kadar okumuş, birkaç küçük memuriyetlerde bulunmuş, sonra kendisini içkiye vermişti. Alçak gönüllü, öyle Beylik taslamayan birisiydi. Köyde kalanı ortaokulu bitirmiş, liseye bile gitmişti. Alıcı vurucu, gölgesinden ürkülen, kendisine bağlı kalan, at hırsızı köyün başında Beyliğini sürdürüyordu. En genci olan Cafer Özpolat güçlü kuvvetli, uzun boyluydu. Bey oğulları güreşmezler, pehlivanlık yapmazlardı, bu, düğünlerde bir süre güreşmiş, ödüller bile almıştı. Geniş omuzlu, çökük avurtlu, geniş alınlı, yanık yüzlü, kaim çeneliydi. Yürürken, başı havada, bastığı yeri görmeyerek, kasılarak yürür, yanına yönüne hiç bakmazdı. Kıravat takar, her zaman ütülü pantolon giyer, çizgili ceketinin cebine mendil sokardı, renk renk. Ve güzel, yanık Türkmen türküleri söylerdi.
Uzun yıllar bu Bey oğullan Akçasazdan geçindiler. Zengin olup onmadılar ama yoksulluktan da ölmediler... Akçasazın büyük bir kısmı sazlık, berdilik, kamışlıktı. Ve Çukurovada köylü evlerinin çoğu, hemen hemen tekmili kamıştan, sazdan, bcr-
diden yapılıyordu. Bey çocukları yaz gelince Akçasaza bekçiler koyuyor, saz, kamış, berdi kesmeğe gelen köylülere bunları satıyorlardı.
Uzun yıllar Bey oğulları Akçasazın ürünleriyle geçindiler. Sonra da kurumaya başlayan Akçasazın bir yanım baştan aşağı aldılar. Burası bizim, dediler. Akçasazın kamışlarını satarken, niçin, bu kamışlara neden para vermeliyiz, diye kimse sormadı. Kaçak saz kesenleri Bey bekçileri sopanın altına yatırıp bayıl-tmcaya kadar döğdüler, söğdüler, atlarını çaldırıp, sığırlarını kestirdiler. Akçasazın kuruyan binlerce dönüm toprağına konduklarında da kimse niçin, neden, diye sormayı akıl etmedi. Soramazlardı da...
Bu sıralar Maraşlılar kasabaya tek başlarına, kasaba zen-, ginleriyle ortaklık çeltik ekiyorlardı. Cafer Özpolatın Akçasazda topraklan vardı, bire kırk, elli veren... Yeni kurtulmuş. Elinin altında kendisine candan bağlı, alıcı vurucu, hırsız birkaç köy vardı, vardı ama, çeltik ekecek kadar bir parası yoktu. Çeltik Haziranda ekiliyor, Eylülde biçiliyor, bire yüz, yüz otuz veriyor, o yıl bir dolu, sürekli yağmur olmazsa hasatta çeltikçi birden zengin oluveriyordu. Toprağı sürmek yok, işlemek yok. Toprağın yüzüne çeltikleri ekip basıyorlardı suyu... Dünya sineğe, sıtmaya kesiyor, ovada sıtmadan binlerce insan ölüyor, tekmil ovada sıtmalanmamış kimse kalmıyordu ama, para geliyordu. Para geliyordu ya, bütün ova yaz boyunca bataklık oluyordu, olsun.
Cafer Özpolat kıvranıyordu. Ne yapsa da bir yerlerden birkaç yüz bin lira bulsa... Bu gidişle, gittikçe Akçasazın bataklığı da kuruyacak, sazların kamışların geliratı bitecek. Boş, bataklıktan kurtulmuş tarlaları da ekmek biçmek gerek... O zamanlar Demokrat Parti daha iktidara geçmemiş, bankalar Ağalara, Beylere oluk oluk krediyi akıtmamıştı.
Bir arkadaşı Cafer Özpolata akıl verdi: «Bak,» dedi, «Cafer Bey, senin obanın köyünde oturan birisi var ki... Vay anam vay! Ton kadar parası var. Eğer yolunu bulabilirsen ondan istediğin kadar para koparırsın.»
te
yaca
' -1. fevv
İis-
424
425
Dostları ilə paylaş: |