Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə40/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43

«Yeter, yeter, yeter,» diye inledi Mustafa Bey. «Öldür beni Derviş... Öldür...»

Ölü gibi, kendinden geçmiş, duvardan kayalığın düzlüğüne cansız sağılıverdi. Boylu boyunca uzandı, gözlerini de kapadı. Solgun, bitkin yüzü ağarıyordu usul usul...

Duyulur duyulmaz, dudaklarının kıpırtısı belli olmadan, soluksuz:

«Öldür, öldür, yeter Derviş, öldür beni!» diye yalvarıyordu. Derviş Bey bu yalvarmaları duymuyordu artık.

Erişilmez bir sevincin ortasında, tadın sonsuzluğunda ayaklan yerden kesilmiş kıvanıyordu.

Tabancasını yerine soktu, bir daha yerde yatan adama bakmadı. Bakmak gereğini de duymadı.

Yerde yatan adamın varlığından azıcık olsun haberi olsaydı, yerdeki kendinden geçmiş adamın durmadan, «Öldür, öldür, öldür beni,» diye yalvardığını duyar, daha çok, erişilmez oır sevinçte daha çok kıvanırdı.

565


Sarı, diken diken çıvgınlar gün batıdan birkaç kere üstüste vurdu. Sonra çıvgınlar güneyden, doğudan, kuzeyden, kısa aralıklarla savurmağa başladılar. Çıvgınlar, arada da kenger dikeni mavisinde veriştiriyorlardı her yönden. Bu anda kayalıklar, surlar, kale bedenleri, kilise kalıntısı, aşağıdaki ulu kapı, büyük, çinke taşlarından oturma yerleriyle olduğu gibi duran tiyatro, yollar, akar su, aşağıda yeşillenen bataklık, köpürmüş yağan, şakır şakır derelerden inen bir sarı sel altında kaldı. Bir sarı karanlık, pul pul gökyüzünü, dağları, uzayıp giden eski Çukurova toprağını örttü.

Hemencecik de bu sel gibi inen yağmur dindi. Güneş yaktı, kavurdu.

Gün işırken Akyolluların konağına geldiler. Karakız Hatun direğe yapışmış, bütün gece gözlerini kırpmadan, fesliyenle-rin, kadife çiçeklerinin yanında içi yanarak, iki gündür imi timi bellisiz olmuş oğlunu bekliyordu.

Mustafa Bey, Hamdi, ibrahim Ibo çırılçıplak, elleri, ayakları bağlanmış, çıplak atlarının sırtlarına ağzı aşağı atılmışlar, hepsinin de uzamış boyunlarında başları cansızca sarkmıştı.

Karakız Hatun öndekini oğluna benzetti ama gözleriue inanamadı.

Avlunun kapışım Zekeriya açtı. Önce atının üstünde dimdik Derviş Bey girdi, arkasından Hidayet... Atlarını mavi traktörün yanına sürüp tetikte saygıyla durdular.

Zekeriya çıplak üç atı da getirdi konağın kapısına teker teker bağladı. Yukarı Karakız Hatuna bir göz attı. Yüreği acıdı.

Derviş Bey Karakız Hatunu bükülmüş beliylen ağır ağır yerinden doğrulup çıplak atlara atılmış çırılçıplak adamlara aşağı eğilmiş bakarken gördü. Atını sürdü, saygıyla avludan çıktı. Evden bir hayli uzaklaşmcaya kadar ağır gitti. Konak gerilerde kaîmcadır ki atlarını doldurdular...

Sarı yağmur indiriyordu, sicim gibi.

566


46

Kamburu başından yukardaydı. Başı göğsüne yapıştırılmış gibi geniş omuzlarının ortasında duruyordu. Uzun, saydammış gibi kansız, kırışıksız yüzünde gözleri kocaman parlaktı. Soylu bir atın iri gözlerinin hüznünde bir yalımda ışılıyordu. Saçları kıvırcıktı, alnına dökülüyor, menevişleniyordu. Tellalın yüzü tüm hüzündü. Suskun, dönmüş, hüzünlü. Bu donuk yüzde dudakları taze, dişleri çocuk dişleri aklığında. Tellal güldüğü zaman olduğu gibi değişiyor, bambaşka bir kişiliğe, havaya giriyordu. Kamburu bile göze çarpmıyor, silinip gidiyordu. Büyücek, acı çekmiş bir çocuğa benziyordu tellal... Hep dayak yemiş, zulüm görmüş.

«Dünyada zulüm görmüş çocukların yüzü kadar, elle tu-tulurcana belli hüzünlü yüzler yoktur.»

«Yoktur,» dedi tellal.

«Nereye böyle bu akşam üstü, gün kavuştu kavuşacak?»

«Hayıtlı bucağa,» dedi tellal.

«Çok düşüncelisin. İkircik içinde yüzün.»

«Belli mi?» diye sordu tellal şaşkınlıkla. «Şaştım.»

«Şaşma olur mu? Yüzün bir gidiyor, bir geliyor. Ne düşünüyorsan yüzünde...»

«Onu öldürmeliyim,» dedi tellal. «Öyleyse onu öldürmeli-yim. Hem de çarşının ortasında, ulu çınarm altmda.»

567

Hem de aptest alırken. Tam alnının ortasına, üç kurşun, üçü de aynı yerden. Ağzı yukarı serilmeli. Ölüsü öyle iki ^iin çınarın altında, tozun toprağın içinde, sıcakta, yeşil sinekler de-lirmişcene üstüne inip inip kalkarken, burnuna girip çıkarak... Orada, öyle kırık araba tekerleklerinin arasında... Hacı Kurt-boğa vurulmuş diye namı tüm Çukurovaya, Binboğalara yayıi-malı. Vay anasını, vay anasını parmak kadar adam, demeliler. Ne haber oğlum, ama herifte yürek var. Şahin de küçük ama vermez avım.



«Neden öldürmüş bu adam onu? Neden? Neden?» «Neden öldürdün ulan o dağ gibi adamı? Onun gibi bir adamın bir damla kanı senin gibi bin adamı değerdi. Neden?» «Neden öldürmüş? Insanoğludur bu. Vardır bir sebebi.» «Neden öldürdün?» «Neden?»

«Niye susuyorsun ulan köpek?»

«Dişini söke söke, o yılan dilini kopara kopara senin ağzından alacağım bunu. Neden?»

«Mustafa Bey, Derviş Bey öldür dedi, doğru mu? Söyb kambur köpek.»

«Kurtboğa kim, sen kim!» «Ancak kötüler kıyar koçyiğide.» «Yiğidin yiğide kıydığı görülmüş müdür?» Kurtboğa her şeyi unuttu gitti. Bir kızgınlık için adam adamı öldürtür mü be tellal? Ne demeye seni öldürsün bir koca Ağa, değil mi? Bir kızgınlıktır geldi geçti. Sen de işi çok büyüttün be kardeşim. Adamların işleri başlarından aşkın, bir de seninle mi uğraşacaklar. Aldırma be. Şu tabancayı da çıkar beiın-den. Beline tabanca takıp da kışkırtma adamı. Sen cengaver misin arkadaş, orada burada da sabahtan akşama kadar, her önüne gelene, beni öldürecek, öldürecek diye dünyayı velveleye verme. Öldürecekse öldürecek. Öldürsün. Varsın öldürsün. Ağır taş batman çeker. însan olan ölüm karşısında bu kadar telaşlanmaz. Ayıp ettin kambur Felek. Ölüm nasıl olsa var. Öyle de olsa

568


ölüm var, böyle de olsa ölüm var. Çocuklar mı? Çocukların anası gibi yiğit ana var mı? Demirci yok mu demirci? O senin can bir kardeşin değil mi? Seni aratır mı onlara hiç demirci? Çok şükür kazancı da yerinde. Demirci senin çocukları değil, isterie daha senin çocuklar gibi on çocuk daha besler. Bıyıkları ince, omuzlan çok geniş, pazuları kalın, nah beli bu kadar, ince, parmakları çok uzun, koskocaman biçimli, güzel, nasırlı elleri... Demircinin elleri ne güzel!

Gelin böcekleri kaldırım taşlarını koklayarak, bir yere saplanmış, saydam mavi kanatları titreyerek saplanmış gibi durarak, çarşıyı bir uçtan bir uca geçiyorlar. Kemirilmiş karpuz kabuklarına eşek arıları sıvanmış, kıpkırmızı, saydam, dikilmiş, kanatları yeşillenerek.

Kasaba çarşısına sabah aydınlığı, ıssızlığı vurmuş. Çınarların gölgesi ak çakütaşlarından örülmüş alam, çarşıyı nakışlamış. Çıt yok ortalıkta. Dallar bile kıpırdamıyor, bir tek yapra-cık bile. Uzun, ince, som mavi gelin böcekleri taşlan koklayarak...

Tellal çarşının ortasında tek başınaydı. Uzaktaki sivri Düldül dağı yaklaşmış tatlı pembe sırtı leylak rengine ağır ağır dönüşüyordu. Tellal Düldül dağına baktı.

« Öldürmeliyim.»

«Kim bakar çocuklara?»

«Sen avrat sen. Öldürmezsem olmaz. Yoksa o beni öldürecek.»

«Öldürmez o seni. Delirme. Çocuklara, bir de hapiste sana ben tek başıma nasıl bakarım.»

«Ya demirci, arkadaşım demirci?»

Onun hiç yüzü gülmez. Hiç kimseyle şakalaşmaz. Mert oğlandır ama...

«Insanoğludur, sen ölünce bize nasıl davranacağı belli olmaz.»

«Sus, suuus avrat, sus mendebur, benim kardeşim, ca-

569

:nım, yiğidim için böyle konuşma! Ondan daha mert adam şu cihana gelmemiştir. Sus, konuşma.»



Hayıtlık çakıltaşlı bir alandı. Çay hayıtlığın ortasından geçiyor, çakıltaşlarım mor yarpuzlu alana yayıyordu. Ortalık, çakıl-taşları, toprak, ılgınlar, söğütler, kavaklar hayıt ve yarpuz kokuyorlardı. Yarpuzlar, hayıtlar mor çiçeklerini sonsuz aydınlık Çukurova güneşine sermişlerdi. Hayıtlık arıdan, böceklerden inil inil iniliyordu.

Tellalın yüzü daha da donuklaştı, uzadı, sivrildi. Gözleri pırıltı içinde yandı.

Ak kelebekler inanılmaz bir aklıkta sürülerce, top top bir o yana bir bu yana uçuşuyorlardı.

Tepemsi yerde bir top yarpuz, iri çiçekli. Kokuşa baş döndüren. Tellal yarpuz kümesinde birden tepeden tırnağa turuncuya battı çıktı. O yaklaşınca yarpuzdan binlerce kelebek havalandı. Yöresinde döndüler, sonra bir hortumda zikzaklar çizerek yittiler gittiler. Az sonra, ilerde bir leylak moruna girdi tellal... Gözü mordan başka hiç bir şey görmedi bir süre... Binlerce leylak moru kelebek havalandığında, küçük küçük binlerce, bir hortumda dönüp bulut gibi göğe yayıldığında, leylak morunun ıslaklığında tellal üşüdüğünde şaşkınlık içinde ellerini açıp açıp kapıyordu.

«Öldürmeliyim onu. Karıma, çocuklarıma da demirci kardeşim, hem de can bir dostum, arkadaşım. Ulan sağol sen be! Yatarım on beş yıl, çıkarım aslan gibi. Değil mi? însan dediğin insan gibi namıyla yaşar. Bak Mustafa, bak kardeş, bak demir-cioğlu demirci sen beni hapiste, kuyunun dibindeki taş gibi bırakmazsın, değil mi? Bak Mustafa, bak arkadaşım, bak can bir biraderim, sana güveniyorum. Ulan alçak kambur, sen bu kadar alçak olmasan, ve de dört kitapta katli vacip bir yezid, bir mendebur olmasan Allah özenip bezenip de seni böyle bela bir kambur yapar mıydı? Kimbilir fıkaracık, Allah, seni böyle özene bezene yaratırken ne zorluklar çekti. Sus, dur, hakkın var

570


Mustafa kardeş, demircim, öldüreyim şunu, şu bin avrat katili alçağı, rezili. Görsün avrat öldürmek nasıl olurmuş. Ya o beni?»

Kesik kolu, kesilirken yüreği kopacak, dayanılmaz bir acı. Kan fışkırıyor. Kamburuna kılıçlar iniyor. Kamburu paramparça, dilim dilim. Gözleri pörtlemiş, kan içinde, bir ipliğe bağlı, köpürmüş kan içinde yüzüyor...

Silme yıldız dolu gökyüzü, kimi iri, kimi ufak yıldızlar, imbikten geçmiş göğün laciverdine serilmişler. Doğuda, pembe çakmaktaşından yapılmış Düldül dağı da yaklaşmış, hayal meyal dayanmış yıldızlara... Başında, yamaçlarında, eteklerinde yıldızların ıyıp tükenmeyen ipiltileri. Sol köşesinde dönen, yalp yalp eden tan yıldızı.

Birden, belki yüz tane şimşek birden çakmışcana ortalık aydınlık içinde kaldı. Akar suyun dibindeki çakıltaşları, yeşili, sarısı, moruyla, balıklar ışıltılı pullarıyla, yarpuz çiçekleri, hayıt çiçekleri mavi kara gözleriyle gözüktüler. Patlamada her şey ışığa battı çıktı bir an. Tellalın eli ayağı çözülmüş kalakaldı, başını göğe kaldırdı. Yıldızların içinden bir yıldız, en kocamanı belki, göğü bir uçtan bir uca biçerek akıyordu. Yıldız aktı aktı geldi, tellalın az önünde, belki beş minare boyu yüksekte, ışığını yüz misli, bin misli çoğaltarak paramparça oldu. Tellal bir süre için hiç bir şeyi göremedi. Gözlerini uğuşturdu açtı, gene göremedi. Sonra ağır ağır, her şey gene eskisi gibi olmağa başladı.

«Öldürmeli, öldürmeli, avrat öldürmeli.»

«Yapma Halil, yapma! Halil, Halil, Halil, Haliiiil! Yapma, çocukların var Halil!»

Karın da ne güzel Halil.

Ama öldürecek beni o.

Tabancanın menevişi... iyi ki tabancalara bu me-nevişi vu-myorlar. Dur, seyret günlerce, gecelerce menevişi parlasın. Gün ışığında binbir ipilti biçiminde, menevişler ince ince, ipil ipil uçuşarak. ..

Sıcacık tabanca... Kurtboğanın iki öküz gözleri...

Çarşının ortasında bir ata binili. Elinde menevişli tabanca.

571


Sarıoğlu Derviş Beyin armağanı. Ve üç kere çarşının ortasından doludizgin.

«Dur olduğun yerde köpek. Dur, dur, dur, dur! Dur olduğun yerde. Aç ağzım ...Tak, tak, tak!»

«Ne dedi, ne dedi, tellal Halil ne dedi? Dedi ki, aç ağzım...»

«Aç ağzını köpek Ağa.»

«Aç ağzım ulan.»

«Elham oku ulan.»

«Senin gücün elin fıkara avratlarına yeter. Aç ağzını.»

«Ne yaptın o kadar kadını? öldürüp nereye gömdün? Aç ağzını.»

«Sen beni... Bana, bana, bana kim derler... Kim? Kambur mu? Bana tellal Halil derler, tellal Halil! Aç ağzım.»

Çarşının ortasında, başka yer olmaz. Herkesin gözünün önünde, bir dünya görmeli onun ölüşünü. Nasıl nasıl ölecek? Taşları çırmalayarak, taşlara dişlerini geçirmeğe çalışarak, kan içinde, baştan ayağa kana bulanarak... Sabahtan öğleye kadar inleyerek, kıvranarak...

«Bir daha, bir daha sık, bir daha tellal...»

«Karışmayın siz.» Soğukkanlı, a O ölüm yarası aldı. Dünya cerrahı Lokman Hekim bile kurtaramaz onu.» Öküz gibi böğürdü. Hem böğürüyor, hem kam fışkırarak kamburun üstüne saldırıyordu. Öküz gözleri kocaman kocaman açılmış.

«Al, al, al bir daha.»

Tam alnının ortasından.

«Kim öldürdü kim?»

«Tellal Halil.»

«Kim öldürdü kim?»

«Bir içi geçmiş ağaç gibi devrildi.»

Kalabalık, kalabalık akıyor tan ışımadan çarşıya, ıssızlığa... Gölgeler ağır, koyu, çarşının ak taşlarına vurmuş, yaprak yaprak beneklemiş çarşıyı. Demirciler küllerini bu ağacın dibine dökerler, oldum olası. Bir ağıl gibi pabuç incirleri çevirmiştir küllüğü. Sağda, çeşmenin on beş adım ötesinde, çınarın uzamış git-

572


miş yatık daimin altındadır. Bir alan kadar büyüktür küllük, içinden yeşil çimen, taze, en güzel yeşilde, yer yer fışkırmıştır. Pabuç incirleri, ak dikenleri, sarı, mor, pembe, kırmızı çiçek-îeriyle parlak güz güneşine açılmışlardır. Pabuç incirlerinin ağılının içindeki küllüğün fışkırmış çimenindeki kan kızıltısını ilkin Osman gördü. Süpürgeci göçmen Muradı çağırdı. Küçük bir kan birikintisiydi, sık çimende. Osman nasıl gördü sık çimendeki küçücük kızıltıyı? Osman her gün küllükten kömür toplardı, her gün, gün atmadan önce.

Kalabalık, kalabalık, kalabalık akıyor çınarın altına, demirciler çarşısına. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar. Allak bullak yüzler sabahın alacasında. Uykulu değil, yılgın. Pembe Düldül dağı çakmaktaşından, yaklaşmış, başı kızarmış, keskin. Üstünde kan damlası gibi bir güneş.

«Demirciyi vurmuşlar, demirciyi...»

Sol eli örsünü sarmış sıkı sıkıya... Sağ elinde bir çekiç, körüğün altına kadar uzanmış, başı yere sarkmış, ama toprağa değmemiş. Sağ böğrünün altında kocaman, donmuş bir kan gölü. Çekiçli, kocaman eli de kana batmış. Yalın, çorapsız, tabanları yarık yarık olmuş, nasır içindeki kirli ayaklan da kan içinde. Pantolonu dizlerine kadar sıyrılmış...

«Demirciyi vurmuşlar, demirciyi.»

Tellal döndü döndü döndü. Hep kendi yöresinde dönüyordu. Bir derviş gibi.

«Demirciyi vurmuşlar, demirciyi.»

Gözleri büyüyor, uzun, üç köşe yüzü saydamlaşıyordu.

«Demirciyi vurmuşlar.»

Bütün bedeninde bir ölüm seğirmesi.

Demirci dükkânı bir arı kovanı gibi. Giren yüzünü acıtarak, buruşturarak, tiksindirerek, ağlayarak, şaşkınlaşarak, kırışık içinde dükkandan geri çıkıyorlardı.

«Arkadan vurmuşlar, arkadan.»

«Kurşun arkadan girmiş, göğüs kafesini paramparça ederek çıkmış.»

573


I
«Demirci bir kurşunda ölecek adam değildi.»

«Onu ben öldürdüm ben.»

Tellal demircinin ölüsünün yanına varamadı. Bir an, kapıdan, şöyle, onun kan içindeki çekişli iri elini, kirli kocaman çıplak ayaklarını gördü, orada daha fazla duramadı. Vardı, pabuç incirlerinin dibindeki çinke taşının üstüne oturdu.

«Onu ben öldürdüm, ben,» dedi. «Beni öldürmedi alçaklar, beni öldürmeyi kendilerine yediremediler... Kurtboğa Hacı kendine yedirmedi beni öldürmeyi... Onu ben öldürdüm Ali... Onu ben öldürdüm, ben...»

«Onu kim öldürdü herkes biliyor Haliiil, tellal Halil...»

«Onu ben öldürdüm ben. Kim ne derse desin, ben, ben...»

«Sen.»

«Ben Ali ben... Üç kurşun... Arkasından... Üç domdom kurşunu. Ali, senden bir dileğim var Ali...»



«Söyle Halil Ağam.»

«Halil Ağan sana kurban Ali. Ben de sağ olursam bu iyi-jiğiyin altında kalmam Ali.»

«Söyle Halil Ağam.»

«Ayakları yalındı Ali, kirlenmiş. Bekar adam. Kimi kim-r-esi yok. Al şu parayı Ali. Ona bir çift apak çorap al, giydir ayağına... Ele aleme karşı Ali. Bir de don gömlek al! Onu soyarken doktor temiz görsün. Bekardı, kardeşim, demirci Mustafa.»

Yeşil sinekler çoğaldı demirci dükkanında. Ölünün üstünde, yöresinde döndüler durdular. Gelin böcekleri daha, imbikten çekilmiş, mavi, taşları koklayarak uçuşuyorlardı. Kelebekler kanatları açık leylak, gövdeleri koyu, küçük küçük hayıtlıkta yüz-binlerce bir hortumda eserek dönüyorlardı.

Ve demirci Mustafanın çekiçli sağ eline gün vurdu. Taşın üstüne yumulmuş, kendinden geçip donmuş tellal Halile de gün vurdu.

Kurtboğa Hacı geldi. Parmaklarının arasında uzun bir sigara vardı. Dumanı sabah aydınlığında açık mavi dağılıyordu. Dimdik, azıcık da geriye kaykılmış yürüyordu. Bütün kalabalık

574


gözlerini ona üıKtı. Koırtboga Hacı gülümser gibiydi. Eğilerek demirci dükkanına girdi. Uzun bir süre orada kaldı. Yüzünde-bir kıvançla sigarasını tüttürerek, savurarak oradan çıktı.

Beş tane silahlı candarma başlarında da Çavuş orada, çınarın altmda hazırol olmuşlar duruyorlardı.

Kurtboğa taşın üstüne oturmuş kalmış tellala doğru geniş adımlarla yürüdü! Tellal küçüldü bir topacık kaldı. Karşısına geldi durdu:

«Çavuş, al şunu! Tak kelepçeyi! Dağ gibi adamı öldürmüş de daha serbest geziyor bu kambur alçak! Tak kelepçeyi... Boynunu ipte görsün de böyle dağ gibi bir adamı öldürmek nasıl olurmuş anlasın. Tak kelepçeyi.»

Candarmalar geldiler, ölü gibi tüm kanı çekilip kurumuş tellal Halili boş bir çuval gibi yerinden kaldırdılar, bileklerine kelepçeyi taktılar, iki candarma koluna girdi aldılar götürdüler. Kalabalık gidenlerin arkasından baktı. Ne homurdandı, ne şaştı, ne sevindi, öyle salt anlamsız, baktılar.

«Demirciyi öldürmüş tellal, demirciyi.»

«En yakın arkadaşını.»

«Kimbilir neden?»

«Avrat meselesi...»

«Evinden çıkmıyordu Mustafa onun.»

«İçtikleri su ayrı gitmiyordu.»

«Dağ gibi demirci Mustafa kara gözlerine aşık değildi ya-o pis kamburun...»

«Amma da öfkelenmiş kambur da... Üç domdom kurşunu. Parça parça olmuş Mustafanın tüm bedeni.»

«Yaşasın kambur. Irz meselesi bu. Kambur olunca, varsın olsun, o insan, değil mi, o yiğit değil mi? Varsın olsun kambur. Körü, topalı, kamburu Allah yaratmadı mı?»

«Kadın sevmese kamburu...»

«Dünya güzeli kamburun karısı...»

«Alimallah ben olsam, değil üç, otuz üç kurşunla paramparça ederdim demirciyi.»

575


auyaum. üen oldurdum, ben Mustafayı diyordu da başka bir şey demiyordu.»

«Saklamadı, herkes duydu. Şu kalabalığın hepsi...»

«Sabaha kadar mahallede dört dönmüş, önüne gelene, ben demirci kardeşimi, Mustafayı öldürdüm, diyormuş.»

«Döne döne...»

«Niye öldürmüş ki... Tellalın karısı namuslu kadın. Şu pis tellala da...»

«Her yeri kambur be onun...»

«Ulan karı bu kamburun neresini sevdin bu kadar be?»

«Sevmemiş ki... Sevmemiş de... îşte sonu bu.»

«Amma da övünüyordu, vay anasını, amma da övünüyordu demirciyi öldürdüm diye!»

«Öldürdü, oh olsun.»

«Namusunu temizledi.»

«Erkek dediğin böyle olmalı.»

«Övünsün canı istediği kadar, övünmeyi hak etti.»

Yüzbaşı da neden sonra geldi kalabalığa, demirci dükkanına girdi, bir süre orada kaldı, sonra dimdik çıktı gitti. Yüzü hiç değişmemişti. Kurtboğa onu yolda yakaladı, koluna girdi.

Candarma Dairesine geldiler. Hasan Çavuş odarra kapısında bekliyor, kurnaz, avına hazırlanan bir kurda benziyordu.

«İçeriye, aşağıya attım Beyim. Boynuna lale, ayaklarına da pranga vurdum. En ağırını. Kazığa da bağladım. Bir manga candarma da tam teçhizat canavarı bekliyor.»

«Buyur Hacı Ağa.»

«Estağfurullah Yüzbaşım, sen buyur.» Yüzbaşı emir verir gibi yüzünü sertleştirdi, Kurtboğaya kapıyı açtı, kesin:

«Sen misafirimsin. Önce sen buyur. Benden yaşlısın da...» Hacı Kurtboğa mahcup, gülümseyerek, biraz daha kaykıla-rak içeriye girdi.

«Eveeet, eveeet...» Gerindi. Yüzündeki çizgiler gerildi, sertleşti, «îşte böyle Çavuş, derhal itiraf ettireceksin. Şimdi şu an-

576

da aşağıya inecek, tellalın demirci Mustafayı öldürdüğünü ona itiraf ettireceksin. Adı, asıl adı neydi o tellalın?»



«Halil Felak, kumandanım.»

«Sana bir ay, Halil Feleği bir ayda söyleteceksin. Yani demek istiyorum ki Halil Feleği bir ayda söyleteceksin, öldürmeden. .. Bir ay içinde konuşmazsa gerisi artık senin insafma bağlı Hasan Çavuş...»

«Başüstüne kumandanım.»

«Hemen başla, tutumunu da, bana az sonra bildir. Bakalım nasıl dayanacak kambur, ne kadar.»

«Hemen bildiririm Kumandanım.»

«Bilirsin bu sakat insanlar sert olurlar. Bilhassa sağırlar, kamburlar.»

«Kamburları bilmem ama, sağırlar aman aman... Bir de çolaklar... Çolaklarlan hiç başa çıkılmaz. Kamburu şimdi deneyeceğiz. ..»

«Haydi hayırlısı.»

Hasan Çavuş çıktı.

«Kahve?»


«Evet komutanım.»

Az sonra önü ak önlüklü bir candarma eri kahveleri getirdi.

«Dayanacak mı?»

«Bu kambur Mahmuttan da beterdir, ölecek.»

Yüzbaşının yüzü asıldı, dili hafiften bir göçmen şivesine çalıyordu. Yüzbaşının yüzü asılır, kaşı çatılırsa birden gözleri şaşı şaşı olurdu.

«Söyleteceğim onu bu sefer Hacı Kurtboğa. Hasan Çavuş kendi metodlarıyla söyletemezse, onu ben ele alacağım. Sağ olsun Amerika bize öyle mükemmel işkence aletleri verdi, öylesine işkence usulleri öğretti ki taşı, toprağı, ağacı, demiri söyletirsin. Bu Amerikanın insanlığa yaptığı iyiliği insan soyu hiç bir vakit unutamaz.»

«Unutamaz,» dedi Hacı Kurtboğa.

¦i ı


577

F: 37


«Yüksek Amerika, dostumuz olmasa, bu işkence aletlerini, bu işkence usullerini bulmasa, bize göndermese, bildirrcese, öğ-retmese nice cinayetlerin faili meçhul kalırdı.»

«Kalırdı,» diye kaykıldı Hacı Kurtboğa. «Amerika bizim şerefli, akıllı, ferasetli dostumuz. Daha o...»

Yüzbaşı sözü onun ağzından aldı:

«Amerika olmasa biz acımızdan ölürdük... Amerika olmasa... Gökte uçak, suda vapur... Şu yollan kimin sayesinde...»

«Vızır vızır otomobiller işliyor,» dedi Hacı Kurtboğa.

«incirlik Hava Alam görmeğe değer bir yer... Görülmedik uçaklar var... Aya giden.»

«Amerika bizim canımız.»

«Şimdi şimdi söyleyecek.»

Kahveler içildi. Amerika üstüne övgü daha sürüp gidiyordu ki, ter içinde kalmış kıpkırmızı bir yüzle Hasan Çavuş içeriye girdi. Neredeyse ağlayacaktı. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuğa benziyordu. Bomboş, ne yapacağını bilmez bir halde, küçülmüş, büzülmüş geldi, Yüzbaşının karşısına dikildi.

«Ne var, ne oldu?» diye Yüzbaşı masasından fırlayarak,, gözleri şaşılaşmış sordu, «öldü mü?»

Hasan bitkin, ölü bir sesle:

«Ölmedi,» dedi. «Ölmedi ama...»

Yüzbaşı sabırsızlıkla:

«Ne oldu ona, kaçtı mı yoksa?»

«Konuştu,» dedi Hasan Çavuş umutsuzlukla. «Demirciyi ben öldürdüm dedi...»

Ortada derin bir sessizlik oldu. Çıt çıkmadı, yüreklerinin atışı duyulur. Öyle suskun.

Yüzbaşı neden sonra başım kaldırdı, gözleri iyice şaşıla- j mış:

«Sebebini de söyledi mi? Sordun mu?»

«Sordum,» dedi, «ama hiç bir şey söylemedi.»

578


«Şimdi beni iyi dinle, in aşağı, itirafım imza ettir kambu-

ra.»


«Ettirdim Kumandanım.»

Elindeki kağıdı Yüzbaşıya uzattı, Yüzbaşı daha şaşılamış kağıdı aldı okudu. «Allah Allah,» dedi. «Allah Allah! Bu nasıl iş Kurtboğa?»

«O pis tellaldan ne beklenir, demirciyi öldürenler bilmiyorlar mıydı ki bu kambur öldürülmeğe değmez. İşte bunu o alçak derebeyler bilmezler... Bilmezler de böylesi alçak ödleklere tabanca bile armağan eylerler. Hem de babalarından kalma yadigarı... Alsınlar kamburlarını işte, görsünler yiğitlerim, nasıl bülbül olmuş da şakıyor karakolda...»

«Tabanca bulundu mu?»

«Sordum Yüzbaşım, tabancam yok, diyor. Bana kimse de tabanca hediye etmedi diyor.»

«Şimdi aşağı in çavuş, tabancayı mutlak isterim, bir de bu adamın bu cinayeti niçin işlediğini.»

Hacı Kurtboğa kaykıldı, birden bir kahkaha koptu tâ yüreğinin derininden... Güldükçe gülüyor, güldükçe gülüyor, kasıklarını tutmuş, gülmekten kıvranıyordu. Yüzbaşı da ona katıldı, ikisi iki yerden uzun bir süre güldüler...

Hasan Çavuş döndüğünde vakit öğleyi geçiyordu:

«Ne oldu Çavuş?»

«Söylemiyor Yüzbaşım.»

Hasan Çavuşun yüzü sapsarıydı, yorgunluktan da ölüyordu.

«Ne yaptın?»

«Amerikan usûlü.»

«Ne oldu?»

«Bayılma Yüzbaşım. Ne öldürme sebebini söylüyor, ne de tabancanın yerini. Ben böyle bir çetin ceviz görmedim.»

579


I

«Devam,» dedi Yüzbaşı ayağa fırlayarak. «Devam Çavuş. bu gece işe ben başlıyorum, en yeni Amerikan metodlanyla. Bakalım çetin ceviz kimmiş. Haydi sen şimdi git... O şimdiye kadar ayılmıştır. Aynı şekilde devam.»


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin