Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə43/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43

608

pıp koy vermişti ki, bütün bunları düşünmek aklına Dile germi yor, bunca belalardan sonra bile anası neden böyle sevinç içinde çalkanıyor, neden böyle bin yürek olup sevgiyle dolmuş, şaşmıyordu. Her şeyi çok olağanmış gibi kabul ediyordu. Karakız Hatun gelinini çağırdı:



«Yakın hamamı, yakın,» dedi. «Yunacağım. Kınalar hazırlayın, ellerimi saçlarımı kınalayacağım.»

Konağın içini, odalarını, en kuytu yerlerini dolaşıyor, bir kedi merakıyla konakta ne varsa inceden inceye bakıyor, araştırıyordu.

Üstünde iri iri güller açmış kabartma, mor damarlı ceviz sandıklar, ceviz masalar, sandalyalar, uzun bacaklı, Maraştan getirilmiş. Türkmen kilimleri ki, duvarları baştan ayağa süslemiş, heybeler, hurçlar, kara nakışlı kıl çullar, göz alan keklik, turaç alaları, kundaklan som sedef, en güzel tahta işleme tüfekler, Türkmeni, altın yaldız kılıçlar, üstlerine ayetler hakedilmiş... Ve Karakız Hatun çeyizlerine bakıyordu. Teker teker her bir parçayı çıkarıyor, gün ışığına seriyor, saatlerce gözünü bir nakısa, bir parçaya dikiyor, dudaklarında bitmeyen bir gülümseme, seyreyliyordu.

Mustafa Bey de artık iyice kendine gelmiş, yatağının içinde, anasından dolayı büyük bir mutlulukta gönenerek, hiç bir şey düşünmeden, yeynilmiş, yunmuş arınmış orada, öylece gü-lümsüyordu boyuna. Kürt Cerrah ona boyuna eski doğu Bejlerini, eski Çukurova Beylerini, bire bin katarak anlatıyordu. Mustafa Bey olanı biteni de unutmuş gibiydi. Derviş Bey düşüncesinin, düşüncesinin en küçük bir kırıntısı bile yanma uğratmıyordu.

Aradan on gün, on beş gün geçti, Karakız Hatun artık bambaşka bir Karakız Hatundu. Yüzünün örümcek ağı gibi olan kırışıkları açılmış, boynu gene eskisi gibi uzun, düzgünlemiş. gözleri parıltı, sevinç, mutluluk içinde. Bükülmüş beli iyicene doğrulmuş, ince, uygun, yürürken genç kızlığındaki gibi salınan, yumuşak...

609


F: 39

ner saoan, oüasnıı içerden kilitliyor, kocasından kalan na-gant tabancayı sandığından alıyor, gün ışığına götürüp menevişine bakıyor, mavzer yağıyla yağlıyor, kurşunlar koyuyor, boşaltıyor, pencereden dışardaki çınarın dalma konmuş kuşlara nişan alıyor, tetiğe çöktü çökecek, vazgeçiyor, sonra kutsal bir emanet gibi tabancayı sarıp sarmalayıp geri sandığa koyuyordu.

«Atımı çekin,» dedi bir sabah.

Doru bir at çektiler altına, soylu. Karakız Hatun atı binek-taşına götürdü, kimsenin yardımını istemedi, ata atladı, sürdü. Yolda, tabancayı belinden çıkardı, denemek için, bir Kars ağacı ışkınına ateş etti, üç kere. Dal kırıldı düştü. Yıllar sonra bile Karakız Hatun alışkanlığını yitirmemişti. Sevinçten dolup taşarak atını Sarıoğlu konağına sürdü. At gelip Sarıoğlu konağının avlusunda kendiliğinden duruncadır ki, Karakız Hatun her şeyi anladı. Azıcık heyecanlandı ama kendini, soğukkanlılığın! yitirmedi.

Dik bir sesle hemen önünde biten delikanlıya sordu:

«Ben çok uzaklardan geliyorum. Ünü büyük Sarıoğlunun konağı bu mu? Derviş Bey evde mi? Ben eski bir baba dostuyum. Uzak yollardan geldim, Derviş Beyi görmek dilerim.»

Delikanlı:

«Hoş geldin sefalar getirdin, büyük Hatun,» dedi sevinerek, «Buyur in.» Atının başını tuttu. «Buyur in, babam az önce atma bindi çıktı. Öğleye kalmadan gelir. Sen buyur in, rahat et babam gelinceye kadar.»

Karakız Hatunun yüzü seğirdi. Atının üstünde bir süre öyle düşündü kaldı.

«Senin adın ne?» diye sordu delikanlıya usulca, sesi boğularak, parça parça karıncalanarak, titreyerek. «Kimin oğlusun sen yavru, adın ne senin yiğidim? Ne de yakışıklıymışsm. Bir içim su gibisin yavru.»

«Derviş Beyin oğluyum, adım da ibrahim... Buyur büyük Hatun... Hoş...»

Karakız Hatunun belindeki tabancayı çekmesiyle içindeki

ı 610

kurşunlan İbralıimin üstüne boşaltması bir oldu. İbrahimden ancak bir uzun çığlık duyuldu, sonra olduğu gibi yere düştü, bir topak, oraya avlunun çimenleri üstüne kıvrıldı, uyur gibi rahat, kıpırtısız.



Tabanca patlar patlamaz da at şahlandı, Karakız Hatun son kurşuna kadar onu zaptetmeyi başardı. Kurşunlar son buluncadır ki at aldı yatırdı, yel gibi, karnı yere değerek, Anavar-za ovasında uçmağa başladı. Karakız Hatun atın dizginini bırakmış, yelesine yapışmış, atın çıkardığı yele dayanmağa, düşmemeğe çalışıyor, boylu boyunca atm sırtına yatmış.

At Anavarza ovasında uğunuyordu. Önce, dosdoğru bir çizgide Tozlu altına vurdu. Orada bir böğürtlen çalısından ürküp hızını kesmeden Kesikkeliye döndü. Oradan da Yalnızdut altına düştü. Oradan da Cığcık deresine düştü. Konağa geldiğinde köpüğe batıp çıkmıştı.

Avluda körük gibi soluyarak durdu. Karakız Hatun atm boynuna yatmış, bir an orada öyle yatmış kaldı. Sonra, usuldan, baş aşağı atm tırnağının dibine sağıldı. Önde Kürt Cerrah, arkada tekmil konak halkı koştu. Kürt Cerrah vardı Hatunun elini ellerine aldı:

«Tamamdır,» dedi. «Bu ölmüş, soğumuş bile...»

At orada, köpük içinde soluyarak duruyordu. Karakız Hatun sağ yanma yatmış orada toprağın üstünde uyur gibi, uykusunda gülümser gibiydi.

«Mistik ölecek, Mistik, Mistik, Mistik ölecek. Ölecek Karakız Hatun, Mistik ölecek!»

611

so

Bulanık suyun altında, su sallanıyor. Büyümüş, donmuş, sonuna kadar açılmış gözleri dalgalanıyor, bir uzuyor, sobe, bir kısalıyor, yusyuvarlak. Suyun altına başın gölgesi düşmüş, uzuyor, gidip geliyor. Çakıltaşlarmın üstünde sekiyor gölge. Çizmeye su doluyor, kan fışkırıyor köpüklenmiş. Köpeğin gölgesi de suyun dibinde, yeşilimsi, yosun bağlamış, tozlu gibi pürtük-lenen çakıltaşlarmın üstünde. Köpeğin gölgesi bazı bazı bir mandaya benziyor, gerilip boşalıyor, gerilip boşalıyor. Gözbebekler; sallanıyor akar suyla birlikte. Donmuş, çakılmış, kıpırdamayan bir parıltı suyun altında, köpek yalanıyor gözlerini suyun altındaki gözlere dikmiş. Su dönüyor, salkım salkım saçlı, suya kapılmış, uzadıkça uzamış başm yöresinde. Bir balık dokunup dokunup kaçıyor. Bir oyunda hızlı sırtı menevişli dönen savrulan suyun hızını kesen parmak kadar. Bir kuytuya gidiyor yarın dibine gölgesine sığınıyor bir süre. Sonra birden gene başa dönüyor başa dokunup dokunup son hızda kaçıyor. Başm burnunda, çizmelerinden kan çıkıyor, suyu kızıllaştırıp bir çizgi olup aşağ; ya köprünün altına aşağı kırmızı birer yol çiziyor. Çizginin biri tam sağ kulağm altından geçiyor. Tam altından...



Kurşunlar döküldüler pat pat, koygun durgun bir seste. Bir; iki, üç, yedi. Yedi birer ışık damlası olmuşlar.

Üstünden sular dökülüyor. Yürüdü kuru ak çakıltaşlarmın

612

üstünden hızla kayarak. Burnundan, bastıkça vırç vırç, bastığı yerde çizmelerinden kan, burnundan su içindeki bedenine çizgi çizgi, iplik gibi sarkarak kan iplikleri bırakarak, sünmüş, bir hoş saydamlıkta sünmede.



Üç kere tökezledi tepenin altındaki kayalığın dibinde, batağın ucundaki sazlığın ucunda. Sonuncuda kalkamadı. Çizmeleri kan doluyordu.

«Kalk ayağa köpek.»

Ayağa kalktı, kurulmuş gibi.

«Yürü önümden.»

Yürüdü kayalığa doğru.

«Tökezleme, dik dur, dik yürü.»

Kasıldı.

«Yalpalama.»

İki elleri yanında, kasları bükülmeden, her adımda bastığı yeri yordamlayarak. Sarı bir sis örtmüştü bataklığın üstünü. Sisin arkasındaki güneş yeyni, belli belirsiz bir sallantıda. Sisin ardındaki ağaçlar, otlar, sazlar, toz direkleri sallantıda. Tozun ardındaki bulutlar, otomobiller, kamyonlar hep birden farlarını yakmışlar sallanıyorlar. Işıklar donuk ses gibi koygun ötelerde, toz direklerinin altında gıcırdıyarak sallantıdalar. Suyun üstünde nilüferler sarı, ak, iri, serilmişler incecik dalgaların üstüne, sallanıyorlar.

Kurşunlar parlak, menevişli tabancaya bir anda parmaklara bile değmeden öyle bir hızda alışkanlıkta akar bir su gibi parmakların arasından kayarak doldular. Boşalıp doldular boşalıp doldular. Boşaldılar yorganın üstüne pat pat. Gömüldüler.

«Dur.»

Kaya uzun, ter çıkmış kulunçlarından. Ortalık yanıyor çatır çatır. Kayalar köz gibi.



«Uçurumdan aşağıya bak.»

Kuyu gibi, karanlık. Aşağıdaki orman, bataklık, insanlar, köyler küçücük. Hepsi bir avuç içine sığar. Akar sular çizgi. Aydınlıkta erimişler.

613

«tıpırdama. Bağla bacaklarına şu dinamit lokumlarını Mestan. Korkma Yel Veli, sen de şu fitilleri tak ona, birleştir.»



Mestamn elleri usta. Yel Veli kıyamıyor Beyine. Sapsarı olmuş. Biliyor, her şeyi herkesten iyi biliyor. Yel Veli de bulacak belasını az sonra. O Kafirden sonra. Ya kendisini kaldırır uçurumdan aşağı atarsa?

«Yel Veli bağla şunu ağaca, çeke çeke.»

Ağaç bir sakızlık ağacı. Yaşlı, tam kayalığın ucunda kayalığın yarığında bitmiş.

«Çabuk Mestan.»

«Sıvadım Beyim. İki bacağına, gövdesine dinamit döşedim. Ver Yel Veli. Hah şöyle...»

Fitil uzun. Her bacağa bir tane.

«Tamam. Ben tabancayı patlatınca, tamam. Siz de ateşleyeceksiniz fitili. Yok yok, fitili bana getirin.»

Fitil uzun, nereye kadar götürürsen gider. Çok uzaktan ateşlemeli, dumanı çıka çıka, yana yana, yavaş yavaş yürümeli. Gelen ölümü görerek, bekliyerek, bakarak...

Eğildi, sonra geri yekindi, dört bir yöresine bakındı, kibriti çaktı atesliyecekti, vazgeçti, soğukkanlı, hiç bir şey olmuyor-muşcasma, kollarını sallayarak sakızlık ağacının yanma vardı. Oraya, ağacın on metre ilerisine oturdu. Mestan adamı çeke çeke bir iyice ağacın gövdesine sarmıştı. Adam gözlerini yummuştu. Burnundan iplik iplik gerilmiş kan ıyıyordu, aşağılara, dudaklarının ucuna değerek, Çizmelerinin konçları köpürmüş yere göl-leniyordu. Yeşil sinekler arı oğul verir gibiydi, yüzlerce çakıyordu. Gülmeğe başladı. Mestan da güldü, sesli, konuşur, söğer gibi bir gülme. Yel Veli de güldü. Güler gibi ağladı. Başına geleceği biliyor. Gözlerini açmadı. Tam başının üstüne, kulaklarının dibine. Elleri titrediler, yedi kurşun birden aktılar tabancanın içine. Üç kurşun patladı arka arkaya ve dallardan serçeler yere düştüler pat pat.

Gözlerini açmıyor, kapalı, kurşun değil top patlatsan gözlerinin içine gene açmayacak.

614

Kayayı deldiler, öğleye kadar uğraşarak, deliğe dinamit doldurdular. Yeşil sinekler kayalıklarda, köpüklenmiş kanın yöresinde, üstünde şimşek gibi çakarak, kurşun gibi uçarak, uçurumun yarısından ancak hızlarını alarak dönerlerken, dinamit patladı patlayacak.



«Ben yamna gidiyorum. Gözlerini gözlerini, gözlerinin içi-ı; ne görmeliyim.»

/ Bir metre ilerisinde durdu. Çıplak tabancası elinde, taban-

canın topu durmadan fır fır dönüyor, fırrr. Dönüyor. Kurşunlar akıp doluyorlar. Parmaklarının ucundan kayan sular gibi. Göz-kapaklarmın altından gözleri kıpır kıpır ediyor. Yanakları, çıkık elmacık kemiklerinin üstü seyiriyor. Dudakları kurumuş, yer yer ağarmış çatlamış. Arada bir kırmızı dilini çıkarıyor, dudaklarını, bıyıklarını yalıyor. Bir de tepeden tırnağa titriyor, bir de tepeden tırnağa... Bir de tepeden tırnağa... Gerilmiş bedeni titrerken sarılı olduğu ağacı sallıyor. Ağacın dallan, yaprakları gövdesi ince, alttan belli belirsiz bir sallantıda, küçük küçük. Bazı hızlı hızlı, bazı sert sallanıyor, gerilmiş.

Dinamitin gürültüsü toprağı kayaları derinden salladı. Gürültü kulakları sağu: edercene uzun, patlamalarla yankılandı. Gözlerini açmadı, daha da sık kapadı. Göz kıyıları kırıştı. Duman çöktü bir süre aralarına. Sonra ağır ağır kalkarken, gözleri gene sıkı sıkıya kapalıydı. Yandan yönden çok yakınlardan, kayaları parça parça fışkırtarak, yerleri sarsarak, uzun uzun patlayarak, yankılanarak, yankılar gökgürültüsü gibi göğün ortasında gürleyerek dinamitler ateşleniyordu. Ve gözleri gittikçe kapanıyordu. Gözkapaklarımn altındaki gözleri kıpırtılarını yitirmiş, yokolmuşlardı. Gözlerinin yeri derinleşerek çukur-laşıyordu. Ağacın sallantısı gittikçe artıyordu. Fırtınaya tutulmuş gibiydi ağaç, bir iner bir kalkar gibi, eğilip doğruluyordu. Sarsılıyor, yapraklan ulu bir yelde hışırdıyor, karmakarış oluyor, dökülüyor, uçuyordu.

«Yel Veli, Yel Veli geliyorum, kesin patlatmayı geliyorum.»

615


Koşarak fitillerin olduğu yere vardı.

Tabancadan kurşunlar aktılar döküldüler, sonra yeniden usulcana bir su gibi tabancaya doldular, kendiliğinden gibi.

Kayanın arkasına geçti, fitili ateşleyecek, bir dakika içinde de her şey bitecek, baş bin parça, kol, gövde bin parça, havaya savrulacaktı. Pelte pelte yanmış, kavrulmuş kayalıklara dökülecekti.

Koştu, sivri kayalar çizmelerini dalayarak, yiyerek... Hançerini çekti, dişlerini sıktı: «Al ulan,» dedi, «al ulan.» Hançerin ucunu bacağına karnına daldırdı, üç kere. Kan inceden, bir yarıktan ince bir su sızar gibi bedenden sızmağa başladı. Yeşil sinekler gittikçe çoğalıyor, gittikçe de hızlanıyorlardı. Burnuna bir yerlerden pis bir koku geldi. Uzağı, kayaları, çiçekleri, sapsarı, günün berisindeki pusu kokladı, koku hiç bir yerden gelmiyordu.

«Ateşleyin fitili,» diye bağırdı. «Ateşleyin de patlasın bu kâfir. Haydi Mestan, Yel Veli ateşleyin...»

Ta aşağıda kayalığın, uçurumun en altında Yel Veli başını almış gidiyordu, koşarak, adımlarını kollarım uzaklaıa açarak, bir kuşa benzeyerek, dört köşe bir devingen olarak... «Dur Yel Veli!»

Filintasını çekti, yere diz çöktü, kayanın pürtüğüne, sivrisine, dikenine gelen dizi ağrıdı, nişan aldı, Yel Velinin az önüne boşalttı beş kurşunu arka arkaya... Yel Veli üç kere havada dönerek savruldu, bağırarak, bağırtısı kurşun seslerine karışmış kayalıklarda yankılanarak. Yere düştü, bacakları, kolları açılmış, ağzı yukarı toprakta kalakaldı, kıpırtısız. «Seni köpek seni.»

Birden, vay anasını, ağaçta gerili adamı unutmuştu, gördü ki gözlerini açmış, azıcık tepeden, alaylı kendine bakıp durur. «Mestan, Mestan ateşle fitili.» Ses yok Mestandan. «Sen de mi kaçtın Mestan?»

Aşağıya, Yel Velinin serildiği yere baktı... Baktı ki ne

616


Sarı pusun ardındaki güneş bulanık, doğarken, bir balkıdı, sonra sallandı, dağın yamacına düştü. Sarı pusun ardındaki dağ mora, bakıra, kızıltılara dönüşmüş, pusun ötesinde, uzağında sallanıyordu.

«Sana acıyacağımı sanıyorsun, değil mi? Sana ağacı gösterdim ki... Uyudun değil mi bütün gece...?»

Çiğ yağmıştı. Damarlarındaki kan akmıyor gibiydi.

Başka bir ağaç buldu uçurumun ucunda. Öteki sakızağa-cmdan daha kalın, daha uzun, bedeni daha pürtüklü. Adamı vattığı kayamn düzünden aldı, sürüyerek götürdü, adam ölü gibi de değil, pelteleşmiş, yumuşamış, kemiksiz, cıvık. Ağaca dayadı sırtını, adam hooop, yere iniverdi. Kaldırdı dikti, kaldırdı dikti, adam bir türlü ayakta duramıyordu. Tuttu, koltuk altlarından geçirdiği iple adamı üst dallardan birisine astı. Adamın ayakları yerdeydi, başı göğsüne düşmüştü. Dinamit lokumlarını bacaklarına, bedenine döşemeğe başladı.

«Şimdi şimdi, korkma. Sen de, ben de bu belâdan az sonra kurtulacağız, yiğidim. Yeter sana çektirdiğim. Bana ne çek-tirdinse hepsini ödeştik. Şimdi de çok uzak götüreceğim fitili. Yarım saatlik yola... Usul usul, yana yana gelecek... Sen sağ ben selâmet.»

Fitili taktı, bu sefer gündoğuya, uzaklara çekti. Yorulmuştu. Bir sigara aldı tabakasından yaktı. Koyu mor, bir el büyüklüğündeki kara, turuncu, kanatlarının ucu sırmalı benek kelebek geldi önündeki sığırkuyruğuna kondu. Konduğu dal sallan mağa başladı. Kelebekler aktılar geldiler, aktılar geldiler. Sığırkuyruğu mosmor kesildi. Arada bir kayalıklarda turuncu ışıklar çakıyordu.

Adamın gözlerini gördü. Gene boynunu uzatmış, sündür-müş, fitile doğru ağmış gitmişti. Fırlak gözleri yuvalarından kopacakmış gibi. Damarları şişmiş parmak parmak. Kırışıkları derinleşmiş.

Kurşunlar tabancadan eline, elinden tabancanın topuna dolup boşalıyor, top durmadan çıt çıt dönüyordu, birteviye.

619

us

de va de



çe uc rıi sir bil saı mi

şın rai



sın ne da mi) açı

de



* uzu suyun alünda gibi bir uzuyor bir kısalıyor Suyun al tında aydınlık göz, donmuş, bir çift. Gözler sunuyor kapan-j açüıyor. Çok iri, çok donmuş, suyun dibinde. Gözbebekleri sal lanıyor, göz akları parlıyor. Bir parıltı donmuş, suyun altında bir çift, su dönüyor. Tozlu yosun, tozlu çakıltaşları suyun dibin de. Bu- balık dokunup dokunup kaçıyor gözbebeklerine Soma balıklar çoğalıyor, Gözleri açılıp açılıp kapanıyor, donuyor Ba-liklar gözlerinde. Su sallanıyor, balık salkımları sallanıyorlar Birden, bir anda darmadağın oluyorlar. Gene usul usul korkarak toplanıyorlar, toplanıp dağılıyorlar. Gölgeleri oynuyor suyun dibinde, koyu yeşil, aydınlığın üstüne düşmüş, ince dalgalarda kırılıyor. Durgun, kıpırtısız, bir an...

620


«O iyi insanlar o güzel atlara bindiler...»

Puslu san yağmur yağıyordu, ince, dümdüz, çelik teller gibi sağılarak dimdik, göğün çok uzağından, eğilmeden bükülmeden, yer yer aydınlanarak, uzakta arada sırada balkıyarak... Arkasında gölgeler sallanarak, gölgeleri geçerek, belirsiz ağanlar, kamışlar tozaklayarak, saçılarak, yağmurun içine küçük mavi binlerce kuş dökülüp çavarak, oradan oraya. Yağmur bal-çıklaştı, sıvandı, koyulaştı, soluk aldırmaz oldu. Bakır kanatlı kartal kanatlarını germiş, öyle ıslak hiç kıpırdamadan, iğne iğne yağmur ışınları kanatlarından, gagasından, bedeninden geçerken orada, iki kavak boyu süzülüyordu, iri gözleri genişleyerek bir şeyler araştırıyordu, ölü avlunun ortasında balçığın üstünde yapış yapış yatıyordu. Pus altında. Gözleri buyumuş, donmuş, cam gibi. Yüzünde korku, inanılmayacak bir şaşkınlık çc-reklenmiş, çakılmış kalmış. Yüz, ölüm değil, korku, şaşkınlık olmuş. Yağmurun altında sarı buğusu içinde ölünün yüzü, gözleri korku kesmiş kollan, bacakları, bedeni durmadan uzuy -r inceliyor. Kam balçığa sızıyor, balçık yutuyor, taze, sasılı. Ağzının ucundan sızan kanı yağmur yıkıyor. Mersin dalları ak çiçekli, ortalık yağmur, mersin, çürümüş kabuk kokuyor. San, pas kokuyor, ibrahim kalaycıları severdi. Hep yüzünde korku. Bazı da coşkunluk, sevinç. îbrahimin boyu uzuyor, barut kokuyor bedeni. Çok yakından... Ve ağıtlar başladı. Meyronun sesi uzun, kesilmeyen, bitmeyen, sünen, durmadan buradan dağla-

621

K T;


usulcar

K

de de ] vaya s dökülec



K<

çerini ç ucunu rıktan sinekleı bir yer] sarı, gi miyordı

«/ kâfir. I

1 c


şını aln rak, bir

«I

Fil



sine, di ne boşa da döne mış ka] açılmış,

«S.


Biı

de mi k As

nn ardına uzanan, uzanıp gelen çığlığı... Kocasının paramparça olmuş ölüsüne gözlerini dikmiş öyle kalmıştı. Azıcık dudakları büzülmüş, yüzü seğirmiş, o kadar. Yabaml ağıtlar söylüyorlardı daha akrabaları, daha Mahmuda, bitip tükenmeyen. Şimdi Meyro bir uzun çığlık... Durmuyor. Parça parça kan... Derviş Beyin elleri koynunda, düşkün, açındıran. Şimdi daha da açındırıyor, suskun sallanıyor, yağmurun arkasında, sapsarı... Bakır kanatlı, kıpırtısız kartalın altında, çakılmış. Gözlerini ölüden ayırmadan.

Çizmelerinden, üzengiden kan damlıyor, tozun üstüne, tozu deliyor. Atın ayakları bileklerine kadar toza gömülmüş.

«Sultan Ağa, Sttltan Ağa!»

Atın tırnağının dibine sağılıverdi, yağmur içinde. Çınar yaprakları diz boyu avluyu doldurmuştu. Yaprakların üstüne ağzı yukarı serildi. Tüfekler' patladı avlu duvarımn ardında, arka arkaya. At ayaklarının sesi geliyordu.

Üç adam geldi odaya. Oturmadılar. El bağlamış, boyun bükmüş öyle durdular. Konuşmadılar, öyle baktılar.

«Sultan Ağayı ver bize Bey,» dediler, sonunda. «Doğru. gelmiş evine, yüce sayvanlı konağına sığınmış, veremezsin. Ama ver Bey...»

Gecenin karanlığından çıktılar. Uyku ölümdür. Ölümde bastırdılar. Sabaha kadar hançerler işledi. Sabah olup gün açılınca, her yan kan içinde kaldı. Beşikteki bebeleri, çocukları, kadınları kızları, yaşlıları, erkekleri, kim varsa konakta, ne ki canlıysa hepsi hançerlenmişti. Tepeden tırnağa kan içinde.

«Sultan Ağa, Sultan Ağa budur işte... Onu bize ver Bey... Onu senden alacağız. Tüm Haran ovası buraya akacak, onu senden alacağız. O gerek bize, o gerek. Ver onu bize... Onu kimseye verme. Yağmur yağıyor, onu ver bize. Şu avluda yatanın ölüsü yüzü suyu hürmetine onu ver bize...»

Suskunlar, orada, elleri göğüslerine kenetlenmiş orada, öyle duruyorlar, karanlıkta kıpır kıpır, konuşmuyorlar gibi, konuşuyorlar. Dudakları hiç oynamıyor. Dişleri kenetlenmiş.

622


Traktörlerle, kamyonlarla, atlarla, araoaıana geıtmcı. ^ı~ pençe konağın yöresine sıralandılar. Geceyi beklediler. Gece dağlardan indi. Uzun, iri, saçılan, en hızlı dönen, yalbırdıyan dönerken toz direği kapıda gecenin ortasında durdu.

«Sultan Ağa, Sultan Ağa...»

Sultan Ağa ateşler içindeydi. Sayıklıyor, bir görünmeze yapışıyor gibiydi. Kara kıvırcık kirpikleri terliydi. Yüzü gittik-

çek sararıyordu.

«Varsın hasta olsun, hasta olsun.»

Meyronun çığlığı geliyordu uzaktan, gecenin arkasından., en ucundan... Mahmudun parça parça kanlı etleri balçığa, bir aklıktan dökülüyordu. Kıpırtısız bakır renkli kartallar kanatlarını germişler göğe çivilenmiş asılmışlar, çığlık çığlığa . '

Boşluğun içine düştü. Derviş Bey bir düş içinde uyuşmuş, bomboş. Ölümden ötenin, sonranın boşluğu. Atma bindi. Ayakları üzengide Karakız Hatunun, doksan yaşında, başı toprakta, at durmadan koşuyor. Karakız Hatunun kanlı başı çalılardan, taşlardan, çukurlardan, dikenlerden, çiçeklerden, kan damlaları

bırakarak sürükleniyor.

Anavarzanın ucundaki toz direği küçücük saydam, orada Ceyhan ırmağının kıyısında usuldan dönüyor gezinir gibi. Uslu, az sonra sönecek gibi.

Derisi kemiğine yapışmış bir ceren bacakları bükülerek bataklığın kıyısından nergislerin içinden, nergislerin oymağında

yitip çıkarak yürüyor.

Doludizgin konağın yöresinde, alaşafağın ortasında, bir deli dönmede Derviş Bey. Akşamdan beri bağırıyor, ne bağırıyor, kime bağırıyor, konağın pencerelerine kurşun sıkıyor dönerek.

Avlunun ortasında, ayağı üzengide, başı tozların içine yarı yarıya gömülmüş, gözleri yumulu, Karakız Hatun. At, taştan bir at gibi, kıpırtısız. Karakız Hatun ayağı üzengide... Sol ayağı, başı yerde. Yüzünde hiç bir kırışık kalmamış.. Tellal, suyun içinde, tuzlu suyun içinde bir topalîk kalmış. Kambur, yü-

623 . A * {-x ¦

m aç


zü get ^.iş, kemiklerine yapışmış, sarkmış. Gözleri gittikçe kocamı işiyor.

Ağıtlar, çığlıklar biribirine karışmış. Mehmet Ali kaçmış gitmiş. Mehmet Ali yok. Traktörleri, otomobilleri, Akçasaz ıoprağını bırakmış başını almış gitmiş. Hiç bir şey söylemeden.

Yağmur yağıyor, iğne iğne, sarı çelik teller iniyor, sıkı sıkıya gerilmiş yukardan aşağıya, balçık toprağın üstüne. Mersin kokuyor.

Karanlık gölgesi toprağa düşüyor Derviş Beyin. Sıcak çatırdıyor. Derviş Bey kıpırtısız, ovanın ortasında, yalnız, dikilmiş kalmış. Altındaki at terliyor.

Başım kaldırdı. Akyollu konağı sıcağa oyulmuş gibi, kalakalmış. Irgatlar tarlalarda, sarı sıcakta boyunları sunmuş, karıncalar gibi, ağır ağır deviniyorlar, uzak.

Toprakkale yönünde Telkubbeden bir iki toz direği yerlide, Değirmenocağına doğru geliyor. Düldüldağı balardan, kızıltılar içinde biçimli, dumanlanıyor, ateşteki bakırın tütmesinde.

Ve kapıya dayandılar.

«Sultan Ağa, Sultan Ağa...»

«Durun geliyorum,» diyor Sultan Ağa.«Durun köpekler. Siz bin, ben bir kişiyim ama, durun geliyorum,» diyor Sultan Ağa.

Abanoz sakah, yalım karası gözleri... Ayağa kalkıyor, ayakta duramayıp âlüşüyor.

Ak sakalları uzundu, kirliydi. Duvarın günden yanma oturmuş, sırtını ağaca dayjunıştı. Gözleri kapalıydı. Derviş Bey atını sürdü konağa, kojMİğfn yöresinde pencereleri kurşunlayarak doludizgin dönmeğe başladı. Konaktan hiç bir karşılık gelmiyordu. Sanki hiç bir canlı yoktu içerde. |

Yaşlı adam gözlerini açtı. .Derviş Bey dönüyoıŞ ^boşluk büyüyordu. Ölümden sonraki'gibi.

«O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler.»

içindeki
"rswn, Yel Veli yerinde yok, ötede suyun kıyısında bir topak olmuş kayıp gider. Diz çöktü, filintasını doğrulttu, beş el daha ateş etti, Yel Veli düştü, sonra da kalktı. Geriye döndü, ağaca gerili kişi gülümser gibi, gözleri suyun dibinde, açılmış, büyümüş, donmuş. Dalgalarda sunuyor, uzuyor, bir çizgi olup sonra

da yuvarlaklaşıyor.

Fitile koştu hemen ateşledi. Fitil dumanı tüte tüte yanmağa, adama doğru gelmeğe başladı.

«Aç gözlerini, aç gözlerini. Bak, geldi geldi, patlayacak sın. Aç aç, fitil yandı, geliyor.»

Çırpınıyor, bağırıyordu. «Aç aç aç gözlerini, aç...» Fitil geliyor, ağaçtaki geriliyor, gerildikçe gözlerini yumuyor, yumdukça gözleri çukura düşüyordu. Fitilin dumanı lk: üç kulaç yaklaşmışken vardı, birden fitili çekti kopardı öteye fırlattı. Fitil kayanın dibinde çöreklenmiş yandı bitti, ince dumanı bir süre bir boz, gümüş, soluk çizgi gibi kayalıkların üstünde kaldı, silindi.

Gözleri gülüyor, öyle mi?

«Görürsün bu sefer görürsün, seni patlatayım da görürsün. Görürsün gözlerini kapamayı...»



Bir kangal fitil daha aldı. Açtı. Adamın bedenine sarılı dinamitlere soktu, uzattı eski yere, kayanın kuytuluğuna kadar. Hemen de ateşledi, koşarak geldi. Şaşkınlıktan orada, adamın üç adım ötesinde kalakaldı. Adamın gözleri donmuştu, açılmıştı. Kirpikleri de uzamış, seyrek, diken diken, kıvrılmış. Gözleri dumanlanarak gelen fitilde. Kıpırdamadan, boynu yanıp gelen fitile doğru uzadıkça uzuyor, sunuyor. İnanılmaz, bu kadar uzadıkça uzayan bir boyun görülmüş değil. Fitil yaklaştıkça gözler de pörtlüyor, uzuyor, yuvalarından fırlayacaklar. Fitil on beş metre kaldı. Adamın yüzü mosmor. Gözleri pörtlc-miş, domur domur ter. Ter damlıyor. Fitil yaklaşıyor, kaçmak mı? Kaçtı, sonra geri döndü. Beş adım, adamın yüzü sapsarı, gözleri yumulu... Birden fitile saldırdı, kopardı attı. Fitil ağır gün ışığında kayanın dibinde yandı bitti. Boğazı kurudu, elleri

Yaşar Kemal _ Demirciler Çarşısı Cinayeti
Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin