Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə23/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   43

luğu dolduruyor: Yeter! Yeter! Yeter! Atlar kişniyor. Boşluk sarsılıyor. Kulakları sağır eden, geceyi, boşluğu sarsan. Boşlumı bile sarsan... At kişnemeleri... Yeter! Yeter! Yeter! Mustafa! Mustafa! Çek bıçağını! Al Yel Veliyi! Al Yel Veliyi! Bırak gözlerimi. Yapma bunu da ne yaparsan yap. Ne yaparsan yap...

«Derviş gelecek, bugün gelecek,» dedi yüksek sesle Mustafa Bey. «Hem de nasıl!»

«îş böyleyse, hal böyleyse, hal böyleyse, ak, nakışlı, çinke taş umuda işarettir.» dedi uykulu Mestan. «Gelecek. Ak taş ölüme işarettir. Bir kafese, yolculuğa işarettir.»

Dışardan inanmış, güvenli sesi geldi Hamdinin:

«Bugün gelecek,» dedi. «Az sonra.»

«Az sonra,» dedi İbrahim Ibo. «Bekleye bekleye...»

«Gelecek,» dedi Mustafa Bey. «Yel Veliye ne oldu? Keski göndermeyeydim fıkarayı. İyice kocadı, Yel Veli eski Yel Veli değil ki, yüz bin hile icadedip Dervişi konağından şimdiye kadar yüz kere dışarı uğratıp üstümüze yollayaydı. Kocadı fıkara. Kocadı fıkara... Bir de öldürülrnüşse, yanarım Yel Veliye.»

«Yanarım,» dedi Mestan. «İnsan soyunda dünyaya gelmiş, şimdiye kadar, en çok ölümden korkan kişidir Yel Veli.»

«Yok,» dedi Mustafa Bey. «Derviştir.»

Mestan sen de varsm, diyemedi, sustu. Eğer Dervişi öldürdükten sonra sen de bana istediğimi yapmazsan... Sen de... Sen de korkarsın aslanım. Bütün can oyunu oynayanlar en korkaklardır. Öyle değil mi? Şu döğüşen karıncalara bak. Döğü-şen insanın onlardan ne farkı var? Yok mu, diye sordu kendi kendine. Hiç yok mu? Yok, dedi inatla, Mustafa Beye karşılık vermedi.

Çukurdaki küçük karınca epeydir böceğin yöresinde, üstünde dolanıp duruyordu, sonra hırsla böceğe saldırdı, çekiştirmeğe başladı. ¦

Gün kavuşuyor, akşamın gölgeleri ağır ağır siliniyordu. Mustafa Bey ayağa kalktı, uzun bacakları üstünde yaylandı, gözünü Anavarza kayalıklarını kınalamış, aştı aşacak güne dikti-

334

«Bugün artık gelmez,» dedi usullacana. «Bugün artık «ermez. Yarına. Yarın gelecek.» °



«Yarın gelecek,» dedi Mestan.

Kamışlıktan çıkıp, büklüğün içindeki atlarmın yanma vardılar. Atlar başlarını kıl torbalarının içine sokmuşlar kütür kütür arpalarını yiyorlardı.

335

34

Hacı Kurtboğa gene vaktinde uyandı. Halbuki bu gece uzun bir süre uyuyamamış, kurmuş durmuştu. Çetin bir savaşın eşi-ğindeydi. Çok yaşamış, çok çalışmış, hep başarılı olmuştu. Kendisine sorarsanız doğdu doğalı attığı her adım bir başarıydı. Ba-şacılarıyla da sonsuz konurlanıyordu. Her konurlandıkça, hayal meyal anımsadığı çocukluğu geliyordu aklına. Sıtmadan kıvra-na kıvrana ölen anası, Yemene kimbilir ne zaman gitmiş de gelmemiş babası geliyordu gözlerinin önüne. Sekiz tane erkek kardeşi vardı. Her biri sırasıyla öldü. Hepsi de aynı hastalıktan, oğlancıktan gitti. Anavarza ovasında oğlancıktan gitmeyen, hele oğlancığa yakalanmayan çok az çocuk vardı. İbrahim geliyordu gözlerinin önüne. Hacı kardeşleri içinde en çok îbrahimi severdi. İnce, uzun, yakışıklı, iri gözlüydü İbrahim, hünerli parmaklan çok uzundu. İbrahim en güzel, nakışlı kamış düdükleri, söğüt dalından develeri, arabaları, yapraklardan, çiçeklerden şeytan evlerini yapar, kurumuş çirişsiklerinin içinden acı, kekremsi, genzi yakan, azıcık insanın başım döndüren, biraz fazla yeyince her soluğu çiçek kokturan kokulu balları o çıkarırdı. Başka çocuklar bir günde on tane ballı çirissiki bulursa Anavar-zanın kekikli, kurumuş, esen yelde ufalanan, dağılan, dalga dalga tâ ovaya kadar giden kekikli yamaçlarında o bir kucak toplar, sonra güz sıcağında kavrulan bir kayanın üstüne oturur,



336

L

mestolmuş, kutsal bir şeye dokunurcana çirişsikilere dokunur, onları ağır ağır açar, bir pırıltı gibi azıcak yeşile çalan, on buğday tanesi kalınlığında, oyulmuş ince çirişsikinin içine, dibine doora uzatılmış balı bulur, yalanır, yarısını bir çöple alır, tam ortasından böler Hacıya uzatır, sonra da kendisi, Çirişsikinin oluğu içindeki balı gözlerini kapayıp dilinin üstüne koyar, dilini ağzında usul usul döndürürdü, tâ ki ağzındaki tat silininceye kadar. Sonra başka, başka çirişsikileri açardı. Hacı Kurtboğa şu i'ünyada ne öğrenmişse İbrahimden öğrenmişti. Çatır çatır eden bir yaz günüydü. Güneş kaynıyordu. Birden İbrahim dut ağacının altında, ayak bileğine kadar gelen tozun içinde kıvranmağa başladı. İnleyerek, buyuyorum, diyordu. Buyuyorum, diyor, dişleri takır takır biribirine çarpıyordu. Buyuyorum. İki kat oluyor, açılıp kapanıyor, kopacakmış gibi, ellerini ayaklarım açarak, uzatarak, uzanabildiği yerden daha çok uzanarak geriniyordu. Sabahtan gün kuşluğa kadar böyle sürdü. Sonra yanıyorum demeğe başladı. Bir yanıyorum, diyor, bir üşüyorum diyor, açılıp kapanıyor, geriniyor, titriyor; yumuluyordu. Sonra gerinmesi durdu, dişlerinin tıkırtısı durdu, rengi sandan daha sarıya, sonra yeşile dönüştü. Bedeni ağır ağır ürpertilerle titriyordu. Sonra ağzı köpürmeğe başladı İbrahimin. Konular komşular toplandılar. Aralarında konuşuyorlardı. Bu çocuk iflah olmaz, diyorlardı. Sert çarptı, uzun sürmez. Sonra çimeni yeşil gözlü Hüsne Karı geldi. Beli bükülmüş, değneğine çöke çöke. Çocuğun başında durdu. Bu çocuk gitmiş, dedi. Vay İbrahim. Ben bu çocuklardan korkarım, diye de mırıldandı. Bu bir köşeye büzülüp sabahtan akşamlara kadar düşünen çocuklardan korkarım. Bunlar uzun yaşamazlar. Vay İbrahim. Ne de güzel, ala gözlü bir çocuktu! Vay İbrahim vay! Bir semer getirin, diye gürledi sonra da. Çabuk bir semer. Allahtan umut kesilmez. Hemen oracıktan bir semer buluverdiler. Semeri ağzı yukarı toza yatırdılar. Semerin keçesi yer yer aşınmış, içindeki otlar dışarıya fırlamış, otların kıyıları terden, tuzdan, yağdan kirlenmişti. Îbrahimi kaldırıp semerin içine yatırdılar. İbrahimin boyu semerden uzun



337

F: 22


geldi, bacakları, çıplak sapsarı ayaklan üışaraa kaıaı. Bacaklar usul usul, ürpertilerle titriyorlar, titriyorlar birden yukarı fır. layıveriyorlardı. İbrahim bir hoş sesler çıkarıyordu. Ağzındaki köpük çoğalarak. Arada sırada bir kadın çocuğun ağzındaki köpükleri siliyordu. Kadınlar gittikçe çoğalıyorlardı. Çocuklar da gelmişlerdi. Yaprakları tozdan gözükmeyen, dallan kanat gibi açılmış dutun altında, ağzı köpüren, gittikçe titremesi usul usul sönen, ürpertiye, seğirmeye dönüşen İbrahimin yöresinde halka olmuşlardı. İbrahimin alnındaki boncuk boncuk terler de kuruyordu. Çocuklar hiç kıpırdamıyorlardı, asık donuk suratlarıyla gözleri İbrahimde. Azıcık şaşkın. Birkaç kadın ağlıyordu. Bunlar, çocukları böyle, İbrahim gibi ölen kadınlardı.

Hüsne Kadın semerin yanına, tozların içine bağdaş kurmuş oturmuş, titreyen, buruşmuş, ölmüş eliyle semerin tahtasına yapışmıştı. Semerden acı, ekşimiş bir ter kokusu geliyordu. Öteden bir kadın geliyordu. Delirmiş gibi, oynar gibi... Ağlayarak, ustura gibi sesi kayalıklarda yankılanarak... Geldi kadınların yöresinde dönmeğe başladı. Yüzü uzamıştı. Kolları kuş kanatları gibi iki yanında çırpmıyordu. Sonra kalabalığı yardı, semerin yanma geldi. Sesi İbrahimi görünce daha da çığlıkîaşjp usturalaştı. Bu sefer semerin yöresinde dönmeğe başladı. Döndü döndü, birden sesi kirp diye kesildi, orada, hastanın ayak ucunda dikildi kaldı. Kaskatı kesilmiş, kıpırtısız. Gözlerini bile kırpmadan, büyümüş, dudakları morarmış, çatlamış, elleri sapsarı, darmadağınık olmuş saçlarla. Gencecik.

Kalabalık mırıldandı. O büyüttü İbrahimi, dediler. Teyzesi. Çocuğu da olmuyor. Yangın gibi.

Birden hasta semerin içinde doğruldu, bakışsız, görmeden bir süre öyle kaldı, sonra usulca gene arkası üstü semerin içine yattı, gerildi, kıpırdamaz oldu. Kıpırtısız kadın öyle donmuş kalakaldı. Birkaçı birden çığrıştılar. Kalabalık karıştı, her kafadan bir ses çıkmağa başladı. Hacı usulca kalabalıktan ayrıldı. Köyü dışarı çıkınca koşmağa başladı, koşarak, soluğu taşarak Ceyhanın kıyısına geldi, yarı aşağı indi, bir kuytuya sokuldu,

338

ağlamağa oaşıaaı. uun oattı gitti, o nep ağladı, sonra uyumuş. Uyandığında gece yarıyı geçiyordu. Usulca, merdivenleri sallamadan çardağa çıktı, yatağına girdi. Sivrisinekler bulut örneği «eliyorlardı. Sesleri kulağı sağır eden... Parçalıyorlardı. Ağılı sıtma diyordu birisi... Hep ağılı sıtma. Doktorlar bir iğne yapıyorlar... Vay İbrahim... Çukurova batsın. Burada hiç bir çocuk yaşamaz, bu batağın içinde, bunca sinek varken... Burada hiç bir çocuk yaşamaz, bu batağın içinde, bunca sinek varken... Yaylalar. Öldü İbrahim. Ölecek çocuk değildi. Hacı yatağında tüm bedeni sivrisinek ısırığından şişmiş, yara olup azıtmış, kaşınır, soyulurken, yarı uyur, yarı uyanık bunları duyuyor, dinliyordu. Gün kızdırmış, ağır, göz açtırmayan bir sıcak çökmüşken merdivenlerden indi. Teyzesi orada, alnında bir kara çatkı, elleri belinde öyle duruyordu. Yaslı, kurumuş, kanı tükenmiş. Teyzesinin yüzüne bakamadı, başını yerden kaldıramadı, hiç bir şeyi göremedi.



«Otur da bir şey iç. Bir sen kaldın. Bir şey ye...» Hacı duymadı. Köyün dışında yürüdü. Yordamlayarak, bir karanlıkta yürür gibi. Sonra bir yola düştüğünü hayal meyal ansıyor, yolun tozlarının ayaklarını kızgın demir gibi yaktığını, acıya dayanamayıp koştuğunu, bir kasabada gözlerini açtığım da hayal meyal ansıyor. Düş gibi... O gün kasabada azıcık ağzma bir şey attı mı atmadı mı hiç ansımıyor.

Neden sonra bir gözünü açıyor ki bir evde, bir sarıklı adamın karşısına diz çökmüş bir şeyler ezberliyor, kargacık burgacık bir şeyler yazıp karalıyor. Buraya kadarki yaşantısı bir düş olarak bile aklında değil. Kasabada ne yaptı, nereye gitti, bu eve nasıl geldi, kim getirdi? Ne zamandan beri bu İmamın karşısında böyle diz çöküp durmuş, durmadan hiç duymadığı bir şeyleri, söze benzer bir çeşit sesleri gırtlağından çıkarıyor, ansımıyor.

Elini yüzünü yudu, bağdaş kurup sofraya oturdu. Her zamanki yaptığı kahvaltıyı hazırlamışlardı gene. Kalaylı bir bakır -ahanm ortasında bir tereyağı topağı duruyordu. Üstünde par-

339


inak izlen ve domur domur olmuş ayran damlaları... Bir de pe, tekli bal vardı sofrada, Çiçeklideresinden getirilmiş. Balın öte yanında göz göz, bir petek gibi olmuş peynir duruyordu. Hacı Kurtboğa önce ak sakalını iki eliyle sıvazladı. Sakalı öyle uzun değildi, değirmi kesilmişti. Uzun sakalı hiç sevmezdi. Yufka ekmeğinin yarısını kopardı, dürdü, önce tereyağını bir tahta kaşıkla aldı, öyle bir top ekmeğin ortasına koydu, aynı kaşığı bir de bal çanağına soktu, onu da getirdi yağ topağının üstüne yaydı, ustalıkla, alışkın ellerle... Ekmeği katladı, dürdü, gözlerini kapadı, dürümii ısırdı. Dürümün dibinden yağla karışık bal avu-cundan aşağı, önüne yığılmış yufkanın üstüne damladı. Sonra o damlamış yufkayı alacak, dürüm yapacaktı. O, birinci lokmayı çiğnerken yanda kaynayan semaverden eline anında bir tüten çay bardağı tutuşturulur, Hacı Kurtboğa bu işe çok sevinir, beklemez, şaşardı. Sonra da çökelekle peyniri dürüm ederdi. Onun ardından bir yağ bal dürümü daha... Kahvaltı yağ bal dürü-müyle ayakta sonuçlanırdı. Atın üstünde, otomobilin içinde.

Daha tanyerleri yeni işiyor, köyde derinden, koygun seslerle yayıklar yayılıyordu. Yayıktan ilk alınmış tereyağ Hacı Kurtboğamn önüne gelirdi ve azıcık çam kokardı, tulum yayığın yüzüne sürülmüş, kırmızı çam kabuğundan dolayı. İri bir keçi derisini tulum çıkarırlar, kıllarını yolarlar, tuzlarlar, binbir ottan, ağaçtan çıkarılmış ilaçlarla deriyi işlerler, kokusunu alırlar, bekletirler, önce yayıkta su yayarlar, birkaç gün, sonra yoğurdu yayığa aktarırlar yaymağa başlarlar. Yayık kırmızı olur. Yayığı işi bittikten sonra, döğülüp ufalanmış, pul pul olmuş kırmızı çam kabuğunun içine yatırırlar her zaman. Kadim Türkmen geleneğidir. Çam ağacından, uzun fıçıya benzer yayık daha yeni icat olundu, ama Hacı Kurtboğa daha evine sokmadı ağaçtan yayığı. Olmaz.

«Şoförü çağırın.»

Otomobili uzun siyah bir Ford'du. Daha yeni almıştı. Bir yıl bile olmuyordu. Eskiden en güzel Arap ata o binerdi. Görkemli bir Arap at kadar insanlara etki yapan hiç bir şey yoktur.

Üonra yepyeni, gıcır gıcır tay tona en görkemli kır atları o koştu, faytona kurulup sigarayı tellendirmek, tek attan daha görkemli oluyor, daha büyük etki yapıyordu. Fayton çağı da az bir' sürede geçti. Otomobil başladı. Öyle bir otomobil olmalıydı ki, Şu Çukurovada bulunmasın, Mustafa Kemal Paşanın gözbebeği Ali Saip Bey ve de Deli Memet de kıskansın. Hem de Ra-nıazanoğlu Beyleri, hem de... Hem de... Antep Beyleri, gözü kanlı Maraş Beyleri kıskansınlar. Ata binmek gibi yok ama, her şeyin bir çağı var, atın da çağı eskidendi. Şu dik kafalı, mendebur suratlı, kendisini Allanın oğlu, Peygamberin halifesi, Mustafa Kemalin kardeşi, Cengiz Hanın torunu sanan Dervişten başka ata binen kalmadı ovada... O da korkusundan biniyor. Üç Oğuzun, Yüreğirlinin, Cengiz Handan kopup gelen Yüre-ğirli Beylerinin, hem de ulu Avşarın, hem de Kayı boyunun, hem de Osmanlının dedesi olan obaların, aşiretlerin soyundan akıp gelen, hem Dulkadirlinin yeğeni olan Dervişten başka... Soyuna sıçtığım. Ata binsin, ata binsin, ata binsin varsın. Binsin de o alçak soyu yücelsin.

«Merhaba Hacı Ağa kardeşim. Merhaba canım. Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu.»

Mahir Kabakçıoğlu otomobilin kapısmı açtı. Otomobil gelmiş şehir kulübünün kapısında, ulu çınarın altında durmuştu.

«Hoş geldin.»

Hacı Ağa ona elini şöyle uzaktan, kasılarak uzattı. Kimsenin elini sıkmaktan hoşlanmazdı. Bu el sıkmak da yeni bir icat. Herhalde gavur icadı olacak. Ama Mahir Bey okumuş adam, efendi adamdı. Viyanalara gitmiş okumuş, dünyayı gezmiş görmüş, her bir şeyi ezber etmiş, ismet Paşanın sofrasında yemek yemiş, Fevzi Paşanın huzuruna korkmadan varmış bir bey kişiydi. Bilmediği yoktu. Şeytana pabucunu ters giydirirdi. Birkaç yılda nasıl tapucu Abdülhalik Efendinin ağzından girmiş burnundan çıkmış, ne kadar Ermeni tarlası varsa Kabakçı-oğlunun üstüne yazdırmıştı. O Kabakçı mı, uyuzun bi-1 isiydi. Sonra işte bu şeytanın sayesinde Kabakçızade oldu.

ha

j-



340

341


«Hacı Ağa yukarda bekliyorlar. Muallim Rüstem Bey de geldi. Süleyman Aslansoypençe de geldi. Cafer Özpolat da var Zalımoğlu da...»

«iyi, iyi,» dedi Kurtboğa Hacı Ağa, yürüdü. Yürürken geniş, çizgili şalvarı yalpalıyordu. Ceketi beline oturmuştu. Yırtmacının altından ak kuşağı gözüküyordu. Ve ayaklarında tozlanmış rugan kunduraları donuk donuk parhyor-lardı. Çimeni yeşil gözleri iri, şimşekliydi. Yüzü uzun, kaşları gür, püsküldü, ilk bakışta insan onun kınalı gür kaşlarını, sarkık, uzun bıyıklarını görürdü. Hacı Ağa insana sakalsız gibi gelirdi her zaman. Bir doksan boyunda, geniş omuzluydu. Dimdikti. Sağ yanağında büyük bir Antep çıbanı izi hep kızarırdı. Alnı geniş, kırışık içindeydi, kalın, geniş kırışıklar. Kocaman elleri, ayaklan, bıyıkları nereye girerse kendinden önce girerdi, sonra o bir heybet gibi çökerdi vardığı yere.

Kulüptekiler hep birden saygıyla gürrr diye ayağa kalktılar.

Kurtboğa Hacı Ağa gülerek, iri eli göğsünün ortasında küçük kalarak, herkesin gözünün içine dimdik, gözlerini hiç kırpmadan bakarak:

«Selamünaleyküm,» dedi «Selamünaleyküm.»

Ayaktakiler:

«Alayküm selam,» diye gürlediler. Her davranışlarından Kurtboğaya karşı korkulu bir saygı belli oluyordu.

Oturunca her yerden tabakalar uzandı ona. Hacı Ağa başını sallayarak: «Kusura kalmayın,» dedi. «Ben kendi tabakamdan...» Altın tabakasını çıkardı, ağır ağır sigarasını sardı, yaktılar.

«Eeee, efendiler, eeee, Ağalar, demek o Savcı olacak adam direniyor ha! Dirensin, dirensin. Dirensin bakalım... Haydi bakalım. Görelim onu.»

Mahir Kabakçıoğlu:

«Görelim onu,» dedi.

Oradakiler alttan bir mırıltıyla:

342

«vjuıciiiıı unu,» uıyc muııucuıuılcu.



Bu Savcı izzettin Fahrettin Beydir. Kasabaya ne zaman geldiğini kimse bilmez, irice göbeğinin üstünde birkaç altın zinciri sallanır, hem de yirmi dört ayar, altının hası. Hem de kırmızı, yer ver navı dökülüp, karası kalmış kıravatı elmaslı bir altın iğneyle tutturulmuştur. Savcının dedesi eski Sabrazamlardan-dır. Dedesinin başını Padişah kesmiştir. Hangi Sadrazamdır dedesi, başını hangi Padişah kesmiştir, bilinmez. Savcı da bilmez, hem de söylemez. Soyuyla da öğünmeyi sevmez. O bir küskündür, dünyadan elini eteğini çekmiş bir münzevidir. Gelmiş, garip bir kuş gibi, yalnız, kimsesiz bu kasabaya sığınmış, daha doğrusu bu kasabaya demir atmıştır. Yüce fırtınalardan kurtulup bir sığ kıyıya, sonsuza kadar alınmayacak bir demir atmıştır ve hayat teknesi bu sığ suyun içinde çürümektedir. Ve hem de çürüyecektir efendim. Her akşam Incecikoğlunun lokantasında, öteki memurlarla birlikte rakı sofrasını kurar, ötekiler anlasınlar anlamasınlar o durmadan Hayyamdan Rubailer, Fuzuliden, Nedimden, Nailiden, Nabiden, Nizamiden, Örfiden gazeller okur ve anlamlarını bir bir söyler. Yirmi yıldır bu masada çöreklenmiş oturmuşlar da vardır, izzettin Fahrettin Beyin şiirlerini ezbere bilirler. Rakı sohbeti izzeti ikram ile saat onda biter ve yaran tam onu çeyrek geçe Şehir Kulübünde olurlar. Masalar kurulmuştur. Gece yarılarına kadar kumar başlar. Poker, açık poker, remi, rulet... Ne kadar belalı oyun varsa... Savcı kumarda değişir bambaşka bir insan olur. Yenildiği zamanlar kudurmuştur. Yenildikçe saldırır, bir canavar kesilir. Yenilip parası kalmayınca kulüpte kim varsa, önüne tanısın tanımasın kim çıkarsa önce on lira işer, adam verirse, aldığı parayı gene verince gene gelir, bu sefer yirmi lira ister, otuz, kırk, elli, yüz, bine kadar, ne kadar yenilirse, ne kadar alabilirse alır. Kulüpteki bütün insanları tırtıklayıp, hiç birisinden bir daha yüz bulamayıp, saat sabahın üçünde, dördünde kasabada önüne gelen herhangi bir evin kapısını çaldığı çok olmuştur. Çalıp ev halkını bir şaş-bir telaş içinde uyandırdığı: «Bitirdiler beni, soydular

343


dah ağaç >üyü onr,

tan


kınlık.

----------J----------------J ¦

de açığımı kapatayım, yoksa yarın aç kalırım, karım da bana görülmedik hakaret eder,» dediği çok olmuştur. «Kurtarın beni.»

Kasabada bazı geceler böyle on, on beş kapıyı da çaldıg! olmuştur.

Savcıya işi düşenler böyle geceleri, böyle yenilgi kumar gecelerini seçerlerdi. Sabahleyin Savcı çoğunluk para aldıklarını, çaldıkları kapıların sahiplerini ansımazdı ama, bazı bazı dairede büyük hırlar da çıkardı. Aldığı paralara karşılık çoğu zaman hiç bir iş görmez, vazifesini ne pahasına olursa olsun suistimal etmezdi. Yalnız bazı çekindiği, korktuğu kişiler vardı ki, onların dediklerinden de çıkamazdı. Bunlardan birisi, daha doğrusu birincisi Hacı Kurtboğaydı.

«Dün gece on bin lira aldın.»

«Efendim, siz kimsiniz affedersiniz tanıyamadım sizi, za-tıalinizi, ne on bin lirası? Birisi on bin liranızı mı gasbetti? Kimsiniz Efendim?»

Gerçekten izzettin Fahrettin Bey şaşkmlık içinde. Ellerini uğuşturuyor, kibar, nazik...

«Vah vah efendim! Demek on bin liranızı...»

«Ulan kara dinini, ulan Allahsız, dün on bini kumara verirken beni iyi tanıyordun, şimdi mi ulan kara dinini, ulan Sadrazam dedesini, ulan...»

«Telaşlanmayın, telaşlanmayın, telaşlanmayın... Kimsiniz Bey?»

«Ulan bütün varımı elimden alırken...»

Birdenbire yeşillenen bir tabanca çaktı. Namlu tam İzzettin Fahrettin Beyin geniş alnının ortasına döndü.

«Rica ederim, rica ederim, biraz sakin olun. Siz kimsiniz?»

«Bana Kurtboğa Hacı derler. Recep Cümbüşün katiliyim, elimden bir kaza çıktı. Sana on bin lira daha var. Beni bu katillikten kurtaracaksın. Evet, nasıl kurtarırsan kurtar.»

Savcı terlemişti. Terini sildi, sararmıştı, kendine gelince yüzüne yavaş yavaş kan yürüdü.

344

uift.ıeşıı. «curası resmi dairedir, tabancanızı yerine koyunuz, telaşlanmayınız, şimdi sizi gayet iyi tanıyorum, on bin lirayı ne zaman temin edilebileceksiniz onu bana söyleyiniz, çünkü ihtiyacım vardır. Siz benim kardeşten-ileri bir can kardeşimsiniz, işiniz görülecektir, bu işte bana yardımcı olacaksınız.»



«Olurum efendim, Para da hazar.»

«Siz hüküm giydiniz. Bana başka bir Kurtboğa Hacı bulacaksınız. Hüküm giydiniz ve Temyizde de kesinleşti. Yirmi dört yıl mı giymiştiniz?»

«Yirmi dört yıl.»

«Bana bir Hacı Kurtboğa bulunuz. Her yıl için de iki bin beş yüz lira temin ediniz.»

«iki bin beş yüz lira kolay ama... Hacı Kurtboğayı nereden bulayım?»

«Nüfus Memuruna gidiniz. Değil mi efendim? Bir adam bulunuz ki nüfusa kayıtlı olmasın.»

«Ulan Müddeiumumi Bey bu iyi be! Vay anasını... Feraset. Ulan sen sahiden izzettin Fahrettin Bey değil, Paşaymışsın. be... Yaşa be... Ben sana çingenelerden... Olur mu?»

«iyi bir çingene, iyi bir Hacı Kurtboğa Ağa olabilir. Onu Diyarbakıra yollarım... O sonra ben Hacı Kurtboğa değilim, çingene Recep Zobiyim, diye istediği kadar bağırsın, ilk affa kadar o Hacı Kurtboğadır. Hacı Kurtboğa oğlu Hacı Kurtboğadır.»

«Yaşşa bire Müddeiumumi! Sen Sadrazam torunu değil. Padişah torunuymuşsun. Ulan ne biliyorsun Recep Zobiyi, ner-den akıl ettin? Hay bin yaşayasın.»

Karşılıklı gülmeğe başladılar. Gülüşler biribirine karıştı uzun bir süre. Göbekler, bıyıklar hoplaya, eller çırpıla, dizler dövüle dövüle oda bir gülüşme kasırgasında çalkandı bir süre.

Ve Recep Zobi, Hacı Kurtboğa oldu. Daha da öyledir. Hapisten çıkalı epeyi bir zaman oldu, daha da Hacı Kurtboğadır adı. Yalnız ona Ağanın yanında kimse Hacı Kurtboğa diyemez,

345


JVİZiO.1 j JVI^tllll^Ll IV^L/Cll II ¦

-t\JU XLl.il L

Hacı Kurtboğalık. Sevdi.

Mahir Kabakçıoğlu:

«Çağıralım mı buraya onu?» diye sordu Kurtboğaya. Hacı Kurtboğa uzun, sağlam parmaklarını sakallarının arasına soktu, kaşıdı, düşündü. Herkes tetikteydi. Eli sakalından bıyıklarına, sonra burnuna gitti. Uzun bir süre orada dolaştı. Sonra:

«Olmaz,» dedi, elini dizine indirdi. Çoktandır önünde bekleyen kahveye uzandı. Sesi toktu. «O bizim can bir kardeşimiz-dir, uşağımız değil. Ve de hem de yüce devletimizin burada öz bir, ulu temsilcisi, alicenap, onurlu bir kişisidir. Onun hatırı yoksa yanınızda, onun hatırı benim yanımda dağlardan yücedir, yüce bir Hükümetimizin hatırı vardır. Ol sebepten onu buraya, ayağımıza çağıramayız. Şimdi burada biz bir heyet kuracak izzettin Fahrettin Bey kardeşimizin, Sadrazam soylumuzun huzuruna, hem de ayağına gideceğiz. Olur mu?»

«Bundan münasibi olmaz,» dedi Mahir Bey.

«Bir ben, iki sen, üç, üç, üç...» Gözlerini fırlatarak dimdik •oradakilerin üstünde dolaştırdı Kurtboğa. «Hah, üç! Muallim sen de gel. Senin ağzın iyi laf yapıyor. Oturtuyorsun. Süleyman Ağa, sen de gel.»

«Olur,» dediler. «Münasiptir.»

Evet efendim, işte böyle. Akçasazı pay ettiler. Bu Yörükler •de nereden çıktı? Ya bu köylüler, hele şu sümüklü köylülere! Ne oluyor bunlara yahu?

Yörükler oturdular Boğa Hüyüğüne, nişan taşının yukarısına... On bin dönümü zaptettiler. Çadırları yıkıp yerine huğ yaptılar. Burası bizim ata dede kışlağımız diyorlar da başka bir şey demiyorlar. İskândan önce kışlağımızdı, iskândan sonra yurdumuz oldu. Derviş Paşa bizim obamıza burasını kendi eliyle verdi. Omuzlarında sırmaları güneş gibi parlıyormuş Derviş Paşanın. Atının üstünde aslan gibi... Öyle iri, gök gözlü bir adammış ki Derviş Paşa, altındaki atın beli yere doğru bükülüyor-

346


muş. isKan zamanmaa aKiısız ıunanen ısKana Karşı Koyar, verilen tarlaları, dede kışlaklarını bırakıp bırakıp kaçarlarken, Der-vis Paşa Islahiyeden Hassaya kadar, Haîebe kadar toprak koymamış üstüne yazdırmış. Bu akılsız Yörükler de neden sonra, is işten geçtikten sonra geliyorlar da kışlaklara sahip çıkıyorlar. Evet efendim, işte böyle. Amma velakin bu Yörüklerle başa çıkılmaz. Ha deyince yüz tane silme silahlı, cengaver çıkarıyorlar. Ha deyince... Her birisi de kan içici, şahin gibi adamlar. Onları oradan, Akçasazdan sökmenin mümkünü yok. Akçasaz kurudukça onlar Akçasazdan içeri tâ ortasına kadar yürüyecekler. Sonra sonra, en belalısı, bu dil bilmez Yürüklerin Ankarada da hükmü yürüyen bir adamları var. Nüfuzu taşa geçen... isterse bin silahlı çıkarsınlar.

Evet efendim, evet! Ya o köylüler! insanın hallerine yüreği paralanıyor. Paralanmaz mı? Vatandaş değil mi onlar, vatandaş? Kardeş değil mi? Tam Akçasazın ortasında, göbeğinde... Göbeğinde... Bir kara parçası... Onların maceralarım işte şu iki gözümle gördüm. En küçük hilafım varsa iki gözüm önüme aksın. Bırakmazlar bu köyü orada, yerinde... Bu her tutamı bir altın olan toprağı bırakmazlar o köylülere... Ama bırakmazlar. Kurana el basarım ki onlara bu tarlaları vermezler. Yüreğim yanıyor fıkaralara... Yamyor yüreğim, evet efendim evet. Yanı-nıyor yüreğim kor gibi... Yüreğim yanmasın da ne yapsın! Yan yüreğim, yan! Yan ki...


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin