Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə5/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43

70

hir sev suji^wmjuuuu^. .jı^ıtuıgı rs.uj.iyc agıua, vjyanıı is.un-leri söylediler, hep dünya yiğidi Murtaza Bey, diyormuş, sana hakan gözler kör olsun, sana kalkan eller çürüsün, diyormuş. Sebep oy, diyormuş, sebep evin yıkılsın, sebep gözün kör olsun diyormuş. Geceye karışmış, geceden, uzaklardan uzun bir ağıt sesi, bir çığrışma durmadan Anavarzada yankılamyormus. Mahmudun sesinden köylüler sabaha kadar uyuyamamışlar.»



Mustafa Bey Hüseyini önce durgun, hiç oralı olmuyormuş-casına dinliyordu. Sonra yüzü yavaş yavaş sararmağa başladı. Sonra yüzü kâğıt gibi oldu. Elleri titredi sonra da... Birden

«Kes!» diye bağırdı bıçak gibi. «Kes, Hüseyin!. Kes, yeter!»

Bir süre ortalıkta çıt çıkmadı.

Mustafa Bey uzun bir aradan sonra hiç bir şey olmamış, durgun bir sesle:

«Onu, onu, onu ne yapacağız?» diye sordu.

Hüseyin:


«Derviş Beye gelince, evden hiç çıkmıyor.»

«Onu evden çıkarmanın bir yolu?»

«Hiç yolu yok. Dünya yıkılsa o bir daha konağından dışarıya adımını atmaz.»

«Konağı da yıkamayız ya...»

Hamdi:

«Yıkarız,» dedi. «Başka hiç bir yolu kalmamışsa...»



«Öyleyse biz Dervişi nasıl öldürürüz? Hem de bu hafta içinde öldürmemiz gerek.»

«Beni tanırlar,» dedi Hüseyin. «Ben bir daha o çiftliğin yakınına bile ayak basarnam.»

«Kurdu ininden nasıl çıkarmalı? Bütün iş bunda. Bu hafta içinde olacak bu. Bir hafta vaktimiz var. tş uzarsa hiç bir ?eye yaramaz. Ettiğimiz hayır ürküttüğümüz kurbağayı karşılamaz. Ne diyorsunuz, ne düşünüyorsunuz?» Düşündüler, hemen karşılık vermediler.

«Nasıl çıkarmalı?»

71

Hamdi başparmağım ağzına sokıu, suiuuıma£a ^v*___



Sıkışınca hep böyle yapardı:

«öldürmeli,» dedi. «Onu çok öldürmeli.» Çok öfkelenmişti. Bütün bedeni zangır zangır titriyordu, «öldürmeli.»

«Nasıl öldürmeli?»

«Beyimiz bilir,» dedi Hamdi. «O nasıl emrederse, biz düşmanımızı o biçimde öldürürüz, öldürmeli.»

Koca Hasan:

«Evinden çıkmaz adam olur mu? Nasıl olsa bir gün evinden çıkar, biz de onu tuzaklar, öldürürüz.»

Hamdi: «öldürmeli.» ' Mustafa Bey: «Bekleyemem.»

Hüseyin:


«Konağa ateş vermekten başka çare yok. O dışarı çıkınca

da... Konak yanarken...»

Mustafa Bey:

a Senin çaren bu mu?»

«Başkaca hiç bir yolu var mı?»

Mustafa Bey:

«Bunlar yol değil. Derviş bu hafta içinde öldürülecek. Bunun çaresini bulan varsa bana hemen söylesin. Şimdilik haydin gidin, bulunca gelin.»

Koca Hasan:

«Bey,» dedi, «Derviş Bey gibi bir kurdu dört beş gün içinde öldürmenin bir çaresi var mı? Kolay mı böyle bir kurdu bir kaç gün içinde öldürmek? Bakalım onu öldürmek için ömrümüz

yetecek mi?»

«Onu bu hafta içinde öldürmek zorundayım, anladın mı

dediğimi Koca Hasan?»

Koca Hasan hiç bir karşılık vermeden odadan çıktı. Akyollu Mustafa Bey önündeki tabancayı doldurdu, kını-

72

na *x>yi"* T" l/wi11"-' tafi-u- v^iıuuueKi mermileri de fişekliklere doldurdu, onu da beline bağladı, düşünceli, ağır merdivenleri indi:



«Atımı çekin,» dedi, atına bindi, karanlığa sürdü.

Yağmur hiç durmadan, azalıp çoğalmadan biteviye yağıyordu. Tepeyi aşağı yavaş yavaş indi. Altındaki at birkaç kere durup karanlığa kulak dikti. Düzlüğe inince atı doldurdu, Sav-run çayını geçti, atı gene doldurdu. At karanlıkta dizine kadar çamura gömülüyor bir türlü gerektiği gibi koşamıyordu. Bir saat kadar sonra at direkledi kaldı, artık bir adım bile kosamazdı.

Yağmur gittikçe azıtıyordu. O, atın başını çevirmedi. Uzakta, yüksek bir yerde bir ışık ipiliyordu. Atın başım ışığa çevirdi. Ve o ışığı Mustafa Bey çok iyi tanırdı. Yıllar yılı gözünü dikip de düşündüğü, hayal ettiği ışık buydu.

Sabaha karşı ışığa yaklaştı ve ışık gün atarken söndü.

Alacakaranlıkta, hüyüğün üstündeki ve çınar ağaçları arasındaki Derviş Beyin konağı seçilmeğe başladı. Atın başım çekti,, durdurdu. Boğazı tıkandı. Gözleri acımağa başladı. Bu konak onun elinden ne kadar, ne kadar çok yiğit almıştı. îki sıcak damla yaş gözlerinden dudağının kıyısına, oradan da boğazına kadar indi.

Kardeşi Murtaza bu üşütücü, bu cıvık çamur içinde yatıyor, düşmanı da koca konakta safa sürüyordu.

«Hayır hayır, ne olursa olsun, seni bu hafta içinde öldüreceğim. Bu yağmur dinmeden, bu öldürücü yağmur dinmeden sen de kara topraklara gireceksin.»

Konağın duvarları yavaş yavaş ışıklandı, beyazlandı, çınarların gölgeleri uzadı. Çiftlikte bir gürültü başladı. Sonra kalın, tok bir ses bütün sesleri bastırdı.

Yağmur siyim siyim, kalın, buğulu, kaygan, ip gibi, hiç durmayacakmış gibi indirip duruyordu.

73

Gâvurdağlan üstünden gelen turna katarı Anavarzadan süzüldü geçti ve batıda Gülek boğazı yönünde gözden iradı, kayboldu gitti.



Turna katarı her zaman gözükmez. Turna katarı görmek belki de uğurdur. Bir acaip iştir turna katarı işi. öyle nasıl da gökte nakışlanırlar! Turna katarı görmek belki de gönül ferahlığına işarettir. Belki de uzun ömre, hasretliğe ve kavuşmaya işarettir. Turnalar göllere yakın yabanıl yerlere konarlar ve turnalar uçarken çok uzak, çok yükseklerden uçup göğün mavisine dizilmiş kara noktalar gibi dururlar.

Serince bir rüzgâr esti. Bulutlar kapkara güneyden, Akdeniz üstünden yukarıya, dağlara çekildiler. Ortalık karardı. Sağdan soldan, doğudan batıdan delicene yeller esti. Gökte bir turna katan vardı bu sıra. Doğuya doğru uçuyordu. Gökte bir fırtınaya kaptırmış olacak kendini, katar bozuldu, karmakarış oldu. Bir top olmuş turna katarı bir süre soldan sağa, sağdan sola çalkandı. Batıya doğru azıcık açılacak oldu. Bir fırtına daha yedi. Yönünü nereye dönse bir fırtına yiyordu. Turnalar bir süre, bozguna uğramış, gökte oradan oraya çalkandılar durdular. Sonra rüzgâr dindi. Turnalar gene katar oldular. Hışım gibi bir yağmur başladı. Turnalar ıslandı. Bulutlara karıştı.

Turna açık yeşile çalar. Hüzünlü, kaba bir sesi vardır.

74

Yağmur dinmiyordu, ve bu yağmur bu yasa yakışıyordu. Konağın avlusuna bir yaralı turna düştü. Derviş Bey bu turnanın düşüşünü gözleriyle gördü. Öyle yaralı kuş gibi değil, bir tas parçası gibi pat diye düştü. Turnayı Beye getirdiler. Turnanın tüyleri yapış yapış, iliklerine kadar işlemiş yağmur. Bir tuhaf buğulu, acı kokuyor. Terli insan gibi... Turna daha sıcacık. Birkaç kere ağzını açtı açtı kapadı, sonra öldü. Derviş Bey ölü joısun her yerine baktı. En küçük bir yara izi bile yoktu. Usulca turnayı yere koydu.



Yağmur gökten bir ırmak boşanmıseana yağıyordu.

Turnayı alıp götürdüler. Bahçedeki kamış kümesi yağmurda karanlık karanlık balkıyordu. Bir ölüye bakar gibi bakıyorlar. Ölü sayıyorlar. Acıyorlar, ölüme acır gibi acıyorlar. Ölü büyülü, kutsal bir nesnedir, insan ölüsü.

Yağmur altında turna ölüsüyle karnı çıplak çocuklar oynuyorlar. Turnanın iki kanadı kocaman kocaman açılıp gerilmiş. Bir oğlan çocuğu gerilmiş kanadın bir ucundan, başka birisi de öteki ucundan tutmuş. Her bir bacağından da birisi. Çocuklar diz kapaklarına kadar çamura gömülmüşler. Turnanın başı düşmüş, gagası çamur içinde sürükleniyor, öteki çocukların ellerinde renkli turna telleri... Çocuklar bağrışıyorlar. Turna üstünde korkunç bir yabanıl oyun oynuyorlar. Gözleri dönmüş. Bağırtıları çığırtıları bütün köyü alıyor. Çocuklar gittikçe çoğa-byor, kız erkek çocuklar, gerilmiş, telleri yolunmuş turna ölüsü yöresinde.

Turnayı çamura buladılar. Köyün dışma çıkıyorlar. Turna ölüsüyle yabanıl bir oyun sürüp gidiyor. Yağmur yağıyor. Çocukların üstlerinden yere oluk oluk sular sızıyor. Giyitleri bedenlerine yapışmış.

Çocuk kalabalığı derenin kıyısına vardı. Çamur içinde turnayı bir iyice yıkadılar. Turna bir iskelet gibi. Tüyleri top top yapışık ve yolunmuş.

Ölüye acır gibi şefkat duyuyorlar.

Kocaman, kederle, acımayla açılmış, büyümüş gözlerle ba-

75

kıyorlar. Gözlerin ağırlığını taşımak zor. Gözler hep üstünde. Kutsal bir hayvana, büyülü, korkulu bir şeye bakar gibi...



Herkes biliyor, bugün değilse yarm öldürülecek. Öldürüleceğim.

Akyollu Mustafa Ağanın yıllar yılı beklediği oldu. Birlikte

ölseler bile Akyollu tez günde öldürecek.

Ama yaşıyorum. Üç gün içinde de ölsem, şimdi yaşıyorum ya... Ben onlara ölüye bakar gibi bakıyor muyum? Onların hepsi de ölecekler. Nasıl olsa ölecekler. Onlar biribirlerine ölüye bakar gibi bakıyorlar mı?.

Ve turna gökten ölüme düştü. Turna öleceğini bilmez. Turnalar birbirlerine böyle bakamazlar. Turnalar sevinirler, acı duyarlar mı? Ölümü bilmeyen hiç bir şeyi bilmez. Ölümü bilmeyenler yaşıyor da sayılmazlar. Ya ölüm olmasaydı, ya ölüm korkusu olmasaydı? Usandırıcı bir şey... ölüm olduğu için biraz daha çok yaşamak istiyoruz, ölüm olmasaydı... Turnaların biraz daha yaşamak tutkunlukları var mı, böylesine, insancasına.. Hiç kimsenin ölümden kurtuluşu yok. Benimki erken olacak. Bütün çabam birkaç günü daha kurtarabilmek. Birkaç günü, bir anı...

Gerçekten hiç mi hiç kurtuluş umudu kalmamış mıydı? ölüm artık bir kurtuluşu yok alın yazısı mı? Bir çare, ölüme karşm küçük bir çare...

Ve birkaç gün içinde mukadder son... Uzasa uzasa birkaç gün. Birkaç ay... En çok da, taş çatlasa bir yıl... Öldürüleceğim,

Yüreğinden başlayan sıcak, acı, şehvetli bir ürperti bütün bedenini sardı, onu titretti ve bütün bedeni bir çımgışma içinde

kaldı.

«Yokolacağım, yokolacağım. Yok, yok, Yokolacağım. Hem de bu genç yaşımda. Üstümden yıllar, yıllar, yıllar geçecek. Yüzyıllar geçecek. Milyonlarca, milyonlarca yıllar geçecek. Ben yokluğu yaşayacağım. Yokluğu, yokluğu yaşayacağım... Hiç hiç varolmayacağım. Bu yağan yağmur, bu esen yel, doğan güneş...



76

— ~^.. V.U... Kjyıcyse jvıurtazayı niçin öl-dürttüm? Ölümden, hiç olmazsa benim korktuğumdan daha çok korkuyordu. Murtaza ölmeseydi, ben de sonuna kadar yaşardım. Murtazayı öldürtmekle ölümü çağırdım. Neden, sebep ne? Murtaza yaşasaydı bu iş de bitmiş olurdu. Mahmut onu hiç öldürmek istemiyordu. Neden zorladım adamı? Murtazanın ölümü Mahmudun da ölümü demekti. Mahmut bunu biliyordu. Neden kabul etti ölümü?»

Kendi sesini duyması hoşuna gidiyordu. Ölümü, yokluğu çılgıncasına tâ yüreğinin başında duyuyordu. Sesini azıc± daha yükseltti. Belki de sesi hiç çıkmıyordu. Ona yükseltti gibi geldi. «Hiç bir yaratık, hiç bir yaratık bu kadar acı çekmemiştir. İnsanın acısını hafifleten şey, insanın hiç bir zaman kendi ölümüne inanmamasıdır, derler. Yalan yalan... Herkes ölümüne inanır. En aptallar bile. ölümüne inanmayan bu kadar sevmez dünyayı. Bu kadar bağlanmaz ona. Ben Sarıoğlu Derviş Bey öldürüleceğime, hem de birkaç gün içinde öldürüleceğime inanıyorum. Bugün değilse yarm mutlaka öldürüleceğime, hem de birkaç gün içinde öldürüleceğime inanıyorum. Bugün değilse yarm mutlaka öldürüleceğimi biliyorum. Kurşunu neremden yiyeceğimi de biliyorum aşağı yukarı. Biliyorum, netsem neyle-sem, bu ölümden kurtulamam. Bunu bildiğim için her yaşadığım an bir kere ölüyorum. En ince ayrıntısına kadar her an ölümü bir kere yaşıyorum. Ve bundan dolayı da yeryüzüne gelmiş en acı çeken insan benim.»

Ne kötü oyun şu ölüm oyunları, insan soyunun icat ettiği en kötü oyunlar ölüm oyunları... Varıp en sona dayamak ve bitirmek, neden? Bu ölüm oyunlarının da en korkuncu kan gütme oyunu, iğrenç! Ve insan öldürmeyi gelenek haline getirmek, korkunç!

Bu oyunu burada kesmek, bitirmek benim elimdeydi. Murtaza Bey öldürülmese bu iş burada bitecekti. Her şey bitecekti, öyleyse yıllar yılı canımı dişime takıp da, o alınyazısının önüne katıp oradan oraya sürüklediği adamı neden kovaladım? Neden

7?

i



\

\ I


ona en küçük bir kurtulma şansı unmuamm, *,*.„,_______,

Mecbur olmasam bu kadar peşine düşer miydim adamın? Bu korkunç oyunda vazgeçilmez bir şey mi var yoksa? s

Olan oldu. Akyollu Mustafa çok akıllı bir adam. Onlar kardeşimiz Cevdet Beyi öldürdüler, biz de onların kardeşi Mur-taza Beyi öldürdük. Artık tamam, bu iş burada bitsin. Bir bizden, bir onlardan... Ama bitmez. Akyollu akıllı bir adam, her bir şeyi inceden ince düşünür ama bu işi burada bitirecek gücü kendinde bulamaz. Ben nasıl bulamadımsa, o da bulamaz.

Akyollu beni öldürecek, hem de kendi eliyle... işkence c-derek. Kardeşini canından çok severmiş.

«ölmeyeceğim,» diye bağırdı. Sonra da etraftan duydular mı diye yanına yöresine bakındı. «Bu korkunç almyazısını da yeneceğim. Bu korkunç almyazısından yüzyıllardır kimse kurtulamamış ama, ben kurtulacağım.»

Ama nasıl kurtulacaktı? işte orasını bilmiyordu. Yalnız, içinden inanlı bir ses, kurtulacaksın Derviş, diyordu.

Kudurmuş Akyollu Mustafa şimdi her şeyi, kendisiyle birlikte bütün öteki insanları da mahvedecek bir öfkededir. Öfkesi dininceye, aklı başına gelinceye kadar gözüne gözükmemek var. Şimdi, şu anda onun yapmayacağı bir delilik yoktur. Birkaç ay sonra her şey değişebilir. İş bugünlerdeki öfkeyi atlatabilmektc,

ama nasıl?

Saklanamazsın, şu koskoca Çukurovada saklanacak bir yerin yok. işin gücün var. Bir gün başından eksik olursan işini», yandın gittin. Başka yerlere gidip yerleşmek kimsenin aklından bile geçmez. Başka bir diyar, bir dünya hayallemek bile

akla gelmez.

Derviş Bey Murtaza vurulduğu andan bu yana büyük bir çaresizlik içinde başını oradan oraya vuruyor, derdine hiç bir yerden olumlu bir derman bulamıyordu. Bunalıyor, göz göre göre ölümün kucağına atılmanın öfkesi ölüm korkusundan da

ona ağır geliyordu.

«Hatun, Hatun, duyuyor musun beni, öldüremeyecek, öl-

78

u^cyaeK, sonuna kadar yaşayacağını. Yetmiş yaşıma, yüz yaşıma kadar yaşayacağım. Dedem kadar yaşayacağım. Dedemi nasıl öldüremedilerse, beni de öyle fldüremeyecekler. Ne bakıyorsun bana öyle, Hatun? Ne, ne ba-jcıyorsunuz bana öyle, ölüye bakar gibi? Ben ölü müyüm ben? Ben öldürülmüş müyüm? Söyleyin bana mendeburlar!»



Alabildiğine bağırıyor, sesi çiftliğin üstünde dalgalanıyordu.

«Beni hiç kimse, Akyollu Mustafa, hiç kimse öldüremeyecek. Ben kefeni dedem gibi yırtacağım. Tıpkı dedem gibi. Ba-na ölüye bakar gibi bakanın da boynunu koparacağım. Ben ölü değilim ve de ölmeyeceğim. Anladın mı Hatun, anladınız mı mendebur köylüler? Herkesi herkes öldüremez.»

Karısının ağzından bir inilti gibi sözler döküldü. Duyulur duyulmaz:

«Aaah, keski,a diyordu. «Aaah, keski... Bilmem ki... Keski, keski öyle olsa. Keski öyle olsa da bir kolum, bir ayağım, iki gözüm olmasa. Keski öyle olsa da ikimiz elele tutuşup kapı kapı dilensek. Ölünceye kadar. Aaaah, keski öyle olsa...»

«Öldüremeyecek, öldüremeyecek Hatun. Bunu böylece bilesin de yüreğini sağlam, içini sevinçli tutasin.»

Bu anda bunu tâ yüreğinden söylüyordu ama, hemen şimdi pencereden bir kurşunun gelip de onu öldürüp öldürmeyeceğini bilmiyordu.

Konağın korkulu, ağır, ölümlü havası ona ölümden de beter geliyor, bu ağırlıktan kurtulmanın yolunu bir türlü bulamıyordu. Belki bir yolunu bulur ölümden kurtulabilirdi, ama bu ölüm havasından nasıl kurtulurdu?

O seni öldürmeden, sen onu öldürsen... Nasıl? Ama ikisi de ölüm... Böylesi ölüm daha güzel değil mi? Hiç olmazsa öldürerek ölmek... Bütün Akyollu sülalesini çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek doğrayıp sonra dağa çıkmak...

Bu düşünce ona azıcık akla yatkın göründü. Bir süre bu; olumlu düşüncenin tadını yaşadı.

79

Bir gece... Şafağa karşı... Memes uya-uua. ı^^b^ __



köşesinde... Akyollu konağının her köşesine birkaç kilo dinamit yerleştirilmiş... Sonra ateş... İçindekilerle birlikte... Mustafa Bey... Konağın yerinde yeller esiyor... Bir kül ve taş yığını. Ve ondan sonra el elde, baş başta. Ver elini Toros dağları. Dağda ne kadar yaşayabüirsen o kadarı kârdan.

İnsanı yürek değil, düşünce yürekli yapar. Koşullar yürekli yapar.

«Hidayet,» diye bağırdı.

Hidayet o anda konağın bahçesinden karşılık verdi:

«Buyur Beyim.»

Elinde gıcır gıcır bir Alaman filintasıyla karşısına gelip dikildi, hazırol durdu. Boyu kısacıktı. Kız yüzü gibi yüzü köse, çocuğumsuydu. Bu köse yüzdeki bir iki kırışık onun çok da gün gördüğünü her görene ilk anda söylüyordu. Çocuksu, sert, hileci, saf, yırtıcı, bıyıksız yüz karmakarışıktı. Beline üç koşar üstüste, göğsüne iki koşar çaprazlama fişek bağlamıştı. Savatlı, klaptan işleme, eskilerden kalma değerli fişeklikler göz alıyor, Köse Hidayetin karmakarışıklığma hiç uymuyor, Köse Hidayeti bir masal adamına benzetiyordu.

«Hidayet, ortalıkta bir şey var mı?» «Yok... Yalnız dün gece bir atlı geldi. Şafaktan önce. Sabaha kadar yağmur altında kıpırdamadan durdu. Gözlerini de konağın pencerelerine dikmişti. Ne atı, ne de kendisi hiç kıpırdamıyordu. Tanyerleri ışırken atını doldurdu gitti.» «Kim ola ki dersin?»

«Onu tanıdım. Akyollu Mustafanın tâ kendisiydi. Onu çok

yakından gördüm. Tam atının burnunun dibine sokuldum da o

beni görmedi, öyle donmuş gibi bir adamdı. Ne görüyor derdin,

ne de duyuyor. Tüfeğim üç kere atının burnuna değdi, o gene

beni görmedi. Bütün bunlar ortalık ışırken oldu. Gözleri cam

gibi olmuştu. Hiç kırpmadan konağa bakıyordu. Tanyerleri ışı-

yıp ortalık açılırken ahuna bir tutam ışık düştü. Mustafa birden

bağırdı, hopladı, beni gördü o zaman. Hemen de atını üzengüe-

80
jinı. O da beni bilir...»

«Sekiz yıl çalıştın onun evinde değil mi Hidayet?» «Sekiz yıl Beyim. Onu iyi tanırım. Onun bu halinden korkulur. Akyollu bu hale gelmişse onun elinden artık kurtuluş yoktur. Keski onu öldürseydim Bey, öyle değil mi?»

«Keski öldürseydin Hidayet. Bu fırsat bir daha ele geçer mi dersin?»

«İznin olmadan öldüremezdim. Bu fırsat bir daha da hiç bir zaman elimize geçmeyecek Bey.»

«Bir daha geçerse böyle bir fırsat, karar verdim, onu öldür-meliyiz.»

«Aaah, bir daha böyle bir fırsat ele geçer mi ki...» «Mahmuttan ne haber?»

«Mahmut candarmaların elinden kaçınca... Dağa çıkmış... Bizim köylere gitmiş. Köylüden tüfek, cephane almış, ölünceye kadar dağdan inmem, teslim olmam, diyormuş. Beye selâm söyleyin, kusuruma kalmasın, bu genç yaşımda ölmek istemiyorum. Çocuğum var, diyormuş. Bana yardım edecekse dağda yardım etsin, diyormuş. Önümüzdeki yaza avradımı, çocuğumu alıp memleketime, Vana gideceğim, diyormuş.»

«Yardım etsinler Mahmuda diye haber gönderdin mi köylere?»

«Göndermedim ama, gönderirim.»

«Şimdi sen nöbeti Muharreme ver. Sen de atları çek, binelim, şöyle bir kasabaya kadar gidelim.»

Müthiş bir yağmur indiriyordu. Filintaları ağzı aşağı omuzlarına asılmıştı. Atlarının ayakları şapırtıyla suya girip çıkıyordu. Uzun süre hiç konuşmadılar.

Akar suyu geçerken Hidayet:

«Bey,» dedi, «tetikte olmalıyız. Az sonra yakalar bizi Akyollu.»

«Deli olma Hidayet.»

81

F:6



•$¦

I

bile senin ardını bırakmaz. Bugün çıktığımıza yanlış ettik Bey.»



«Yanlış etmedik Hidayet.»

«Başüstüne Bey. Yanlış etmedik.»

Yamçı, pardesü, hiç bir şey almadan çıkmışlardı. Hızlı yağmur bir anda iliklerine geçti. Giyitleri çoktan bedenlerine yapışmıştı. Oralı görünmüyordu ama Derviş Bey her an tetikteydi.

Suyu geçtiler. Yolda taze at ayağı izleri vardı. Akar suyun üstünde, ağaç dallarının, çam kozalaklarının ve kabuklarının arasında kanatlarım germiş, başı suyun içinde bir kartal ölüsü akıp gidiyordu.

Atını çekti, bulanık, kırmızı akan suyun başında durdu.

Gözünü kartal ölüsüne dikti.

«Bunda bir iş var, Hidayet. Anlamadın mı, bunda bir k

var Hidayet...»

«Anlamadım Beyim.»

«Sabahleyin bizim avluya düşen turna, şimdi de bu. Bu kartalı kim öldürdü dersin Hidayet?»

«Kartalları kolay kolay kimse öldüremez Beyim. Onlar

kendiliklerinden ölürler.»

«Kartalları da öldürürler Hidayet, kartalları da...» Kartal ölüsünü küçük bir akıntı kıyıya sürdü. Kıyıda suyu tarayan ılgın dallarına vardı takıldı kartal. Bir süre dallarda çırpındı. Sonra boşandı. Başka bir akıntı onu karşı kıyıya sürdü. Kartal ölüsü bir süre akıntıdan akıntıya geçti, sonra suyun ortasındaki köpüklenen çağıltıya düştü, bir anda aşağıya doğru

uzaklaştı gitti.

Derviş Bey, iç çeker gibi:

«Ne tuhaf,» dedi. «Çok tuhaf...»

Hidayet:

«Çok tuhaf,» diye karşılık verdi. «Ben kartalları ölmez bilirdim. »

Derviş Bey atım sürdü, içini bir üşüme sardı. Sudan uzak-

82

ayaklarını zor çekiyorlardı. Toprak sakız gibiydi.



Bir ara yağmur dindi. Güneş açtı. Ortalık kalın, ıslak, kokulu bir buğulu sis içinde kaldı. Güneşin bir anda ısıttığı balçık topraktan buhar fışkırıyordu.

Karaçalılıktan buğuya karışmış keskin çiçek kokulan geldi.

Doğuda toplanan bulutlar bir anda bütün Çukurova göğüne, Akdenizden Torosa yayıldılar. Ortalık karardı. Sıcak, iri yağmur taneleri kütürtüyle toprağa inmeğe başladı. Güneş battı batacak. O kadar yavaş gidiyorlar ki atlar yürümüyorlar dersin.

Ortalık kararırken önlerinden bir kuş kalktı, sonra da bir tüfek patladı. Hidayet kendini atın üstünden yere attı. Derviş Beyse atın üstünde öyle kalakaldı. Hiç oralı olmadan:

«Ne o, Hidayet?» dedi. «Canın bu kadar tatlı mı?» Sağından solundan kurşunlar vızır vızır geçiyordu. Bir kurşun sağ kulağım sıyırdı geçti. Sağ kulağı, sağ yüzü uyuştu. «Bey, in attan. Onlar Akyollular. Yolumuzu kestiler.» Hidayet bir karaçalı kökünü siper almış, karşıya kurşunu ver ediyor, onlara göz açtırmıyordu. Hem attan insin diye Beye yalvarıyor, hem eli makinalı gibi işliyordu.

Çarpışma gün batanına kadar, ortalığa göz gözü görmez bir karanlık düşünceye kadar sürdü. Çarpışma durunca Derviş Bey:

«Haydi, geriye dönelim Hidayet,» dedi. «Bu adam kudurmuş.»

83

6



Bir türlü uyku girmiyordu gözlerine. Amcası geliyordu gözlerinin önüne. Uzun boylu bir adamdı. Arap'atlarına benzerdi. Ataktı, gözünü daldan budaktan esirgemezdi.

Yamaçtan aşağı indi. Çoraplarını kenger dikenleri dala-mış, çoraplarına, bacaklarına dikenler yapışmıştı. İki bacağı üstünde sanki yaylanıyordu. Akşamın alacasma mor kayalıklardan duman ve keçiler iniyordu. Keskin, mor kaya aralıklarındaki kesme ağaçlarında bir ışık yandı. Sonra ak gömlekler gerildi kesme çalılarına. Soluk soluğa geliyordu. Yere düştü. Sol eli boğazının orasını sıkı sıkıya tutmuştu. Çiftlikte kulakları sağır eden bir ha}'-u huy vardı, sürüp gidiyordu. Bir kayaya ayağı takıldı, kayanın üstünden öbür yana savruldu. Bir süre orada uzandı kaldı. Ellerini yakasından çekti. Çeker çekmez de kan fişkırdı. Alacakaranlıkta yere göllendi. Düşe kalka köye girdi. Bir sudan geçmiş, ya da suya girmişti. Her bir yerlerinden su sızıyordu. Konağa kadar tepeyi tırmandı. Yolda büyük, sarı, mavi, pembe çiçekler açmış pabuç incirleri konağın yolunu kapatmışlardı, yolda pabuç inciri dikenlerinin üstüne düştü. Her yerine diken battı. Geldi, evin önüne boylu boyunca güfereli tozlarm içine, sığırların araşma yıkıldı.

«Bir su,» dedi. Evdeki herkes telaşla koştu. Başucunda in-

84

i.*»



ce bir şeftali ağacı vardı. Başını ona dayamıştı. Parmakları arasından kan fışkırıyordu. Tozlarm arasına göllenmiş.

BBeni,» dedi, «vuranı biliyorsunuz.»

Durmadan tüfekler patlıyordu. Durmadan, ardı arkası kesilmeden. Her yer, herkes, evler, yücedeki ay, papuç incirleri, kayalıklar, akar büyük su toz duman içinde kaldı. Gecede, toz dumanın içinde ıslak ıslak fesliğen koktu.

Nal sesleri bastırdı bir ara köyü. Kurşun sesleri durdu. Suyun çağıltısı durdu. Fesliğen kokusu da germez oldu. Köyün içi çığlık çığlığa. Kayalıklardan karanlığa doğru bir sürü uyumuş kartal havalandı, köyün üs_tünden büyük ırmağın öte yanına nalları sakırdayarak atlılar geçtiler. Atlılar geçtiler. Her şey karanlığa kesti. Kartal kanatlarının şapırtısı biraz daha sürdü. Korkunç bir sessizliğe gömüldü her yer.

Sabahleyin kıpkırmızı, bir yığın köz gibi güneş çıktı. Mor kayalar terledi, öylesine terledi ki, uzaktan bakınca yağmur yağmış sanırdın. Sonra kayaların terleri kurudu. Kayalarda iğne ucu gibi ipiltiler, çelik ışıltılar kaldı.

Ölü kapıda, tozların içinde, kucağına doğru göllenip, sıcaktan köpürmüş kanı tüterek, ıpıssız, tek basma bacaklarım'karnına doğru çekmiş güneşin altında yatıyor, dört yanında yumurtadan yeni çıkmış, yumak yumak, tüylü, sarı civcivler kürk bir tavuğun ardına takılmışlar dolaşıyorlardı.


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin