Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə2/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43


Yağmur yağıyordu. Işıklı, sarı. Anavarza kayalıkları yağan yağmurun ardında mor bir duman gibi sallanıyordu. Tüysüz sarı ağızlı binlerce civciv, çıplak, çamurlu, toprağın üstünde debeleniyor, can çekişiyorlardı.

Atlılar konağın yöresinde, atlarının ayakları dize kadar kırmızı bir çamura batmış dolanıyorlardı. Bazı eşkin, bazı hara kalkmış, bazı da doludizgin. Kantarmaları köpüğe batmış. Atlarının gözleri kıpkırmızı.

Yağız atlısı avluya girdi. Boz bir maşlaha bürünmüştü. Ageli sırma, sim işleme. Gözleri kara, çenesi sivri, kara sakalı değirmi, bıyıkları sarkmış.

«Evimi yaktı,» dedi. «Dört kardaşım var idi dördünü de kesti. Sen onu bana ver Bey. Sen onu bana vermezsen, bu konak başına yıkılacaktır.»

Atını doludizgin surların üstünden dışarıya aşırdı. Konağın yöresini dolanan atlıların halkasına girdi, dolanmalarını sürdürdüler.

Halkadan bir atlı daha ayrıldı, geldi avlunun ortasında durdu. Hiç konuşmadı, gözlerini konağın sofasına dikmiş kırpmadan bakıyordu. Altındaki atı aldı, uzun, sallıydı. Gözleri mercan gibi kıpkırmızıydı. Sarı yağmur yağıyordu. Al atlı adam hiç kıpırdamıyordu. Yağmur iliklerine işlemişti. Altındaki al atının sırtından aşağılara doğru altın gibi bir su süzülüyordu. Adam durdu durdu, ne kadar orada öyle durduğu belli değil, atım sürdü, avlunun yüksek duvarını kolaylıkla aştı gitti, konağın yöresinde dönüp duran öteki atlılara karıştı.

Kır atlı atının üstünde dimdik duruyordu. Çakır gözleri çakmak çakmaktı. înce uzun parmakları kamış gibiydi. Atm yelesi savruluyordu. Kuyruğu topuklarına kadar uzamıştı. Yağmurun altında sararıyordu.

«Etme eyleme,» diyordu. «Sen bir soylu kişisin. Biz mem-

29

lekete ne yüzle döneriz? Onsuz nasıl döneriz? Onsuz dönersek köpekler bakmaz yüzümüze. Köpekler bile. Ne dersin Bey? Sen bilirsin... Ya bizi teker teker öldürürsün, ya da bize onu verirsin. Ne hakkın var? Biz onu Haran çölünden tâ buraya kadar adım adım izledik...»



Sonra sustu, gözlerini çelik ışıltısında pencereye dikti bekledi. Sonra da birden yağmurun ardına atını doldurup süzüldü. Daha arkada mor Anavarza kayalıkları bir tül gibi esen ince yelde dalgalanıyordu.

Akşama doğru tekmil atlılar avlu duvarını aştılar geldiler, avlunun ortasma dizildiler. Hiç konuşmadılar, kıpırdamadılar, gözlerini konağa diktiler orada öyle kaldılar. Yağmur yağıyordu, sarı, ışıltılı, arada bir donup kalan, çakırtılı. Dereler, sel yatakları, çukurlar doldular. Seller Anavarza kayalıklarından gürültülerle indi.

Atlılar bütün gece karanlıkta, avlunun ortasında, bir öna bir arkaya sallandılar durdular. Tam gün ışırken arka arkaya tirkenmişcene avlu duvarının üstünden dışarıya süzüldüler, konağın yöresinde dönmeğe başladılar. Atların ayaklan diz kapaklarına kadar çamura gömülüyordu.

Ocağa boyuna odun atıyorlardı. Sultan Ağa titriyor, yanıyordu. Yarası şişmişti. Daha şişiyordu. Cerrah Abdo onun, yaralarını açmış, temizliyor, ilaçlıyordu. Yaralı kendinden geçmiş dişlerini sıkıyor, gözlerini bir türlü açamıyordu.

Derviş Bey, öfkeli, konağın sofasında bir gidiyor, bir geliyor. Çizmelerinin altındaki eski taban tahtaları binbir yerden gıcırdıyordu.

Atlılar gecenin içinde bir doludizgin, bir ölü gibi... Atların başı toprağa değecekmiş gibi ölgün.

Atlıların ötesinde, Anavarza ovasında, düzlüğünde gözlerinin önüne yüzlerce eli şahinli Türkmen atlısı geldi. Yüzlerce atlı yüzlerce şahini havaya salıveriyor, şahinler kurşun sesi gibi bir hışıltıyla, görünmemesine gökyüzüne doğru ağıyorlar, şahinler, gene aynı hışımla toprağa inip gözden iriyorlar. Ve atlı-

30

lar Çukurova düzünde, Anavarza önlerinden ceren kovuyorlar. Binlerce koşuşan, atlayan, havada süzülen ceren... Arkalarında kır, doru, yağız, güneş içinde atlara binmiş eski Türkmen atlıları... Üzengileri som gümüş, eğerleri, kantarmaları savatlı, bellemeleri klaptan işleme... önde yalım gibi, düzlüğü dalga dalga yalayan cerenler, arkada yel gibi esen, sünen atlar. Eski Türkmen atları, tâ Horasandan Çukurovaya kadar.



Binlerce, yüzbinlerce sünmüş at, hepsi de eğersiz pusatsız. Ve çıplak. Ve hepsinin de üstünde ak libaslara bürünmüş çimeni yeşil gözlü birer adam. Ovaya dağılmışlar uçuyorlar. Sün-müşler, uğunuyorlar. En öndeki at tökezleyip tepesi üstü gitti. Onun arkasındaki, onun arkasındaki de... Daha arkasındaki... Atlar ak bir bulut gibi ovanın ortasından akıyorlar. Ak libaslar, ak yeleler, kuyruklar savrularak. Yüzlerce, binlerce. Bir tökezliyorlar, üstlerindeki adamları tepesi üstü toprağa çakıyorlar. Toza belenmiş ak libaslar toprakta uçuşuyor.

Atlar ulu bir su gibi, dağlardan boşanmış sel uğultusunda, toprağı sarsarak, nalları binlerce pırıltıyla şimşeklenerek, geçtiği yerlerde sütbeyaz yollar bırakarak, ak ipiltilerle çoğalarak akıyorlar. Durmadan akıp geliyorlar, üstlerindeki binicileri toprağa fırlatıyorlar. Ovanın yüzü köpürmüş bir denizin aklığında. Nal ışıltısından ova pırıltıya kesmiş. Ortalığı da binlerce atın kişnemesi doldurmuş. Atlar karmakarış, üstüste, telâşlı. Ova taşmış, yele, kuyruk, baş, ayak, gövde, nal, kırmızı, mercan, kor gibi yanan iri gözler birbirine karışmış. Sanki atlan görünmez bir Anavarza ejderhası kovalıyor. Ve atlar Çukurovaya, dünyanın dört bir yanından akarak gelmiş doluşmuşlar. Çukurovadan başka hiç bir çareleri kalmamış.

Kulakları sağır eden kişnemeler ovanın her bir yanından geliyor. Tekmil kuşlar yuvalarından, dallardan çığlık çığlığa dışarı uğramışlar. Gökyüzü kuştan kapkara. Güneşi örtmüşler. Telâşlı çığlıklar at kişnemelerine karışmış. Dağların geyiği keçisi, şahini kartalı, çakalı tilkisi, ayısı kurdu, börtü böceği ak-

31

Okuyu



seslerine karışmış.

Atlar öyle kişneme gibi değil, sevinçli değil, yaralı yılgın, özlemli değil, ağıt söyler gibi derinden, yıkılmış kişniyorlar.

Şimdi şu kocaman Çukurova toprağı uyanan insanlar, kiş-niyen atlar, böğüren sığırlar, heykiren parslarla dolmuş, ötüşen, birbirine değen kanatlan gökyüzünü hışırtıyla doldurmuş kuşlar, kuşlarla, kelebekler, böcekler, ceylânlar, geyikler, sansarlarla dolmuş. Ağzına kadar dolmuş çalkanan, zelzeleye uğra-mışçana şangırdayan Çukurova toprağı...

Birden her şey duruldu. Ak bulut çekildi gitti. Düzlükte tek bir atlı kaldı. Atın başı yere sarkmış ve atlı kayıtsız. Dizgi ni atın boynuna atmış, ovada tek basma, ağır ağır yürüyor.

«O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler.d

Dünyayı dolaşan genç adam güzel bir şehre geldi. Gözleri Emir Sultanın gözlerine benzerdi. Kaşları çatık, rengi yanık sarı, kalın dudakları soluk. înce, uzun boylu. Erkeğin yakışıklısı dünyadaki en güzel yaratıktır. Dünyada bir Arap atının tayı güzel olur, bir de erkeğin yakışıklısı. Genç adam atından indi, baktı ki bu şehir başka, öteki şehirlere hiç benzemiyor.

Atlılar geldiler, yanyana sıralandılar, sustular. Sarı yağmur indiriyordu. Hepsi birden gözlerini konağın penceresine dikmiştiler. Gün kararıncaya kadar orada kaldılar. Toprağın altından, Anavarza kayalıklarından uğultular geliyordu.

Atının başı tâ toprağa kadar sarkmış kızgm sıcağın alnında öylesine, ölücesine, belki de hiç kıpırdamadan ilerliyordu. Koyu kapkara gölgesi ayaklarının dibine düşmüş. Elini alnına siper edip edip uzaklara, Dumlukale yöresine bakıyor. Dumlu-kale gelmiş Çukurovanın ortasına oturmuş kırmızı bir gemi gibi. Az sonra yelkenlerini açıp güneye doğru uçup gidecek. Atlı bir süre durdu. Önünde Ceyhan suyu, Ceyhan suyunun kıyılarım ılgın almış, ormancasına. Altından akan suları çizgiliyor.

32

Uzaktan bir koyu mavi toz hortumu dönerek geldi. Döndükçe hızlandı, hızlandıkça büyüdü. Yolda belde, nerede ne 'bulduysa içine aldı ve atlının üstünden aşıp gitti. Erimiş mavi bir cam gibi, su gibi genişledi, buğulandı, yayıldı, soldu Toro-sun altyamnda göğe ağdı, gözden usul usul silindi.



Kır atlı adam elini gözünden indirdi. Sağ sol, dünya, akan su acı pıtırak, toz, ekin sapı, sığırkuyruğu, bataklık kokuyordu. Böyle çok kızgın sıcaklarda Çukurova böyle hep yanık toz, bir de harman yeri ıslaklığı kokar.

Avludaki atlılar en sonunda hep bir ağızdan:

«Emir, Emir, Emir Sultan,» diye bağırdılar, avlu duvarını bir anda aştılar, Anavarzanın kayalıklarına doğru sürdüler. Safı yağmur inceden belli belirsiz yağıyordu.

Şehrin insanları dünyanın en kanı sıcak, en cana yakın kısanları. Konuk için dersen deli divane oluyorlar. Fıkarası yok gibi, zengini de cömert. Bet bereket dersen yedi iklim dört »uçaktan taşıyor. Bütün şehrin insanlarının yüzyıllardan beri lüyük bir mutluluk içinde oldukları besbelli. Bura halkının hiç ni hiç bir şeyden şikâyetleri yok. Bir şikâyetleri varsa o da Jlümden. Herhal ölüm bile güzel olur bu şehirde. Yolcu böyle lüşündü.

Bir sürü ceren çıktı Hemitedağmm önünden. Anavarzaya loğru gidiyorlar. Atlılar, yağız atlısı önde, arka arkaya sıralanmışlar geldiler konağın avlusunun dışında durdular, hep bir Ağızdan gene bağırdılar:

«Emir Sultan, Emir Sultan, Emir Sultan... Bir can için mi »u kadar zillete katlanıyorsun?»

Yağmur dinmiş, sarı, pırıltılı bir toz tabaka tabaka, ince ıavada uçuşuyordu. Atlılar sonra Arapça, Çerkezce, Kürtçe, iüryanice bağırdılar.

«Emir Sultan, Emir Sultan, ne yaptın?»

Sesleri Anavarza kayalıklarında koygun, büyümüş yanki-

33

F:3



Okuyu

JM5


-y-

532


landı. Atlılar uzun bu- süre bağırdılar, Kayaıucıaraaıa Koyaıcta, koyağa tekrarlanan seslerini dinlediler.

Sazının üstüne yumulmuş çok yaşlı bir âşık saz çalıyor, Akyol üstünden büyük bir Türkmen göçü kilimli develer^ Türkmen eğerli atları, başı sırmalı fesli kızlarıyla yaylaya gidi. yor.

Ceren sürüsü bir idi ikileşti. ikiyken üç oldu, beş oldu, Hep Hemitedağınm kırmızı, mor alıçlı koyağından kırmızı su gibi durmadan ovaya aşağı fışkırıyorlar. Uzun, geniş, taşkiı bir yalım seli gibi sıçrayarak Ceyhan kıyısına, Anavarza düz lüğüne, Hacılara, Dumlukaleye akıyorlar. Bir bakmışsın biı bölük ceren Toprakkale önünden Ceyhanbekirliye süzülüp g& lir, bir bakmışsın Kozan altından Mercimek çiftliğine akıp der.

Şubat sonlan aşağıdan, çölden gelen cerenlerle öylesini dolarmış ki Çukurova yer gök cerene kesermiş, cerenler köyle rin obaların içlerine kadar yayılır, ovadaki koyun sürülerin katılırlarmış. On binlerce ceren bir bakmışsın Akçadenizde: büyük bir dalga gibi gelir Toros eteklerine vurur, oradan d ovaya yayılır, sonra gerisin geri yatağma Arabistan çölüne çe kilirmiş. Bir zamanlar Çukurovada, eski, çok eski zamanlavd ceren avlamak günah sayılır, hiç kimse bir cerenin tüyüne bil dokunmazmış.

ilkin bir Osmanlı zabiti orada ceren avlamış. Ondan son ra da soysuz Beyler ona öykünmüşler. Ondan sonra da Beyle rin uşakları, köleleri... Ondan sonra da köylüler, herkes.

Eli ayağı küt olup da ocağı sonesi Osmanlı. Ocağı da kök ten kurudu, söndü ya! İşte böylece Çukurovada cerenin kök; kesilmiş. Ölenler ölmüş, avlananlar avlanmış, kalanlar da ba; larını alıp kendi çöllerine çekip gitmişler.

Geçen yıl Anavarza kayalığının oralarda beş tane te?i* miş ceren. Nasıl kalmışlar, ya da ne zaman, nereden gelmiş ler? Yakında onları da avlayacaklar. Hemitedağmm dibinde! alıçlı koyaktan yalımlar gibi sünerek cerenler fışkırıyor. Gö

34

ova> yamaçlar, koyaklar. Bir atlıyorlar... Binlerce ceren birer yalım gibi koyu mavinin, yeşilin, kurşun geçmez bin yıllık karanlığın üstüne yüzbinlerce, havada asılıp kalan, kıvılcımlanan yaylar çiziyorlar. Ve sonra toprakta rüzgâr gibi dalgalanarak, ovayı bir uçtan bir uca yalayarak akıyorlar.



Atlı gitti vardı Hemitedağınm tam dibinde duruverdi. Gölgesi ayaklarının dibinde yuvarlak, kopkoyu bir leke. Atın tırnağının dibine yapışmış.

Atlı elini duluğuna dayamış derin düşüncelere dalmış. Taş kesilmiş. Altındaki at da öyle. Kuyruğunu bile sallamıyor. Ovada atlıdan ve onun gölgesinden başka hiç bir şey yok. Bir ıpıssız, yalnız, uykuda düzlük. Kıpırtısız. Yel fisilemiyor. Bir tek donmuş, gölgesi taş kesilmiş atlı. Anavarza kayalıklarının üstü mavi pullarla ipileşip dumanlanıyor.

Issızlıktan teker teker, ağır atlılar çıktı. Uzun bir süre ovada dağılarak, toparlanarak konağa geldiler. Konağın önünde, halka oldular. Atları, kendileri, atlarının tırnaklan dibine düşmüş gölgeleri silme kapkaraydı.

«Derviş Bey, Derviş Bey sen bunun altından kalkamazsın. Ver Emir Sultanı bize. Bir yıldır Arabistan çölünden tâ buraya kadar onu kovalarız. Derviş Bey, Derviş Bey ya onun canını bize ver, ya da bizim canımızı al! Derviş Bey, Derviş Bey!»

Bir turuncu toz direği kalktı öteden, Toprakkale üstünden. Dönüyor, dönüyor, büyüyor, yalazlıyor. Gittikçe de turunculaşı-yor. Toz direği göz açıp kapayıncaya kadar Hemitedağınm dibine geldi durdu. Olduğu yerde durdu kaldı. Döndükçe de büyüdü.

Az sonra Tilkibucağı yörelerinden başka turuncu direkler geldiler. Çoğaldılar. Hemitedağmm yöresini dolanmağa başladılar.

ilk olaraktan gelip de Hemitedağınm dibinde duran turuncu direk atlının üstünden hışımla geçti, sonra on binlerce

35

cerem içme aiıp goge Kaıuuui, ıııuc mavi uu ıuı gıuı kurova arasına gerilmiş Toroslara sürdü.



vu-

Okuyı


\ !

İMJ


Bu şehirde bir de çok çok güzel atlar vardı. Küheylânı, seklavisi, cins cins, don don. Dorusu doruların en parlağı, alı, kırı, kulası, abesi, demirkırı, yağızı da öyle. Burada atların donları da bir başka. Her bir atlar ki tüyleri yıldır yıldır. Her birisi sürmeli gözlü ceren gibi. Tıpkı.

«Derviş Bey, Derviş Bey bu kötülüğü yapma bize. Ver Emiri, ver bize. Emiri alıncaya kadar, kemiğimiz çürüyünceye kadar bu Çukurovadan gitmeyeceğiz. Ya Emiri alacağız, ya da burada, bu kapının eşiğinde öleceğiz.»

Uzundu, usuldü Emirin boyu. Gözleri kudretten sürmeliydi. İnce bilekli Arap atlarına benzerdi. Uzun, kamış parmakn. ince belli. Adını kırk arşından karşıdaki kapıya yazardı, insanın bir elini candan tutuşu, bir kardeş deyişi vardı ki dünyanın tekmil sevgisi bu adamın yüreğinde cemolmuş sanırdın. Bir kardeş derdi ki, ağzından bin kardeş sözcüğü çıkardı. Çınara arkasını verir, elinde sedef kakma tüfeği, inceden duyulur duyulmaz bir sesle bir hoş, bir ağıt tutturur, sabaha kadar söyler, ağlar.

«Derviş Bey, Derviş Bey sende hiç insaf yok mu? Emir Sultanı azıcık, bir göz açıp kapayıncaya kadarhk bir sürelik dışarı çıkar. Bir görelim nasıldır? Derviş Bey, Derviş Bey...»

Sarı yağmur çıvgına varmış, eğri uçuşarak yağıyordu.

Adam bu güzel şehre, bu iyi insanlara, bu cins atlara hayran kaldı. Bu şehirde bir süre kaldı. Sonra ayrıldı. Bundan sonra da nereye gittiyse, kimi gördüyse yıllar yılı bu şehri, bu insanları, bu atları söyledi. Dilinden düşürmedi. Hayranlığını bir ömür dile getirip, bütün insanları da bu şehre hayran kıldı.

Yaşlı, kıvırcık sakallı adam atından indi. Dizleyerek avlu

36

kapısına geldi. Kapı hemen açıldı. Adam dizleyerek çıktı. Çıkar çıkmaz da kılıcını çekti, sofada kılıç salladı. Derviş Bey köşeye sinmişti- Gözleri büyümüş, orada, sırtı duvarda, elinde tabancası bekliyordu. Kıvırcık sakallı adam onu görünce üstüne atıldı. Tam bu anda da bir kurşun patladı, kıvırcık sakallı havada bir yumuldu, iki kat oldu yere düştü, boylu boyunca kilimlere serildi. Kılıcı da yanına düşmüştü.



Kıvırcık sakallıdan kan damlıyordu. Sıcak, köpüklü, sarı bir kan kokusu bütün konağı aldı.

Kıvırcık sakallı birkaç kere ağzını geniş geniş açtı sonra kapadı. Bir şey söylemek istiyordu. Sonunda da söyledi:

«Ver onu bize Derviş Bey. Yoksa hepimizi öldüreceksin, iste böyle. Sonunda sen de öldürüleceksin. Şu karın da, şu kızın da, oğlun da, senden türeyecek kim varsa, hepsi de öldürülecek. Bu konağın da yıkılacak. Yerinde incir bitecek. Kocaman, üç adam elele verse gövdesini çeviremez bir incir ağaç:. Ver onu bize.»

Yarasından kan fışkırdı. Birden ayağa fırladı, kılıcına el vurdu.

«Tutun şunu dışarı atın,» dedi Derviş Bey.

Adam dizleyerek avluyu geçti, dışarı çıktı. Onu aldılar atına bindirdiler. Kanı altındaki kır atı tepeden tırnağa boyadı.

«Derviş Bey, Derviş Bey.»

Birden bir uğultu, kulakları sağır eden. Binlerce, ak noktalı, yanar döner sığırcık savruldu, göğe saçıldı. Balta sesleri, yüzbinlerce kocaman sarı ağızlı civcivler, boyunlarını yuvalarından çıkardılar, ağızlarını gerdiler, kıyameti kopardılar. Baltah adamlar çınar ormanına çoktan girmişlerdi. Atlılar da ormana çekildiler. Gecede, belli belirsiz. Ormamn ortasında bir ateş parladı, ağaçların doruklarını aşan. Orman dumana battı.

Adam çok yaşlandı. Günlerden bir gün kendi kendine dedi ki, ölmeden, şu güzelim dünyayı terketmeden varayım da o gü-

37

Okuy



_i.

zel şehri, o iyi insanları, o soylu atları bir dana göreyim, yim de, hiç olmazsa, şu dünyadan ağız tadıyla ayrılayım.

Ora senin, bura benim günlerce yol tepti, bir sabah iyi insanların, güzel atların mutlu şehrine geldi.

Atlar, adamlar çamura batmıştılar. Kızgın güneşte kumdular. Atların tüyleri, adamların giyitleri güneşte kavruldu, taku takır oldu. Kılıçları, tüfekleri, gümüş savatlı koşumları, altın köstekleri, sırmalı abaları, bellemeleri, eğerleri güneşte takır takır oldu. Adamların saçları, derileri de güneşte kurudu. Kılıçlarını çektiler, konağa saldırdılar, kapılardan, pencerelerden girdiler. Konağın içini didik didik eylediler, hiç bir şeyi, hiç kimseyi bulamadılar. Aradılar taradılar bulamadılar.

«Derviş Bey, Derviş Bey senden isteriz.»

Kurumuş atlarına bindiler Ceyhan ırmağına sürdüler. Yum-şacık, inceden, görülür görülmez, kelebek kanatlarındaki tozlar yalınlığında bir sarı yağmur başladı.

Atların gözleri yalım kırmızısı, mercan kırmızısı, billur kır-mızısıydı. Suya daldılar. Suyla birlikte tâ aşağılara, Anavarza kayalıklarının burnuna kadar aktılar.

Kayalıklarda geniş, kara kanatlı kartallar, kanatlarını güneşe germişler akarsuyun üstünde dönüyorlardı. Gölgeleri gerilmiş, suya düşüyordu.

Emir Sultan gözlerini açtı. Kata, abanoz gibi sakalında bir yaş tanesi irileşiyordu. Gün vurmuş. Saçları kıvır kıvır. Yeşil.

Geldi ki ne görsün, şehir ne o eski şehir, insanlar ne o eski insanlar, atlar da yok. Her şey değişmiş, her şey bambaşka.

Atlılar doludizgin geldiler, konağa saldırdılar. Yalın kılıçları güneşte parıldadı, çaktı söndü. Korkunç sesler çıkarıyorlardı. Sesleri Anavarza kayalıklarında yankılanıyor, ovayı bir baştan bir başa dolanıyor sönüyordu. Ne söylediklerini, ne dediklerini hiç kimse arılamıyordu. Hangi dilden bağırıyor, söyleniyor-yorlar kimsecikler bilemiyorlardı. Bağırdılar, ovada, konağın yö-

38

nndan atladılar, süzüldüler içeriye girdiler. Merdivenleri odaları tuttular. Bütün kapıları, pencereleri açtılar, içerde ne varsa çıkarıp güneşe serdiler.



«Emir Sultan, Emir Sultan,» diye gün doğumundan gün batınıma kadar bağırdılar.

Gün kavuşurken konaktan aşağı atladılar. Atlarına yapıştılar. Atları tam avlunun ortasına götürdüler, bağrışmağa başladılar Geniş yüzlü, kıvırcık, uzun, lüle lüle sakallısı önce kılıcını çekti, vargücüyle bağırarak kendi atına sapladı. Bir oluk kan fış-lardı attan, at devrildi. Sonra ötekiler de kılıçlarını çektiler, teker leker atlarına sapladılar. Atlardan oluk oluk kan fışkırdı. Bağırdılar. Atların ölüm kişnemeleri, adamların çığlıklarına karıştı. Ellerinde kanlı kılıçları, üstüste yığılmış, kesik kesik kişneyen atlarını avlunun ortasında bıraktılar, bacakları çemrek, ayaklan yalın karaçalılığa daldılar Ceyhan ırmağına yürüdüler. Ceyhan ırmağı som ışık akıyordu. Parıltısı buğulanıyor, yanım yöresini ışığa boğuyordu. Ayaklan çıplak, bacakları dizlerine kadar çemrek, kanlı yalın kılıçlarını sallayan adamlar derinden, uğultuya benzer, yanık, çok eskiden gelen, mayalanmış, milyonlarca insanın, milyonlarca yıl söylediği bir ağıt tutturdular hep bir ağızdan.

Emir Sultan uyandı, elini yanda yanan ocağın harman olmuş köz öbeğine soktu. Solgun yüzünde, kırmızı, kalın, biçimli dudaklarında bir gülümseme uçuştu. Kara gözleri biraz daha kapkara kesildi, yeşillendi.

«Aaaah,» dedi derinden. «Aaaaah, aaaaaah!»

Başını geri yastığa koyup gözlerini kapadı. Uzaktan, derinden adamların söylediği ağıdm sesi, kesik kesik, can veren atların ölgün kişnemeleri geliyordu.

«Aaaah, aaaah, aaaah!»

O eski konuksever, her bir sözleri cana can katan kişiler verdiği selamı bile almıyorlar. Geldi ki ne görsün, yalnız sela-

39

Oku'



ianlık, mutsuz.

Şehrin büyük çayırları, ovası, tarlaları, ahırları da bomboş O ceren gibi atların imi timi yok.

Adam şaşkınlığından, kederinden ne edeceğini bilemedi Beli büküldü. Issız, yıkık, bir örene dönmüş şehri lal-ü ebkeiı dolaşırken o eski, mutlu günlerden karmış yaşlı bir adama rast ladı. Adam sırtını bir hanın yıkık duvarına vermiş güneşleniyoi du. Ak sakalı kir içinde, kızarmış hastalıklı gözlerine sinekle üşüşmüş.

Yağmur yağıyordu. Kılıçlarının kanım yıkamışlardı. Beden lerinin üst yanları çıplak. Kalın pazuları, kalın enseleri, koca man, iri elleri, uzun kılıçları, sarı sarı balkıyarak, eğersiz, gem siz çıplak atlara binili, sayısız, günün doğduğu yerden geldileı

«Emir Sultan, Emir Sultan sen bizim ocağımızı söndürdün yuvamızı yıktın, köyümüzü yaktın. Çık dışarı, çık dışarı, çık di sarı. Saklanma o Türkmenin evinde. Türkmenin evine girseı de, yılanın deliğine, kuşun yuvasına, kurdun inine sığınsan da Çine Maçine, Çöl Arabistana, Serendip Adasına, Frenk toprağı na, Rus bozkırına, çekik gözlü Moğol yurduna varsan da, yıldız iara ulaşsan da seni ele geçireceğiz. Ahdettik. Ahdi aman verdil Yollara düştük. Çık dışarı, çık dışarı. Bir yıl üç aydır seni kc valarız, on bin yıldır, yüz bin yıldır... Çık dışarı.»

Gene ağıt tutturdular, derinden, uzak yerin altından gel: gibi. Atlar kesik kesik, son, can verişte kişneyip sustular. Adam lar çıplak atlarından indiler, ölü atları dışarıya sürüdüler. Aid lar Anavarzanın dibine götürdüler, oraya, kayalara serdiler, çif lak atlarını pusatladılar, geriye geldiler, konağın yöresinde dolı dizgin dönmeğe başladılar.

Kederinden dişleri kenetlenmiş, sakalı ak, sakalı kirli, a; dmlık yüzlü, geniş alınlı duvar dibinde güneşlenen yaşlı adarfl sordu:

40

canlısı iyi insanlar, ceren gibi, kırmızı mercan gözlü, uzun bo-vunlu, kalem kulaklı, suna gibi cins atlar vardı. Onlara ne oldu?»



Yaşlı adamdır,ki, azıcık doğruldu, ak sakalı kirli, titredi, •öizü eski bir ışıkla parıldadı, derin bir aaah dedi, ciğeri söken. Aaaah! Duvara sırtını iyice verdi.

Neden sonra gözlerini açtı:

«O iyi insanlar,» dedi, «o güzel atlara bindiler çekip gittiler... Aaaah! Aaaaah! Aaaaaah!»

Akdenizin tam kıyısından, kumluklarından, Payasın altından yüzlerce bulut aklığında, ince ince, pırıltılı, pul pul dönen mavi, turuncu, boz, kırmızı, tâ gökyüzüne ağmış uzun toz direkleri çıktı. Akdenizin üstünde top top şişmiş, kabarmış ak yelken bulutları salınıyordu. Islak, Toz direkleri hızlandılar. Yelken bulutları kabardı hızlandı, şiştiler. Korkunç bir hızda uğunarak, balkıyarak, yanar döner, ayağa kalkmış, doludizgin ovada ne var, ne yok içlerine alıp geliyorlar. Yeri göğe katıp, geçtikleri yerleri karmakarış edip geliyorlar.

Hortumlar önce hep birden kıpkırmızı, sonra yemyeşil, son-la kapkara kesildiler. Ovanın kuzey yanını, Torosların önünü kapkara, göğe ağmış bir hortum ormanı örttü. Her şey soluk aldırmaz yoğun bir karanlığa gömüldü. Işık geçmez bir karanlığa. Kara bulutlar güneyden, kuzeyden, doğudan, batıdan geldiler, ovanın göğünde birikişip kaynaştılar. Kaynaşıp dönüyorlardı. Sert bir yel esti, soğuk, sonra sıcak. İri taneler ağır döküldüler, tek tek. Hışım gibi sapsarı bir yağmur başladı sonra da. Atlılar ^rka arkaya sıralanmışlar, uzun aralıklarla, atlarının başı yerde, ölü gibi, ovadan aşağı kırmızı kayalıklı Dumlukaleye gidiyorlar, duyulur duyulmaz bir ağıt tutturmuşlar. Yağmur yağıyor, atların sağrılarından, kuyruklarından toprağa oluk oluk sular akıyor. Bir şimşek çaktı. Anavarza kayalıklarına bir yıldırım indi. Bütün kale ışık içinde bir parladı sonra söndü. Bir şimşek daha

41

Oku



Ve Derviş Bey elleriyle kapattı yüzünü.

Konaktan aşağı seslendi:

«Atımı getirin!»

Atına atladı. Yağız at bir anda avlunun dışına süzüldü. Tavşan gibi yumulmuş binicisini Çukurova düzünün derinliklerine götürüyordu.


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin