Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə38/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43

538

dürttü. Ne var bunda da nekes olup söylemiyor da rızkıma mani oluyorsun?»



Daha çok, çok söyledi ama Mahmuttan ses çıkmadı.

Çavuş:


«Günah benden gitti,» diye gürledi.

«Bahse girerim,» dedi Cafer Özpolat.

«Konuşacak,» diye öfkeli, kesin konuştu Yüzbaşı.

«Türkiye Cumhuriyeti...» dedi Kaymakam.

«Varolsun, payidar olsun,» dedi içki içmeyen, kasılmaktan. ellerini dizlerinin üstünde tutmaktan yorulmuş Ala Temir.

«Bu şerefsizliktir,» dedi Doktor. «Bir katili tutmak alçaklıktır. Ne demek?» diye bağırdı Doktor.

Cafer Özpolat:

«Bütün bunlar bana mı Doktor?» diye soğukkanlı sordu.

Hep bir ağızdan:

«Sana olur mu?» diye konuştu ötekiler, Doktor ve Cafeı Özpolat sustular.

Hacı Kurtboğa saatine baktı.

«Saat dört, nerdeyse tanyerleri ışıyacak,» diye telaşlandı. «Hasan Çavuştan da bir haber yok.»

«Şimdi gelir,» dedi Yüzbaşı. «Hiç üzülmeyin.»

«Ben gidiyorum. Bana izin ver de ben onu iki dakikada konuşturayım Yüzbaşım.»

«Buyur git,» dedi Yüzbaşı. «Konuşsun da, ister sen, ister Hasan Çavuş...»

Kurtboğa yalpalayarak Komutanlığa geldi. Mahmuda işkence yapılan yeri biliyordu. Kapıyı çaldı, Hasan Çavuş kapıy, hemen açtı. içerde altı candarma ve Mahmut zincirleriyle pis bir çamurun içinde yatıyor, ölü gibi kıpırtısız, duvardaki gaz lambası titrek ışığını arada yanıp sönerek zincirleri ışılatarak salıveriyordu.

«Hepiniz dışarı çıkın,» diye emretti Kurtboğa. «Çavuş sen de... Ben konuşacağım onunla, iyilikle...»

539


fl^P!

Kapı kapandı. Kurtboğa vardı, Mahmudu sağ elinden tuttu. Kan içindeki el sıcaktı.

«Osmanı bilirsin, işte şu senin yattığın yerde can verdi. Damarlarındaki tekmil kanı boşalttılar. Sarıçamda, bunu da iyi bilirsin, Hacı Veli çetesiyle birlikte otuz üç kişiyi kaçıyorlar diye, bir yarın dibinde kurşuna dizdiler. Kim sordu, yozcuyu öldürüp Yalnızdut Karakolundan hendeğe attılar, kaçarken vurduk dediler, kim sordu? Resulün kellesini kesip anasına yolladılar, bütün köy görsün de ibret olsun diye... Kim sordu? San Tanışlı köyünde, köyün ortayerinde sekiz kişiyi meydan dayağına çekti candarmalar, hepsini döve döve öldürdüler, kim sordu? Sen bütün bunları görmedin duymadın mı? Şimdi sabaha karşı seni öldürecekler. Doktor raporunu yazdı bile, yaaa... Sana yazık değil mi? Sen öleceğine Derviş ölsün. Ben seni kurtarırım. Sana tarla veririm Akçasazdan... Çiftlik veririm, Maaş bağlarım sana ölene dek. Haydi canım kardeşim, iki gözümün ışığı yiğit Mahmudum, haydi, söyle, söyle ki, beni Murtaza Beyi öldürmek için Derviş Bey yolladı de... Haydi canım...»

Sesi candan, okşayıcı, baba, ana, kardeş şefkatinde...

Daha konuştu, uzun, yanık, dost, kardeş gibi konuştu. Mah-muttan en küçük bir ses bile çıkmadı.

Kurtboğanın tepesinin tası attı:

«Ulan öldün mü?» diye tekmelemeğe başladı Mahmudu. «Ulan anasını avradını... Ulan... inatçı hayvan Kürt... Ulan, Hasan Çavuş,» diye bağırdı. «Günah benden gitti, öldür şu deyyusu. »

Sesi kesindi. Hemen, koşarcana oradan ayrıldı, bir öfke, bir

yorgunluk olaraktan salona girdi:

«Konuşmayacak,» diye inledi, dolu rakı kadehine sarıldı «Bir de ben gideyim,» dedi Cafer Özpolat. «Çocukluk arkadaşımdır. Belki beni kırmaz, mert adamdır.»

«Git,» dediler. «Çocukluk arkadaşındır, seni kırmaz.» Cafer özpolat kadehindeki rakıyı ayakta başına dikti, sonuna, son damlasına kadar içti.

540


Usul usul tanyerleri işiyor, geç kalmış birkaç horoz kasabanın orasında burasında ötmelerini sürdürüyorlardı.

Gözaltı odasının kapışma geldiğinde içerden kırılma seslerine benzer sesler geldi. Cafer Özpolâtm yüreği cızz etti. Hemen kapıyı çaldı, kapıyı Hasan Çavuş açtı.

«Konuşmuyor, konuşmayacak bu adam Cafer Bey,» dedi yılgın. «Konuşturamayacağım. Aaah!» Derinden içini çekti.

«Dışarı çıkın, hepiniz,» diye emir verdi Cafer Özpolat. «Bakalım, bir de ben konuşayım.»

Aşağıda, ıslak çimento tabanda Mahmut kıvrılmış yatıyordu, ölü gibi. Kanı çimentonun çukurlarına göllenmişti. İçerisi inanılmayacak kadar berbat kokuyordu. Cafer Özpolat başını yana çevirip burnunu tuttu bir süre.

«Öldürmüşler seni,» dedi. «Seni öldürmüş Allahsızlar Mahmut. Söyle kardeş... Ne olacak? Yoksa seni öldürecekler. Derviş Beye verseler verseler on sekiz yıl verirler. Sana da öyle. Bir af çıkar kurtulursunuz. Derviş Bey için öldürtme kendini...»

Sözünü bitiremedi kendini dışarı attı. içerisi öylesine sası sası, ciğerleri delen kokuyordu ki...

Koşarak Mahir Kabakçıoğlunun evine geldi.

«Konuşacak halde değil, yarı canlı. Mahmut ölecek,» dedi kadehine yapıştı, bir dikişte hepsini içti.

Mahir Kabakçıoğlu kalktı ayağa:

«Hele bir de ben deneyim,» dedi. «Durun bakalım.»

Kabakçıoğlu korkarak, ayağı ayağına dolanarak gözaltı odasına girdi:

«Mahmut, Mahmut!» diye bağırdı. «Kürt Mahmut, eğer Dervişin adını verirsen sana Akçasazdan iki bin beş yüz dönümlük bir çiftlik vereceğim. Yoksa ölüyorsun, ölmüşsün işte...»

Bu sözleri söylemesiyle dışarıya çıkması bir oldu. O gelir gelmez Süleyman Aslansoypençe denedi kendini. Yarı kan içindeki adamı kucağına alıp yalvardı. Mahmut ona da en küçük bir kıpırtıyla olsun karşılık vermedi.

«Öleceksin, öleceksin. Senin gibi bir babayiğide, ana kuzu-

541


suna yazık değil mi? Derviş gibi bin it senin bir tırnağın eder mi, yavrum, aslanım?»

İçini çekti: «Yazık,» dedi, oradan ayrıldı.

«Ölecek,» diye gürledi. «Ona hiç bir söz para etmez. Ölecek, konuşmayacak ölecek?»

Yüzbaşı:


«Konuşacak.»

Savcı:


«Elbette.»

Kaymakam:

«Türkiye Cumhuriyeti ölüyü bile konuşturmağa muktedirdir. »

Cafer Özpolat ayağa kalkıp bağırdı. Bir eli göğsünde, bır eli kadehinde:

«Türk öğün, çalış, güven.»

«Bravo,» diye alkış tuttular ona.

«Hele bir de ben maskımı deneyim şu Kürtte.» dedi Ala Temir, yorgun, hazırol durumunda, ellerini dizlerinden çekerek ayağa kalktı. Gözaltı odasına geldiğinde gün ışıyacaktı. Odada gözlerini kirpiştirerek baktı yöreye, bakışları geldi Mahmudun üstünde durdu:

«Vah,» dedi, «vah. Öldürmüşler seni.» Yanma çömeldi, usulcana ağzını kulağına dayadı. «Dayan kardeş,» dedi, «sabah oluyor. Ele verme Derviş Beyi. Ele versen de onu vermesen de seni öldürecekler. Doktor gün atarken sana bir ağılı iğne yapıp öldürecek. Ona bunun için çok, bir ton para verdik. Sen ölüyorsun, hiç olmazsa Derviş Beyi öldürme. Sağlıcakla kal, hakkını helal eyle aslan Kürdüm.»

Ağlayarak, göğsü kalkarak dışarıya çıktı. Mahir Beyin evinin kapısında bir süre beklemek- zorunda kaldı. Gözyaşları bir türlü durmuyordu. Kendi kendine konuşuyor: «Bu Hükümet adamlarında, bu Ağalarda hiç din iman, merhamet insanlık kalmamış,» diyordu. «Yılda binlerce, binlerce fıkarayı böyle öldürüyorlar, öldürüyorlar.»

542


Gözlerini mendiliyle iyice kuruladıktan sonra yukarı çıktı. Onu, «Çok geciktin,» diye karşıladılar. «Ne oldu.» «Konuşacak,» dedi Ala Temir. «Mecburi.» «Konuşacak,» dedi Yüzbaşı. «Hasan Çavuş.» «Buyur efendim.»

«De konuştur şunu artık sabah olmadan.» «Konuşacak Beyim.»

Doktor ayağa kalktı, uykulu, sersemdi. Dün akşamdan bn yana sıtmalılar kapısını, yüzlerce, çoktan tutmuşlardı. Doktor buraya beş yıl önce tayin edilmiş, Erzurumlu fıkara bir evin çocuğuydu. Istanbulda Medreselerde yatarak, artık yiyerek okumuş, kurda kuşa, tekmil yaratığa düşman kesilmişti. Kasabadaki tek doktordu ve her gün yüzlerce hastaya kinin iğnesi yapıyordu. Kasabada çıkan dedikoduya göre kinin iğnesi Doktora pahalı geldiğinden hastalara su enjekte ediyormuş. Ne ederse etsin Doktor beş yıl içinde zengin oldu. Bir portakal bahçesi, yetişmiş, yetmiş beş dönüm, altı bin dönümlük bir çiftlik, Ana-varza ovasında, iki de ev yaptırdı kendisine, büyük bahçeler ortasında...

«Ben gidiyorum,» diye ağzını bir karış açarak esnedi, gerindi. «Bu adam inatçı Kürt konuşmayacak. Ben raporu yazıyorum.» Cebinden kalem kağıt çıkardı, bir süre yazdı. Yazdığını birkaç kere okudu. Oldu der gibi başını salladı, raporu Savcıya uzattı: «Kalp yetmezliğinden, karakola getirilirken yolda ölmüştür. At üstünde... Eğer ölürse rapor bu, ölmezse raporu yırtar atarsınız.»

Hasan Çavuş:

«Ölmeyecek Doktor Bey,» dedi çıktı. «Eeeh, o zaman da raporu yırtar atarsınız,» dedi Doktor. «Şimdi hastalar kapıları kırmışlardır.»

«Dur Doktor,» diye ayağa kalktı Hacı Kurtboğa. «Aklıma bir fikir geldi ki fikir derim sana.»

«Ne?» diye merakla sordu Doktor.

«Ne?» diye sordu Yüzbaşı, bıkmış, yüzü Jcağıt gibi, solgun.

543


«Ne?» diye sordu uykulu, yarı sızmış Savcı.

«Beyler, Ağalar, hem de Muallim Bey Hocamız diyor

ki...»

«Ne diyorum?» diye uykusundan sıçrayarak sordu Rüstem Bey.»



«Bey Ağalar diyorlar ki bir zabıt tanzim edelim, Kürt Mahmut konuşmuş gibi, imzasını atalım.»

«Atalım,» dedi Aslansoypençe.

«Atalım,», dedi Cafer Özpolat. «Vay anasını, şimdiye kadar neden bunu akıl etmedik de gecemizi zehir eyledik?»

«Tuh,» dedi Ala Temir. «Boşu boşuna öldürdüler babayiğidi, Kürt Mahmudu. Tuh yazık...»

Kabakçıoğlu sustu.

«Hayır,» diye bağırdı Yüzbaşı. «O inatlaştı, bir de... Konuşacak. »

«inatlaştı,» dedi Savcı. «Bu adam devlet güçlerine karşı inatlaştı. Bu adam hali isyandadır. Eğer o konuşmazsa biz bu halkı tutamayız. Bizi sokağa çıkarmazlar, daireye vardırmazlar. Bu adam inatlaştı, bu adam hali ayaklanma üzredir, konuşacak sultanım, mirim.»

«Konuşacak,» dedi Kaymakam. «Kimsenin devlet güçlerine karşı böyle kafa tutmasına izin veremeyiz. Sahte evrak tanzim etmek bizim iktidarsızlığımızı gösterir. Devlet sahte evrak tanzim etmez. Bu adam konuşacak.»

Ve Yüzbaşı gerilmiş bir yay gibiydi, ayağa fırladı:

«Vatanımızın bütünlüğüne,» diye bağırdı. Ortalık zangır zangır etti. «Bütünlüğümüze kastederek ve milletçe refah saadetimize engel olmak için... Ve son kalmış Türk Devletinin selameti uğruna... Kimsenin, bir ölünün bile kafa tutmasına, son Türk Devletine... izin vermeyeceğiz. Ve ali menfaatlerimizi ha-Jeldar etmeğe bir sinek de olsa, müsaade etmeyeceğiz. Bir Hükümet, bir devlet sahte evrak tanzim edemez. Son kalmış Türk devleti...» Soluyarak yerine oturdu. «Ne demek, ne demek,» •diyordu boyuna. «Ne demek, ne demek! Ne demek, sahte evrak

544

tanzimi ne demek Beyler,» diyordu köpürmüş, dudakları öfkeden titreyerek.



Savcı da ayağa fırladı Yüzbaşı gibi. Öfkeli, sallanarak, öfkelenmeğe çalışarak:

«Eğer bir sinek, bir böcek, bir arı, bir hanımböceği, bir karıncaysa da bize karşı koyan, var gücümüzle, bütün varlığını toplayarak memleketin üstüne yükleneceğiz. Ne söz o?» Kollarını iki yanına açıp uçma talimleri yaparcana sallamağa, kendi de birlikte öne arkaya sallanmağa başladı. «Ne söz o, ne söz? Ne söz, sahte evrak tanzim etmek, işte bu olamaz. Kürt Mahmudu konuşturmağa Hükümetimiz elbette muktedirdir.»

«Muktedirdir,» dedi Kurtboğa, «Ne demek, ne demek...»

«Muktedirdir,» dedi özpolat.

«Muktediriz,» dedi Aslansoypençe.

«Olamaz,» diye ayağa fırladı Ala Temir.

«Bu nasıl bir söz ki ağzımızdan çıkar da Devletin otoritesini beş paralık eder,» diye candan konuştu Mahir Kabakçıoğlu. «Kim bu insan ki böyle bir teklifte bulunur?»

«Kim?» dediler hep bir ağızdan.

«Kürt Mahmut konuşacaktır,» diye otoriter bir sesle, öfkeli, kesin küçümser, inatçı, güvenli konuştu Yüzbaşı.

«Konuşacaktır,» diye bağırdı Süleyman Aslansoypençe. «Devlet gücüne dağ mı dayamr?»

«Konuşmazsa,» dedi Doktor, «hem de ölürse, işte rapor elinizde.»

Gün bir minare boyu yekinmişken Hasan Çavuş geriye döndü. Orada beklemekten canı çıkmışlar, gerilip, birer öfke yığmı olmuşlar, hep birden ayağa fırladılar, kapıda gözüken Hasan Çavuşa doğru. Hasan Çavuş kapıda gözükür gözükmez...

Çavuş tepeden tırnağa kan, çamur içindeydi. Yüzü sararmış, uzamış, sarkmış, paslı bir renk almıştı. Akşamki Hasan Çavuşa bu dökülmüş bitmiş, erimiş, süklüm püklüm, derisi çuval gibi gevşemiş, gözleri çukura kaçmış adam hiç benzemiyordu.

545


F: 35

ruzoaşı oaanm ortasına kadar ayaklarım sürükleyerek gelen Hasan Çavuşun yöresinde üç kere hızla döndü:

«Ne oldu, konuştu öyle mi?»

«Boğazına kadar toprağa gömdüm,» dedi duyulur duyulmaz bir sesle Çavuş. Kekeledi. «Şişirdim sonra da pompayla onu, Amerikan usulü.»

«Sonra, sonra, sonra...?»

«Çok inatçı.»

«Anladık, inatçı inatçı. Anladık inatçı. Sonra, sonra... Sonra konuşturdun mu?»

«Ben, ben, be... be... ben... Böyle inatçı bir adam görmedim. »

«Ne oldu ulan?» diye koparırcana onun kolunu çekti Yüzbaşı. «Ne oldu ulan?»

«înatçı, inatçı, inadından...»

Yüzbaşı öfkeyle Çavuşun dizlerine dizlerine çizmelerinin burnuyla dürttü, vurdu, kırarcana.

«Ne oldu?»

«Öldü,» dedi ağlamsı bir yüzle Çavuş, «inadından öldü, biz onu şişirirken. Çok da şişirmediydik.»

Yüzbaşı çıldırdı:

«Ben de seni, ben de seni, ben de seni öldüreceğim,» dedi bağırarak, bütün mahalleyi çınlatarak, sille tokat Çavuşa girişti. Çavuş zaten yorgunluktan ölüyordu, yere düştü. Yüzbaşı yere upuzun uzanmış Çavuşun üstünde çılgın bir oyunda, saçları diken dikendi. Öfkesinin geçmesi uzun sürdü. Yerdeki Çavuşun üstünde döğünmesi bir türlü bitmedi.

Sonunda Savcı dayanamadı:

«Kendinizi helak ediyorsunuz Yüzbaşım, bu beş paralık adamlar için,» dedi kolundan tuttu. Yüzbaşıyı getirdi sandalya-sına oturttu. Yüzbaşı ter içinde kalmış, sapsarı, körük gibi soluyordu.

Ağır ağır, bacaklarım germiş, kendine gelen Yüzbaşı: «De mek konuşmadı, öldü ha?» diye gülümsedi. Demek koskoca-

546

man Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin gücü yetmedi ona. Bizi ölümle yendi, aşkolsun.» Bir öfke nöbetine daha tutuluyordu ki, direndi: «Kalk Çavuş,» dedi durgun bir sesle. «Kalk! Madem öldü, o itin ölüsünü, yani leşini götür çarşının ortasına, alana at... Nasıl olsa onun nasıl öldüğünü herkes bilecek. Bari leşini görsünler de ibret alsınlar...» •



Kasabanın alanında Mahmudun tanınmayacak kadar paramparça ohnuş kanlı ölüsü iki buçuk gün halka gösterildi. Eski Yunandan kalmış geniş bir mermer lahit kapağının üstüne yatırılarak. Ve çelik sinekler ölünün üstüne inip inip kalkarak...

547


45

I

Anavarza kayalıkları sıcaktan çatır çatır yanıyor, tütüyordu. Sararmış kekiklerin kokulan kayalara sinmiş, arada bir esen yel bir dalga kekik kokusu getiriyordu, kavrulmuş. Çirişsikleri-nin yöresinde çelik yeşili karınları, mavi saydam, kanatlarıyla hxzli bir yanıp bir sönen arılar dolaşıyordu. Mor, kurumuş, ak benek kayalar bir yerlerden, derinden uğulduyorlardı. Mor kayalıklarda, yer yer, bir eski Yunanlının elinden açmış çiçeki.er, I gün altında gittikçe morarıyordu. Eski kale duvarı, kalın güçlü, | yüzyıllara dayanmış, kekiklerin, karamuk, kesme çalılarının, eşek incirlerinin arasında büyük kesme taşlarıyla yükseliyordu. Yerlerdeki kahverenginin üstüne mavi, kara, ak çizgili seramik kırıkları, yabanıl toprağı nakışlıyordu. Bir kör yılan, ağır, pullu, kırık seramiklerin arasından kayarak bir kaya yarığına giriyordu. Kırmızı dilli, tez ayaklı kertenkeleler, dilleri dışarda, bir top yalım çalmışlar gibi, oradan oraya telaşla kaçışıyorlardı. Kınalı bir keklik zurbası, uzun, kırmızı damarlı bir kayanın dibinde mavi, parlak göğüsleri, kırmızı gagalan, ayakları, kara, ak çizgili kanatları, uçuk yeşil dolgun gövdeleriyle eşiniyorlar, ince toprağı kanatlarına, sırtlarına savuruyorlardı. Sıcak kızdırdıkça kızdırıyor, ocaktaki yalımdan demire dönmüş kayalıklara, toprağa dokunulmuyordu. Az önce dalga dalga esen yel durmuştu.



Eli ayağı bağlı üç çırılçıplak kişiyi atlardan alıp kayalıkla-

548


rın yanan düzlüğüne attılar. Eli ayağı bağlı kişilerden hiç bir ses çıkmadı. Kıpırdamadan, dişleri sıkılmış, gerilmiş, diken diken, yanan kayalıkların üstünde kalakaldılar. Yanarak, kıvrana-ıak. Kıvrandıklarım belli etmeden.

Derviş Bey kayalıkları körüklü çizmesiyle bir uçtan bir uca gidip geliyor, arada bir göz ucuyla da kayalıkların üstüne ağzı yukarı serilip kalmış eli arkasına bağlanmış Mustafa Beye bakıyordu. Ayaklarım da dizlerine kadar Hidayet sıkı sıkıya bağlamıştı. Bu yüzden Mustafa Bey yanan kayalığın üstünde kazık gibi uzun duruyordu. Derviş Beyin gözü Mustafa Beyin hayasma gidiyordu ister istemez. Ve Derviş Bey onun hayasını hiç istemediği halde düşünüyordu. Buruşmuş, küçülmüştü. Gittikçe de buruşuyor, küçülüyor, kararıyordu. Nerdeyse bacaklarının arasında yitip gidecekti Ve soylu insanlarm ve soylu atların hayaları uyurken küçük olur... Uyandığı zaman, azdıkça büyür. Kadim insanlık insanın soylusunu mutlaka hayasıyla ölçmüştür, insanın her yeri, bumu, dudakları, çenesi, uzun bacakları, ince bilekleri, soyluluk gösteren başka yerleri değişir ama, soylu bir kimsenin, bir atın hayası değişmez. Eski Yunanda, Romada ayağın ikinci parmağının ötekilerden uzunluğu soyluluk alametidir. Yalan, uydurma... Hayayı bilmiyorlardı onlar, yozlaşmış Yunan, Roma toplumu. Kadim topluluklar, Sümerler, Urartular, Hititler hayanın soyluluk alameti olduğunu biliyorlardı. Mutlak biliyorlardı. Derviş Beyin de hayası tıpkı Mustafa Beyin hayasına benziyordu. Bu bir rastlantı olamazdı. Babalarının, dedelerinin, amcalarınmki de tıpkıydı. Şaşmaz. Eğildi, kayanın üstünde gerilmiş, bedeni seyirmekte olan Mustafa Beyin ayaklarının yanına çömelip, onun ayaklarına gözlerini dikti. Vay anasım, ikinci ayak parmakları ötekilerden uzundu. Hemen oradan ayrılıp surun öteki ucuna, kayanın kuytusuna gitti, sağ ayağının çizmesini çıkardı, şaşkınlık içinde kaldı. Onun ayağının da ikinci parmağı uzundu. Olacak gibi değil, içini bir soyluluk sevinci doldurdu. Var, dedi, var, soylu insan diye bir insan tipi var. Var oğlu var. insanları hayalarına bakarak ölç-

549

I

sünler. Bir de ikinci ayak parmaklarına... Yalnız birisi varsa bir insanda, o, yarım soyludur, ikisi bir aradaysa tam soylu. Bir de yiğitlik, mertlik var. Soylu insan ölümde yenilmez. Soylu insan, ha bir gün önce gitmiş bu dünyadan, ha beş gün sonra gitmiş, soylu insan birkaç gün daha fazla yaşamak için onurundan bir şey yitirmez.



«Şimdi deneyeceğiz soylu kardeşimiz Mustafayı... Tam soylu bir soy muymuş, yoksa yarım soy muymuş, parmak soylusu, haya soylusu muymuş. Şimdi anlayacağız,» diye mırıldanarak, çabuk çabuk çizmelerini giydi, çıplakların yattığı kaya düzlüğüne geldi.

«Hidayet!»

«Buyur Beyim.»

«Şimdi teker teker, Mustafa Beyden başlayarak, bunları öldüreceğim. Onlar bana işkence edecek, bir ayda öldüreceklerdi. Ben onları şimdi burada öldüreceğim.»

İbrahim îbo epeydir için için ağlıyordu. Yalvarmağa başladı:

«Öldürme beni Bey,» dedi. «Benim ne suçum var? Yerimizi Yel Veliye ben söyledim de sen geldin bizi yakaladın. Bizi, bizi yakaladın. Bu mu benim ödülüm? Bu mu bana ödül? Çoluk çocuğum var Bey, acı bana... Ben yerimizi söylemesem, Mustafayı alıp oraya götürmesem, sen bizi bizi bizi zor yakalardın. Bey, Bey, Bey, tırnağını öptüğüm, tabanlarının altına kurban olduğum...»

Yalvarması dayanılacak gibi değildi. Hamdi de yalvarmağa başladı. Derviş Beyin adamları surun dibine dizilmişler, orada sessiz olanı biteni seyreyliyorlardı.

«Şunları alın, öteye, seslerini duyamayacağım bir yere götürün. Benim kurşun sesimi duyar duymaz, her ikisini de alır getirirsiniz. Sakın öldürelim demeyin bu kâfirleri, uşakları. Onları ben kendi elimle öldüreceğim. Beni her gün bin türlü işkencelerle öldürenleri...»

550

Adamlar iki çıplağı aldılar, surun içine, yekpare kaya kapıdan geçirerek götürdüler.



«Hidayet, Zekeriya siz de Mustafa Beyi kaldırıp incitmeden, şu duvara dayayın ve buradan gidin, kurşun sesi, ya da benim çağırmamı duymadan buraya germeyin.»

Hidayetle Zekeriya, Beyi kaldırıp yüksek Anavarza surunun dibine diktiler. Aşağıdaki ova çok derinde karmış, yoldan geçen insanlar, otomobiller, arabalar, atlar birer kuş kadar görünüyorlardı. Ovaya çökmüş güneş buğusunun dibinde, kımıl kımıl birer tortu gibi...

«Haydi gidin!»

Hidayetle Zekeriya gittiler. Ortalıkta çıt yoktu. Tâ uzaklar dan duyulur duyulmaz bir uğultu geliyor, onu da Derviş Bey duymuyordu.

Duvar dibinde dimdik duran Mustafa Beyin yüzü, durmadan seyiren bedeni balmumu gibi sapsarı olmuştu. Yüzündeki çizgiler gittikçe derinleşiyor, uzuyordu. Mustafa Bey gözlerini kapamış, duvara bağlanmış bir ölü gibiydi, bedenindeki seyirmeler de olmasa, kıpırtısız.

Derviş Bey onun altı adım önünde, pürtüklü, örümcek ağı gibi mavi damarlı bir kayanın düzünde duruyordu. Açılmış bacakları sağlam, kayalara yapışmış, tabanlarının altının yandığını duyuyordu.

Tabancasım belinden çıkardı, şakırtıyla kurşunları avuçla rina boşalttı, geri doldurdu. Mustafa Bey gözlerini açmadı. Derviş Bey onun gözlerini açmasını sabırla, sessizlikle bekliyordu.

Gün kuşluk oldu. Mustafa Beyin gölgesi duvara yapışmış, Derviş Beyin gölgesiyse onun ayakları dibine kadar varmış, duvara yukarı uzamıştı.

Derviş Bey birden sevindi, Mustafa Beyin göğsü inip inip kalkıyor, kaburga kemiklerinin boşluğu şişip boşalıyordu. Şişip boşalma gittikçe hızını artırdı. Ama daha, karşıdaki çıplak göz-ierini açmıyordu. Yüzü terleyip soğuyor, birden kızarıyor, sonra birden sapsarı kesiliyor, dudakları kıpırdıyor, morarıyor, burun

551


uu arı «.anauı giDi inceden titriyor, kapalı göz kapaklarının altı, körlerin gözleri gibi yuvalarında durmadan dönüyorlardı. Ve Derviş Beyin tabancasının namlusu tam alnının or-tasindaydi. Eli hiç kıpırdamadan, oynamadan, titremeden öyle duruyordu. Tabancanın namlusu, topu, gövdesi ipileyen güneşte, binbir menevişte andan ana değişerek, türlü, kıvılcımla-nan renkleri çeliğe dökerek menevişleniyordu.

Şimdi artık duvarın dibindekinin yüzü, tekmil bedeni ince bir titremede, sabırsızlıkta, gerinmede, seğirmedeydi. Derviş Bey buna seviniyordu. Çıplak, öyle kaskatı kesilip orada, duvara yapışmış öyle kalakalsaydı yapılacak hiç bir şey yoktu. Tek çare tabancadaki kurşunları onun üstüne boşaltmak, sonra da çekip gitmekti.

Birden dizleri bükülür gibi oldu. Ne güzel. Düşman dize geliyordu. Sonra Mustafa Bey toparlandı. Titremesi, bedenindeki seğirmeler durdu. Burun kanatları çırpınmadı. Yüzündeki sarı yitip gitti, gözlerdeki kımıltı da kesildi, yüzü keskin bıçak gibi, bütün beden taş gibi bir hal aldı. Kendine geliyor, diye düşündü Derviş Bey. Bakalım, bu gerginliğe ne kadar dayanabilecek? Bir insan bedeni, iradesinin dayanma gücü ne kadardır?

Ve Mustafa Bey kurşunun patlamasını her an bekliyordu. Göz aralığından, bir pus içinde tabancamn kıvılcımlanan menevişini bir an görmüş, bekliyordu. Birden yüzü gülümser gibi oldu. Bu gülümsemeyi hemen o anda bir karanlık gerilme aldı. Yüz bir açılıyor, gülümser gibi ediyor, bir kararıp kaya gibi kes-kinleşiyordu, duygusuz, kanı çekilmiş, sert. Yüzündeki güneş gölgeleri andan ana değişiyordu.

Derviş Bey onun sırtındaki tüylerin dikilip dikilip yattığını, tüylerin dibinin şişip şişip indiğini şaşkınlıkla gördü. Tüyler dikildikçe, üşümüş bedenlerdeki tüyler gibi, yüz sertleşiyor, gerginleşiyor, avurtları içeriye çöküyordu.

Sıkmayacağım, diye inatlaşıyordu Derviş Bey, o gözünü açmadıkça, ben de böyle bekleyeceğim, tam alnının ortasında tabancamın namlusu. Bu namluyu o bir ara gözlerini aralayıp

552

görmüştür. Mümkünü yok görmüştür. Görmemişse namluyu tam alnının ortasında duyuyordu. Tabancayı doldurur boşaltırken tabancanın nerede olduğunu sezmiştir. Namlu gittikçe bekledikçe alnını oyuyordur. Namlunun ağzındaki yer o bekledikçe yara olacak. Onu öldürmeden, öldürmeden dize getireceğim. Önce gözünü açtıracağım. On gün on gece böyle dayansa Mustafa ben de dayanacağım. Eli titremeğe başladı. Ne o, kolum mu yoruluyor? Ne o? Dayanamayacak, hemen tetiğe çökecek miyim? O zaman ben onu değil, o beni öldürmüş olacak.



Mustafa Beyin burnu inceldi, sivrildi, dudakları ağardı, kırıştı, büzüldü. Avurdu avurduna iyice geçti.

Öğle sıcağı kızdırdıkça kızdırmış, dalga dalga gelip giden esintiler birer yalım dalgası gibi ortalığı kavuruyordu. Kekik kokuları ağır, toprağa yapışmıştı. Ortada bir yanmış toprak, kaya kokusundan başka koku yoktu.

Derviş Bey susadığını, yüreğinin susuzluktan yandığını birden duydu:


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin