Döğüşenler Kerim Beyin oğulları, torunlarıyla, Hacı Yakup Beyin oğulları, torunlarıydılar. Dağın tepesinde, ziyaret cevizinin oralarda, keskin kayalıkların arasında biribirlerini öldürmeyi sürdürdüler. Hemite Dağı doğuşunun ne kadar sürdüğü bilinmiyor. Bu döğüşte üç kişi ulu bir uçurumdan kendilerim
467
kapıp aşağı koyuverdiler. Uçurumdan aşağı düşenlerden, arandıklarında en küçük bir parça bile bulunamadı. Ne bir kemik ne bir giyit parçası... Bu üç kişi yedikleri kurşunların acısına dayanamayıp da kendilerini kayalıklardan aşağı atanlardı. Düştükleri yerin göğünde üç gün durmadan, kanatları biribirine sürünerek, çığlık çığlığa kartallar, atmacalar, karakuşlar döndü. Sonra kartallar kayalıklara tüneyip dinlendiler.
Yirmi kişinin ölüsünü obalar ağıtlarla aşağı indirdiler, üstlerinde bakır renkli çalak kartallar döne döne.
Bundan sonra, uzun bir süre döğüş olmadı. Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı girdi araya. Gidenlerin çoğu gelmedi. Gelenlerin de bir bölüğü sakat, hasta dönmüşlerdi. Bir savaştan, ölmekten, öldürmekten bıkmışlardı. Herkes işine gücüne baktı. O obanın da, bu obanın da insanları ellerinden geldiğince biribirleriyle karşılaştıklarında da birbirlerinin yüzlerine bakmamağa çok dikkat ettiler. Böylelikle aralarında savaştan epey sonraları da hır çıkmadı. Kurtuluş Savaşı, Fransız, Ermeni çetecileri savaşı... Başlarını kaşıyacak vakit bulamadılar.
ilk büyük döğüş hemen Kurtuluş Savaşı biter bitmez oldu. O zaman Akyolluların başında Yakup Ağanın torunu Hü-sam Ağa, Sarıoğullarının başında Kerim Beyin torunu Hurşic Bey bulunuyorlardı.
ilk hu* iki çobanın döğüşüyle bir kürnekte başladı. Bu başlangıç bir bahaneydi. Pamuğa düşmüş bir kıvılcımdı iki çobanın döğüşü. Çobanlarda kırılmadık kemik kalmamış, hurdahaş olmuşlardı ama döğüş burada kalabilirdi, iki obanın komşulukları, birbirlerinin kışlaklarına göz dikmeleri olmasaydı, belki ds unutulmuş gitmiş kavga bir daha başlamayabilirdi.
Hurşit Beyin oğlu Ali Bey bu olay üstüne, II Genel Meclisi üyesi olan Hacı Yakup Ağanın torunu Hüsam Ağanın oğlu Kadiri atlanmış kasabaya giderken, Narlı büklüğe pusu kurup adamlarıyla birlikte yakaladı. Kadir Beye çok öfkeleniyordu kan gütmeden de fazla, aşırı. Sarıoğulları daha okumuş oldukları, konakları daha konukla dolup taştığı, obası daha büyük bulun-
468
juğu halde Halk Partisi 11 Genel Meclis üyeliğine Kadir Ağayı seçmişti- Böylelikle de Sarıoğullarının ardındaki Hükümet dayanağı incelmiş oluyordu, ilçe Parti Başkanı da Kadir Beyin küçük kardeşi Reşit Ağaydı. Hükümette, Partide hiç kimseleri yoktu Sanoğullarının. Bu da obalarının, soylarının az zamanda Çu-kurovada ortadan çekilmesi demekti. Arkasını Hükümete dayamamış bir obanın, oba Beyinin tez zamanda silindiği, dağıldığı çok görülmüştü.
Kadir Ağayı yakalayıp aldılar, kış ortasında Mazgaç yaylasına götürdüler. Onu, adamlarını çırılçıplak edip karlı, buz tutmuş bir yamaçtaki ağaçlara bağladılar. Ellerine keskin usturalar alıp Kadir Ağanın, ötekilerin bedenlerine tepeden tırnağa dek inceden inceden çizgiler çizdiler. Çizgiler bir anda kanıyor, kanlar hemen c anda kırmızı, incecik yukardan aşağı donuyordu. Donduran, kırbaçlayan deli bir poyraz esiyordu.
Ali Bey ve adamları gece demedi, gündüz demedi ağaca bağlı adamların bedenlerine durmadan çizgiler çizdi. Ayazda, poyrazda dağın yamacında adamlar dilim dilim kan içinde kıv-uJıp dondular, kaskatı kesildiler.
Ali Bey Kadir Ağayı, adamlarım dağın yamacında donmuş, üstlerini kar örtüp kapatmış, ağaçlara bağlı öyle bıraktı, Çukur -cvaya yönünü döndü. Hiç konuşmuyor, durmadan yolda düşünüyordu. Kale boynunun oraya gelince arkadaşlarına:
«Azıcık burada duralım,» dedi, atından indi. «Siz inmeyin, burada böyle durun,» dedi, ilerdeki çamın altından kaynayan pınara yürüdü, kollarını çemreyip aptest almağa başladı. Aptest ?Jdı, ceketini çıkarıp pınarın yanına attı, namaza durdu. Namazı uzun sürdü. Namazdan sonra sırtını çama dayadı, uzun bir Miic gözleri kapalı çama dayalı düşündü kaldı.
«Kardeşler,» dedi ölü bir sesle sonra da. «Ben bu işi kötü yaptım. Kadir Beye yaptığım insanlığa yakışmaz bir işti. Hiç kimsenin bir insana böyle bir şey yapmağa hakkı yoktur. Bu alçak işe sizi de karıştırdım, ama bunda sizin hiç bir günahmız K'k...» Konuşması duyulur duyulmaz, ancak anlaşılıyordu.
469
du-
1
«Böyle bir işi yapan insanoğlu kendini öldürmeme bile bu lanetten, kendi kendinin lanetinden kurtulamaz. Ben de kurtula-rnam ama... Gene de tek kurtuluşum kendi kendimi öldürmem-
dir.»
Tabancasını çekti, atların üstünde donmuş kalmış adamlarına döndü:
«Ben burada kendimi öldürdükten sonra, kellemi kesip alacak, doğru Hüsam Ağaya götürecek, meseleyi ona olduğu gibi anlatacak, bu vahşet bitsin artık diyeceksiniz. Ali Bey dedi ki, alsın kellemi ne yaparsa yapsın ama bu vahşeti, bu alçaklığı bitirsin. Beni adem alçaklığın, vahşetin bu kadarına layık değildir, dedi dersiniz. Siz de başınızın çaresine bakın... Bir daha böyle kan işlerine karışmazsanız belki bir gün gelir bu pisliği
unutursunuz.»
Gözlerini kapadı, namluyu tam yüreğinin üstüne dayadı, tetiğe bastı, cansız yere yığılıverdi.
Vardılar, kellesini kestiler, Hüsam Ağaya doğru yollandılar, Hüsam Ağa kelleyi görünce önce sevindi:
«Bu Ali Bey, bu Ali Bey ha,» dedi güldü, şadımanlık eyledi. «Bu Sarıoğlu Ali Beyin kellesi ha... Hah, hah, haaa!»
Sonra meseleyi dinleyince çılgına dönüp Ali Beyin kellesini tekmelemeğe başladı, sonra da tabancasını çekip kelleyi getirenlerden hemen birisini vurdu. Adamlar kargaşalıktan faydalanıp kendilerini korumasalar, sonra atlara canlarım dar atıp binip kaçmasalardı hepsinin ölüsü Akyollu konağında kalacaktı.
«Kesilmiş kellesi gözleri bakar.»
Bu olaydan sonra, uzun bir süre ortalık duruldu. Herkes bu iş bitti derken, bir gece Anavarza köyünden Veli Ağadan bir haber geldi Kadir Ağanın kardeşi Reşat Ağaya. Reşat Ağa sevinçten uçtu. Adamlarını hemen toplayıp atlandılar. Yağmur, poyraz, kış kıyametti. Parmağım gözüne soksan göz gözü görmez bir karanlıktı ortalık. Tam gece yarısı Veli Ağanın evine vardı Reşat Ağa.
Veli Ağa:
«ışıc şu ouaaa uçu ae uyuyorlar. Az önce tüfeklerindeki kurşunu çıkardım, palaskalarım aldım.»
«iyi,» dedi Reşat Ağa. «Senin bu dostluğunu ölene dek unutmayacağım.»
«Benim onları tanıdığımı bilemediler. Herhangi bir konuk gibi indiler evime. Bir baktım Sanoğulları, üçü de Sarıoğlu. Ne yapayım, ne yapayım, bunları nasıl halledeyim derken... Siz aklıma düştünüz. Varayım haber vereyim de düşman sahiplerine kendi işlerini kendileri görsünler, dedim. Benim oğlanı ata bindirdim dün sabah, altındaki atı çatlatana kadar sür, Akyollu konağına ulaş, dedim. îçerdekinin birisinin adı Fethi, birisinin adı Enver, birisi de Niyazi... Sarıoğlu Ali Beyin kardeşi oğulları olurlarmış.»
Reşat Ağa adamlarıyla odaya dalıverdi, uyuyanları uykuda yakalayıp kollarını bağladılar. Enver on dokuz, Fethi yirmi bir, Niyazi on yedi yaşındaydı. Kollarını kendirle biribirlerine bağlayıp Anavarzadan Çukurköprüye doğru yola düştüler.
Reşat Ağa yolda yüksek sesle konuşuyordu:
«Bunları alalım dağlara götürelim, ağaçlara bağlayalım, usturayla... Ali Beyin yaptığı gibi, dilim dilim...»
Adamlardan birisi:
«Bu gidişle dağlan tutamayız. Saroğulları, candarmalar da haberlenirlerse, bu ovanın yüzünde iyi olmaz. Hemen bu gece bunları burada öldürmeliyiz.»
Oradakilerin hepsi de Reşat Ağaya karşı geldiler. Burada öldürüp Sumbas cayma atmaları en akıllıca yoldu.
Sonunda Reşat Ağa:
«Ne yapalım,» dedi. «Kadere rıza... Çarnaçar burada öldüreceğiz. Başka zaman, başka Sarıoğlu yakaladığımızda dağlara götürür usturalarız.»
«Çukurun köprüsünün üstündeyiz,» dedi birisi. Der demez de, bağlı üç kişinin kendilerini kaldırıp suya atmaları bir oldu. «Aman kaçtılar!» « Kurşunlaym.»
470
471
On beş el birden karanlıkta köprünün altını taradılar. Çay boyunca, karanlıkta durmadan suyu, suda gördüklerini sandıklan her kıpırtıyı, gölgeyi, karartıyı kurşunladılar.
Çukurköprü köyü silah seslerine uyandı. Sabaha kadar Sumbas çayı kıyılarından gelen kurşun seslerini dinlediler. Sabahleyin her şeyi öğrendiler, Veli Ağanın oyununu da...
Fethi, Enver, Niyazi soğuk suda çırpındılar, battılar, çıktılar.
Sumbas Anavarzanın dibine gelince yayılır. Suya düşenler çırpına çırpma suda aktılar, geldiler Anavarzamn yukarısında sudan çıktılar. Enver vurulmuştu. Niyaziyle Fethi bağlı oldukları ölüyü aralarında sürüyerek Anavarza köyüne, Veli Ağanın evine geldiler. Veli Ağa onları görünce aklı başmdan gitti. Köylüler başlarına biriktiler, kollarım açıp, kuru giyecek verdiler.
Veli Ağa:
«Benim bu işte hiç suçum yok,» dedi'. «Gece evimi bastılar, bu adamları aldılar gittiler.»
Bu sözlere ne köylüler, ne Fethi ne de Niyazi inanmadılar.
Candarmalar Veliyi alıp kasabaya götürdüler. O da evini basanların, bildiklerinin adlarını teker teker bildirdi. Bilmedikleri için de: «Söylediklerimi yakalarsanız, yakalananlar ötekilerin adlarım verirler,» dedi.
Kasabadan dönerken Veli Ağa Alikesiğinde yolunu bekleyen bir köylüsü tarafından kurşuna tutuldu. Veli Ağayı vuran köylü çok gençti ve Veli Ağayla aralarında en küçük bir geçmiş bile yoktu, ifadesini alan candarma komutanına: «Sen olsan ne yapardın Kumandan Bey?» diye sordu, başka bir şey
konuşmadı.
Adananın, Ceyhanın, Kozamn Beyleri, Ağaları, Milletvekilleri, Vali, Candarma Komutanları belki yirminci kere gene araya girdiler, iki soyu barıştırmak için çaba harcadılar, ötekiler inat ettiler, barışmadılar, barışamazlardı.
Sarıoğullarından hapiste dört kişi vardı, yıllardan bu yana yatıyorlardı, Akyollulardan üç...
472
Reşat Ağa dışında o gece delikanlıların yakalayıp kurşunlayan sekiz kişiyi tuttular hapsettiler. Reşat Ağa o gün kasabada bulunduğu üstüne otuz altı tane tanık dinletti.
Bu yıl Durmuş Ibrahimi öldürdü... îbrahimin kardeşi Osman Hasam öldürdü. Hasanın yaşı sekseni geçiyordu ve Sarı-cğullarmın uzak bir akrabası olurdu. Hasanın yedi oğlu vardı, Osmanın soyunda kaç erkek varsa hepsini öldürdüler. Hem de: kellelerini kesip Akyollu konağının kapısına dizdiler.
«Kesilmiş kelleler gözleri bakar.»
473
40
Eski, çamur içindeki mahalle artık dökülüyordu. Evlerin duvarlarının sıvaları çatlamış, damlan çökmüş, ağılları, avluları yıkıntıya uğramıştı. Yüksek duvarlı sokaklara, çatı altlarına yaygaracı deldelliceler, eşek arıları yuva yapmışlardı. Nar ağaçları, zeytinler, dutlar yaşlanmışlar, yozlaşmaya yüz tutmuşlardı. Her bir zeytin ağacımn gövdesini iki adam el ele verseler çevire-mezlerdi. Tozlu yaprakları iri, kaimdi ve kadifelemişti. Nar ağaçlan sokaklar dolusu, iri gövdelerinin yöresinde dalları harmanlayıp çiçekleri büyük, ortalığı, ıssız sokakları, bir ala boyayarak, oğul veren yüzlerce tür arıyla salkım salkım bir uçup bir konarak, ıssızlığı daha arttırıp çöken güneş altında arıların saydam kanatlan kıpırdayamadan durgun, unutulmuş, döl vererek, yeşil yaprakları al çiçeklerden gözükmeyerek, ölümünü bekleyenler gibi, capcanlı, alından yeşilinden uçarak, gene de hüzünlü, ölümlü, her bahçede, köşebaşlarında, yıkılmış duvar diplerinde bekleşiyorlardı. Issız narlı, tozlu, eşek anlı, deldellice-li sokaklardan, ev aralarından arada bir insanlar, bırakılmış uyuz atlar, yaşlı eşekler kaygısız, dünyalarmdan geçmiş gidip geliyorlar, durup bu derin yıkıntı, ıssızlık ortasında bir şeyler, özlem gibi, ya da bomboş, hiç bir zaman ne olduğunu bilemeyeceğimiz bir şey düşünüyorlardı.
Issız sokaklar bir sabahlan, kuşluktan az önce, bir ikindi
üstlen, oır ae gun Kavuşurken canlanırdı. Çiçeklere çokuşmuş arılar canlı, uzultulu dolaşırlar, öğleye doğru gün kızdırınca uğultularını kirp diye keserler, bir tek kanat kıpırtısı bile gözükmezdi çiçeklerin yörelerinde. Gün kavuşurken de duvarlardaki deliklerinden ok gibi fırlayan deldelliceler gökyüzünde sonsuz bir hızda dönerler, inerler çıkarlar, ortalığı delice bir sese boğarlar, bir telaş, bir kıyamet, karman çorman, çok mavi gökyüzüne durmadan çizgiler çizerek uçarlardı. Mahallede deldellice yakalamaya meraklı birkaç da meraklı çocuk vardı. Çocuklar geceleri, belki bir ağaçtan, belki bir yakın duvardan, belki de düz duvarı tırmanarak deldellice yuvalarına çıkarlar, küçücük,bir el büyüklüğündeki bu yırtıcı, gagaları kerpeten kadar sağlam ve cırnakları takıldığı yeri kopartan kuşu yakalarlardı. Kazalar, ölümler de olurdu bu yüzden. Duvardan, ağaçtan düşüp kolu bacağı kırılmış, ya da başları parçalanmış çocuklara ağıt yakarlardı öteki mahalledeki Türkmen kadınları.
Ağır Ceza Başkanının iki oğlu düştü nar ağacından, iri ça-kıltaşı döşeli ıssız sokağa, ikisinin de başları parçalandı. Sabahleyin çocuklar ak çakıltaşlarının üstünde, upuzun, ağzı aşağı kapanmış, kolları bacakları açılmış, kanları tâ ötelere kadar akmış, kurumuş, üstlerinde çok yeşil sinek uçan, sıcak çökmüş, yeşil sinekler çakarken, mahzun, elleri sapsarı, yumulmuş bulundular. Birisinin başına sarıca karıncalar üşüşmüştü. Çocuğun kanlı başı sarıca karıncalardan gözükmüyordu.
Ağır Ceza Başkanı soğukkanlı geldi, çocukların başında bir süre durdu, azıcık dizleri titredi, sonra eğildi, önce küçüğünün elini yerden aldı, bastonunu yere koyarak, yüreğinin üstüne götürdü, sonra büyüğünün elini aldı... Tam bu sırada da Doktorla Savcı geldiler, Ağır Ceza Başkanı çocukların ölüsünü onlara bırakarak, işine gitti. Çok dedikodu çıktı çocukların ölümü üstüne, ölümlerini nelere yormadılar, kimlerin üstlerine atmadılar ki,.. Baş yargıcın idam, otuz yıl, on sekiz yıl verdiği her mahkumun yalanlan üstünde teker teker duruldu, araştırıldı, en sonunda deldellicelerde karar kılındı.
474
475
Ağır Ceza Başkanı uzun yıllar geceleri uyumadı, sırtında bir merdiven duvar duvar, kovuk kovuk dolaştı deldellice aradı. Mahalleliler bazı sabahları uyandıklarında boyunları kopmuş bir çok deldellice ölüsü buldular duvar diplerinde. Bu böylece sürdü gitti. Ama Ağır Ceza Başkanı deldellicelerin kökünü kurutamadı. Her gün akşam olup gün kavuşurken işinden evine dönen Baş Yargıç deldeîlıcelerin o bitip tükenmeyen seslerini duydu. Ne düşündü, ne duydu, kimsecikler onun halinden tavrından hiç bir şey çıkaramadılar.
Bazı kişiler yemin içip ant veriyorlar ki çocuklarının başına, Başkan daha her gece merdivenini alıp deldellice avına çıkıyor.
Ağır Ceza Başkanı evini de değiştirmedi. Bu eski, yıkılıp bir ören olmuş mahalleyi, nar ağaçlarını, içi geçmiş, kocamış incir, bu Bizanslılardan kaldığına katiyetle inandığı zeytin ağaçlarını seviyordu. Ve zeytin ağaçlarının dibi mozayık döşeliydi. Keklik, tavus, ceren, insan başı ve zeytin ağaçlan renk renk işlenmişti mozayıklara... Her büyük yağmurdan sonra, ulu seller kasabanın sokaklarında gürüldedikten sonra Başkan bastonunu eline alır kasabanın ıssız sokaklarına, bahçelerine düşer, zeytin ağaçlarının altında mozayık arardı. Ve hem de her ulu yağmurdan sonra, ulu sellerin alıp götürdüğü toprakların altından Başkam sevincinden deliye döndüren mozayıklar çıkardı. Başkan o gün işi gücü unutup akşama kadar mozayıkların yöresinde döner, durup hayran bakar, araştırır, karanlık kavuşuncaya kadar bir türlü oradan ayrılamazdı. Sonra yeni moza-yığa günlerce, avukatlar, yargıçlar, kasaba ileri gelenleriyle gelinir gidilir, karşısında elpençe divan durulup hayran bakılırdı. Başkan kasabadakilerin bu güzelim mozayıklardan hiç bir şey anlamadıklarını salt kendisinin gönlü olsun diye gelip baktıklarını biliyordu. Coşkunluğu, yalnızlığı içinde, bir ortak dost bulamamanın acısında kahrolup duruyordu.
Evi iki katlı, toprak damlı, her yağmurda akan, büyük bahçesinde mozayıklar parlayan, narlar, zeytinler, çınarlar, yarpuz-
lar bitmiş, bütün yabanıl bitkileri, portakallar, böğürtlenleri bi-ribirine karışmış, eşiğinde eski Yunandan kalmış, katmer gül nakışlı, yazılar oyulmuş mavi damarlı uzun bir taş olan eski bir evdi.
Kapı çalındığında tam gece yarıyı geçiyordu. Başkan uyu-mamıştı, kısılmış gaz lambasının fitilini kaldırdı, sarı ışık birden odayı aydınlattı, başucundan saatini aid- baktı, saat biri gösteriyordu. Yataktan çıktı, pantolonunu duvardan aldı giydi. Kapı aralıklarla usul usul çalınıyordu. Gömleğini giymeden, yastığının altındaki tabancasını aldı, gıcırdıyan merdivenlerden aşağı indi.
«Kim o, kimsiniz?»
Sesi tok, güvenli, telaşsız, meraksızdı. Hiç başına böyle bir iş gelmemişti yirmi beş yıllık yargıçlık yaşamında. Kimse şimdiye kadar, gece yarısı kapısını çalmak yürekliliğini kendisinde bulamamıştı. Başkan ömründe başına ilk olaraktan gelen bu olaya bile hiç şaşırmadı.
«Reis Bey, Reis Bey benim. Ben, Mustafa Akyollu. Kusu-iuma kalmayın, kusuruma kalmayın... Ancak bu saatte sizi rahatsız edebildim. Beni kabul etmenizi rica ediyorum.»
«Bir dakika,» dedi Başkan, hemen yukarı çıktı, sofadan geçerken aldığı gaz lambasını yaktı, lambayla aşağı indi, kapıyı açtı: «Buyurun.»
«Teşekkür ederim Reis Bey.»
Dışarda gök gürlüyor, sicim gibi bir yağmur yağıyordu. Mustafa Bey sırılsıklam olmuş, giyitleri sırtına yapışmış, dişleri vuruyordu.
«Atınızı ne yaptınız?» diye sordu Başkan.
«Kapıdaki zeytin ağacına bağladım,» dedi Mustafa Bey.
Yukarı çıktılar, küçücük, sedirlerle çevrelenmiş, tam ortasında üstü kitaplarla dolu, kurt yemiş bir masa bulunan, yer yer havı dökülmüş bir Iran halısıyla kaplanmış odaya girdiler. Başkan elindeki lambanın fitilini biraz daha kaldırdı, oda azıcık daha aydınlandı. Bu sırada Başkan kadar şişman karısı giyinmiş
476
477
kuşanmış, gözlerine sürmelerini bile çekmiş, rastıklı kaslarıyla odaya girdi, Mustafa Beye doğru yürüdü:
«Oooooov, ne ıslanmışsınız! Ne ıslanmışsınız... Ooooovvv! Ne yağmur, ne yağmur, ne yağmur!» Elini uzattı: «Hoş geldiniz.
Bir kahve?»
«Evet,» dedi Başkan. «Sağ olasın Hanım.»
Aşağıdan uyanmış çocukların, evlatlığın öfkeli sesleri geliyordu.
Başkan:
«Uyandılar Hanım, nolursun şunları da sustur.»
«Sustururum,» dedi Hanım.
«Malum,» dedi Mustafa Bey.
«Malum,» dedi Başkan.
Karşılıklı tahta iskemlelere oturmuşlardı.
«Ne diyorsunuz Reis Bey? Bizi çoluk çocuk toptan idam etmezsiniz inşallah.»
«Sizin için bu kasabadan ayrılmak bu kadar ağır mı?» diye sordu, kendi kendine sorar gibi, dudakları kıpırdamadan, duyulur duyulmaz bir sesle.
Onun tıpkısı, utançlı, usulca:
«Bizim için toptan ölmektir bu,» diye konuştu Mustafa Bey. «Bizi sürgün ederseniz, biz biteriz, yok oluruz. Düşmanlarımız da bunu bildikleri için, yalnız be yalnız topraklarımıza konmak için, Akçasazı daha kolay payedebilmek için... Bizi sürdürmek istiyorlar. îşte bunun için bu gece bu yağmurda, bu kışta kıyamette, bu saatte size geldim. Siz olmasaydınız, sizi yirmi beş yıldır tanımasaydım, soyunuzu bilmesey-dim, ne için olursa olsun gelmezdim. Gelemezdim. Bir can için olsaydı, yalnız benim canım için, sizi gene rahatsız etmezdim.» «Malum,»
«Malum,» diye ekledi Mustafa Bey. «Bir anam var öldü ölecek. Belki doksanında... Son solukta. Oğlunu öldürenin öldürülmesini bekliyor. Yoksa çoktan ölürdü, direniyor.» «Malum.»
Kahveler geldi, Başkan alelacele sigara uzattı, çakmağım çıkarıp önce Mustafa Beyinkini, sonra da kendininkini yaktı. Karşılıklı sustular. Düşünecek bir şeyleri, söyleyecek bir sözleri kalmamış gibi yüzleri bomboştu. Kahveler bittikten sonra Başkan gözlerini Mustafa Beyin gözlerinin içine dikti, bir şeyler araştırdı, yüzü uzadı, gerdanı sarktı, korkunç bir şey görmüş gibi gerildi, gözleri büyüdü, fırladı, dudakları birkaç kere açıldı kapandı, burun delikleri titredi, yüzü soldu, sağ eliyle şakaklarını oğuşturdu:
«Malum,» dedi.
Dışardan yağmurun sesi büyüyerek geliyordu. İkisi de bir süre yağmurun sesini dinlediler. Arada bir de bir kuş sesi boğuk yağmurun sesine karışıyordu. «Malum.»
Mustafa Bey bir türlü kalkıp gidemiyordu. Bir şey de söyleyemiyordu. Aklına o kadar çok şey üşüşüyor ama hiç birisini söyleyemiyordu. Kalkıp gitmeğe de can atıyordu ama kalkamı-yordu. Felç olmuş, tekmil bedeni çözülmüş, dağılmış, paramparça...
«Malum,» dedi gene Başkan sesini yükselterek: «İnsanlığa sığmaz işler oluyor bu dünyada,» dedi Mustafa-Bey. «Saçma bir iş. Ama ne gelir elden? İnsanoğlunun her şeyi saçma, anlamsız. Saçma ve anlamsız. Hem saçma, hem de anlamsız. Ama her şeyi. Kalkışı, yürüyüşü, oturuşu, ağlaması gülmesi, yatması, kalkması, sevmesi, öldürmesi, uyuması, ölmesi, doğması, her şeyi saçma. Bizimki de bütün bu saçmalıklar içinde başka bir saçmalık, ne beş aşağı, ne beş yukarı. Bu saçmalığa, bu kadar çok, baştan aşağı bir saçmalığa bir saçmalık da, denize damla kadar, biz katmışız, ne fark eder Reis Bey?...» «Malum.»
«İnsanın doğması da saçmalık. Ama kuşların böceklerin, yerdeki karıncanın, sudaki balığın, dağdaki geyiğin kurdun doğması, yaşaması saçma değil. İnsanın, tepeden tırnağa, şu yeryüzünde her hareketi saçma.»
478
479
«Maıum.»
«İnsanın en büyük saçmalığı düşünebilmesidir. Onu saç-malattıran bilincidir.»
«insanın en büyük saçmalığı düşünebilmesidir. Onu saçma-lattıran bilincidir.»
Başkan o iri gövdesi, haşmetli göbeğiyle etine iğne batırılmış gibi ayağa fırladıktan sonra Mustafa Beyin üstüne eğildi yüzüne öyle bir süre baktı.
«Malum,» diye bağırdı. Sesi çığlık gibiydi. «Çok ıslanmışsınız. Titriyorsunuz. Çok yağıyor değil mi? Malum.» «Malum,» dedi Mustafa Bey, sustu. Sustular. Tüyleri diken diken olmuş, soluyan, göğsü inip inip kalkan Başkan yüzünün rengi yerine gelerek, turuncuya kesmiş odanm ışığında iri gövdesi tüm duvarı kaplayarak dolaştı, üç kere. Yerine otururken bir kere daha: «Malum,» dedi keskin. «Düşünebilmenin saçmalığı, hem de ahmaklığı. Düşünmeyen kin duymaz, öc almaz. Öldürme, düşünerek öldürme öldürmedir. İçgüdüde bilinçli öldürme yoktur. Bilinçli öldürme öldürmedir, canavarlıktır. O da insanm saçmalığındadır.»
«Malum,» dedi Başkan biraz öfkeli, sonra da güldü. «Bizi sürünce ne olacak? Biz gene buluşacağız. Anam gene direğe yapışmış bekleyecek. Ölüme direnecek. Anam saçma değil... Anam, anam, anam, Karakız Hatun, işte o, işte işte o... O saçma değil. Hiç bir hareketi saçma değil. İçgüdüsü şuuruna hakim onun Reis Bey, Reis Bey, Reis Bey...» Sevinçle kollarını açtı kapadı. «Reis Bey, şu insan soyu içinde yalnız anamda saçmalık yok. İnsanlık içinde bir tek o, o ne yaptığını biliyor.» Bulunmaz, erişilmez bir şeyi yakalamış gibi sevinci çoğalarak: «Reis Bey Reis Bey... Anam, anam, anam... En az saçma olanımız.» Gözleri parladı, bir ikircikte durdu: «Bizimki de, bizimki de, bizimki de...»
«Malum,» dedi Başkan gülerek, ağzı kulaklarına vararak. «Malum.»
Gün ışıyıncaya kadar konuşmayıp yağmurun sesini dinlediler» yan uyumuş, yarı uyanık.
Gün ışırken Hanım odaya elinde büyük kahvaltı tepsisiyle girdi, sallana sallana, Tepsiyi sedirin üstüne koydu:
«Buyurun,» dedi. «Halis Seylan çayı. Kaçakçılardan aldım evvelsi gün. Sekiz paket.» Mustafa Beye döndü: «Elbiseleriniz biraz kurumuş,» dedi. «İyi ki kurumuş. Yoksa hasta olurdunuz. Sizin Hatunu tanıyorum. Hiç konuşmuyor. Türkmen asilleri hiç konuşmazlarmış, doğru mu?»
«Biraz konuşurlar,» dedi Mustafa Bey gülümseyerek, ak dişleri gözükerek... Kemerli burnu yüzünün bir yanını gölgeleyerek. «Ama her zaman değil.»
«Çay tütüyor,» dedi Hanım. «Bakın, mis gibi de kokuyor.» «Öyle,» dedi Başkan. «Buyurun Mustafa Bey. Bizim Hanımın üstüne kahvaltı çıkaramaz kimse, malum.»
«Malum,» dedi Mustafa Bey hayranlıkla Hanıma bakarak. Hanım hayran bakışları sezdi, sevindi.
«Ballı börek de yaptım Reis Bey,» dedi Hanım. «Sağol Nilüfei Hanım,» dedi Başkan ballı börekten bir parça kopararak, az önce koyduğu çay ince belli bardakta tü-terekten.
Kapı çalındı, kahvaltının bitimine yakın. Ballı börekten, Yörük peynirinden, sarı, üstü ayran kabarcıklı tereyağından kızarmış ekmekle yemişler, üç bardak da Seylan çayı içmişlerdi. «Açıyorum,» dedi Nilüfer Hanım, tahtaları sarsarak, merdivenleri titretip gıcırdatarak kapıya indi açtı. Kapıda, atının dizgini elinde, ıpıslak, sarı çizmeleri yağmurdan kararmış, çok esmer, uzun boylu, beli azıcık bükük gibi duran, ilk bakışta çıkık elmacık kemikleri çekik ela gözleri görünen birisi duruyordu.
«Reis Bey evde mi?» diye sordu yağmurda dikilip kalmış, üstünden başından sular süzülen adam. «Reis Beyi görmeğe geldim.» Sesi güvenli. Yürekli... «Adım Derviş. Sarıoğlu Derviş Bey...b
Dostları ilə paylaş: |