Derviş Beyin Hatunu geldi, onun kolundan tuttu, tirtir titriyordu.
«Haydi aşağı in Bey. Burada görüp de sana ateş ederler. Seni dışarı çıkarmak için yapıyorlar bunu. Aşağı inelim Bey de, bir eve gidip saklanalım.»
Derviş Bey elini sinek koğar gibi salladı:
«Benim için farketmez Hatun,» dedi. «Ölmek de yaşamak
143
jL»uşıuajıuii
da bir benim için. eunuan gy tükten, bunca alçaldıktan sonra... ölsem daha iyi. Çok kırıldım Hatun, çok gücendim. İncindim Hatun. Mustafadan bunu beklemezdim. Ona nasıl düşmanım derim bundan sonra?»
Bir daha ağzını bıçak açmadı. Yerinden de kıpırdamadı. İnce, uzun, güçlü parmaklarıyla balkonun parmaklığını sık ha sık ediyordu. Tırnaklarının dibinden kan çıkasıya.
Yalımlar üstüne üstüne geliyor, koca konak çatırdıyor, yanaşmalar suyla, toprakla, ıslak çullarla, kilimlerle ateşin önüne geçmek için var güçlerim harcıyorlardı.
«Bey yanacaksın. Yanacaksın, yanacaksın! Buradan gidelim,» diye onu sarsarak, kulağının dibinde Hatun birkaç kere bağırdı. O duymuyor, görmüyordu.
Akyar kamışlığının içine oturmuşlar bekliyorlardı. En küçük bir fısıltı bile yoktu. Kamışları en küçük bir yel bile sallamıyordu. Kamışlar uzun ve sıktılar. Büyük, gösterişli bir tozak vardı her bir kamışın ucunda. Ağır bir sıcak çökmüştü. Islak, buğu gibi bir sıcak. Boğucu.
Mustafa Bey ayağa kalktı, sapsarı olmuş, üstünü kırış kırış toz kaymağı bağlamış, saman çöplerinin yüzdüğü suya gitti, eğildi, eliyle suyun yüzünü arıttı çarpa çarpa ılık, kan gibi suyla yüzünü, boynunu yıkadı, geri geldi, sırtını bir kamış köküne dayadı, tüfeğini kucağına aldı oturdu. Koca Hasan uyukluyordu. Sert, kartal gagası gibi burnunun delikleri bir açılıp bir kapanıyordu. Büyük, elmacık kemikleri çıkık esmer yüzünde belli belirsiz bir sarılık göze çarpıyordu. Suyun yüzündeki saman parçaları güneşe geldikçe göz kamaştırıcı bir parıltıyla çakıp sönüyorlardı. Kamışlar yer yer suyun yüzünü örtmüştü.
Kocaman yırtıcı bir kuş uzun kanatlarını açmış, kamışlığın üstünde uçuyordu. Uçuyor değil, sanki mavi gökyüzüne çakılmış. Orada öylece gerilmiş duruyor. Yanına, az ötesine bir kuş daha geldi gerildi. Sıcak cikiliyor, kuruyan, yarılan toprağın, sıcaktan göğünen otların, ağaçların, kamışların çatırtıları duyuluyordu. Az ilerilerindeki derin tekerlek izlerinin uzayıp gittiği tozlu yoldan kimsecikler geçmiyordu.
Az sonra Hamza Dayının toz içindeki kalmış Fordu görün-
irl
145
F:10
UU,
lerinden geçti gitti. Otomobilde Hamza Dayıdan başka kimse yoktu.
Mustafa Bey:
«Ne oldu?» diye Koca Hasana sordu. «Otomobil boş geçti.»
Hasan:
«Vallahi Bey, Derviş kasabaya gitmeliydi. Hem de mecburi gidecekti. Bir yanlışlık ne, olamaz. Bankadan para almağa gidecekti. Bu paraya da çok ihtiyaçlığı vardı. Kurtkulağındaki çiftliğini de satacaktı. Çerkeş Adil Ağaya satacaktı. Onu kasabada bekliyorlar. Bekleyelim bakalım. Otomobille değil de belki başka bir şeyle gelir.»
«Bekleyelim bakalım.»
Dumlukale üstünden apak, top, pırıltıya kesmiş bir bulut yükseldi, üstlerine doğru gelmeğe başladı. Masmavi lekesiz gökte Dumlunun üstünden yekinen bulut tek başına kalmış bir bulut, ulu bir kuş gibi hızla hem geliyor, hem de göğe yukarı ağ-
dıkça ağıyordu.
Bulutun arkasından bir yel kalktı, yolların tozunu kaldırdı, Çukurova bir süre tozdan bir sis içinde kaldı. Yel azıttıkça azıtıyor, yolların tozları biribirine karışıyordu.
Yel durdu, tozlar ağır ağır toprağa indi, yağmur çiseleme-ğe başladı. Tozlu yapış yapış bir yağmur... Sarı, saman suyundan süzülür gibi bulanık, buğu gibi, yerden yukarı, gökten aşağı tüten ağır, bulaşık bir yağmur... Bir buhar kazanından fışkırır gibi çıkan bir yağmur. Sıcak da bastırdıkça bastırıyor. Ötede, uzaklarda bir köz yığını olmuş, buğunun ardından gözüken hayal meyal güneş...
Sular kamışlardan oluk oluk süzüldü. Mustafa Beyle Koca Hasan ıpıslak oldular. Giyitleri tenlerine bir iyice yapıştı.
«Başka bir yoldan, başka bir araçla gitmiş olmasın, başka bir otomobillen?»
«Hangi yol olabilir?»
«Doğru, başka yol da yok ki...»
146
I
t>
uu yaKaıamaiıyun, bir yakalamalıyım ki şimdi onu. Öldürmezdim. Hiç öldürür müydüm ki... Senin eline geçse Derviş sen öldürür müsün Koca Hasan?»
Koca Hasan dalmıştı, birden kendine geldi, hoplarcana: «Öldürmezdim,» diye bağırdı. «Hiç öldürür müydüm? Yal-vartırdım.»
«Derviş bir can için sana yalvaracak adam değil...» «Ben onu yalvartmasını bilirdim. Aaah, bir elime geçseydi. ••»
«O yalvarmaz dedim sana.»
«Onu yakalayınca alır götürürdüm Anavarza kayalığının başına... Alır götürürdüm, çırılçıplak ederdim. Sonra sırtına omuzdan kuyruk sokumuna kadar bir bıçak atar yarardım. Sonra yarığın tam dibine tuz ekerdim. Yüzü ağaca doğru onu iyice sara sara ağaca, kıpırdayamaz, bağlardım. Sonra yarasının üstüne şerbet ekerdim. Anavarzanın yeşil sinekleri nah, böyle, parmağım gibi kemikli olur. Anları azgın olur. Sinekler, arılar yaranın üstüne çokuşurlardı. Yerlerdi. Yalvarmaz mı dersin?» «Derviş yalvarmaz.»
«Sonracığıma tırnaklarının altına sivriltilmiş, ince kamış parçaları çakarım. Yalvarmaz mı dersin?» «Yalvarmaz.»
«Sonracığıma onu çözerim ağaçtan... Kuyruk sokumundan boynuna kadar deler, oraya yere çakılı bir kazık sokardım. Güneşin alnında susuz... İstedikçe birer yudum tuzlu su verirdim. İstedikçe sade tuza pişirilmiş ekmek verirdim. Önünde de bir gün iki gün, iki gün buzlu buzlu sulan içerdim. Bilirsin Bey, Anavarza kayalıkları yaz öğleleri ocaktaki demir gibi olur, elini dokunduramazsm. Yalvarmaz mı bir damla su için? Yalvarır Bey. İnsan her şeye dayanır da susuzluğa dayanamaz, hele tuz yaladıktan sonra.»
«Derviş hiç bir şey için hiç kimseye yalvarmaz. Bana bak Hasan, şimdi bana bir haber göndersin, desin ki, onun ocağına düştüm, çoluk çocuğum var, yalvarmasın, yakarmasın, bes bunu
147
söylesin, bütün kanımdan vazgeçerim. Dauamm, uwwuxu, *^-deşimin, oğlumun da onu da öldürmüş olsaydı, bütün kanımdan vazgeçerdim. Aaah, onu bir yakalasam da, kıyma canıma Mustafa dedirebilsem ona!»
«Ben dedireceğim ona...»
«De sus gayrı Hasan. Yapamayacağın işleri konuşma. Onu ben bir yakalasam, önce hiç bir şey yapmam. Elinden tutar baş köşeye yerleştiririm. Ona hiç bir saygıda kusur etmem. Gece yarıya doğru yanına varırım, ölümlerden ölüm beğen Derviş derim. O da beni kurşunla öldür, der... Hay hay Derviş Bey efendimiz, derim, seni kurşunla öldüreceğim. O bunu söyleyince bilir ki ben onu kurşunla öldürürüm. Onun isteğini yerine getiririm. Alırım Dervişi, gözlerini bağlarım, Torosa, Tekedağmm tepesine götürürüm, bağlarım onu bir ağaca. Bir gün sabahtan akşama kadar durmadan üstüne ateş ederim. Amma vurmam onu. Hiç vurmam. Belki bir kurşun şöyle tenini, saçlarını yalar geçer. Kulağını yalar geçer. Su isterse su, yemek isterse yemek veririm. Yeter, kıyma canıma kardaş Mustafa, derse, ben de onu hemen bırakırım. Ama demez o. ikinci gün de ona ateş ederim. Durmadan ateş ederim. Bir günde beş tabancayla yüzlerce kurşun sıkarım üstüne. Bacaklarının arasına, omuzuyla boynu arasına, tam alnının hizasına, gözlerine doğru durmadan ateş ederim. Bir de derim ki ona, dur, dediğin anda duracağım, derim. Vazgeç dediğin zaman vazgeçeceğim. Üçüncü gün, dördüncü, beşinci, onuncu, yüzüncü gün... O dur deyinceye kadar. Ne zaman öldüreceğimi bilmemesi gerek.»
Koca Hasan:
«Dayanamaz o... Dur, der, vazgeç, der... Dayanamaz, insan bu.»
«Dayanır, insan değil o, Derviş o... Bir de yeter artık beni öldür Mustafa diye yalvarsa... Onu da söylerim. Yeter artık beni öldür Mustafa dediğin anda da seni bırakırım Derviş, derim. Yeter beni öldür, dediği anda da onu bırakırım. Bütün Ak-
148
yollu kanı ona Jcurban olsun. İsterse bundan sonra beni öldürsün. »
Koca Hasan:
«Dur dediği anda, beni öldür, vazgeç dediği anda da ben onu öldürürüm. O ölecek...» diye yaltaklanarak sözünü kesti. Sarı yağmur biteviye öyle irin gibi çiseliyor, yere düşer düşmez de, kızgın saça düşmüş gibi bir anda buğu oluveriyordu. Tozlar sarı, yapış yapış balçık oldu. Bulutlar da balçık gibi sarardı.
Birden kapkara bir bulut geldi, ortalık göz gözü görmez bir karanlığa kesti. Bu bir an sürdü, sonra ortalık hemen açıldı, ikindi üstü pusu kurdukları yerden çıktılar, yarın üstüne vardılar, aşağı ovayı, kasabayı, Sarılar çiftliği yönünü gözleriyle taramağa başladılar. Ova bir insanın yarı boyunca buğu içinde... Her şey yarım. Buğudan gözükmüyor. Buğu bir yerlerde kırmızıya kesti bir ara...
Kasaba altından Savrunun oradan, çınarların güneyinden doludizgin bir atlı çıktı. Yağmur çiseliyordu. At bir top olmuş, atlı da atın boynuna yatmış ovayı bir uçtan bir uca kılıç gibi kesiyordu. Binicisiyb bir olmuş akan at yumuldukça yumuluyor, küçücük bir nokta oluyordu.
«Gördün mü Koca Hasan? Kasabaya gitmiş de geri dönüyor. Gayrı bu gavuru yakalamanın, vurmanın mümkünü yok. Sen buraya kurmuşsun pusuyu, o iki saatlik ötenden gidiyor. Aaaah, aaah, yakalayamayacağım onu. Aaah, aaah... Aaah, Koca Hasan...»
«Belki o değildir Bey. Öyle bir atlı. Belki hastadır, evinden çıkmamıştır.»
Mustafa Bey, Derviş Bey hasta sözünü duyunca sapsarı kesildi, düşmanca Koca Hasana baktı:
«Sus sus, ağzından yel alsın,» dedi. «O hasta falan değildir. İnşallah hasta değildir.»
Koca Hasan devirdiği çamın farkına varmış, düzeltmeğe Çalışıyordu:
149
«Hani dedim ki, azıcık kırıklığı vardır, nezle olmuştur oeı-ki. Hani dedim ki canı sıkılmıştır da azıcık... Azıcık cam... Ona ne olur ki, daha gencecik.»
«Bu giden odur o... Vurabilir miyim dersin?»
Sağ dizini yere koydu, nişan aldı, ateş etti vuramadı.
Koca Hasan:
«Çok uzak Bey,» dedi. «Bir de ben deneyim mi?»
«Olmaz.»
Bey bir daha, bir iyice nişan aldıktan sonra yumulmuş uçarcasına giden atın tam karnına dedi, tetiğe çöktü ama, at gene olduğu gibi biteviye koşuyordu.
«Oydu, o! Ama çok uzak. Kurşun tutmuyor.»
Ayağa kalktı.
Sarı yağmur buğulanarak çiseliyor, gökte üç kartal, tepelerinde, kanatlarını iyicene germişler, yağmur altında ıslak, karanlık, kıpırdamadan süzülüyorlardı.
Mustafa Bey tüfeğini doğrulttu, ortadaki hiç kıpırdamadan duran uzun kanatlı kartala nişan aldı. Bir süre gözü kartalda, eli tetikte öyle kaldı, sonra tüfeğini ağırca indirdi. Sarkık, kara bıyıkları azıcık alaycı gülümsediler.
Kartallar orada, oldukları yerde öyle süzülüp duruyorlardı.
Sarı, şimşek gibi bir yağmur durmadan ıydırıyordu.
14
150
Savrunun doğu gecesine yerleşen göçmenler köyler kuıma-ğa başladılar. Bir göçmen köyü de Bozkuyunun alt yanındaki boş Ermeni köyünü yurt tutmuş, oraya yerleşmişti.
Göçmenler geldiklerinde Çukurovada bahar yeni patlamıştı. Böyle bir toprağa yerleştirildiklerinden dolayı derecesiz sevindiler. Yaz gelinceye, sarı sıcaklar çökünceye kadar günleri düğün bayram oldu. Yaz gelip de çatır çatır Çukurova sıcağı ortalığı kavurunca işler değişti. Sivrisinekler de doldurdu sıcak, yapış yapış gecelen.
Bu göçmenler Balkanların yayla adamlarıydılar. Böylesi sıcağı, sivrisineği ne görmüşler, ne de hayal etmişlerdi. Yazın burnu gözükür gözükmez birer ikişer sıtmalanmağa başladılar. İlk ağızda zehirli sıtmaya tutulan üç çocuk öldü ve köye ilk göçmen mezarı yapıldı. Ne doktor, ne kinin, ne de ilaç vardı. Göçmenler kasabada başvurmadık adam bırakmadılar. Aldıkları karşılık hep: «Tevekkel olun, sıtmanın doktoru ilacı yoktur,» oluyordu.
Derken yaşlılar da ölmeğe başladı. Ölüler her gün o kadar Çoğaldı ki, göçmenler ölüleri gömmeğe yetişemiyorlardı. Sonunda köyde sıtmalanmayan kimse kalmadı, her gün sabahtan ak-Şama kadar, güneşin alnına, kara toprağın üstüne serilmiş yüzlerce çoluk çocuk, genç yaşlı göçmen sıtmadan titreşip duruyor,
151
yalıma dönmüş toprağın üstünde kemikleri çatıraaymcaya Kaaar geriniyorlardı. Köyde ölüleri gömebilecek, sağlıklı hiç kimse kalmadı. Ocak başlarına, kapı aralıklarına, sel çukurlarına düşüp kıvrılmış ölüler kokmağa başladı.
Yağmur yağmağa başladı. Çukurovada yazın bir yağmur '¦' tutturursa bir daha kolay kolay dinmez. Sarı sarı, bulaşık, ça- j murlu, tozlu, yapış yapış, ağır ağır yağar durur. Saman suyu gi-bi sarı bir yağmur usulca durmadan yağıyordu.
Mustafa Akyollu atma binmiş yağmur altında köyü ev ev dolaşıyor, ölülere, durmadan titreyen, inleyen göçmenlere bakıyor, konuşmadan, onlara bir geçmiş olsun bile demeden köyün içini gezip duruyordu. Arkasında da Koca Hasan, başka birkaç adamı daha vardı.
Akyollu Mustafa ikide bir toprağa tükürüyordu. Birkaç saat içinde kendi de atı da sırılsıklam oldu. Sonra atını doldurdu, göçmen köyünden çıktı gitti.
O gece köyü eşkiyalar bastılar, köyden yetişkin beş tane sıtmalı kızı dağa kaldırdılar. Birkaç gün sonra da köyün başim çeken genç îdris Efendi evinin kapısında öldürüldü. Göçmenler neye uğradıklarını bilemediler.
Biraz inek, at, eşek edinmiştiler. Bir gece hırsızlar gelip hayvanlarını sürüp gittiler.
Göçmenler sıtmalı sıtmalı hükümete başvurdular. Kasabanın hükümet konağının kapısını durmadan titreyen bir paçavra yığını günlerce bekledi. Uç kişi de hükümet konağmm kapısında can verdi.
iyi bir adam onlara salık verdi ki:
«Hükümet mükümet size yardım edemez. Bu işleri sizin başınıza getiren Akyollu Mustafa Beydir. Varın ona dehalet edin, eline ayağına düşün,» dedi.
Bu sefer göçmenler Akyollu çiftliği kapısını tuttular. Mustafa Bey onları görmek istemedi ve adamlarına göçmenleri çiftlikten kovmalarını emretti. Göçmenler ne yapacaklarım bileme-
152
yip çuJcurovada adamdan adama, köyden köye ilendiler durdular.
Bir gün yağmur durdu, güneş açtı... Göçmenler evlerini sazdan ve kamıştan yapmıştılar. Yağmur durduktan iki gün sonra köyde yangın çıktı. Bu yangında evlerinden çıkamayan beş sıtmalı yandı.
Gün açınca baktılar ki, köy kapkara bir kömür ve kül yığını. Sıtmalı göçmenler köyün orta yerine yığılışıp akşamlara kadar ağlaştılar. Ağlaşip titreştiler.
Arada sırada bir göçmen:
«Vatanımız dedik de, kardeş dedik de geldik,» diyordu.
O geceyi de yanmış köyün alanında geçiren göçmenler sabaha karşı uzaktan, yankılanan, geceyi yırtan yabanıl bir ses duydular. Ses:
«Göçmenler, göçmen uşakları, sizin oturduğunuz topraklar Akyollu Mustafa Beyin topraklarıdır. Çıkın bu topraklardan. Eğer iki gün içinde bu topraklan bırakmazsanız başınıza daha çok işler gelecektir. Duyasınız,» diyordu.
Yabanıl ses gün atıncaya kadar yeniden yeniden duyuldu. Göçmenler hem titriyorlar, hem de gittikçe biribirlerine sokuluyorlardı. Onlara uzaktan bakan, yanmış köyün alanında birbirine sokulmuş bir koyun sürüsü sanırdı. Bütün gün hiç konuşmadılar. Biribirlerine sokuluştular durdular. Ne su içtiler, ne bir lokma yemek yediler... Ne istek vardı içlerinde, ne de su, ne de yemek vardı yanmış köyde. Çatırdıyan sıcağın alnında öylece kaldılar.
Ve akşam olup gün kararınca yola düştüler. Ne yöne gittiklerini bilmiyordular. Biribirlerine sokulmuşlar var güçlerini harcayıp bir yana koşuyordular. Yanık köy yerinde orta yaşlı bir incir ağacı yıkık bir duvara yaslanmış öyle durur... Bundan başka köy yerinde bir zamanlar evler olduğu orada insanlar yaşadığı üstüne hiç bir iz yoktur.
Kimse yanık köyün insanlarının nereye gittiğini, ne yaptı-
153
ğını bilemedi. Kimse onlarla ilgilenmedi. Öldüler mı, Kaıauar
mı, kaçtılar mı? Ne olduklarını ne kimse sordu, ne de öğrendi.
Bir koca köyün insanları iki üç ay içinde bir varmış bir
yokmuş oldu.
Yalnız, o da birkaç ay için Akyolluoğlu soylu Mustafa Beye «Köy Göçüren Mustafa Bey» dediler. Onun bu ünü bütün Çukurovaya yayıldı. Bütün Çukurova halkı, genci yaşlısı, akıllısı akılsızı, zengini fıkarası:
«Yaşasın Muşta Bey,» dediler. «îşte adam dediğin böyle olur. Toprağında oturtmadı elin gavurunu,» dediler.
Mustafa Bey de bununla övündü.
15
554
Karaçalılık o zamanlar çiftliğin ağılından başlar, uzakta, Akçasazın ucunda, Hacılar yolunda biterdi. Geniş, kaplan giremez, sık bir karaçalılıktı burası.
Karaçalılık her bahar bakımlı bir bahçe gibi, sapsarı, güneş rengi çiçeklerle donanır, güze kadar ortalık karaçalılıktan gelen keskin, bir hoş kokularla kokardı. Güz gelip de karaçalılık yapraklarını dökünce, işte o zaman karaçalılığın ne olduğu, asıl yüzü ortaya çıkardı. O eski, çiçekli, kokulu bahçeyi koydunsa bul, imi timi belirsiz olurdu.
En yüksek karaçalı bir insan boyunu aşmaz. Bir karaçalı kökünden de yüzlerce dal çıkar, her daim üstünde de kartal cırnağı gibi, büyük iğneler gibi sert, binlerce diken bulunur. Dikenler öylesine serttir ki, uçları çelik ucu gibi parlar. Karaçalı ormanı güz günlerinin öğle sıcağında milyonlarca ufacık ufacık ipiltiyle kaynaşır.
Karaçalılık öylesine sık, öylesine dikenlidir ki içine yılan giremez, dalına kuş konamaz. Karaçalılığın çiçekli günlerinde bütün Çukurovanın arılan gelir de çalılığa doluşur ve çalılıktan kulakları sağır eden uğultular gelir.
Derviş Bey salt öfkeye kesmişti. Doru atının üstündeydi. Elinde boğa aletinden uzun kamçısı vardı. Kâmili ahırdan çıka-rip getirdiler. Yakası bağrı açılmış, saçı başı karmakarış olmuş,
155
giyitleri tüm yırtılmış bir paçavra yığını haline geımışıı. tınından da sağ duluğuna doğru bir kan sızıyordu.
Sarı saçlı, yeşil gözlü, geniş alınlı, iri yarı, çok yakışıklı bir adamdı Kâmil... Kâmili karaçalılığın ucuna bıraktılar. Derviş Bey atı uzaktan doldurdu Kâmilin üstüne sürdü. At, Kâmili azıcık yanladı, atın yeliyle Kâmil yere düştü, sonra hemen geri ayağa kalktı, dimdik dikildi. Derviş Bey çavan atının başını epeyi uzaktan çevirebildi ve aynı hızla Kâmilin üstüne geldi, yanından geçerken kırbacını Kâmilin surunda şaklattı. Kırbacın sesi Anavarza kayalıklarında yankılandı.
Atın hızının verdiği güç Derviş Beyin öfkesinden gelen güçle birleşince kırbacı kılıç gibi keskin etmişti. Kırbaç her değdiği yeri biçiyordu.
Derviş Bey tam öğleye kadar at üstünde Kâmili hırsla kırbaçladı. Öğle olurken Kâmili karaçalılığa sürdü. Karaçalılığa canını zor atan Kâmilin her yeri kanıyordu. Yüzü, kafası, elleri ayaklan, sırtı, omuzlan, göğsü, her yeri kanıyordu.
Karaçalılığa sığınan Kâmilin arkasından Derviş Bey de at sürdü. Önden, karaçalılığın derinliklerine doğru Kâmil, canım dişine takmış koşuyor, arkasında da Derviş Bey, at üstünde durmadan onu kırbaçlıyordu.
İkindiye kadar Derviş Bey önündeki adamı böyle kırbaçlı-yarak Anavarzanın dibine kadar sürdü. Kâmilin üstünde en küçük bir bez parçası bile kalmamış, çalılar parça parça giyitlerini almış bitirmişlerdi. Pınar gibi Kâmilin bedeninin her yeri kanıyordu.
Derviş Beyin çiftliğindeki köylüler, olayı duyup öteki köylerden gelmiş köylüler, kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk karaçalılığın kıyısına dizilmişler olanı biteni seyreyliyorlardı. Bir kısmı da çalılığa girmişler, Derviş Beyle Kâmil nereye giderlerse, ardınca oraya gidiyorlardı. Kırbacın sesi durmadan Anavarza kayalıklarında yankılanıyordu.
İkindiye doğru Derviş Bey yoruldu, kolu kanadı kalkmaz oldu. Hidayeti çağırdı:
156
«un. -iJLiuciycı,» ueaı. «jbm atına da gel. Eline bir de kırılmaz kırbaç al. Yanma da gene atlı iki kişi al...»
Hidayet gitti, çabucak yanında atlı iki kişiyle geri geldi.
«Bunu sonuna kadar kırbaçlayacaksın,» dedi, Kâmili onlara teslim etti.
O gece sabaha kadar Anavarza kayalıklarında kırbaçlar sakladı, derinden derinden iniltiler yankılandı.
Sabah gün ışırken Kâmilin ölüsünü, dilim dilim olmuş, insana benzer hiç bir yeri kalmamış bir et külçesini getirip konak ağılının kapısına attılar. Derviş Bey ağır ağır konaktan indi, geldi dilim dilim et yığınının üstünde durdu:
«Bu mu Kâmil?» diye sordu.
Hidayet:
«Düşmanıym ömrü bu kadar olsun Beyimiz,» dedi. «Her bir parçası bir çalıda asılı kaldı, ancak bu kadarını getirebildik.»
Derviş Bey gülümsedi:
«Götürün şunu da şöyle çiftliğin dışına, köpeklere atın,» diye et parçasına ayağının ucuyla dokundu.
Kâmil, Derviş Beyin tek kızkardeşinin kocası olurdu. Kız-kardeş de bu hali konağın penceresinden hep seyrediyordu.
Kâmilin karaçalılıkta böylecene öldürülüşü bütün Çukur-ovada duyuldu. Valisinden milletvekiline, candarma komutanından emniyet müdürüne kadar herkes duydu.
«Yaşasın Derviş Bey,» dediler. «İşte adam dediğin böyle olur. Gerekeni, gerekenden daha güzel yaptı. Yaptı ama azıcık sert yaptı.»
Ve Derviş Bey bununla övündü.
157
16
Hidayet, Beyin karşısında ayakta kıpırdamadan duruyor:
«Bu böyle olmaz ki,» diyordu. «Bu adam bir iyicene şaşırmış. »
Beyin yüzü asıktı ve konuşmuyor, başını da yerden kaldırmıyordu.
«Bu adamın yaptığını hiç kimse yapamaz. Yapsa yapsa şu
yeni yetme Ağalar yapar.» .
Derviş Bey neden sonra başını yerden kaldırıp Hidayete baktı, keskin gözlerini onun gözlerinin içine dikti:
«Hâlâ, hâlâ inanamıyorum Hidayet. Başkası yapmış olmasın, ne dersin Hidayet? Koca Akyolluoğlu Mustafa, soylu adam, benim düşmanım bu kadar alçağa düşer mi? Fakir fukaranın ekinini yakacak kadar düşer mi, bu kadar küçülür mü? Bunun uyurken baskın verip, adam boğazlamaktan bir farkı var mı? Akyollu Mustafa benim düşmanım...» Benim düşmanım derken üstüne basıyordu. «Yaaa benim düşmanım bu kadar aşağılık bir kimse olabilir mi, ne dersin Hidayet? Konağı yakan, ekinlere ateş veren başkası olmasın? Hele bir düşün.» Hidayet güvençli bir sesle:
«Şu koca Çukurovadan ondan başka bizim ekinlere ateş verecek, konağı yakacak adam mı çıkar sanıyorsun Bey? Olur
158
yu^ "j" 1-j- -¦>-----"• j""">- vaı mı vuKurovaaa/ Undan başkası
akla gelebilir mi?»
Derviş ellerini dizlerine vurup ayağa kalktı, yarısı yanmış odasında bir duvardan bir duvara yürümeğe başladı.
«inanamıyorum, inanamıyorum, inanamıyorum! Düşmanımın bu hale gelmesi ağrıma gidiyor. Hatun, sen ne diyorsun bu işe?»
«ötede konağın yanık merdiveninde durmuş onlara bakan karısına seslendi. Hatun ona doğru yürüdü, odanın kapısında durdu.
«Ben sana söylerim Bey, ama sen dinlemezsin. Devran değişti, insan yozlaştı. .Şimdi herkes Akyollu gibi... Ya da Akyollu Herkes gibi. Ben senin yerinde olsam, bundan sonra Akyolluya düşmanım demem. Ona onurlu bir düşman gözüyle bakmam. Ne yaparsa yapsm, ona karşılık vermem. Onun bu yaptığına karşılık vermek, onun kadar aşağılanmak demektir. Ama sen laf dinlemezsin, öfkeni yenemezsin, onun sana yaptığını tıpkısı tıpkısına sen de ona yaparsın. Bundan sonra da şu Çukurovada adam arama Derviş.»
Arkasını döndü, ayaklarının altında bastıkça dökülen yarı yanmış tahtalara öfkeyle basarak, yanık, kömüre kesmiş merdivenden aşağı indi. Aklına hemen düşmüşcesine:
«Bu konakta yaşanmaz görmüyor musun? Bugünden tezi yok kasabaya göçelim. Ben çocukları alıp gidiyorum.»
Derviş Bey onun bu sözlerini duymadı, duydu da üstünde düşünmedi.
«Doğru,» dedi, «bizim Hatun çok doğru söylüyor. Ben öfkemi yenemeyeceğim. Akyollunun düştüğü çukura düşeceğim. Ona aynen karşılığım vereceğim, insanlıktan da çıkacağım. Ele aleme rezil olacağım. Biliyorum, biliyorum, her şeyi biliyorum. Günlerdir düşündüm Hidayet, günlerdir kendimi yenmeğe çalıştım, elimden gelmedi. Kendimi bir yenebilsem de ona karşılık vermesem, onun bu ölümü olurdu. Pusuda, o kendini yendi, beni vurmadı. Nasıl yendi kendini, nasılda her şeyi anlayıp beni
159
beş paralık edip şuraya attı. ______
yürürken, onun beni yüzde yüz vuracağını sanıyordum. Onun bu kadar güçlü bir adam olabileceğini, ben önünden yürürken tetiğe çökmeyecek kadar kendini tutabilen yiğitlikte bir adam olabileceğini bilmiyordum. Böyle bir adam, böyle yiğit bir adam nasıl olur da fakir fukaranın ekinini, benim konağımı yakabilecek kadar küçülür? Anlamıyorum, anlamıyorum, anlamıyorum. Ah, aaah, ona karşılık vermeyecek gücü bulsam kendimde...
Aaah Hidayet, aaah!»
Sustu, yanık odada yürümeğe başladı. Konağın, cumbası, büyük sofa, odalar tüm yanmış, her bir yer kapkara kömür kesilmiş, konak yarı iskelet haline gelmişti. Bereket ki konakta öteberi olarak hiç bir şey yanmamıştı. Her şeyi kurtarmışlardı. O gece Derviş Beyi odasından zor çıkarmışlardı. Hatun olmasa odasına kimse giremiyor, yanına kimse yaklaşamıyordu. Ya dumandan doğulup ölecek, ya da kavrulacaktı.
Dostları ilə paylaş: |