«Rahmi!»
«Buyur Komutanım.»
«Hasan Çavuşu çağır bakalım, gelsin.»
Yeşil çuha kaplı masaya, sandalyalara büyük bir gıcırtıyla çökerek oturdular.
«Buyurun, buyurun... Buyurun efendim, buyurun.»
Yüzbaşı konuklara yol gösteriyordu.
Ala Temir ayakta, hazırol durmuş, oturmuyor. Yüzbaşının kendisine özellikle yer göstermesini bekliyordu. Ve bu anda kaçak ektikleri tütün tarlasında bir uzatmalı onbaşının kendisini, önüne katıp boğa aleti kırbaçla, kayalıkların arasında kovalayarak döğmesini anımsarken candarmalar da tütünleri yolup yakındaki çaya atıyorlar, çay da alıp yeşil tütünleri götürüyordu. Babası ala kana bulanmış, uzun bıyıklarından şıp şıp kan damlayarak kayanm dibine yatmış inliyerek ağlıyordu. Anasının tekmil giyitleri yırtılmış, onu döğen candarmalara yalvarıyordu. Sırtı kan içindeydi, kayalıklar arasından kaçıyor, canım kurtarmağa çalışıyordu. Üç kere yere düştü. Her yere düşüşünde başına sırtına uzatmalının güçlü kollarından kırbaçlar yağdı. Artık gücü tükenmiş, gözü kararıyordu. «ölüyorum, ölüyorum, kurtarın,» diye bağırdı. Babası bu ölüm çığlığını duyunca ayağa kalktı. Tekmil bedeni kan içinde kalmıştı. «Dur Yüzbaşım,» dedi uzatmalı onbaşıya. «Dur Yüzbaşım, sana bir çift sözüm var. Döğme gayri bizi. Bir buzağılı ineğim var, senin olsun.» Uzatmalı onbaşı hemen durmuş, gülümsemeğe başlamış, «Peki duruyorum, duruyorum, anan seni Kadir Gecesi doğurmuş ki bugün çabuk yoruldum. Aaaah yaşlandım,» demişti sonra da,
525
«yaşlandım kardeş. Yoksa, sen, çocukların, hepiniz şimdiye çoktan soluksuz uzanmış olurdunuz şuraya... Aaah, yaşlılık, bu kollar yirmi beş, tam yirmi beş yıl durmadan adam dövdü de bir kere olsun yorgunluk nedir bilmedi, inek iyi mi?» Kana batmış, daha ağlayan adam: «İyi, iyi,» dedi. «Her sabah on kilo süt verir.» Uzatmak onbaşı: «iyi,» dedi. «Yarın sabah götür, karakola bağla, buzağısıyla birlikte. Bir daha da tütün ekme.» Kanlı adam, »Tövbe tövbe, tövbe Yüzbaşım, bir milyon tövbe!»
«Ağa, ayakta kaldın,» dedi Yüzbaşı Ala Temire saygıyla, hayranlıkla bakarak, Sandalyanın arkalığından tuttu, masanın ucuna doğru çekti. «Buyurun şöyle oturun Timur Ağa.» Timur Ağa.» Timur Ağa denmesi Ala Temir Ağanın sonsuz hoşuna gitti. «Ulan Yüzbaşı,» dedi içinden, «bana bu Timur Bey demeyin altında kalmayacağım, bir iyilik düşüneceğim ki sana dünyanın parmağı ağzında kalsın.»
Hemen sandalyayı aldı, oturdu ve ellerini dizlerinin üstüne j koyup gerildi. j
«Buyur Komutanım.» '
Yüzbaşı onu duymuyor, konuklarına yer gösteriyor, kahve için bir ere emirler veriyordu. Hasan Çavuş odanın köşesine çekilmiş, oraya çakılmış kalmıştı. Ayaklarında bir rugan iskarpin vardı, pantolonu buruş buruş, havı dökülmüş, yer yer yamalı kası karnında, bir yakası göğsündeydi, manevra kayışı yer değiştirmiş, bel kayışı mı, manevra kayışı mı belli değildi. Çizgili ipek gömleğinin yakasını istiyerek dışarı çıkarmıştı. Göğüs cebinden bir tutam, belki üç parmak kalınlığında altın bir saat kordonu tâ bel kayışına kadar iniyordu. Alaburus tıraş olmuş, kır saçları şapkasının altından alnına dökülmüştü. Diken diken bıyıklan da ağarmıştı. Çakır gözleri inatçı, çok çekmiş, kinli, öfkeli öfkeli dört bir yam, yuvalarında fır dönerek kolaçan ediyordu.
Neden sonra, kahveler geldi içilirken, Yüzbaşı Hasan Çavuşu düşündü, baktı ki köşede kasılmış durur. Bir gözü Ala Temirin üstünde durdu, Hasan Çavuşla Ala Temir tıpıtıpına
526
biribirlerine benziyorlar. Hasan Çavuş hık demir Ala Temirin' burnundan düşmüş.
«Şöyle bu yana gel Çavuş!»
Hasan Çavuş koşarak masanın ucuna doğru geldi Ala Temirin önüne çakıldı.
«Konuşturabilecek misin Çavuş, katili?»
«Evelallah konuştururum Kumandanım.»
«Ne kadar bir sürede?»
Hasan Çavuş sıkılgan, başını o yana bu yana çevirdi, çok çekmiş, yanlan kırış kırış olmuş çakır gözleriyle bir imdat ister, yalvarır gibi duvarlara, Yüzbaşıya, sonra da orada bulunanlara baktı. Gözleri gelip Ala Temirin üstünde durunca azıcık kendine geldi, onda odadaki soğukluğu gideren, bütün kasılmışlığına karşın bir candanlık vardı. Ala Temir gibi bir kişinin orada bulunması Hasan Çavuşu yüreklendirdi.
«Hiç belli olmazlar bunlar. Kimisi iki sopada hemen konuşuverirler, kimisi de öldürallah ağızlarını açmazlar. Tâ ki cart verene kadar...»
Mahir Kabakçıoğlu okşar, yaltaklanan, biraz da tepeden bir sesle:
«Sopayın altında hiç can veren oldu mu Çavuşum?»
Hasan Çavuş böyle bir soruyu hiç beklemiyordu. O yüzden, birden, ne karşılık vereceğini bilemedi, Yüzbaşıya baktı,, onun yüzü, söyle söyle, der gibiydi. Gözleri geldi gene Ala Temirin üstünde durdu, yüreklendi.
«Can vermez olur mu hiç Beyim, hiç can vermez olurlar mı? Çoook! Şunun şurasında yirmi beş yıllık uzatmalıyız. Hiç can vermez olurlar mı hiç? Çoook! Elde ne inatçı insanlar var, ne inatçı, ne inatçı, kemiklerini un ufak edip, derisini yüzsen ağzından bir çift söz alamazsın...» Çavuş birden heyecanlandı. «Birisinde bir adam yakaladım, dört kızm hep bir arada, bir ceviz ağacının altında ırzına geçmiş tam sekiz gün. Tek başına... Üçünü biribirine bağlamış, efendime söyleyim...» Mahcup, başını yere eğmiş, hiç bir yana bakmadan konuşuyor. «Birisini
527
çözüyor, üçünün gözleri önünde onun ırzına geçiyor bir saat iki saat, onu bağlıyor, ötekini çözüyormuş. Bu adamı kızlarla birlikte ben yakaladım, başladım ki ne başladım, Allah sizi inandırsın, ne başladım ki, ne başladım... Sonra...»
Yüzbaşı ona bakıyor, kaş göz işareti yapıyordu. Yüzbaşının bu kaş göz işaretini hep gördüler. Hasan Çavuş görmeyince Yüzbaşı:
«Çavuş,» diye bağırdı. Çavuş hemen toparlanıp hazırola geçti.
«Toprağa gömdüm, ağzından da şişirdim... Şişirdim ki... "Öylesine...»
«Çavuş!»
Yüzbaşının sert uyarması onu kendine getirdi.
«Buyur Yüzbaşım!»
«Git, Kürt Mahmudu al da buraya getir.»
«Başüstüne Yüzbaşım.»
Patasını çaktı, sözünün yarım kalmasının duyumsuzluğunda, öfkelenerek, elleri titreyerek dışarı çıktı.
Kurtboğa:
«Bırakaydın da anlataydı Yüzbaşım.»
«Neye gerek, neye gerek...» diye karşılık verdi Yüzbaşı.
«Bu milletin sırtından sopayı eksik ettiğin gün batarız,» dedi Süleyman Aslansoypençe. «Bu milletin surundan hiç bir vakit sopayı eksik etmeyeceksin. Sağolsun, varolsun îsmet Paşamız ve hem de biltekmil vetanpervaran öteki paşalarımız, hem de Çakmak Paşamız da, baş Mareşalimiz, ordumuzun soylu gözbebeği, hem de gözbebeğimizin öz bir çiçeği, bu milletin sırtından hiç bir zaman sopayı eksik etmediler. Edemezler,» diye bağırdı Aslansoypençe.
«Bu millet sopasız edemez,» dedi Kurtboğa. «Bir gün, yok yok, bir dakika bu milletin üstünden sopayı eksik et, vallah bil-lah parmak atarlar adama, parmak, parmak...»
Ala Temir konuşmak için kendini zorlayarak:
«Alimallah, bu milletin üstünden kaldır sopayı, bir gün
528
içinde başta paşalarımız, hepimizin kellesini uçuruverirler. Başta ulu îsmet Paşamız. Allah candarmalardan razı olsun ki, bir razı olsun... Her gün her köylünün üstünde beş sopa kırarlar. yVmanallah ha amanallah, sopasız köylü ağılı dikene benzer, ağılı da yılana... Sopa yememiş köylünün nerenden sokacağı hiç belli olmaz, hiç belli olmaz. Bereket, ha bereket... Bereket versin ki bereket, Allah razı olsun ki paşalarımızdan, sopayı icat etmişler... Demokrasi sayesinde bu millet sopasız olamaz. Olamaz efendim, olamaz.»
Mahir Kabakçıoğlu sözü Ala Temirin ağzından aldı, Te-nıir kanatlı sözlere yol vermiş, büyük bir kıvanç içinde Yüzbaşının karşısında, bu kadar önemli adamın karşısında konuşmak fırsatını bulmuşken... Gözlerini belerterek, alacağın olsun deı-cesine Kabakçıoğlunun yüzüne baktı. Öteki hiç oralı bile olmadı. Bu daha da zoruna gitti Temir Ağanın.
«Evet efendim, her milletin bir karakteristiği vardır, bizim hamurumuz da sopayla yuğrulmuştur. Herhangi bir millete, bunun yüzde, binde, milyonda biri kadar sopa çek, değil otorite, değil Faşizm, Nazizm, değil diktatörlük, yıkar geçerler. Bizim millet kadar sopaya mütehammil bir millet yoktur. Mütehammil değil, sopadan zevk alan... Bir yıl bu milletin sırtından sopayı eksik kıl, biz toptan delirir, zıvanadan çıkarız Yüzbaşım. Bu gerçeği sizin gibi kabiliyetli vatansever idare amirleri bilmeliler ve sopayı elden düşürmemeliler. Ne için olursa olsun bu milleti döğeceksin... Sebep aramayacak, yaratmayacak, sebepsiz döğeceksin ki, döğme döğme gibi döğme olsun Yüzbaşım. Sopayla kurulmuş binamız bizim... Ve ol sebepten soylu idare amirlerimiz bu milleti yedi yüz yıldır döverler. Cumhuriyet devrinde de bunun ilmi bir şekilde şuuruna vardığımızdan sopa dozunu on misline yüz misline çıkardık. Bu hakikati büyük paşalarımız görmeselerdi, bu vatan çoktan batmıştı. Dünya öküzün boynuzunda değil, Türkiye sopanın boynuzunda durur.»
«Allah,» dedi, «Allah...» Ellerini havaya açtı Hacı Kurt-
529
F: 34
boğa, dudakları kıpır kıpır dualar okuyarak. «Şu milletin üstünden sopayı eksik etme... Allah Allah... Sopasız, biz bata-rız.» «Batarız,» dedi Aslansoypençe... «Batarız,» dedi Ala Temir.
Tam bu sırada önde Kaymakam, onun arkasında Savcı, onun arkasında da genç Hükümet doktoru içeriye girdiler. Oturmakta olan kişiler hemen ayağa fırladılar. Ala Temir duruyor duruyor, birden: «Batarız,» diye bağırıyordu. «Bizi bin yıldır dövüyorlar. Hafazanallah, bir gün döğmeselerdi, biz bu dünyayı yıkar batırırdık. Bizi öldürmeli, öldürmeli, öldürmeli, öldürmeli bizi döğ-meli değil!»
Gelenler şaşkınlık içinde kalmışlar Ala Temirin konuşmasını dinliyorlar bir şey anlamıyorlardı. Kaymakam:
«Tebrik ederim Yüzbaşı Bey, katili yakalamışsınız. Gerçekten büyük başarı...»
«Ne büyük başarısı,» dedi Mahir Kabakçıoğlu. «Görülmemiş bir başarı. Bu feodalitenin, katil feodalitenin cinayetlerinin ilk cezasıdır.» Doktor:
«Tebrik ederim Yüzbaşım, evet öyledir.» Savcı:
«Mahir Bey yaraya iyi neşter vurdu. Hakikaten bu ilk cezası olacaktır katil derebeyliğin,» diye Mahir Beye sokuldu. Yüzbaşı:
«Çok teşekkür ederim, geliyor.» «Geliyor,» dedi Ala Temir. Hazırol durumunda ayağa] kalktı, geri oturdu. «Geliyor amanallah, ala gözlü Murtaza Beyin alçak kanlısı geliyor. Geliyor ha, geliyor amanallah.» Yüzü dehşet içinde seğiriyor, gerilmiş, gözleri büyümüş «Geliyor, kanlı kâfir Kürdü geliyor. Eli bileklerine kadar kan içinde geliyor.» Derken sözü ağzında dondu kaldı, yüzü kütük gibi cansız
kesildi, gözleri kıpırtısız, saydam, bir noktaya dikildi. Boynunu da kapıya doğru uzatmıştı.
Kürt Mahmut uzun boylu, kumral, uzun, sarkık, kıvırcık püskül bıyıklı, kaşım kaldırıp da hiç kimseye, hiç bir yöne bakmıyor, bu yüzden gözlerinin rengini kimse görmüyor. Parmaklan uzun, biçimli, omuzları geniş, düzgün, kaşları çatık, usuldan elmacık kemikleri çıkık, dudakları kırmızı, etli, yanaktan dudağa inen çizgi derin, gün görmüş. Gözlerinin yöresi kırışık içinde, çok güneşte kalmış.
Şangırtılar içinde odaya girdi. Eli karnın üstünde, açılmış bacaklarıyla dimdik ortada durdu. Şayak, kahverengiydi şalvarı, ceketi çizgili siyah, kaçak maldandı. Alnının sağ yanında derin bir Halep çıbanı izi kızarıyordu. Ak bir yün kuşak sarmıştı beline.
O içeri girince derin bir sessizlik oldu, herkes bir ona, bir biribirinin yüzüne baktı.
Ala Temir mırıldandı:
«Babayiğit oğlan imiş. Vay anasını.»
Onun bu sözlerini kimse duymadı.
Eğer Mahir Kabakçıoğlu sessizliği bozmasaydı, daha uzun zaman kimse konuşmayacaktı:
«Sen öldürdün öyle mi Murtaza Beyi? Nasıl kıydın ona? Halbuki o, Istanbullarda, Avrupalarda okumuştu. Sen kimsin, kaç para edersin, nasıl kıydın ona?»
«Nasıl kıydın ulan Kürt iti? Nasıl kıydın aslana?» diye gürledi Kurtboğa. «Onun bir damla kanı senin gibi on bin Kürt itini değerdi. Okumuş, Avrupa görmüş, genç çağında vetana hizmete can atarken... On bin değil, yüz bin... Yüz bin değil bir milyon... Bir milyon değil...» Ayağa kalktı, öfkeyle üstüne yürüdü. İçinden de kendini dizginliyordu. Ya buradan kurtulur kaçar da, dağa çıkıp eşkiya olursa, eşkiya olup evini basarsa... Gene de iki parmağını gözlerinin içine doğru hızla fırlattı. «Nah böyle, gözlerini gözlerini gözlerini çıkarırım. Gözlerini gözlerini.
530
531
¦'I
gözlerini çıkarırım. Nah böyle. Nasıl öldürdün ulan Kürt, aslan gibi yiğidi?»
Mahmut başım kaldırdı, çelik gibi, bir yeşil ışıltıda sert, öfkeli, ürkütücü ona bir an baktı, sonra gözlerini ağır, vakur geri yere indirdi.
Kurtboğamn, onun gözlerine değdi değecek parmaklan büzüldüler, kolu düştü. Yutkundu, böyle birden kesmek de olmazdı. Gırtlak kemiği habire inip inip çıkıyordu.
«Allah belam versin,» diye savurdu. «Kıydır mı?» Bayağı korkmuştu Mahmudun gözlerinden. «Öyle bir yiğide kıyılır mı?» diye yumuşacık, okşar gibi mırıldandı. «Allah senin bin belanı versin. Bak oğlum Mahmut,» diye kulağına eğildi. «Bak oğlum Mahmut, sana Murtazayı Derviş Bey öldürttü, senin bir suçun yok. Bunu bir kağıda yazacaklar, sen de imzam basacaksın. İmzan var değil mi?»
«Kürt Mahmut çok iyi okur yazardır, İlkokulu bile bitirmiştir,» dedi Hasan Çavuş. «Ben onun takibinde gezerken her bir şeyini öğrendim onun.»
«İyi, iyi,» dedi Kurtboğa. «İşte evladım Mahmut sen yeter ki, Murtaza Beyi Derviş Bey öldürttü de...» Kulağına eğildi, «gerisine karışma sen... Ben seni buradan kaçırır, memleketine gönderirim.» Kulağına az daha dudağım yaklaştırdı, daha usul bir sesle: «Bu dinsizler,» dedi, «bu dinsiz Yüzbaşı emir almış Ankaradan ya seni söyletecek, ya da seni öldürecek. Beni dinle, hemen söyle de tatlı canım kurtar, yazık değil mi gençliğine?...»
Usullacık onun yanından uzaklaştı, sandalyasına sessiz çöktü.
Onun konuştuklarını, ne kadar yavaş konuşursa konuşsun sesi gürdü, fısıltısı bile uzaklardan duyulurdu, oradakiler duydular, duymamışlıktan geldiler.
Kurtboğadan sonra kimse konuşmadı, konuşmak istemediler belki de. Bir ağır duygu altında ezildiler. Bu ağır duygunun ne olduğunu kendileri de bilmiyorlardı. Hepsi birden gözlerini
532
dikmişler, bu boynu laleli, elleri, ayakları, kolları kalın zincirlerle donatılmış, zincir de yetmeyip kelepçelenmiş yakışıklı, kanlı canlı, bir onur yontusu gibi duran adama bakıyorlardı.
Ala Temir de içinden, «Bir kartala, bakır kanatlı bir kızıl kartala benziyor bu,» diye geçiriyordu.
Bu arada Mahmut hiç kıpırdamadı, ancak iki kere ayak değiştirirken zincirin bir iki halkası ses verdi. Bir kere de elleri azıcık yukarı çıktı, göbeğinin üstüne doğru, hemen geri yerine indiler. Bunda da inceden zincir ses verdi.
Birden, düşüncelerden ayıkan Yüzbaşı:
«Çavuş,» diye sert komut verdi, «al bu adamı, götür aşağı. Derviş Bey ona Murtazayı öldürttüğünü itiraf etmiştir. İstersen Derviş Beyi öteki hücreden al bununla yüzleştir. Derviş Beye de buna da iyi davran... Murtaza Beyi kendisine Derviş Beyin öldürttüğünü söylesin, sonra bunu bırak. Bırakmadan önce bana getir. Konuşacağım... Eğer her şeyi söylemezse iki saatte bir bana tekmil haberi ver. İtiraf ederse hemen gelir bana haber verirsin. Biz...»
Mahir Kabakçıoğlu sözü ağzından aldı:
«Biz, bizim evdeyiz. Çünkü bugün bizde hazırlık yaptılar. Bizim ev de buraya yakın,» dedi.
«Olmaz,» dedi Hacı Kurtboğa. «Bizde de hazırlık var.»
«Bizde de,» dedi Rüstem Bey.
«Ya biz?» dedi Süleyman Aslansoypençe.
«Mahir Beyin evi buraya iki adım. Onun için Mahir Beye gitmeliyiz,» dedi Yüzbaşı. «Çok merak ediyorum, bu adam konuşacak mı konuşmayacak mı? Meraktan deli oluyorum.»
«Eğer itiraf ederse, Derviş Beyi hemen tevkif ederiz,» dedi Savcı. «Hemen hemen tevkif, nur-u aynim. Derhal tevkif ettiririm. Hakim Beyle karar aldık. Aaah bir konuşsa.»
«Konuşacak,» dedi hırsla Süleyman Aslansoypençe. «Ne yapacak, tabbi konuşacak. Konuşmayıp de ne yapacak? Elbette konuşacak. Hasan Çavuş, sonra...»
Hep birden ayağa kalkıp Mahir Beyin evine yollandılar.
533
üve geldiklerinde onları başta Mahir Beyin Hanımıyla DırKaç genç kız karşıladılar, içerde sofra kurulmuştu.
Mahir Bey:
«Sağol, varol Hanım,» dedi usulca. «Beni mahcup etmedin.»
Hanım:
«Bize geleceğinizi, bizi şereflendireceğinizi biliyordum. Çünküleyim ki... O yakalanmış.» Kocasının kulağına eğildi. «Nasıl bir adam? Dedikleri gibi canavar mı, yakışıklı mı dedikleri gibi?»
«Dediklerinden de beter,» dedi Kabakçıoğlu. «Canavar.»
Gün kavuşmuş, çoktan gece basmıştı. Hemen masaya oturdular. Rakılar açıldı ve sofraya kızarmış tavuklar, kuzu butları, yeşil salatalıklar, başparmak büyüklüğünde ve daha buruşmamış sarı çiçekleri üstlerinde, beyaz peynir, acı biber, daha bir sürü yiyecek geldi. îki genç, güzel giyinmiş kız ve bir delikanlı soğuk suları, buzlan, dolu dolu türlü çeşitli yiyecekleri masaya taşıyorlardı.
«Şerefe.»
«Şerefe.»
«Böyle güzel, böyle mutlu günümüz çok olsun.»
Kadehler tokuştu.
«Çok olsun.»
Bir süre hiç konuşmadan yediler içtiler. Kaşıkların, tabakların, kadehlerin, çatalların seslerinden başka ses duyulma di evde.
«Onu elleri kelepçeli üç kere baştan aşağı çarşının ortasından geçireceğim,» dedi Savcı. «Görsün o. Bu kadar büyük cinayetlerinin ceremesini çekecek, ödeyecek. Ödemeli. Elimizi çabuk tutmazsak memleketi imha edecekler. O Derviş Bey yok-mu, o imha edecek bu yurdu o! Gençlere hep okuyun, kitap okuyun diyormuş. Cezasını çekmeli.»
«Yaşa, varol,» diye kadeh kaldırdı Kurtboğa coşarak. «Ve-
534
ıaı
ıuuutıuıuuıııı i»cy. v cicili SCİ11I1 DU
hizmetinden dolayı... Yarın tel çekeceğim Ankaraya, bu Müddeiumumi şöyle aslan, böyle kaplan diye... Bu Müddeiumumi şöyle kaçar, böyle kuyruk tutar diye. Şerefe! Aziz, çok değerli, bir vetan kadar kıymetli, kasabamızın büyük Müddeiumumi şerefine. Varolsun.»
Kadehler kalktı:
«Varolsun. Şerefe.»
«Şerefe, şerefe, şerefe...»
Hiç konuşmayan Cafer Özpolat, biraz içince hemen sar-hoşladı:
«Şerefe!» diye kadeh kaldırdı. «Cümlenin şerefine. Herkesin. Ben Kürt Mahmudu yakından tanırım, konuşmayacak. Dünyanın en yiğit, en mert, en güçlü, en inatçı adamıdır. Çocukluğumuz birlikte geçti. Tam teçhizat bir ordun olacağına, Kürt Mahmut gibi bir adamın olsun, yeter.»
«Konuşacak,» dedi Savcı.
«Hele bir konuşmasın da görelim onu,» dedi Yüzbaşı.
«Hele bir konuşmasın,» dediler ötekiler de Yüzbaşının sözünün hemen ardından.
«Ben yirmi yıldır kasaba kasaba dolaşırım. Yirmi yıldır bu uzatmalıları tanırım. Hasan Çavuş taşı, demiri bile konuşturur.»
«Konuşturur,» dedi Kurtbağa. «Taşı da toprağı da... Ölüyü, ölüyü bile konuştururlar bu uzatmalılar.»
«Az sonra haberi getirir Çavuş ki, bülbül olmuş şakımış Kürt,» dedi Süleyman Aslansoypençe.
«Bu Çavuş çok ferasetli,» dedi Kurtboğa. «îki yıl da bizim köyün karakolunda kaldı. Gece gündüz okuyor düşünüyordu, işkence usulleri belliyordu. Amerikadan yeni söyletme usulleri belledi. Istanbulda iki yıl, Ankarada üç yıl, işkenceyle adam söyleme kursu gördü. Ölüyü konuşturur o! Alır bir ölüyü üç gün diker karşısına, çıkarır miting kürsüsüne, nutuk attırır, değil fıkara yalın kat Kürt Mahmudu, nutuk attırır ölüye.»
Çok uğraşmışlardı bu kasaba Ağaları Kürt Mahmudu ya-
535
i-aıamaK için. vOK para aoıonuşıer, uervış r>eym uagıaruakı 3 '¦ adamlarını teker teker satın almışlardı. Gene de Kürt Mah-mudun yakalanması çok uzun sürmüştü. Mahmut cıva gibiydi, ele avuca sığmıyordu, inanılmaz da bir haberci, gözcü ağı kur- L muştu dağlarda, Derviş Bey de ona çok cephane, para yolluyordu. Kürt Haydar hayınlık etmeseydi, hiç olmazsa Mahmut kadar kurnaz bir adam olmasaydı Kürt Mahmudu kimsecikler yakalayamazdı. Kurşunları bitip, candarmaların üstüne koşarak atıldığında, vursunlar diye, tam o sura onu arkasından yakalayan Kürt Haydar oldu. Mahmut dişlerini sıkıp: «İnşallah seninle bir karşılaşırız, Haydar,» dedi. Haydar onun bu sözlerine güldü.
Herkes Cafer Özpolata bir tuhaf bakıyordu. Nasıl cesaret edebilmişti, burada böyle konuşmağa.
Kaymakam:
«Konuşmazsa eğer o, konuştururuz. Bu çağda artık konuşmayan adam olamaz.»
«Olamaz,» dedi Doktor. «însan bedeninin ancak direnci bir yere kadardır. Ondan sonra direnç sıfıra düşer.»
Cafer Özpolat inatlaştı:
«Kürt Mahmudu hiç bir güç konuşturamaz.»
«Cafer Bey,» diye bağırdı Yüzbaşı. «On bin lirasına bahse girerim sizinle... Hem de iki saat içinde konuşacak. Hasan Çavuşa şimdiye kadar iki saatten fazla dayanan çıkmadı. Amerika-da enteresan gelişmeler oldu ama, onlar Hasan Çavuş metodla-rı karşısında çocuk oyuncağı kalır. Bahse girerim.» [
«Ben de,» dedi Cafer Özpolat, daha küstahlaşarak.
Oradakiler öldürecek gibi baktılar Cafer özpolata.
Nedense, her kimse, konuşmayı başka bir yöne çeldi. Derviş Beyin kızkardeşini, her zaman Sarıoğlu soyunda böyle bir kadının bulunduğunu uzun uzun konuştular. Doktor bunun bir çeşit hastalık olduğunu söyledi. Hani kadın da çok güzeldi. Gerçekten dünya güzeliydi. Sonra Hacı Murtaza Ağayı; onun dağ yamaçlarını bir uçtan satın aldığını, zeytinlikleri aşıladığını dil-
lerine aoıaaııar. sonra Belediye Başkanım aldılar ele... Adana da bar kapattığını, her dizine bir kadım oturtup, sabaha kadar kadınların ayakkabılarında şampanya içtiğini söyleştiler.... Bu adam bu kadar parayı nerede buluyordu? Onun kurduğu kaçakçı şebekesinden kimse söz etmedi.
Yüzbaşı ikide birde saatine bakıyor, sandalyesinde dönüyor, kalkıyor pencereye gidiyor, geri geliyor, bir kadeh rakıyı dikiyor, gene saatine bakıyor, gene kalkıyor, sıkılıyor, durmadan, yemek yiyor, hemen pencereye fırlıyor, kapıya kadar gidiyor, geri geliyordu.
«Buraya bak, delikanlı.»
«Buyur Yüzbaşım.»
«Söyle aşağıdaki candarmaya, buraya gelsin.»
Candarma geldi:
«Buyur Kumandanım.»
«Hemen Hasan Çavuşu çağır.»
«Başüstüne Kumandanım.»
Az sonra Hasan Çavuş geldi. Süklüm püklümdü. Hazıroi durumuna geçmişti ama dökülüyordu. Bütün bedeninin tepeden tırnağa zangır zangır titrediği belli oluyordu.
«Ne oldu Hasan Çavuş, tamı tamına üç saat oldu?, Senin marifetin böyle mi?»
«Konuşmuyor,» dedi Çavuş, «Yirmi tırnağını teker teker çektim, bana mısın demiyor. Taşağma bağladım voltu, bana mısın demiyor. Ben böyle bir adam daha görmedim.»
«Daha ne yaptın? Üç saat içinde bu kadar mı?»
Hasan Çavuş başım yerden kaldırmadan:
«Daha sabaha çok var Yüzbaşım.»
«Bekliyorum Çavuş.»
«Çok inatçı adam Yüzbaşım.»
«Bak Çavuşum,» diye ayağa fırladı Süleyman Aslansoy-pençe. «Ben onun yoluna bir servet döktüm. Ya konuşturamaz-san onu? Konuştur şunu. Sana bin lira var. Anan südü gibi helal olsun.»
536
537
«Konuşacak,» dedi Kaymakam.
Doktor:
«Konuşmalı.»
Savcı:
«Elbette konuşacak... Türkiye Cumhuriyeti her şeye kadirdir. »
«Benden de bin lira,» dedi Kurtboğa. «Yeter ki sen konuştur onu. O konuşmazsa bütün istikbalimiz mahvoldu demek-¦lir Çavuş. Göster kendini aslanım.»
Kabakçıoğlu:
«Bin lira da benden.»
Cafer Özpolata baktı herkes.
«Konuşmayacak,» dedi Cafer. «Eğer sen onu konuştura-foilirsen Çavuş, benden sana beş bin lira.»
«iki bin lira da benden,» dedi Ala Temir kekeliyerek. «Konuşursa iyi mi olur?» diye de usulca sordu.
«Konuşacak,» dedi Çavuş... Yelyepelek hemen koştu. Sevinç içindeydi. Servet sahibi olmuştu. Nasıl olsa konuştururdu onu. Daha neleri, neleri vardı, Amerikan kursundan öğrendiklerinden başka...
önce yalvarmağa başladı. Uzun bir süre kan içindeki adama yalvardı, kendine acındırmağa çalıştı:
«Bak kardeş,» diyordu, «ne olursun, söyle şunu, ne var? Ne olursun. Sen bunu söylersen, bana çok çok para verecekler. Bir de Yüzbaşı beni astsubay yapacak. Düşün bir kere, astsubaylık ne demek, ne demek! Haydi kardeş, ocağına düştüm, oğlunu öldürdüm de ocağına düştüm, sebep olma ekmeğime, tam yirmi beş yıldır bu meslekteyim, bu kadar parayı bir arada görmedim. Mahmut kardeş, çoluk çocuğum var, rızklarına engel olma. Rızk kesenin boynu kesilir. Derviş Bey senin nen olur? Halbuki ben, ben... Bu iyiliğini hiç unutmam. Bana bu iyiliği yaparsan ben de seni hapisten kaçırırım, tdam verirlerse seni darağacından alırım. Söyle ki bana Murtaza Beyi Derviş Bey öl-
Dostları ilə paylaş: |