480
481
F: 31
Nilüfer Hanımın nutku tutuldu. Yüzü sarardı. Döndü, merdivenlere yürüdü. Sonra gene döndü:
«Kim?» diye yeniden bir hoş sordu. «Kim? Kim?»
Nilüfer Hanım daldı, başım alamıyor, bir şey ansımağa çalışıyordu. Evin köşesinde kocasının geceleri hırsızlama yüklenip kuş yuvalarına ateş attığı, yakamadığı yuvalarda yakaladığı kuşların başlarını kopardığı merdiveni gördü. Her şeyi ansıdı, koşarak merdiveni çıktı.
«Bey, Reis Bey...» Sesi kısıktı. «Reis Bey... Kapıda... O, o, o!...»
«Kim?»
Eliyle bir Mustafa Beyi, bir kapıyı gösteriyordu:
«O, o, 'o! îşte o! Alayım mı eve? Bîr şey, bir şey, bir şey... olursa...»
«Dur Hanım, ne bu telaşın?» diye ayağa kalktı Başkan gülerek. «Dur Hanım, kimmiş bakalım, seni bu kadar heyecanlandıran. »
Merdivenleri sarsarak ağır ağır, her basamağa bütün ağırlığıyla yüklenerek indi, inmesiyle:
«Buyurun, buyurun, buyurun Derviş Bey,» demesi bir oldu.
Derviş Bey ikircikli, ortada bir tuhaflık olduğunu anlayarak yukarı çıktı, odamn kapısı açıktı ve ortasında eli belinde tabancasının üstündeki Mustafa Beyi gördü. Mustafa Bey ceketinin azıcık altından, belli etmeden sağ elini tabancasının kabzasına kendiliğinden koyuvermişti.
«Buyurun, buyurun. Biz de kahvaltı ediyorduk.»
Derviş Bey belli etmeden Mustafa Beyi şöyle bir tepeden tırnağa süzdü, sonra hiç bir şey.olmamış gibi odaya yürüdü, ayakta durmuş kalmış adama sağ omuzu sürünerek sedire kadar vardı. İçine kuşku düştü Mustafa Beyin ama geriye dönemedi.
«Buyurun, buyurun...»
Mustafa Beyin şaşkınlığı o anda birden geçiverdi. Hemen döndü, olağan, düz bir sesle, gülümseyerek:
482
«Bana izin Reis Bey, çok teşekkür ederim. Her şey, her şCy için.»
Derviş Beye bir göz atmadan da kendini alamadı, merdivenleri ağır ağır indi. Bir de baktı ki eli tabancasının üstünde, ?.teşe değmiş gibi hemen elini tabancanın üstünden çekti, yüzü kıpkırmızı, yalım yalım oldu. Çok utanmıştı. Başkan bu halini gördü mü diye ona baktı. Başkan her şeyi görmüş anlamıştı. Göz göze gelince:
«Malum,» dedi. «Malum. Alışkanlık.»
483
41
Ağınağaçları daha çiçek açmamışlardı. Çakıltaşlı çayın kıyısına sıralanmışlar, kıpkırmızı tomurcukları açtı açacak. Uzun boyunlu mavi devedikenleri çiçeğe durmuşlardı. Otlar, yoncalar diz boyuydu. Akçasazın kıyılarında büyük kara gözlü nergizler Alıçlı koyakta kayaların arasına sıkışmış alıç ağaçları çiçeklerini sereserpe bahar güneşine açmışlardı. Hemite dağının kayalıklarına mosmor, salkım sümbüllerin kokuları sinmişti. Sıcakta, azıcık, azıcık yel fisileyince koyakların dibine sinmiş yoğun sümbül kokuları başdöndüren bir kokuyla esiyordu. Uzun kamışlar, ît burnu çiçekleri, böğürtlenler doludizgin fışkırmışlardı. Çukurova toprağı binbir çiçek, renk, koku, otla nennileniyordu. Arılar, kelebekler, kuşlar, böcekler, biltekmil yuvalarından güneşe uğramışlar ılık Çukurova güneşine serilmişler, kum gibi kaynaşıyorlar, çiftleşiyorlardı. Besili yılanlar, kurbağalar sereserpe ovaya dökülmüşler, korkmadan ürkmeden kendi hallerinde ılık güneşin ağır kıpırtısındaydılar.
Yeşil, esen yelde dalgalanıp güneşe gelince ışılayan ekin tarlalarının içinden uzak turaç sesleri geliyordu. Sel yataklarında bahar suları sakırdıyordu. Ekin tarlalarının üstünde ışık iplikleri durmadan değişerek örümcek ağları dokuyordu. Ağaçlara, çalılara, kaya oyuklarına kuşlar yuvalarım yapıyorlar, yeniliyorlardı. Doğuran, besili Çukurova toprağı ılık güneşle, bol yağmur-
lar sonu inanılmayacak kadar zengin, bol çeşitli, renkli, canlı, kıvıl kıvıl kaynaşan ürünlerini dünyaya fışkırtıyordu.
Ceren sürüleri dolaşıyordu oradan oraya, tekmil ovayı dolaşarak... Şubat ortalarında gelmişlerdi, aşağılardan, çölden, Su-ıiyeden., Haran üstünden, Abdülaziz dağlarından. Çukurovanın yakışığıydılar. Ve çok kimse onlara burada dokunmuyordu.
Dumlu altından kopan ceren sürüsü doğuya vurdu Hacıların kamışlığına geldi. Hacıların kamışlığı uçsuz bucaksızdı. Aslanlıdan, Hamamdan, Çukurköprüden tâ Ceyhan ırmağına kadar iniyordu. Ortası da dümsüz, lekesiz yeşilde bir alandı. Ce-rcnler kamışlığı geçip yeşil alana geldiler, otlara daldılar. Böyle taze, yumuşak, sütlü, özlü ot başka yerlerde yoktu, yumuldular. Gün kuşluk olup ortalık kızdırınca Anavarza kayalıklarından bir bölük kartal koptu, uzun kanatları gerilmiş, düz, çekilmiş kılıç gibi ışıltılı, bir anda cerenlerin üstüne geldiler. Gökyüzünde süzülüp, bir an durdular, çakılmış gibi, sonra toparlanıp, kulakları yırtan bir hışıltıyla cerenlere saldırdılar. Ceren sürüsü darmadağın oldu. Oraya buraya, çalıların, kamışların aralarına kaçıştılar. Avlarını yakalayan birkaç kartal hemen bir araya geliyor, cereni parçalamağa başlıyorlardı. Av yakalayamayan kartallarsa göğe ağıp hışım gibi geri iniyorlardı. Başını alan ceren ovanın bir yanma çekip gitmişti. Ardında da sağılan, hışım gibi kovalayan gözü kanlı bir, birkaç kartalla...
Deliler köyünün altından geçip Ali kesiğine gelen ceren kırmızı yalım gibi sünen, tüyleri yıldır yıldır genç bir cerendi. Bu genç cereni de bakır kanatlı, kızıltıîı genç bir kuş kovalıyordu. Belki inen kartal bölüğündendi, belki Anavarza kayalıklarında tek başına dolaşırken keskin gözleri aşağıda tezikmiş, ürkmüş, ne yapacağını bilmez, şaşkın, oradan oraya vuran cereni görmüştü. Görür görmez toparlanıp cerenin üstüne sağıldı, bir göktaşı gibi kapkara, hızla indi cerenin üstüne. Ceren ürkmüştü, şaşkındı ama tetikteydi, bakır kanatlı yırtıcı kuşun saldırısını boşa çıkardı ve daha hızlı Ali kesiğinden geçip Ceyhan kıyısına vurdu, ağmağaçlannm arasına girdi. Bakır kanatlı kuş ağm-
484
485
ağaçlarının arasındaki cereni az bir sürede bulmakta güçlük çekmedi. Ceren gene tetikte olmasaydı, bu sefer işi bitikti. Kuş tam üstüne inmiş, keskin cırnaklarını cerenin sırtına takacakken, ce-ren kuşun altından sola doğru bir kıvrılış yaptı, gözle görülmez bir çabuklukla, kuş kendini tâ ötelerde, cerenin epey uzağında buldu nerdeyse yere çakılıp kalacaktı, güçlü, genç kanatları toprağa on on beş karış kala açılıp, taş gibi havaya çakılıp kalmasalardı. Bakır kanatlı kuş otların, çalıların uçlarını yalayarak ancak Ceyhan ırmağının üstünde hızını alabildi. Ceren de son hızla, sü-nerek, uçarak öteki yönde soluğu Mecidiye altında yarpuzlukta aldı. Bakır kanatlı kuş dönünceye kadar da Kesikliyi bulmuştu. Bir yere, bir çalı altına saklanmak, bir kovuğa girmek cerenin aklına gelmiyordu. Belki de saklanmak onun hiç aklına gelmiyordu. İçgüdüsünde saklanmak diye bir şey yoktu. İnce uzun, sağlam güçlü bacaklarına güveniyor, bacaklarının onu her beladan kurtaracağına inanıyordu. Ve kendi boyunun, bacaklarının üç misli, beş misli sıçrayarak, atlayarak, sünerek... Ve genç yırtıcı kuş kanatlarının bütün gücüne karşın cerene kolay kolay ulaşamıyor, ulaşsa da keskin tırnaklarını onun ince bedenine saplayamıyordu.
Ceren bir düzlükte, baştan aşağı kıpkırmızı kesilmiş, kendi boyunca uzamış bir gelincik tarlasında koşuyordu. Yırtıcı kuş uzaklarda kalmış, ölüm korkusu uzaklaşmıştı. Bacakları titremeğe başlamıştı. Hızı gittikçe düşüyor, uzun atlamaları kısalıyor-du. Gelincik tarlasını aşıp kısa çimenli bir pampal düzlüğüne düştü. Pampallar mavi, kırmızı, sarı, mor, pembe, ak ve çok iri, ince, beş perli çiçek yapraklarının ortasındaki kara gözleri insan gözleri gibi şaşkınlıkla açılmış, buradan, Enderin altından tâ Hemite dağı yamaçlarına kadar açılmış, yeşil toprağı nakışlayarak, esen yelde inceden ığranarak uzayıp gidiyordu.
Yönünü Hemite dağına dönmüş, yoğun, mavi bir kelebek bulutu içinden geçen ceren biteviye koşuyordu. Alışkın, bir dü-züye, şaşırmadan, süresi dolunca sıçrayarak, akıyordu. Ayaklarının altındaki her bastığı ince pampallar kırılmıyorlardı bile.
Akar gibi... incecik, yıldırdayan bir su gibi, aktığım belli etmeden, düz ovada kırmızı bir ışık çizgisi gibi. Pampallıkta en küçük bir calı> bir ot kümesi, bir kamış topluluğu bile yoktu. Ve ceren bir düzlüğün ortasından kayıyordu, altın tüyleri yıldırdaya-rak...
Arkadan dehşet bir ses duydu, birden her şey değişti, genç, hırslı kuş, bakır kanatlarını arkaya yatırmış, pampallarm bir insan boyu üstünden yıldırım gibi geliyordu. Cerenin yanından «önünden akan yellerin sesi, kurşun gibi sağılan kuşun hışıltısı çelen ölümü haber veriyordu. Tam bu anda ceren bir sel yatağını geçerken yere kapaklanmasaydı işi tamamdı. Kuşun cırnağı cerenin sırtına takıldı, çizdi geçti. Azıcık kan çizginin üstünde tomurcukladı. Ceren düştüğü yerden göz açıp kapayıncaya kadar kalktı ama kuş pampallarm üstünden bir insan boyu, bazı da daha aşağıdan çavıp gitmişti. Tâ Hemite dağının dibinde kesildi hızı. Hırsla göğe ağdı, dikildi. Bozkuyuya doğru alıp yatışmış cereni hayal meyal sıçrayan, zikzaklı bir çizgi olaraktan gördü. Ceren bu sefer çok hızlı gidiyordu. Yaranın etkisinden dolayı canını dişine takmıştı. Gözükmez gibiydi. Kocaman kara gözlerinden bir hüzün, korku, pampallar, bakır kanatlı kuş kızıltılar saçarak, genişleyip büyüyerek geçiyordu.
Körmezarın oradan bir sürü kağnı cızırdayarak yorgun geliyordu. Ceren kağnıları görmedi, salt seslerinden dolayı Hemite dağının ardına, Çatala dönmesi bir oldu. Kırmızı, bulgur gibi ufalanmış kaya topraklarına düştü. Koyu kırmızı, mora çalan yapraklı sakızağaçlarının, yeşil benekli, kırmızı damarlı kayaların aralarında sarı çiğdem çiçekleri top top bitmişti. Sarılar, kayalıkların arasından, kırmızı toprağın içinden tâ uzaklara kadar dünyayı, mavi göğü sarı bir altın buğusuna bürüyerek balkıyorlar-dı.
Yeşil, yeşilden doymuş, ak çiçekli murt çalılarının dibinde ağır, yoğun kokularını toprağa, bahara, ılık güneşe sindirerek, yoğun, mor menekşeler kokuyorlardı. Aşağıdaki ovada bir turaç 1-esik kesik üç kere öttü. Çataldan usul usul bir parçaymış gibi
486
487
kuyruğunun üstüne dikilmiş öyle duruyordu. Ceren kayaklıklara düşmüş yol alırken kuşun kanadımn hışırtısını gene duydu. Soluğu kulaklarının dibindeydi, kayadan kayaya sekmeğe bağladı. Kayalıklar ince bacaklarına zor geliyordu. Kara gözleri bir ağıt gibi gittikçe büyüyordu. Bütün yüzü almış gibiydi gözler.
Kuş bu sefer bir kavak boyu yukardan cerenin üstünden hızla gelip geçti, yükseldi, tâ tepede, mavi göğe yapışmış, geril-miş usul usul, genişçe halkalar çizerek, sallanarak arada bir uzun çığlıklar atarak dolanmağa başladı. Bir şeyler çağırıyor, bir haber vermek istiyor gibiydi. Belki o da yorulmuş, böyle göğe bakır rengi gerilerek, kanatlarının ucu titreyerek dinleniyordu.
Derken birden saldırdı, bu sefer onu çok iyi izleyen ceren kuşun saldırısını bir kayanın ardına atlayarak boşa çıkardı. Kuş bu sefer gerçekten az kalsın bugün hızıyla kayaya yapışıyordu, kanadından üç tane tüy kayalıkta kalmasına karşın kurtuldu. Ceren Çatalı indi, Adaca kayalıklarına doğru yola düştü. Adaca kayalıkları tepeden tırnağa nergis açmış, hava nergis kokusu esiyordu. Ve ceren Adacada ortadan yitti. Kuşun keskin gözleri en küçük kovuğu, çalı diplerini yükselip alçalarak aradılar, cerenin iziyle bile karşılaşamadılar.
inatçı kuş cerenin buraya, Adaca kayalıklarına sığındığını biliyor, buradan ayrılmıyordu.
Ayışığmda, gece sabaha kadar, çakalların, tilkilerin, yaban kedilerinin kaklıklara su içmeğe geldiklerinde, onların üstünde çığlık çığlığa döndü. Gün ışırken cereni gene Çatalda, buğuların içine girer çıkarken gördü. Yorgun kanatları gerildi, cırnakları, gagası yumuldu, hırsla kendisini aldatmış avının ardınca atıldı, deli gibi gökte uğunarak avına yaklaştı. Ama o yaklaştıkça ceren koşuyordu. Aralan bin adımdı önceleri. ¦ Bu, Kesikkelinin oraya kadar uzayıp kısalmadan böylece sürdü. Kesikkeliyi geçmiş Akçasazın insan boyu yükselip, pembe bir morlukta, düpedüz, lekesiz açmış yarpuzluğuna düşünceye kadar sürdü. Yarpuzlukta cerenin hızı gittikçe kesiliyor, ceren kendini sağa sola atıyor, sık,
488
Üstüste binmiş yarpuzluktan, yarpuzluğun kaygan, çatlamış, altr çamur toprağından bir türlü kurtulamıyordu.
Ceren yarpuzluktan çıktığında öğle sıcağı iyice çökmüştü.. Dünkü cırnak çizgisinin kanma da sinekler sıvanmışlardı. Hızı kesilen cerene öfkeden deliye dönmüş, kanatlan vızıldayan kuş oıi on beş adım yaklaşmıştı. Her an da yaklaşıyordu. Döğüş artık başbaşaydı. Ne ceren bir yana kaçıp kurtulabiliyor, ne kuş teskin çırnaklarıyla cerenin boynuna, omuzlarına yapışıp gagalıyla gözlerini oyabiliyordu. Bu bakır renkli yırtıcı, yeşil gözlü kuşların huyudur, tavşanların, cerenlerin sırtlarına yapışıp önce gözlerini oyarlar, sonra kör olmuş, hali kalmamış hayvanı birikerek, her birisi bir parçasını kopararak yerler. Leşi de akbabalara kalır. Onlar da ak kemikler kalıncaya kadar, bir damla kan izi komamacasma kemikleri soyarlar.
Cerenin atlayışları kısalıyor, her atlayışta da dizleri bükülüyordu. Kuş bunu sezmiş olacak, birden göğe ağdı, rahat, gökte gezinmeğe başladı. Artık ceren eskisi gibi koşamıyordu. Önüne bir karaçalılık geldi, geriye döndü, hızı iyice kesilmişti. Girebilecek bir kamış, bir ot içi arıyordu ama, görünürlerde böyle bir şey yoktu. Kuş da uzaklaşıp gitmişti.
Birden hızlı bir sesin, havanın, ağır bir kanadın kulağının dibinden geçtiğini duydu, geriye döndü, karaçalılığın kıyısında koştu. Kuş, dinlenmiş, kanatları yeynimiş, hemen geriye, döndü, tam üstünden, onun hızına eşit uçmağa başladı. Karaçalılık bitip de gene pampallığa düşünce hızı azıcık arttı, sıçrayışları uzadı, kuş dört beş adım kadar geride kaldı, geride kalmasıyla kendini toparlayıp cerenin üstüne inmesi bir oldu. Tam üstüne inmişken ceren can havliyle silkindi, kuşun başı bir yana, kanatları, pençeleri bir yana gitti, ceren de kurtuldu, yeni açmış bir hıltanlığın içine düştü. Kuş hemen o anda toplandı, cerenirr ardınca saldırısını bir daha yeniledi. Ceren gene silkindi, kuş gene düştü.
Dördüncüde artık kuş cerenin üstündeydi. Sağlam çirnak-larıyla cerenin boynuna yapışmış bırakmıyor, durmadan da ar-
489
kadan gözlerini gagalıyordu. Gpzleri gagaiandıkça ceren hızlanıyor, uzun sıçrıyor, kendi yöresinde uğunarak dönüyor, çırpım, yor ama sırtındaki kuşu bir türlü düşüremiyordu.
Kuş kanatları savrulup biribirine karışarak durmadan gagalıyordu gözleri. Her gagalayışta bir parça koparıyor, cerenin kara gözleri kan içinde kalıyordu. Birden ceren üç kere havaya sıçradı geri düştü, kan içinde kalmış, gözleri çıkmıştı. Ve kuş parçalanmış gözleri durmadan gagalıyordu. Ceren sıçrıyor, yöresinde dönüyor, çıldırıyor, inliyor, kanatlan, tüyleri karmakarış kuş dengesini yitirmemek için elinden geleni yapıyor, tüm gücünü harcıyor, çukurlaşmış, akmış gitmiş gözleri gagalıyor, parça parça etleri koparıyordu.
Her şey gün kavuşurken oldu, ceren birden silkindi, karaçalılığa düştü, dikenler derisini yırttı, birden kendini attı ve yan üstü hızla toprağa düştü, kuşun açılmış kanadının birisi sırtının kemiğiyle sert toprak arasında kaldı. Bir kırılma, çatlama sesi geldi, bu anda da cerenin sırtındaki ağırlık gitti, cırnaklar çözüldüler ve ceren ayağa kalkar kalkmaz oradan, gecenin ortasına Akçasazm nergisleri içine aldı yatırdı.
Kuş bakır kanadı kırılmış orada kalakaldı, kanatlarını birkaç kere açmağa, uçmağa çabaladı, sol kanadı kıpırdamadı, yerde sürünüyordu.
Gün atarken Mustafa Bey cereni gördü. Hemen terkisinde-ki tüfeğine davrandı, nişan aldı, tetiğe basacaktı ki bir tuhaf bir reyler oluyor, bu ceren başında bir sinek bulutu, kendi yöresinde topaç gibi dönüyordu. Tüfeği indirdi, olduğu yerde kalakaldı.
Ceren dönüyordu. Başının yöresindeki sinekler savruluyor, cerenin başına iniyor kalkıyordu.
Ceren döne döne, bahar sıcağının ortasında, tüyleri yıldır-1 ısını yitirmiş, kanlanmış, kanlar kurumuş, ince bacaklar çamurlu, başı sallanarak, dengesini yitirmiş, bazı çok uzayarak, bazı yana giderek, kayarak, her bir ayağı bir yana giderek, dökülerek, ince bedeni acıdan kıvranarak, döne döne, dönerken bir 3'ay gibi kıvrılarak, döne döne, döne döne Akçasazm çürük top-
490
rakh yarının başına kadar gitti, dönerek, ön ayakları bir an boşlukta sallanarak bataklığa tepesi üstü düştü.
Mustafa Bey koşarak kıyıya geldi, cerenin arka ayaklarının ucunu görebildi bir an, sonra onlar da yitiverdiler ve bataklık suyu ağır ağır kabarciklanarak kapandı, bir gece gibi...
Mustafa Bey uzun bir süre gözlerini cerenin yittiği yerden alamadı, atınm üstünde, eli belinde öyle baktı kaldı. Bir gece gibi, kapanan batağa...
491
42
Ala Temirin Mersedes otomobili Derviş Beyin konağının avlu kapısında durduğunda gün kuşluk oluyordu. Siyah otomobili toz örtmüş, tozdan otomobilin rengi belli olmuyordu. Tepeden tırnağa boz bir ağartı.
Otomobilin içinden önce apak olmuş şoför çıkıp hemen kapıyı açtı, Ala Temir çabucak otomobilden dışarı canını atıp silkinmeye, şalvarını, işliğini, başından çıkardığı şapkasını çırpmağa başladı. Kocaman elli, başının ağarmış saçları yer yer dökülmüş, inanılmayacak kadar büyük ayaklı, bir tuhaf giyinmiş, ayağı çarıklı bu adamı, böyle adamları çok görmesine karşın İbrahim şaşkınlıkla seyreyliyordu. Konakta canı sıkılan ibrahim bir otomobil sesi, bir at ayağı tapırtısı duymasın hemen avlu kapısına çıkıyor, ödü koparak, bir kötü haber, bir felaket bekleyerek orada boynunu uzatmış, ince boynu az daha uzayarak, incelerek, geleni şaşkınlık içinde, ilk olaraktan insan yaratığını görüyormuşcana... Nutku tutulmuş kalakalıyordu.
Adamların hep sağ ellerine, kasıklarının üstüne gidip, ora-oan bir kocaman tabanca çıkaracak sağ ellerine gözlerini dikiyordu. Yanlışlıkla bir adamın eli sağ kasığının üstüne gidecek olsaydı İbrahim alır yatırır, canını kurtarmak için dağlara vu-mr, başını alır, Yel Veli gibi diyar diyar giderdi. Korkusundan sabahlara kadar uyumuyor, o ağaç kovuğu, o bahçe, o kuytu
492
senin, bu çalı içi benim, büzülerek, titreyerek, korkudan çıldı-rarak, iliklerine kadar korkuya kesmiş, gün atıncaya kadar dolaşıp duruyordu. Bazı geceler de öylesine çok korkuyordu ki kendini çınar ağaçlarının en yükseğinin geniş dallarında buluyor, kulağı kirişte, çınarın geniş bedenine sarılmış titreyerek sabahı zor ediyordu. Bazı bazı da tam tersini yapıyor, her şeye boş veriyor, uzun bacaklarıyla yollara düşüp Akyollu konağına gidiyor, avluya giriyor, Memet Alinin traktörlerine, onun yağ içinde elleri, tulumuyla çalışmasına, dünyayı unutarak traktörlerle uğraşmasına kendinden geçerek dalıyor, kavuşan günün, yiten gölgelerin bile farkında olmuyordu. Ne Memet Ali, ne de kimse ona, kimsin, necisin, nereden gelip nereye gidiyorsun diye sormuyordu, ibrahim de oradan mutlu karanlığa dalıyor, yol uzadıkça, içindeki çöreklenmiş korku uyanıyor, onu çılgına çeviriyor., konaklarına doğru koşuyor, koştukça korkuyor, korktukça koşuyordu. Ardından gelen ölüm onu korkudan kudurtuyordu.
Köylüler bir gece sabaha karşı onu Anavarza kayalıklarında, uçurumun başında, tam bir ayak boyu ucunda, kollarını açmış bağıraraktan, bir boğulan adamın sesiyle hırlayaraktan, imdat ister buldular. Uçurumun ucunda bir ileri bir geri sallanıyor, kolları kartal kanatlan gibi açılmış, çırpınaraktan, a Öldürüyorlar, öldürüyorlar, yetişin, yetişin,» diyor, oradan da bir türlü ayrılamıyordu. Büyülenmiş gibi. Aşağısı duvar gibi, karanlık, dibi gözükmeyen bir uçurumdu. Köylüler azıcık daha ulaşmasa-lar İbrahim uçurumun dibini boylayacak, paramparça olacaktı.
«Ben,» diyordu ibrahim, «Mustafa Ağa babamı öldürürse, nasıl olsa öldürecek, ben ne Mustafa Ağayı, hele ne de Memet Aliylen barışıp dostolacağım. Çocuklarımız hiç hiç, hiç ölümden korkmayacak. Bizim tarlamız çok,» diyordu ibrahim. «Memet Ali de toprağa, tarlaya çok meraklı, toprakları az gelmiş de köylülerini koğmuş, ben Memet Aliye bizim toprakların yarısını veririm. Şu koca Anavarza yazısı bizim değil mi?» Sonra korkuyor, korkusuna öfkelenip çıldırıyor, kuduruyor, deliriyor, kona-
493
ğın içini dolaşarak bağırıyor, kendi kendine konuşuyor, ağzı köpürmüş, kasları, derisi gerilmiş. «Öldüreceğim,» diyordu İbrahim, m Öldüreceğim. Bir tek insan bırakmayacağım onlardan, ne erkek, ne de kadın... Şimdiye kadar, şimdiye kadar atalarımız akü etselerdi de onların kökünü kurutsalardı ne babam, ne babam, ne babam... Yaa, yaa, yaaa, ne de böyle korkudan her gün ölüp ölüp dirilmezdik. Hepsini, hepsini, bir tekini bile bırakmadan hepsini bir gece, konaklarının altına bir ton dinamit koyup uçuracağım. Onlardan bir tek insan bile, bir tek küçücük bir kız çocuğu bile kalırsa, o büyür, evlenir, oğlu olur, sonra gelir bizi öldürür. Onun için, onun için, onun hepsini hepsini...» Sonra babasına gidiyor, odasının kapısında duruyor, ayaklarının ucuna basaraktan kapıda duruyor, usulca, kendinin bile zor duyabileceği bir sesle: «Baba, baba, baba,» diyordu İbrahim, «ne zaman, ne zaman öldüreceksin bunların hepsini de beni kurtaracaksın? Beni, beni, beni, beni de öldürecekler baba. Öldürecekler. »
Sürgünlük sözüne ilk önce çok sevindi İbrahim. Sevincinden köyün içinde dört döndü üç gün. Onları memleketin bir ucuna, Akyolluları da öteki ucuna sürecekler, ne onlar bulundukları yerden çıkabilecekler, ne de ötekiler. Oh, ne güzel, ne güzel! Bu sevinçle, babasının çok değer verdiği sedef kakmalı sapı olan nagant tabancasını Aliye verdi. Bundan böyle tabancanın ne gerekliği olacaktı? öldürülmekten kurtulmuştu, hem de ölünceye kadar. Kasabaya gitti, deli gibi, sevinçten taşarak çarşıyı, demircileri, saraçları, arabacıları dolaştı, bir iki sandık boyalı şekerleme aldı, köyün bütün çocuklarını toplayıp dağıttı. Babası sürüleceklerine çok üzülüyor, deli divane oluyordu: «Ben bu kasabayı yakarım eğer beni sürerlerse,» diyordu da başka bir şey demiyordu. «Koca Reise de söyledim, ben bu kasabayı kökünden silerim eğer beni sürerlerse, dedim. Bu kasabada ot bitmez ederim. Bu kasaba ören olur. Sonra da bu örenin üstünde benim ölümü bulurlar.»
Babası da ölümden çok korkuyordu, anası da... Tekmil
köylü de öldürülmekten korkuyorlardı. Akyolluların köylüleri,, fıkaralar, kovulup kurtuldular. Peki bu kadar korkan insanlar neden sürgünü sevinçle karşılamıyorlar da kasabayı yakmak istiyorlar, yıkmak istiyorlar taş üstünde taş komamacasına?...
Babasının bu tepkisini duyduğu günün gecesi koşaraktan,, ardından uğunarak gelen, onu yakalayıp, dişlerinin arasında parça parça eyleyecek canavann elinden kurtulmak için var çabasını harcayarak Anavarza kayalıklarına çıktı, o her zamanki, vardığı yere vardı, uçurumun başında durdu, bağıraraktan sallanmağa başladı. Tetikteki Anavarza çobanları hemen varıp onu. yakaladılar, baygın, kayalıklardan ovaya indirip çiftliğe götürdüler. İbrahimi her getirişlerinde Derviş Bey onlara yüklüce bir bahşiş veriyor, çobanlar da keçilerini hep uçurumun yakınlarında otlatıyorlardı.
«Yavrum, azıcık bana bak hele, Derviş Bey konağında mola? Ben geldim. Ala Temir derler adıma.»
«Yukarda,» dedi İbrahim gözleri faltaşı gibi açılarak. Bu: Ala Temiri çok duymuştu, bu muydu? Bu tuhaf, dört köşe kütük gibi adam mıydı Çukurovanm en becerikli, en çalışkan, en zengin adamı? Gidip de her yüz bin liraya soylu Cafer Özpolatın soyuna sopuna, anasına avradına söğen? Ve dünyada yalnız be yalnız; bundan hoşlanan, bundan başka da dünyadan hiç bir zevk almamış olan, cimriliğinden ayrandan, kuru ekmekten başka bir şey yemeyen adam bu muydu?
İbrahimi birden bir gülme tuttu, güldükçe gülüyordu. Ala Temir küçücük gözleri, ağladı ağlayacak buruşmuş yüzüyle, her zaman ağlamaklı, sarkmış dudakları, çocuk yüzüyle insanların yüreğini burardı. Öfkeyle İbrahimi süzüyordu. İbrahim önceleri onun ağlamaklı, sarkan dudaklarıyla burnunu çekmeğe hazır çocuk yüzünü görseydi mümkünü yok gülemezdi. Öfkelenince Ala Temkin yüzü değişiyor, bambaşka, sert, dikenli, yırtıcı bir yüz oluyor, daha da çok, yırtıcılıkla çocuksuluk arasında gidip gelem kararsız, şaşkın yüz gülünçleşiyordu.
494
495
Avludan konağa doğru sert adımlarla yürüdü, onu Hidayet
karşıladı:
«Buyur, buyur, buyur Ağam, hoş geldin, Bey yukarda,» dedi, önünce konağın kapısına doğru yürüdü. Hidayet Ala Temi-rin gelişine çok sevinmişti. Çünkü o yalnız bir şey için bir yere giderdi, hele Derviş Beyin evine yalnız bir şey için gelirdi, o da tarla için... Derviş Beyden tarla alacak, ona istediği kadar para verecek, Derviş Bey de parası olunca önüne gelene dağıtacak, onlara da bol bol para verecekti. Yalnız şu alçak çiftçibaşı... Şu adam nerelerdeydi acep? Bir görürse Ala Temiri kendini öldürür. Bir avuç toprak satılacağına çiftçibaşının kellesini kessinler daha iyi... Ne yapar yapar da, ağzından girer burnundan çıkar da tarlayı sattırmaz. Rüstemoğlunu o hale getirdi ki adanacağa değil konağa gelmek, çiftliğin toprağına basmağa korkuyor, iyi, iyi ki ortalıkta gözükmüyor.
Dostları ilə paylaş: |