Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə7/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   43
<;

Akyollu Mustafa Bey az zamanda kendini toparladı, içinde bir karaçalı dikeni gibi büyüyen, onu yerinde durdurmayan öfkesini yendi, olayları bütün etkilerden uzak, aklıyla değerlendirmeğe başladı.

Konağı kale yapan Derviş Bey ne pahasına olursa olsun artık dışarıya bir adım atmayacaktı. Otomobilden indiği zamanki yüzü, hali, şaşılacak gibiydi. Yüzündeki, gözlerindeki, tekmil bedenindeki korku... Salt korkuya kesmişti Derviş Bey. Tepeden tırnağa, tâ tırnağından tepesine kadar, koskocaman bir korkudan ibaretti Derviş Bey. Ne güzel, ne güzel! Ooh, ne güzel! O, bazı bazı dünyanın en yürekli adamı, bazı da en korkağıdır. Onda korkaklık da, yüreklilik de bir deliliktir. Onun bu huyundan faydalanmak gerek.

Yel Veli uzun ince bir adamdı. Şu koskoca Çukurovayı iki günde yürür gelirdi. Birinde, bir atlıyla yarışa çıkmış, anlı şanlı Arap atını çatlatmıştı. Yel Velinin efsanesi dillerdeydi. Çu-kurovamn düzüne düşüp de yürümeğe başladığında, uğunur, ardından kurşun ulaşmazdı.

Büyük, hep keder içinde, ela gözlüydü Yel Veli. Hiç evlenmemişti, evlenmeğe de niyeti yoktu.

Bir de Çukurovanın en birinci izcisiydi Yel Veli. Kuşun kanadının değdiği yeri bile izlerdi.

100
«Muharrem avlunun büyük kapısını gece yarışma kadar bekliyor, gece yarıyı az geçe nöbeti başkasına devredip doğru çardağına gidiyor^ karısıyla en küçük çocuğunun arasına yatıyor. Başını yastığa koyar koymaz da hemen uyuyor. Tüfeği kucağında, öylece uyuyup kalıyor. Çardağın tahtaları sağlam, kalın. ¦• Ama Muharremin üstünde uyuduğu döşek ince... Bir tabanca kurşunu bile geçer bu döşeği. Geçer de arkasmdakini öldürür. Muharrem her gece böyle. Hiç değişmiyor.»

«Muharrem giderse, karşı taraf da seni öldürecek, ne dersin Yel Veli?»

«Kader böyle imiş derim ya, Yel Veli postu öyle kolay kolay vereceklerden değildir de, derim.»

«Kara Hüseyin, Yel Veliyle git. Bin bir ata da Yel Veliyle git...»

«At istemez Beyim. Bu işte yayalık daha iyidir.»

«Yel Veliye ulaşamazsın.»

«Yel Veli ayağını bana uydursun.»

«Kara köpek, sana nasıl uydururum ayağımı?»

Kara Hüseyinle Yel Veli Muharremi iyi tanıyorlardı. Çelimsiz, sarışın, kısa boylu, çakmak gibi, hareketli, yerinde duramaz, hep gülümseyen birisiydi. Bu bölgede onun gibi ata binen kimse yoktu. Ve onun gibi kurşun sıkan. Uçan turnayı gözünden, kaçan tavşanı art ayağından vurur derler ya, onlardandı. Derviş Beyin konağına nereden, kaç yaşında geldiğini kimse bilmiyordu. Belki kendisi de bilmiyordu. Tâ çocukluğundan bu yana konağın birinci silâhşoru oydu. En güzel atlara o biner, en güzel silahlan o kuşanırdı. Köyün dışında hep at üstünde gözükürdü. Kasabada, çarşıda, pazarda hep at üstünde. At üstünde alışverişini eder, at üstünde de yemeğini yerdi. Altı tane oğlu vardı. En büyüğü yirmi yaşında. Ve îstanbulda okuyordu. Kara Hüseyinin içi sızladı.

Geceydi, karanlıktı. Gökte kara bulutlar Akdenizden To-ros üstüne doğru ağıyordu. Kara Hüseyinle Yel Veli bir sel çukurundan Derviş Bey çiftliğine doğru gidiyorlardı. îkisi de ter-

101


lemisti. Bir ara bir yağmur yeli gibi serince bir yel esti, Kara Hüseyin üşüdü. Halbuki boğucu bir sıcak vardı. Toprağa bu gecede bile elini dokunduramazsm. Kızgın demir olmuş toprak. Sabaha karşı bu toprak soğur ama, daha gün atımına çok

var.


iki gündür Yel Veliyle Kara Hüseyin yürüyorlar, saklanıyorlar, acıkıyorlar, bellerinden azıklarını çıkarıp bir kuytulukta yemek yiyorlar ama konuşmuyorlardı. İki gündür ne o bir tek sözcük söylemişti, ne öteki.

Köye girdiler... Yel Veliye köpekler ürmezlerdi. Kara Hüseyin de köpekler için hamur ve et almıştı yanma. Ürecek olan köpeğe atmak için.

Muharremin çardağının dibine geldiler. Birkaç sığır çardağın altına yatmışlar geviş getiriyorlardı.

«işte bu çardak, Hüseyin. Az sonra Muharrem gelir, şu merdivenden yukarı çıkar. Birinci tahtadan sonra şavulla... Tam dördüncü tahtanın üstünde yatar. Karısıyla çocuğunu vurma, îyi şavullarsan, dördüncü tahtanın tam ortasını nişan alırsan Muharremi tam yüreğinden çivilersin. Kolay gelsin. Ben seni Akçasazın kıyısındaki tek dutun altında beklerim.»

Sözünü bitirir bitirmez ortadan, o anda yok oldu, süzüldü, çiftliğin dışma çıkıverdi. Kara Hüseyin Yel Velinin çok çabuk bir adam olduğunu biliyordu ama, bu kadarlığını o da bilmiyordu.

Çardağı usul usul araştırdı. Dördüncü tahtayı buldu, sonra gitti, evin çitinin oraya, bir susam yığınının arkasına saklandı. Buradan çardağın üstündeki karartı görülebilirdi.

iki gündür, Muharrem hakkında ilk olarak düşündü, iki gündür öldürmek için yollara düştüğü adam hiç aklma gelmemişti. Şimdi az sonra Muharremi öldürecek, çocuklarını öksüz koyacaktı. Belki de Muharremi öldü(remeyecek, Muharrem onu

öldürecekti.

«Ya Muharrem beni öldürürse benim çocuklarım öksüz

102


kalmayacak mı?» diyordu. «Muharrem benim çocuklarımın Öksüz kalacağını düşünür mü?»

Çok kalabalık olacak. Yarın sabah burası kıyamet insanla dolacak. Kadınlar, çocuklar ağlayacaklar. Beddualar okuyacak-jar, Öteki köylerden insanlar gelecek. Dağlardan, kasabadan insanlar, candarmalaı, doktorlar, hükümet gelecek, Muharremi parça parça edecekler.

Çardaktan sabaha kadar, şu geviş getiren ineklerin üstüne şıp Ş*P kan damlayacak. Kıyamet kalabalığın üstüne kan damlayacak. Çardaktan üstlerine yağmur gibi kan yağacak...

Kurtaısa kurtarsa bataklık kurtarır. Yoksa bu ovanın yüzünde Derviş Beyin adamları onu keklik gibi avlarlar... Bereket ki bataklık... Ucu bucağı belirsiz. Ve bu bataklıkta Yel Veliden başka, ve de Yel Velisiz kimse dolaşamaz. Bu bataklığa yılan gövdesiyle, kuş kanadıyla giremez. Bataklık bir koşuluk yer, dut ağacının altında da Yel Veli. Böyle olunca adam öldürmekten kolay ne var ki...

Gece yarıyı geçti. Muharrem bir türlü gelmiyor. Gelmeyecek mi ola? Eğer bu gece gelmezse yarın gece de burada beklemesi Var.

Elini uzattı yandaki otu tuttu. Ot ısırganmış, elini, kolunu yaktı.

Hırsla tüfeğine sarıldı. Şimdi, şu anda Muharrem gelse de onu görse ne olurdu? Muharrem bela adamdır. Hiç düşünmeden, hemen, o anda tüfeğinde ne kadar kurşun varsa üstüne boşaltırdı. Ve bir tek kurşun da boşa gitmezdi.

Kara bulutların arasından el kadar bir aydınlık parçası gözüktü, sonra yitti. Ortalık kurumuş, taze sığır pisliği kokuyordu. Usuldan esen yel Akçasazdan çürümüş batak kokusu getiriyordu. Çürümüş, ıslak, yapış yapış, boğucu bir sıcak koku...

Kara Hüseyin ayağa kalktı, sonra birden gene geri oturdu.

Muharrem gene aklından çıktı. Bey, diyordu, bu işten sonra bana elli dönüm tarla verse Akçasazın kıyısından. Sürsem ekseni bu tarlayı. Bir pamuk olsa, boyumca... Her bir koza

103

yumruğum kadar. Satsam pamuğu, çok para kazansam. eva batsın. Allah bin belasını versin bu Çukurovamn. Çukurova, Çukurova değil, Çukurova bir fırın içidir. Burada yaşanır mı ki! Alsam karımı, alsam çocuklarımı çıksam Torosun tepesine, yaylasam. însan ömrü ne kadar ki zaten... Onu istediği gibi geçirmedikten sonra... Kamalıklı, kara ardıcın arası... Kekikli dağlar... Yarpaz kokan pınarlar... Yaşamak ki yaşamak derim sana! Bir yıkık da olsa, bir yazcık da olsa... insan ömrü pamuk ipliğine bağlı, bugün varsın yarın yoksun... Bey bir elli dönüm tarla verse, beni de artık azat eylese... Yaşlandım gayri...



Muharrem mi bu gelen? Boyu bir çocuk kadar olduğuna göre o olsa gerek. Muharrem yorgun, uykulu, sarsak adımlarla geldi çardağın merdiveninin yarımda durdu. Başını önüne sarkıtıp orada bir süre düşündü. Kara Hüseyin, şimdi şunu devir-sem olmaz mı, ille de yatağına mı girecek, dedi. Sonra, ya yaralanırsa, dedi, elinde de zehir gibi mavzeri. . Üstelik de Muharrem bu, elinden uçan da kurtulmaz kaçan da...

Derken, Muharrem ağır ağır çardağın merdivenini çıktı. Soyunmadan öylece yatağa devriliverdi. Kara Hüseyin onun başının hangi yanda olduğunu gördü. -

Biraz daha bekledi. Azıcık heyecanlanmıştı. Muharrem geldi gözünün önüne. Doru bir atın üstündeydi ve atını büyük bir bahçenin yanındaki yoldan dağlara doğru doludizgin sürüyor, elindeki tabancayla da önündeki boş yola durmadan ateş ediyordu. Çok gençti o zamanlar Muharrem. Böyle, bugünler gibi saçı dökük değildi. Neden hep önündeki boş yola kurşun sıkıyordu ola? O zaman düşünmemişti bunu, şimdi düşünüyordu. Gerçekten deliler yapmazdı onun yaptığı bu işi.

Birkaç horoz öttü, bir tay kişnedi. Akçasazm üstünden çirkin sesli bataklık kuşlarının çığırtıları geldi.

Kara Hüseyin ayağa kalktı. Çardağın altına geldi. Tüfeğini bir iyice şavulladı ve tetiğe bastı... Alman filintası otomatik gibi işledi ve beş kurşunu birden kustu. Kurşunları yiyen Muhar-

104
rem, yattığı yeraen bir metre kadar yukarı, korkunç bir çığlıkla bağırarak sıçradı ve yatağının üstüne geri düştü. Çardak sallandı, çatırdadı. Ve geriye düşer düşmez de oluverdi. Onun düşmesinden uzun bir süre sonra da çardak beşik gibi sallandı.

Karısı, çocukları neye uğradıklarını bilemeden uyandılar. Sersem sersem orada, Muharremin yanmda durdular kaldılar. Neden sonra kadın lambayı yakmayı akıl etti.

Bütün çiftlik uyandı. Muharremin evine geldiler. Kadınlar, çocuklar ağlamağa başladı. Bir hay-u huy çiftliği sardı.

Derviş Bey:

«Eyvah,» dedi, «Muharrem gitti! Bu alçaklığı yapacağını, bilmezdim Akyollunun. insanlık defteri böyle bir alçaklığı yaz-nıaz. Beylere gücü yetmeyenler, yanaşmalardan öç alıyorlar.»

Dışarıya çıkmak istiyor ama, kendini tutuyordu. Belki kendi dışarı çıksın diye işlemişlerdi bu cinayeti.

Tabancası elinde, bir baştan öbür başa odayı gidip geliyordu.

Dışarıya seslendi:

«Ölmemişse, çabuk doktora yetiştirin Muharremi,» dedi-

Az sonra sözünün karşılığı geldi:

«Muharrem öldü,» dediler.

Derviş Bey bu ölüme çok üzüldü. Demir kafes içinde öfkelenmiş bir aslana benziyordu. Duvardan duvara kendini vuruyor ve elindeki tabancasının kabzasını elini kanatmcaya kadar sıkıyordu.

«Ne aslanı, ne aslanı be. Serçe bile değil... insan da bu kadar korkar mı?»

Yazık, yazık Muharreme. Atlar tepişiyor, arada bu zaval-lilar ölüyor. Ne haksızlık.

Şimdi de Yel Veli ölecek. Muharremin karşılığı olsa olsa ancak Yel Veli olur. Belki Muharremi Yel Veli öldürmüştür. Bunlar akılsız. Akyollu gelip de Muharremi öldürmez. Muharremi, Muharrem gibi birisi öldürmüştür. Yel Veliyi de Yel Veli gibi birisi öldürecektir. Salt Beyler böyle istedi diye. Harpler

105

de böyle değil mi? Tıpkı. Böyle istedi Beyler diye, milyonlar biribirlerini öldürüyorlar. «Biz istedik diye.»



Ne acaip bir kuruluş. Ne alçak bir düzen bu. «Bizim düzenimiz. Onların düzeni, şu aşağıdan yukarı gelenlerin, Ağaların düzeni daha kanlı, daha alçakça bir düzen. Şu ağaların, bezirganların düzeni. Bizimkinden de alçak.»

Dünyayı kan boğdu, kana battı dünya... Çanakkale günlerinde... Kan daha sürüp gidiyor.

«Aaaah, bir dışarıya çıkabilsem. Şu kaynaşan kalabalığın içine. Aaaah, bir çıkabilsem.»

Kapının oraya yaklaşıp dışarıya seslendi: «Kim vurmuş Muharremi?»

Korku içinde, yılgın bir ses, Hidayetin sesi karşılık verdi: «Yatağına yatmış, uyudu uyuyacak, çardağın altından kurşunlar... İki metre göğe sıçramış Muharrem kurşunu yeyince.. Bir bağırıyordu ki, kulağım sağır olacaktı nerdeyse... Nerdey-se... Onu vuranı kimse görememiş. Ortalık karanlık. Göz gözü görmüyor.»

Arkasına düştüler mi Muharremi vuranın?» «Düştüler. Düştüler ama Akçasaz varken burada adam yakalanmaz. Kurtuldu gitti.»

Nasıl da can atıyordu dışarıya çıkmağa... Ama söz vermişti kendi kendine, kıyamet kopsa da, hiç bir gece bu odadan dışarıya adım atmayacaktı.

Bütün bedeni ıpıslak olmuş, donu gömleği de su içinde kalmıştı. Donunu gömleğini de çıkardı, çırılçıplak kaldı. Sıcaktan boğuluyordu. Azıcık, azıcık bir serinlik... Soluk alamıyordu. Azıcık daha dursa boğulacak. Zırıl zırıl ter... «Hidayet...» «Buyur Beyim.»

«Gel kapının ağzına otur. Tüfeğin elinde mi, dolu mu?» «Dolu Beyim.» «Kapıyı açıyorum. Yoksa havasızlıktan öleceğim.»

Hemencecik kapının ardındaki kum torbalarım devirdi ve ÇtL Ağzını susuz kalmış balıklar gibi açtı, havayı içine çekti.

«Bayılacağım, bayılacağım, bir su getir. Bir kova su getir Hidayet. Çabuk ol. Getir de başımdan aşağı döküver.»

Karısı sofanın öteki ucundaki pencereden ona bakıyor, hallerine şaşıyordu. Kim gelecek de şu koca konağın içinde onu öldürecekti! Bu adam aklını mı oynatıyordu acaba?

Hidayet bir koca kova suyu tepesinden aşağı boca etti ve Derviş Bey serinler serinlemez hemen odasına girdi, kapıyı kirledi, kum torbalarını kapının ardına yığdı.

«Kışın daha iyi olacak, daha iyi olacak,» diyordu kendi kendine. «Yakarsın ocağı, geçersin karşısına, oooh! Kimseyi de almazsın eve. Olur biter. Bundan sonra üstünü aramadan kimseyi yanıma sokmasınlar. Herif azıttı. Hiç bir alçaklığı yapmaktan çekinmeyecek. Canavarlaşıp hayvanlaştı. Bizimkilerden birisini satın alamaz mı? Alamaz. Hidayeti satın alamaz mı? Alamaz. »

Hidayete seslendi:

«Yel Veli öldürülmeli. Kim öldürecek?»

«İzin verirsen, ben öldüreyim onu Beyim. Muharreme yüreğim yanıyor. Onun öcünü yerde koymayayım.»

Bey:


«Öyleyse sen öldür Yel Veliyi,» dedi. «Yarından tezi yok, çık yola. Öldür onu. Muharrem onun gibi yüz adama değerdi ama, ne fayda.»

Kara Hüseyin tek dutun oraya vardığında soluk soluğay-dı. Yel Veli onu dutun altında karşıladı:

«Duydum,» dedi. «Tüfeğiyin sesini duydum. Çiftlikten bağnşmalar geliyor. Seni kovalıyan var mı?»

Kara Hüseyin:

«Beş kişi geliyor ardımdan,» dedi.

Yel Veli:

«Haydi öyleyse Akçasaza... Bir ordu gelse bizi Duıamaz Akçasazın zmcarında, bükünde.»

Elinden tuttu, Akçasaza girdiler. Bataklık dizlerine kadar ancak geliyordu. Ve altı sertti, batmadılar.

Büyük, karanlık büklere doğru ilerlediler.

Onları izleyen Derviş Beyin adamlarının tek dutun yanına geldiklerini, orada birbirleriyle konuşmağa başladıklarını duydular.

I

ı
108



Sarıoğlu Derviş Bey Sanlar Aşiretinin Beyiydi. Bundan doksan yıl öncesine, iskâna kadar bu aşiret çadırlarda yaşardı.

İskândan önce kışlakları gene burası, Savrun çayıyla Sum-bas çayının arasıydı. Sanlar Beyi gene Beylik çadırını Anavar-zanın yakınındaki bu yassı tepenin üstüne, şimdiki konağın yerine dikerdi.

Yazın da yaylakları Binboğalardı. Sanoğlu aşireti çok büyük bir aşiret değildi ama, gözü pek, kolu güçlü, törelerine bağlı, zengin bir aşiretti. İskân olmuş bitmiş, dünya karmakarış olmuş, her şey değişmiş, Sanlar aşiretinde hiç bir değişiklik olmamıştı.

Varsa varsa bir onulmaz dertleri vardı içlerinde... Osmanlıya yenilgilerinin acısı Beyinden çobanına kadar bir ağı gibi çökmüştü yüreklerine. Bu unutamadıkları bir şeydi.

Kozanoğlu isyanına Derviş Beyin dedesi girmişti. Osmanlıya yenilen Beylerden birisi de oydu. Hiç bir zaman, son soluğuna kadar bu yenilgiyi bir türlü yutamamıştı. Yutamamıştı ama, onları yenilgiye uğratan kumandana da hayrandı. Torununa, kumandanın adını, bu yüzden koymuştu. Ne kadar düş-mansa Derviş Paşaya o kadar da hayrandı.

Kozanoğlu yenilgisinden sonra aşiretler darmadağın edilmişti. Yenilgiden sonra zaten aşiretler darmadağın olmuşlar,

109

KenaııiKierıııucu utı umoı (>uu___________,



nilgiden sonra aşiretler kırgın bekliyorlardı. Derviş Paşanın kellelerden kale yüceltmesini bekliyorlardı. Halbuki bekledikleri kırgın olmamıştı ama aşiretler kırgından da daha büyük belaya uğramışlardı.

Aşiretin bir kısmı, daha önce de sürgün edildikleri Bozo-ka yollanmışlar, bir kısmı Diyarbakıra, Kayseriye, Sivasa sürgün edilmişlerdi.

Sarılar aşiretine gelince onlar da, bir sürü başka aşiretlerle Çukurovaya doldurulmuşlardı. Artık baharın ucu gözükür gözükmez yukarı Torosa kaçmak yok. Bütün yaz bu Çukurova cehenneminde yanacaklardı. Bütün dağ yollarına, yaylaya çıkış yerlerine Osmanlı asker dikmişti. Dağlara, dağların arkasına kuş uçurtmuyorlardı. Korkunç bir kırım oldu Çukurovada. Sıtmadan, sinekten, sıcaktan ölmeyen kalmadı. îlkin öylesine bir kırım oldu ki Çukurda, ölüleri kaldıracak adam kalmadı. Ölüler ortalıkta öylecene koktular kaldılar.

Osmanlı onlara bereketli Çukurova toprağından tarlalar vermişti. Tarlaya kim bakar! Kim eker, kim biçer tarlayı! Bu bereketli topraklara düşman kesilmişlerdi. Ağacına, kuşuna, otuna, böceğine düşman kesilmişlerdi. Zaten onlar toprağı sürmeyi, ekmeyi, biçmeği bilmiyorlardı ki... Onlar hayvancıydılar, hayvanları da bu kanlı, bu her sineği bir alıcı kurt olan Çukurovada insanlardan daha çok kırılıyordu.

Hayvanlar sıcağa, sineğe, bu boğucu havaya insanlar kadar dayanamıyorlardı.

Ölüm, açlık, kırgın, salgın hastalıklar babayı oğula, karıyı kocaya, aşireti Beye düşman etti. Birkaç yıl içinde töreler darmadağın olup unutuldu.

İşte bu hengâmede Sarıoğlu Süleyman Bey kendini de aşiretini de kurtardı. Baktı ki insanlar ve hayvanlar sam değmiş-cene kırılıyorlar. Gerçekte de insanları böyle sapır sapır döken samdı. Baktı ki Süleyman kendisi de, karısı da, çocukları da öle-

110


saneden kurtulmanın yolunu aradı.

Atına atladı, Osmanlının dağlardaki kumandanını buldu. Bu çok iyi okumuş, iyi yürekli bir binbaşıydı. Olanı biteni ona anlattıktan sonra:

«Maldan mal, altından altın, kızdan kız beğen kumandan,» dedi.

Ve kumandan maldan mal, altından altın, kızdan da kız beğendi.

O yılın Temmuzunda Sarıoğlu aşireti sıcağa, sineğe, salgın hastalıklara bir kısım insanı ve hayvanı kurban vererek canını dar attı Binboğa yaylasına.

Bu beş on yıl böyle sürdü. Sonra dağ yollarını tutanlar işi gevşettiler.

Aşiretler artık sazlardan, kamışlardan, çalılardan evler yapıp köyler kurmuşlar, toprağı sürmeyi öğrenmişler, yerli olmanın, bu toprağa bağlanmanın tadına varmışlardı.

Dağlardaki Osmanlı karakolları toptan kalktığında bile Çukurovada yazın kalanlar oluyordu. Her köyde her yaz, ekinlerin başında dört beş erkek kalıyordu. Çukurda kalan erkekle-ıln karıları çocuklarıysa yaylaya gidiyorlardı. Bu böyle Birinci Dünya Savaşına kadar sürdü. Birinci Dünya Savaşından sonradır ki ancak Çukurovada yazın bir köyün toptan çıkmadığı, Çukurda kaldığı görüldü.

Sarıoğlu aşireti işte bu yüzden Çukurovada kalıp kırgına uğramadı, geleneklerini, göreneklerini öteki aşiretler kadar yitirmedi.

Bu büyük konağı da Derviş Beyin dedesi Osmanlı yeniği Süleyman Bey yaptırdı, iskândan çok sonralarıydı. Aşiret yavaş yavaş toprağa, çift sürmeğe, ekin ekmeğe alışıyorlardı. Sarıoğlu bir iş için Maraşa gitmiş, orada Beyazıtoğullarmdan bir Beyle görüşmüştü. Beyazıtoğlu:

«Süleyman Bey,» demişti, «Osmanlıya kızma. Göçebelik..

111


yalı ^auaınııııv. uk, _, o

çıkmış kabuğunu beğenmez. Osmanlı ne kazandı, ne yitirdi bundan, ne kendi bilir, ne kimse... Artık dünyada göçebe kalmadı. Bak, Firengistanda hiç göçebe var mı? Yerleşmek zorundayız Süleyman. Biz yerleştik kötü mü ettik? Bir küçücük aşiretin Beyi iken koca Maraşın Beyi olduk. Sen de yerleşeceksin. Sarı-oğlu aşiretinin Beyi iken koca Çukurovamn, Adananın, Tar-susun, hem de Sisin Beyi olabilirsin. İnat etme, bırak şu çadırı da bir konak yaptır kendine, yaptır da konağı, evine Osmanlı, Beyler insin. Ondan sonrası kolay...»

Bunun, bu göçebeliğin böyle gitmeyeceğini Süleyman Bey de anlamıştı, çoktan. Daha Maraştayken, hemen orada kendine Zeytinli bir duvarcı, bir marangoz buldurdu. Çırakları, işçileriyle onları aldı, takım taklavat Çukurovaya getirdi. Hemen o kış konağın temeli atıldı. Kazılan temelden nakışlı, yazılı, kabartma resimli bir sürü taş çıktı. Hüyüğü kazdıkça nakışlı, yazılı taşlar, türlü türlü insan, hayvan yontulan çıkıyordu. Ev yerleri, temelleri çıkıyordu. Süleyman Bey bütün yazılı mermer taşları, yontulan biltekmil kireç ocağına gönderdi. Yazılı taş, suret, put günahtır. Bir Müslüman konağının temelinde, duvarında bulunamaz. Ama taş burmak da meseleydi. Şu Çukurun düzlüğünde yumruk büyüklüğünde bir taş parçası yokken, nasıl yapacaksın bu koskocaman konağı? Nasıl yükselteceksin du-varlan? Hüyükten çıkan mermerleri de kireç yapınca...

Demek daha önce de bu Hüyükte, bu Çukurovada, bu sinekte, bu cehennemde, bu fırında insanlar otururlarmış, taşlar yazar, suretler çizer, putlar yaparlarmış. Demek bizden önce de, ne deliler, ne sapkınlar varmış, bu cehennemi yurt tutan... Beyazıtoğlu:

«Konağı yaptır da, istersen içinde oturma,» demişti. «Şimdi Beylik konakla olur. Bir konak senin itibarını Osmanlı yanında yüceye çıkarır. Konağın ne kadar büyük, ne kadar göz alı-cıysa Osmanlı yanında itibarın o kadar büyük olur. Çadırın Padişah çadırı gibi de olsa, içini som atlastan da döşesen, di-

112


----, j------«v*.*. njrcıi, aaycULlüI \l\\

inci mercanla donatsan çadırın Osmanlı yanında gene de bir değeri olamaz. Çadır öleli çok oldu, Süleyman Bey, çooook. îfonakta oturan Beye konak Beyi, çadırda oturan Beye de çadır Beyi gözüyle bakarlar. Beylik çadırın bir çingene çadırı ka-oar kıymeti kalmadı. Süleyman Bey, aaah, Süleyman Bey, geçti o günler. Çadırın görkemli günleri yandı gitti, bir top duman oldu bilinmeze ağdı gitti. Taşlar alıp da kara bağrımızı dövelim, Süleyman Bey!»

Zeytinli Ermeni ustası Sivasta, Sivas Beyinin konağında çalışmıştı gençliğinde, çırak olaraktan. Bu konağa hayran kal-mışU- O gün bugündür, yüreğinde dertti. Böyle bir konağı, şu darı dünyadan gitmeden önce kalın toprağın sırtına ben de dikeceğim. Hem de daha büyük, görkemli, hem de daha hünerli, diyordu.

îşte fırsat bu fırsattı. Şimdiye kadar eline geçmeyen fırsat bundan sonra da geçmezdi. Ha gayret, dedi kendi kendine, ha gayret Onnik Usta, namın kıyamete kadar kalacak, Onnik Usta adı dillerden düşmeyecek. Konağın yeri de çok güzel. Bir hüyükte, hem de düzlüğün ortasında. Nerden, ne yönden baksan gün gibi parlayacak.

Çukurova hep kara toprak. Bir yumruk büyüklüğünde taş bile yok. Temelden çıkan taşlar da yazılı taşlar da. Anlamsız, Onnik Usta yapı taşı bulmalıydı. Hem de çok... Anavarza kalesi çarptı gözüne. Surları, yapıları, su kemerleri... Onnik Usta birkaç hafta merakla Anavarza kalesinde dolaştı. Bu kayalıklardan taş indirmek, indirip hüyüğe taşımak zordu. Zordu, hem de mümkünsüzdü.

Süleyman Bey:

«Sen meraklanma Onnik Usta, istediğin Anavarza kalesinin taşı olsun. Sen şuraya bir konak konduracaksın ki Osmanlının, İran Şahının da parmakları ağızlarında kalsın. Senin istediğin taş olsun.»

Ve aşireti erkek kadın, çoluk çocuk, yaşlı sakat tâ Ana-

113

F:8


lıklarla... Sarıoğlu aşireti yetmedi, Sumbaslıdan insan aldı, Ce-ritliden, Lek Kürdünden, Tatarlıdan adam aldı. Anavarza örenlerinden sökülen taşlar elden ele, elden ele gelip tâ hüyüğün dibine yığıldılar. Dört köşe, yuvarlak, kefenk, çinke, mermer taşlar. Kilometrelerce dizilmiş insanlar taşlan elden ele geçirerek tâ hüyüğe götürüp yığıyorlardı. Anavarzadan hüyüğe kadar kımıldayan, eğilen doğrulan, inceden dalgalanan bir insan çizgisi, kapkara... Kara bir duvar gibi. Ve ellerden ellere kayan taşlar... Ağır, pürtüklü, cilalanmış, sarı, koyu mavi, ak, yeşile çalan, cam damarlı taşlar. Tâ Anavarzadan hüyüğe kadar insanların ellerinden durmadan taşlar aktı, aktı, hüyüğün dibine yığıldı. Ellerin içi soyuldu. Taşlar avuçları, parmakları, tırnakları yedi. Eller kızıl et kaldı, korkmuş. Ellerden aylarca Anavarza kayalığından Çukurova düzüne sular gibi taşlar aktı. Günlerce ayakta durmağa dayanamayıp düşüp ölenler oldu. Kaçanlar, başını alıp gidenler oldu, bir daha dönmemecesine.

Onnik Usta şu Türkmen Beyi Süleymanm aklına, ferasetine şaşıyordu. Kimin aklına gelirdi bu, sen insanları Anavarza kayalıklarından tâ hüyüğe kadar diz, elden ele, elden ele taşları Çukurovanm ortasına dağlar gibi yığ! Olacak iş mi? Bu gayret karşısında Onnik Ustanın coşkusu artıyor, içi içine sığmıyordu. Sarılar aşiretinin kadınları, erkekleri, çocukları geceleri gündüze katarak çalışmalarını aşkla şevkle sürdürdüler. Konak üstüne, ellerden ellere akan taşlar üstüne, daha temele başlanmadan destanlar söylenmeğe başladı. Sazını çeken Aşık Sarı-oğlunun Beylik çadırına geldi. Uzun destanlar söylediler Sarıoğlu soyu üstüne, yapılacak konak üstüne. Sarıoğlu Süleyman Bey de onları ağırladı, dinledi, hoş tuttu, armağanladı. Süleyman Beyin öyle bir konağı olacaktı ki, Osmanlı sarayı gibi. Çukur-ovanın düzünde tâ ötelerden, Akdeniz kıyılarından bile gözükecek, Peri Padişahının sarayı örneği parıl parıl edecekti.


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin