AKADEMISYENLER, ÖĞRENCILER, ÜNIVERSITE ÇALIŞANLARI ORTAK MÜCADELEYE
DG: Sizce Türkiye’deki üniversitelerde bilim insanı olmanın avantaj ve dezavantajları nelerdir?
Özgür Müftüoğlu: Türkiye’de bilim insanı olmanın özellikle sosyal bilimler alanında çok ciddi avantajları var. Çünkü Türkiye jeopolitik konumu itibariyle önemli bir yere sahip. Toplumsal ve sosyolojik açıdan incelediğimizde, nüfus hareketleri son derece hızlı ve hareketli olan bir ülke. Topraklarının bir tarafında feodalizm yaşanırken, diğer tarafında 21. yüzyıl yaşanıyor. Tüm bunlar da bir sosyal bilimciye çok geniş alanlar açıyor. Türkiyenin toplum bilimlerinin önemini kavrayamamış olması ve bilime yapılan saldırılar karşısında bilime sahip çıkmaması ise dezavantaj olarak karşımıza çıkıyor.
DG: Özgür bilimsel bir eğitimin koşulları nelerdir, nasıl olmalıdır?
Ö.M: Üniversite toplumun daha iyiye gitmesi, gelişebilmesi, insanların refahının artması için bilim üretir ve ürettiklerini topluma sunar. Geçmişi ve bugünü değerlendirerek geleceğe yönelik öngörülerde bulunup toplumun önünü aydınlatır. Üniversitelerin bu işlevi yerine getirebilmesi için ise özerk ve demokratik olması gerekir. Çünkü bilgi üretimi için öncelikle üniversitenin bağımsız olması gerekir ki tarafsız olarak konulara bakabilsin, yönlendirilmesin. Burada özerkliği iki yönlü tartışmak gerekiyor. İlk olarak üniversitelerin devletin baskısı ve yaptırımlarını dışında yer alması gerekir. Çünkü devlet bir taraftır, bunun içinde egemen politikaların üniversite üzerine hegamonya kurmasının önünü açmaya çalışacaktır. Yalnız burada özerkliği özel üniversitelerdeki gibi tartışmamak gerekiyor. Bunun nedeni ise özel üniversitelerdeki özerkliği sermayenin kendi amaçları ve hedefleri doğrultusunda bilim üretilmesinde kullanmasıdır. İkinci olarak üniversitelerin demokratik olması gerektiğini söylüyoruz. Çünkü bilim üretimi hiyerarşik bir yapıda ve askeri nizam içersinde gerçekleştirilemez. Üniversitelerin bağımsızlığıyla bağlantılı olarak demokratik bir yapılanma içersinde de olması gerekiyor.
DG: Siz olsanız üniversitelere yönelik nasıl bir düzenleme yaparsınız?
Ö.M: Özellikle YÖK düzeniyle getirilen baskıcı yapıyı tamamen kaldırıp, üniversitenin devletten sermayeden tamamen bağımsız olarak faaliyet yürütmesini ve demokratik bir yapılanma içine girmesini sağlamaya çalışırdım.
DG: Üniversite Sanayi İşbirliği bilimsel üretim ve toplumsal yaşam arasında nasıl bir ilişkiyi biçimlendirmektedir?
Ö.M: ÜSİ üniversitenin sermaye kontrolü altına girmesi anlamına geliyor. Bugün Türkiye’de sermaye AR-GE çalışmaları için pay ayırmıyor. Bunun yerine üniversitelerdeki mevcut atölyeleri, makinaları kullanıyorlar. Burada üniversitenin hem imkanlarını kullanmış oluyorlar, hem de kendi yapmaları gereken AR-GE yatırımlarını çok daha düşük maliyete yaptırırken, üniversitelerde üretilen bilimi kendi pazar imkanlarını karşılayacak şekilde teşvik ediyorlar. Ekonomik krizden sonra sosyal bilimler alanındaki değişmeleri daha net görüyoruz. Örneğin krizden sonra firmalar İnsan Kaynakları departmanlarını büyük ölçüde dağıtırken çok sayıda işçiyi de işten çıkarttılar. Artık İnsan Kaynaklarına yönelik çalışmaları büyük ölçüde üniversitelerle işbirliği yaparak yürütmeye çalışıyorlar. Üniversitelerde yapılmakta olan Yüksek Lisans- Doktora çalışmalarını ise proje adı altında kendi istekleri, doğrultusunda yönlendiriyorlar. Yeni YÖK yasa tasarısı da bunlara yasal zemin hazırlıyor. Fen Bilimleri alanında da aynı şeyler geçerli. Son 20-25 yıllık süre içerisinde teknolojinin artmasıyla doğru orantılı olarak yoksulluk da artıyor. Tüm bu süre içerisinde ise uluslararası tekeller büyüyüp güçlenirken çok büyük bir çoğunluk ise giderek fakirleşiyor.
DG: Aydın kavramını açıklar mısınız?
Ö.M: Aydın kavramı son derece farklı şekillerde yorumlanabilen veya bakış yönüne-yerine göre değişik algılanabilen, ifade edilebilen bir kavram. Aydın, sonuçta belli bir entellektüel birikime sahip olup bu birikimlerini toplum için toplum yararına sunan ve bu bilgileri doğrultusunda hiç çekinmeden kendisini de ortaya koyarak toplum için mücadele eden kişidir. Burada aydınların, mevcut birikimleriyle toplumsal konulara duyarlılıklarını sadece gazete köşesinde yazı yazarak değil doğrudan bire bir mücadeleye katılarak göstermeleri gerektiğini düşünüyorum
DG: Türkiye’de yaşanan çürümenin üniversitelere yansıması nasıl oluyor?
Ö.M: Üniversitedeki çürüme toplumdaki çürümeyi getirirken, toplumdaki çürüme de üniversiteye yansıyor. Üniversitede çürüme dediğimiz şey aslında akademik idari personelin, öğrencilerin yaşam alışkanlıklarından ve toplumdan bağımsız değil. Toplumdaki çürümeyle birlikte üniversite bileşenlerinin sorunları doğrudan üniversite faaliyetlerine taşıyor. Tabii ki burada çürümeden ne anladığımızı da tartışmak gerekiyor. Bana göre çürüme; bireysel çıkarların ön plana çıkması ile birlikte olma ve birlikte mücadele etme fikrinin hep geri planda kalması olarak yaşanıyor. Bu çürüme özellikle akademisyenlerde kendini gösteriyor. Kendi çıkarları için bireyselleşen ve bencilleşen akademisyenler, bireysel kurtuluşun en kolay ve risksiz yolunu ise sermayeyle kurulan ilişkiyle sağlıyorlar. Öğrencilerde kısmen bireyselleşerek tek başlarına bireysel çıkış yolları aramaya koyuluyor ve bulabilmek için de her türlü çürümüşlüğü deniyorlar. Diplomayı aldıktan sonra ne olacağı sorusunu diploma almadan düşünmüyorlar. Burada temel amaç sınıf geçip diploma almak oluyor. Yaşanan son krizde de görüldüğü gibi en çok etkilenen kesimler arasında beyaz yakalılar yani üniversite mezunları oldu. Bu krizler aslında kapitalizme emeğin değersizleşmesini getiriyor. Emek değersizleşirken sermaye belli donanıma sahip kişileri çok daha ucuza çalıştırıyor. Ve diploma değersizleşiyor, siz istediğiniz kadar master-doktora yapın iş bulmanız zorlaşıyor.
DG: Öğrenci hareketi ile akademisyenler aralarındaki açı nedir, hangi noktalarda ortaklaşma zemini vardır?
Ö.M: Öğrencilerle akedemisyenler farklı kuşaklardan geliyor ve bunun sonucu olarak aralarında çok ciddi fikir ayrılıkları oluşuyor. Bunların örtüşmesi de çok kolay değil. Fakat öğrenciler arasında azami ölçüde birleşik mücadele zorlanırsa birlikte iş yapabilme zemini de genişleyecektir. Çünkü öğrenciler ve akademisyenler aynı yerden saldırıya uğruyorlar. Bu da onların birleşik mücadele zeminini güçlendiriyor. Ama bazen de karşı karşıya kalabiliyorlar. Soruşturmalar bunun en çarpıcı örneği. Öğrenciyi hocası yargılıyor, sonra yargıda öğrenci aklanıyor ama hocası onu suçlu görmüş oluyor. Tüm bunlara rağmen öğrencilerle öğretim görevlileri arasındaki yakınlaşmanın önümüzdeki dönem daha sıkı olacağını düşünüyorum.
DG: Nasıl bir üniversite istiyorsunuz?
Ö.M: Nasıl bir üniversite istiyorsunuz demek aslında nasıl bir toplum istiyorsunuz demek anlamına geliyor. Ama mevzu toplum içinde nasıl bir üniversite olmalı diye düşünürsek; (bu yapı içerisinde olması mümkün değil ama) devletten ve sermayeden bağımsız tamamen evrensel bilim tanımlamalarına uygun özerk-demokratik bir yapı içerisinde çalışabilen, bilgi üretebilen bir üniversite düşünüyorum, hayal ediyorum.
DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE MÜCADELESİNDE YOLA DEVAM!
Demokratik üniversite mücadelesinin yeni döneminin ihtiyaçlarını kavramak, bu mücadelenin nelere karşı, ne için, hangi nesnel temeller üzerinde yürütüleceğine dair bilinç bulanıklıklarının giderilmesi ile mümkün. Tarihde anti-faşist, anti-emperyalist temeller üzerinden yükselmiş olan demokratik üniversite mücadelesi mevcut toplumsal sistem sürdükçe bu eksenler üzerinden yükselmeye devam edecek. Ancak doğaldır ki mücadele süreçleri, saldırıların değişen biçimlerine göre kendini yenilemek durumunda. Emperyalizme ve faşizme karşı bağımsızlık, özgürlük ve demokrasi için sürdürülen, halkın iktidarını kurma mücadelesinin bir parçası olarak kendini var eden demokratik üniversite mücadelesi, bugün girdiği yenilenme sürecinde üniversiteli güçlerin aşması gereken ideolojik, politik ve örgütsel bir eşikle karşı karşıyadır.
Kapitalist sistemin geldiği aşamada üretici güçlerin konumlarındaki farklılaşmalar, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, sömürgecilik siyasetinin dünya üzerine yayılış biçimlerindeki değişimler, egemenler açısından üniversitelerin toplumsal konumlarının, ve sistem içindeki işlevlerinin değiştirilmesi zorunluluğunu doğuruyor. Sermayenin üniversitelerdeki işgalinin her geçen gün daha da derinleşiyor olması demokratik üniversite mücadelesinin taleplerinin genişleyip daralması, içerik olarak yenilenmesi gibi gereklilikleri ortaya çıkarmaktadır. Bu da demokratik üniversite talebinin içeriğini oluşturan eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim ve tüm bileşenlerinin yönetime ortak katıldığı, sermayeden ve devletten bağımsız üniversite başlıklarının tek tek tartışılması ve güncel muhtevalarına göre mücadele içerisinde anlamlandırılması gerekliliğini doğurmaktadır.
Bilimin Özgürleşmesinden Eğitimin Bilimselleşmesine
Demokratik üniversite mücadelesinin tarihsel taleplerinden biri bilimsel eğitim talebidir. Üniversitede bilimsel eğitimin verilebilme koşullarını belirleyen başlıca faktörlerden biri ise doğal olarak bilimsel üretim süreçlerinin nasıl işletildiğidir. Türkiye gibi sömürge ülkelerin çoğu üniversitesinde bilimsel üretimden söz etmek bile mümkün değilken, teknik alt yapısı daha yetkin olan bazı üniversitelerde üretilen bilimse büyük sermaye gruplarının hizmetine sunulmakta, topluma hiçbir fayda sağlamamaktadır. Bilim, yenileyici dinamiği, kendisini ve yayıldığı alanı dönüştürücü karakteri nedeniyle tarihsel olarak her dönem egemenlerin kontrol altında tutmak istedikleri bir güç olmuştur. Bilimin tarihsel kötü yazgısı onun üniversite yoluyla emperyalist ve faşist politikalara alet edilmesine, resmi ideolojinin meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasına, denetim ve zorbalık altında özgürleştiri potansiyellerinin egemen ulusların köleleştirici siyasetlerinin motor gücü haline getirilmesine tanıklık etmiştir. Ülkemizde de bilim, üniversite yönetimleri eliyle her zaman devlet politikasının izinden sürüklendi. Tıpkı Ermeni soykırımını kabul eden Fransa ile bilimsel ilişkilerin askıya alınması örneğinde olduğu gibi. Bugün bilim üzerinde devlet kadar hatta daha fazla hakim olan bir güç de sermayedir. Bilginin metalaştırılmasıyla birlikte bilimsel üretim, üniversitelerde sermayenin fil dişi kuleleri olan AR-GE labaratuvarları içine hapsedilmiş, üniversitelerdeki en ‘sıkı’ bilimcilerin odalarının kapıları amfilere kapatılıp plazalara açılır hale gelmiştir. Bu süreç ise zaten kapitalist sistemin sürekliliğini sağlama hedefine göre düzenlenen eğitim sisteminde, bilime sermayenin ihtiyaç duyduğu iş gücü potansiyelini nitelik olarak donatmak görevini vermiştir. Bilimin iş bölümü ve uzmanlık alanlarına göre parçalanışıyla üniversitelilerin gerçeğin bütünsel bilgisine ulaşma kanalları tıkanırken, üniversiteli ve bilim arasında yabancılaşmış bir ilişki biçimi olgunlaşmıştır. Bilime ve üniversiteye yönelik bu saldırı siyaseti, demokratik üniversite mücadelesinin bilimsel eğitim talebi etrafında bilim ve üniversiteli arasındaki bu yabancılaşmış ilişki biçimini kırmaya yönelmesini gerekli kılmaktadır. Bilimin üzerindeki tahakkümün dağıtılması, bu tahakküm düzeninin aktörleri sermaye, devlet ve üniversite yönetimleri ile bir hesaplaşma sürecini gerektirmektedir. Ancak böyle bir mücadele süreciyle üniversiteliler, üniversitede bilimsel üretim süreçlerine demokratik katılım kanallarını açabilir, bilimin fildişi kulelerden çıkıp üniversitenin üretimi haline gelmesini ve halk için kullanımını sağlayabilirler.
Eğitimin Özgürleşmesi: Eşit, Parasiz, Anadilde Eğitim
Demokratik üniversite mücadelesinin eşit ve parasız eğitim talebinde eğitim- birey- toplum arasında özgürleştirici bir ilişki biçimi tariflenir. Eğitim alırken toplumun tüm katmanlarının eşit haklardan faydalanması, hiç kimsenin parası olmadığı için eğitim alamama gibi bir sorun yaşamaması gereklidir. Bugün fırsat eşitliğinin esamesinin bile okunmadığı yüksek öğretime giriş sınavları ile eğitim malzemesinin içeriğinin ve sunumunun ayrıcalıklı bir topluluğa uygun bir şekilde düzenlendiği gerçeği, görünüşte aynı sınavla üniversiteye girilmesi maskesi altına gizlenirken, toplumsal ayıklama için bir sis perdesi oluşturuluyor.1 İlkokuldan başlayarak yüksek öğretime kadar eğitimin her aşamasında süren eşitsiz gelişim aslında piyasa ilişkileri içinde bireylerin tahsis edilecekleri yerlere göre biçimlendiriliş süreçlerini belirliyor. Üniversitede verilen dogmatik ve ezberci eğitimle hedeflenen ise açık; üniversiteden çıktıklarında sistemin yeniden üretimine katılmaya hazır, egemen ideoloji ve kültürle donanmış bireyler yetiştirmek. Oysa üniversitelerde verilen eğitim, bireyin algılayış gücünü arttırmalı, katılımcı ve sorgulatıcı bir anlayışla yaratıcılığını ve düşünme yetisini tetikleyerek özgürleşmesine yardımcı olmalıdır. Bireyin özgürleşmesi ise onun, bir bütün olarak toplumun özgürleşme mücadelesinin dinamiği olarak kendini var etmesini sağlar. Özgür bir eğitim ise ne sermayenin ne de devletin tahkkümünde ancak özgür bir toplumda bilimin evrensel yasaları ışığında gerçeklik kazanabilir. Bugün üniversitelerde yürütülecek parasız eğitim mücadelesi üniversitelerde sermayenin içselleşmiş varlığının yarattığı piyasa ortamına karşı yürütülecek bir mücadeleyi ifade eder ve aslında paranın tüm tahakkümünü reddeden bir mücadeledir.
Güncel çatışmalar düşünüldüğünde demokratik üniversite mücadelesinin bir diğer talebi de anadilde eğitim talebidir. İnsanın kendi anadili ile düşündüğü ve ürettiği göz önüne alındığında üniversitelerde özgürce düşünüp tartışılabilmesi ve bilimsel üretim süreçlerinin kesintiye uğramadan sağlıklı işlemesi için eğitimin anadilde verilmesinin bir zorunluluk olduğu görülmektedir. Anadilde eğitim talebi kapsamı içinde geçtiğimiz dönem üniversite mücadelesinin ana gündemlerinden birini Kürtçe seçmeli ders istemi etrafinda örülen Kürtçe eğitim kampanyası oluşturdu. Bir halkın kendi anadilini kullanma isteği özelinde üniversitelilerin özgür düşünmek ve üretmek için üniversitelerinde anadillerinde ders almak istemeleri gibi demokratik bir hak talebinin karşısına devlet ve üniversite yönetimleri, soruşturmalarla, gözaltılarla, tutuklamalarla, yurt ve ev baskınlarıyla çıktı. Söz yetki karar hakkı talebi değil yalnızca demokratik bir hak talebinin böylesi bir şiddetle karşılanması üniversitelerde ki yönetim işleyişinin nasıl dışardan ve egemen politikalar eşliğinde yönlendirildiğini açıklıkla göz önüne serdi.
Üniversitelerde Özgür Bir Ortam ve Söz Yetki Karar Hakkı
Sermayenin üniversitelerde bir güç haline gelmesi ve üniversite içinde kendi disiplinlerini işletmeye başlaması üniversitedeki yönetim anlayışında değişimlere yol açıyor. YÖK zihniyetiyle faşizmin temsilciliğini yapan üniversite yönetimleri, yerlerini piyasanin ilkeleriyle hareket eden sevimsiz liberallere(!), sermayenin temsilcilerine bırakmaya başlıyor. Üniversitenin yaşadığı geçiş sürecini az hasarlı atlatmaya çalışan üniversite yönetimleri bunun yolunu üniversite üzerinde denetim, kontrol ve disiplini yaygınlaştırmakta buluyor. Üniversite yönetimlerinin yardımına bugünün denetim gözetim toplumunun araçları yetişiyor. Artık üniversite yönetimleri, turnikeler, kameralar, smart kartlarla sürekli denetlediği üniversitelileri, yaşamlarını parçalayarak, dersler, ödevler, sınavlar arasındaki koşusturmacada üniversiteli kimliğine yabancılaştırarak, bilimle ve gerçekle kurduğu ilişkiyi zayıflatarak kontrol altına alıyor. Bunlarla beraber eskimeyen araçları üniversite içi polis terörünü ve soruşturmaları üniversite muhalefetini engellemek için sürekli gündemde tutuyor. Bu yöntemli saldırılarla üniversitede geçireceği kısıtlı zaman not barajlarına takılmadan, çan eğrilerinde arkadaşlarının altında kalmadan, yönetimle başını derde sokmadan geçireceği sanal bir ders geçme maratonuna çevrilen, kendini üniversitenin bir parçası olarak değil üniversitenin gelip geçici ve dışsal bir unsuru olarak gören üniversite öğrencilerinin kendi akademik demokratik hakları için bile üniversitedeki söz yetki karar aşamalarına katılım kanallarını zorlamaması sağlanmış oluyor. Üniversite yönetimi bu sürece uygun olarak içinde taşıdığı otoriterleşme eğilimini öğrencilerin etkinliklerine, kol klüp faaliyetlerine bile taşıyor ve özgürleştirici ve sorgulayıcı bir dinamik gördüğü her alana müdahale etmekte gecikmiyor. Bundan dolayı Mühendisliğe Hazırlık kulübü ya da İşletme kulübü gibi öğrencileri piyasa koşullarına hazırlayan kulüplerin etkinliklerine destek olurken, üniversitelilerde özgürleştirici bir potansiyel yaratabilecek olanların kültürel, sanatsal faaliyetlerini engelliyor, hatta daha ileri gidip üniversitelilerin kendi çabalarıyla düzenledikleri etkinliklere polisi saldırtıyor, katılan öğrencilere soruşturma açıyor. Üniversitede baskılar elbette ki sadece üniversite öğrencilerine yönelik değil. Üniversite yönetimi işveren edası içinde bir yandan çalışanlara karşı örgütsüzleştirme, taşeronlaştırma saldırılarını yürütürken bir yandan da çalışma koşullarını zorlaştırarak, üniversite içi sürgünler, cezalar ve disiplin yönetmeliğinin keyfi uygulamalarıyla üniversite emekçilerinin ve bilimcilerinin üzerinde büyüyen bir baskı politikası güdüyor. Üniversite bileşenleri kendilerini ilgilendiren konularda bile söz ve karar hakkından mahrum bırakılırken meşru örgütlülükleri görmezden geliniyor ve en temel sosyal, sendikal hakları tanınmıyor. Üniversitede varolma amaçlarına uygun olarak bilimsel çalışma yapmak isteyen bilimcilerin, projelerini onaylatmak, destek almak ve üniversitede varlıklarını korumak için rektör ve kafadarlarından oluşan yönetimin ağalık düzeninde bir yer tutturmalari gerekiyor. Bunun yolu ise kendinden istenenlere bilim etiğine ters düşse bile onay vermekten geçiyor, yani onursuzlaştırma saldırısına boyun eğmekten. Üniversitede yönetim bu şekilde işlerken elbette ne üniversitenin özerkliğinden ne de demokratikliğinden söz edilemez. Üniversitenin öznel konumundan kaynaklı yönetim anlayışı bildik anlamda hiyerarşik yönetme -yönetilme ilişkisi içinde tarif edilemez. Üniversitede demokratik bir işleyişin oturtulabilmesi için olmazsa olmaz şart demokratik katılımcı bir yönetim anlayışının oluşturulmasıdır. Bu ise ancak üniversite bileşenlerinin söz, yetki ve karar hakkına sahip olmak, karar alma aşamalarına ve kararların uygulanışına kollektif bir biçimde katılmak için mücadele etmeleri ile mümkündür.
Demokratik Üniversite Mücadelesinin Güncel Biçimleri
Demokratik üniversite talebi, bir bütün olarak yakın tarih öğrenci hareketinin tüm taleplerini içinde toplamış, üniversite mücadelesinin ana gücünü oluşturmuştur. Ancak hareket ve değişim yasalarına uygun olarak, kapitalist sistem üniversiteleri, içlerinde sistemin barındırdığı 'sürekli ve çözülmez' çelişkileri taşırken, belli dönemler bu çelişkilerin öncelik sıralarının üniversite mücadelesi açısından değişmesi ve üniversite alanında bu temel çelişkilerin öğeleri arasındaki çatışmaların farklılaşarak şiddetlenmesi, demokratik üniversite taleplerinin yeniden ve yeniden üretilmesini ve mücadelenin bu çelişkiler üzerinden güncellenerek sürdürülmesini zorunlu kılıyor. Bugün sermayenin üniversite alanında egemenlik ve sömürü ilişkilerini yeniden üretmesi, bir bütün olarak üniversitedeki denetim mekanizmalarını yeniden işlevlendirerek kendine bağlaması ve emek-sermaye çelişkisinin üniversitenin temel çelişkilerinden biri haline gelmesi demokratik üniversite mücadelesinin eksenlerinden birinin de sermaye karşıtlığı üzerinde kurulmasını gerekli kılıyor. Ancak sermaye üniversitelerde her geçen gün daha çok içselleşirken, üniversiteli güçlerde hala bu duruma karşı refleks bir karşı çıkışın dahi gerçekleşmediği görülüyor. Bu toplumsal muhalefetin ve ülkenin içinde bulunduğu güncel durumla ilgili olmakla beraber, sermayenin üniversiteye yerleşme biçimiyle de ilgilidir. Sermayenin saldırısını üniversitede içselleşerek ve üniversitenin varlığına hücre hücre kendi kültürünü ve ideolojisi yayarak yürütmesi ideolojik mücadele alanını bulanıklaştırıyor. Üniversiteli güçler tarafından sermayenin ve onun üniversitede içselleşen tahakküm düzeninin üniversiteye yabancılığının bilince çıkarılamaması ve dışlanmaması ise üniversiteli güçlerin muhalefet kanallarına akmamasının temel nedenlerinden birini oluşturuyor. Bundandır ki, faşizmi üniversite dışı bir olgu olarak tanımlayıp karşısında cisimleşen saldırıya karşı mücadelede militanlaşan üniversiteli gençlik, sermayenin saldırılarına karşı aynı militanlıkla mücadeleye katılmıyor. Bugün üniversiteli güçlerin demokratik üniversite mücadelesinde aşması gereken temel sorunlardan biri sermaye karşıtlığının bilince çıkarılması ve sermaye karşıtı bir mücadele sürecinin yaratılması sorunudur. Sermaye karşıtlığının üniversitelerde hakim görüş haline gelebilmesi için öncelikle üniversitelilerin düşünsel olarak ikna olmaları gerekmektedir. Bu ikna oluş sürecinde ise üniversiter alana daha rahat girebilmek için karşısına engel olarak çıkan, üniversite içinde hareket serbestisini kısıtlayan kurum, kişi, yönetim, ve eğitim anlayışlarına karşı üniversiter muhalefetin taleplerini kendi niyetlerinin kalkanı olarak kullanan sermayenin gerçek yüzü açığa çıkarılmalıdır. Burjuvazinin tarihsel taktiğine uygun olarak kitle tabanı yaratmak için sermaye üniversitenin demokratikleşmesi tartışmasıyla yaptığı gibi dönem dönem hak ve özgürlükleri gündeme sokuyor ve bunları içlerini boşaltarak kendi meşruluğunu sağlamak için kullanıyor. Tüm bu bilinç bulanıklıklarının ortasında özgürlük ve demokrasi kavramlarının tartışılma biçimi doğal olarak sınıflar mücadelesinin hangi tarafından konuya bakıldığına göre değişiyor. Elbetteki üniversitelilerin demokratik üniversite talebi burjuva üniversitelerinin 'demokratikleşmesi' talebi değildir. Aksine üniversiteliler şimdiki üniversite sisteminin karşısında alternatif bir üniversite yaratma mücadelesi vermektedirler.
Bugün üniversitelerden yükselen hoşnutsuzluklar, memnuniyetsizlikler henüz bilince çıkmamış sermaye karşıtlığının, hedefini bulmamış dışa vurumlarıdır. Sorun sermayenin üniversiter alana fiilen girerek ideolojik, politik, kültürel anlamda etkisiz ve kimliksiz kılmaya çalıştığı üniversiteli güçlerde kapitalist sistem içi tepkiler halinde kendini açığa vuran bu ilkel hareketlenmelerin demokratik üniversite talepleri etrafında birleştirilmesi ve demokratik üniversite mücadelesine aktarılması sorunudur. Sermayenin üniversiteye yönelen saldırılarını yoğunlaştırması yeni dönem demokratik üniversite mücadelesinin sermaye karşıtlığı üzerinden yükseltilmesi yönünden demokratik üniversite mücadelesinin öznelerinin önündeki olanakları genişletmektedir. Üniversiteliler bugün de tarihte olduğu gibi demokrasi, örgütlenme ve mücadele anlayışları ile kendini yenileyecek, ortak inancı ve kollektif iradesiyle yenilenen saldırı biçimlerine karşı yeni hareket etme biçimleri oluşturacak, bu süreçten demokratik üniversite mücadelesini yükselterek çıkacak güce ve kararlılığa sahiptir.
(1) Pier Jalee, “Kapitalizm Nasıl İşler”, Belge Yayınları, Mayıs 1995
DEVRİMCİ GENÇLİK PRATİKLERİ
DEVRİMİN GÜNCELLİĞİ
Devrimin, “Metafizik” Bir Kavram Olarak Yozlaşması
Kavramsal tükeniş, sadece kavramların içinin boşalmasıyla değil, onların saf değiştirmesiyle de olur. Bugün diyalektikten metafiziğe iltica eden devrim kavramı, her mültecinin başına gelen yozlaşma sürecinde adeta sürgün dolaşmaktadır. Birbirine zıt iki kavram, metafizik ve devrim, 21.yüzyılla simgelenen tarihsel bir eşikte, kaderin bir cilvesi ki, yan yana düşüverdiler. Kendi özgücü dışındaki başka güçlere bel bağlama anlayışı olarak gündeme gelen metafizik devrim anlayışı, dikkatleri hep somut sürükleyici çatışmanın dışına doğru çekmektedir. Devrimi, hep başka güçlerin eseri olarak, ertelenen belirsiz bir gelecekte arayan bu anlayış, somut çatışma kavramları yerine, “kriz”, “geçiş süreci”, “uzlaşma” ve “hazırlık” gibi belirsizliği artıran kavramlara başvurmaktadır. Üstelik, belki başka bağlamlarda çok değerli olan bu kavramlar da, stratejik boşlukları doldurmak için olur olmaz kullanıldığında, boşalma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır.
Sürgünde mecburi yoldaşlığın ne kadar süreceği bilinmez; ancak, devrimci gençlik, asla söz konusu tarihsel eşiğin kapısında fırsat bekleyen efsanevi bir “eşik bekçisi” değildir.
Devrimci Gençlik Hiçbir Zaman “Eşik Bekçisi” Değildir
Devrimin metafizik yorumu, bütünsel devrim sürecini keyfi biçimde bölerek “tarihsel bir simge anı”nı ön plana çıkarmakta ve hareket sürecini (aslında emek sürecini) arka plana itmektedir. Tıpkı işçinin kendi emeğine yabancılaşması ve metalara boyun eğmesi gibi, devrimciler de devrimci hareket sürecine yabancılaşmakta ve “o büyük tarihsel anı” fetişleştirmektedir. 1789 Bastille, 1917 Kışlık Saray, hatta mayıs 1968, zikredilen kimi ünlü gençlik kuşakları ve hatta DEV-GENÇ bile fetişleştirmenin akıbetine uğramaktadır.
Oysa devrimin diyalektik yorumu, “hareket” ve “tarihsel an” ikileminin bütünleştirici bir devrim stratejisinde aşılmasını önerir. Devrim, toplumda mayalanmış güçlerin devrimci hareketlerce hızlandırılmasıyla görünür bir devrim haline gelmeye başlar. Bu süreç tamamlandığında, tarihsel olarak devrim adını alır. Oysa, bu tarihsel tamamlanma anı, sadece “devrimin efsanesidir”. Devrim tarihi söz konusu olunca, donmuş, sabit, kesin anlar yoktur. Bu anlar, olaylar durulup tarih olduktan sonra efsanevi biçimde (hep haksız ve yanlış değil) öne çıkarılmaktadır.
Kaldı ki, sözgelimi, böyle tarihsel eşikler gereğinden fazla işe yarar olsa bile, hiç kimse sizi elinizden tutup eşiğin karşı tarafına geçirmiyor. Tarihin hiçbir anında hiçbir ülkede devrimci gençlik hareketleri “büyük an”ların hareketi olmamıştır. Her şeyden önce, böyle stratejik bir hesaplılık, onun isyankar tezcanlılığına ve idealist karakterine uymaz. Dahası, devrimci gençlik hareketleri, bir toplumsal düzeni yadsıyan (reddeden) gençliğin, özgürleştirci bir yaşam tarzında bütünleşmesinin hareketidir. Özgürlüğün, somut sürükleyici çatışmanın örgütlenmesinden geçtiğinin bilinciyle, devrimci gençlik, devrimi, diyalektik bir bütünsellik içinde ele almaktadır. 21.yüzyılın önüne konulan “eşik”, 20.yüzyılın (aslında toplumsal devrimin) suratına çarpılan kapıdır. Saat zamanıyla ölçülebilen (kronolojik olarak) bir yüzyılı bitirmek kolay olabilir; ancak, devrimin saati kendine özgü bir ritmle devinir ve toplumsal devrim, “saf süreklilikleri ve radikal kopuşlarıyla” bir bütünlük içinde belirir ve özgürlük, devrimin güncelliği içinde kesintisiz olarak gerçekleşir. İşte devrimci gençlik hareketi, bir ülke gençliğinin, devrimin güncelliği içinde sürekli devrimci biçimde var oluş imkanıdır.
Sürekli devinim halinde olan gençlik kitleleri, sabit formüllere hapsedilerek kavranamaz. Farklı tarihsel kesitlerdeki somut gençlik hareketlerini, özellikle konjonktürel (topludurumsal) niteliğini temel alan değerlendirmeler yanıltıcı olabilir. O taktirde, sadece belli davranış biçimleri, sloganlar ve örgütler öne çıkmaktadır. Bu özellikler itibarıyla “gençlik kuşakları” hep birbirlerini eleştirmektedir. Bu kuşaklar arası gerilim (çatışma), devrimci gençlik hareketinin tarihsel birikiminin devrimci bir hareket olarak örgütlenmesini zorlaştıracak şekilde bölücüdür. Üstelik, gençlik hareketinin devrimci özünü oluşturan karakteri gözardı etmektedir.
Devrimci Gençliğin En Büyük Gücü Yadsıma (Reddetme) Gücüdür
Yadsımak, basitçe reddetmek değil; devrimci bir çatışma içinde, devrimin, mevcut düzeni ve yeninin, eskiyi yadsıyarak aşmasıdır. Yadsıma süreçlerinin mutlaka askeri bir zaferle sonuçlanması gerekmez. Önemli olan, en geniş anlamıyla, devrimci güçlerin olgunlaşmasıdır. Nasılsa, askeri zafer er geç gelecektir. Devrimci gençlik hareketlerini ve kuşaklarını suçlayan bakış açıları, belki de işin sonuç kısmıyla fazla ilgili olduklarından, somut başarısızlık durumlarında, çoğunlukla, deyimin en halis anlamında, gerici tavırlar takınmaktadırlar. Öyle ki, gençlik, adeta, devrim yapmamış olmasından ya da özgürleşmemiş olmasından dolayı suçlanmaktadır. Oysa gençlik hareketlerinin altın çağlarında, halkın desteğini almamış gençlik hareketi yok gibidir. Nasıl oluyor da işler tersine dönüyor, destek kösteğe dönüşüyor?
Gençliğin, devrimci bir güç olarak, politik ikitidarlarda yarattığı rahatsızlık, egemen iktidar felsefelerinin en klasiklerinden beri aslında özü itibarıyla hiç değişmemiştir. “Yenilikler yavaş yavaş yerleşir ve sessizce ahlaki değerlere ve uğraşlara da el atarlar; buralardan yola çıkarak insanlarla ilişki kurar ve bu ilişkilerden devletin kurumlarına ve yasalarına sızarlar Sokrates, sonra da büyük bir küstahlıkla kişisel ve kamusal alanda her şeyi yerle bir ederler.” (Platon, Devlet) Bu hiç de yabanıcısı olmadığımız yaklaşım, 68, 78, 80 ve 90 gençlik kuşakları için de aşağı yukarı benzer biçimlerde söylenmiştir. Bu kuşaklar, kimi zaman kültürel olarak, kılık kıyafet ve dilleri nedeniyle; kimi zaman toplumsal olarak, statüko kırıcı davranış tarzları nedeniyle; kimi zaman politik olarak, sömürgeciliğe, emperyalizme, faşizme, kapitalizme karşı mücadele etmeleri nedeniyle, kimi zaman da ahlaki olarak, ayrımcılığa, otoriteye ve hatta paranın diktatörlüğüne karşı isyan etmeleri nedeniyle yargılandılar; “şiddete taparlık”, “geri”, “muhafazakar”, “ortodoks”, “asi” ve “küt” olmakla suçlandılar.
Devrimci gençlik, hiçbir zaman, somut karşı çıktığı konudaki net, başarılı tutumundan kaynaklı güç toplamadı; tersine, bu konularda pek çok başarısızlık anılabilir. Gençliği özgür kılan, onun yadsıma gücüdür. 68’in ünlü 6.Filo’su salt bir protestoyu temsil etmiyordu. 78’in ünlü öğrenci boykotları, sadece eğitimi kıran bir şey miydi!? 80’lerin polise işgaline karşı militan direnişler, üniversitedeki polis allerjisi miydi!? Hele hele 90’larda paralı eğitime karşı militan protestolar, yoksulluktan doğan ekonomik patlamalar mıydı!? Somut tarihsel koşullardaki, yüzeysel davranışları nedenleriyle gençliği yargılamak ve yenildiği için yenenlerin bütün karalamalarının etkisi altında kalarak öfkeyle yargılamak haksızlık sayılmaz mı?!
Neden, hiç, gençliği düzen dışı ve düzen karşıtı bir konuma getiren yadsıma gücü taktir edilmez? Adeta, devrimci olmaya çalışmak ve başarısız olarak yenilmek mahkum edilmektedir. Neden, somut çatışmada etkili olabilmek için mücedele etmek, sırf kendi başına taktir edilen bir konu olmaz?
68 ruhu, kılık kıyafet ve dilden başka bir şeydir. Devrimci gençliğe göre, tıpkı devrimci hareketler gibi, ebiseler de “zaman dışı olmalı.” İnsanın son derece aleni bir biçimde üzerinde taşıdığı giysiler, dönemin ruhunun çok önemli bir göstergesi ve topluma uyum sağlama konusundaki itaati ortaya koyan birer araçtır. Modanın ve marjinal hareketin dar ikileminin dışında devrimci bir bağlamda değerlendirme yapmak mümkündür. Moda ya da marjinallik, aslında, birbirinden farklı çok sayıda toplumsal davranış biçimini kapsamaktadır. Eğer içine gömüldüğü yabancılaşma ve yozlaşma çemberi kırılabilirse, bunlar mükemmel bir bütünleşme aracıdır. Kimi şeylerin in ya da out olaması, ancak onların bütünleştirme gücüyle açıklanabilir. Bu, saç modelleriyle ya da gömlek yakalarıyla ilgili bir sorun değildir. Bütünleşme, özünde bir tür politikleşmedir. “Yoldan çıkan bu gençler”, toplumsal düzene meydan okuyan, “zamana bağlı oldukları halde zaman dışı kalan” bir gençlik hareketinin somut tarihsel simgeleridir. Bu uzun saçlı gençlerle karşı karşıya gelmekten korkan egemenler, korkmakta haklıydılar: “Dışlanmaktan korkmayanlar düzeni yıkabilirler.”
Görünürde, bir halkın donmuş hareket tarzı karşısında “çizgi dışı” olmak, özgürlüğün hareket noktasıdır. Ancak, daha derin analizde, donmuş görünen kitle hareketi, bizzat “çizgi dışı” denilen isyanın hazırlayıcısı ve yuvasıdır.
Metafizik devrim anlayışı, hep somut kitle hareketini aşırı öne çıkarır. Somut kitle (etkili kitle), kısa bir süre içinde bir araya gelen ve sanki tek bir beden gibi hareket eden bir kitledir. İnsanın kolektif davranışının en görünür en cisimsel biçimidir. İnsanlar saldırı ve direnişin verdiği o yabancı heyecanla “düzen dışı” hareket ederler. Yeni değerlerle harekete geçen bu tür kitle gösterileri zamana bağlıdır. Burada örtük kitlelerin ağırkanlı dönüşüm sürecini hızlandıran güçler işbaşındadır; burada, kamuda tehlike altına girilmeden savunulacak bu yeni düzenin kurulmasına müthiş bie ivme kazandıran kitle, tek bir yumruğa dönüşmüş insanlar işbaşındadır. Bu nedenle, zamana bağlı somut kitle, yani ortaklığı güncel düşüncelerle kurulan kitle, devrim dönemlerinin tipik bir olgusudur. Bireyin somut kitledeki durumu örtük kitledekinden bir hayli farklıdır. Birey normalde neyi açıkça ifade etmesi gerkitiğini ya da ifade edebieceğini özenle ölçüp biçerken, harekete geçmiş bir kalabalıkta buna hiç gerek duymaz. Devrim öncesi huzursuzlukları önceden tahmin edebilmek amacıyla bu tür gerilimleri sistematik ölçmek için iktidar araçları üretilmektedir. Burada toplumun düşünüş biçimi (belli konularda nasıl düşündüğü) ve beklentileri araştırılır. İkisi arasındaki uçurum büyükse, kurulu düzen için tehlike çanları çalıyor demektir.
Oysa, soyut kitlede (“örtük kitle), ortak duygu ve düşüncelere dayanan bir beraberlik söz konusudur; ama bu kitlenin bir araya gelmesi gerekmez. Somut kitle oluşumu için uygun koşulları hazırlarlar. Görünür hareketlerden önce de soyut kitle hep hareket halindedir. Örneğin, yüksek enflasyondan yabancıları sorumlu tutanların sayıları bilinmeyen, örgütlenmemiş yabancı düşmanı kitlelerin gizli ortaklığı ırkçılığın mayalandığı ana kaynaktır. Soyut, örtük ve somut, etkili kitlelerin hepsi farklı yasalara göre oluşur. Bu arada, gömlek değiştirir gibi kanaat değiştiren karasız kalabalıklar da vardır ki, bu örgütsüzlükle ilgili bir sorundur. Kalabalıklar örgütlü bir kitleyse, rolü daha belirgin hale gelir. (“Kitle” tartışmasında yararlanılan kaynak: E.N.Neumann, Kamuoyu)
Köklü bir toplumsal arka plan olmadan hiçbir devrim gerçekleşemez. Devrimci gençlik hareketine yönelik halkın desteği, devrimin güncelliğini oluşturmaktadır. Başta proletarya olmak üzere tüm ezilen halk kitleleri, özellikle mayalanma dönemlerinde, çıkarları gereği, devrimci hareketle “toplumsal sözleşme” arasında salınırlar. Bunda yadırganacak bir durum yoktur; sadece devrimin çelişkili karakterinin somut çatışmalardaki özgül biçimlenmesidir. Burada, dikkat çekilmesi gereken asıl sorun, devrimci gençlik hareketinin stratejik yetersizliğidir.
Birleştirici, Ama Bütünleştirici Değil; Eleştirel, Ama Kurucu Değil
Devrimci gençlik hareketleri, kurucu ve bütünleştirci nitelikleri güçlendiği ölçüde mükemmel biçimlere ulaşabilirler. 60’ların DEV-GENÇ’i ve 70’lerin ÖTK’sı bu bakımdan son derece başarılı performas sergilemişlerdir. Bu deneyimler, bırakınız üniversite sınırlarını, Türkiye’nin gidişatında doğrudan ve dolaylı etkiler doğuran birikimkler yaratmıştır. Eş şiddette olmasa bile, benzer bir esinle hareket eden 90’ların Koordinasyon’u da olumlu bir performans sergilemiştir.
90’lı yılların gençlik hareketinin çıkış noktasında, “yeni(neo)reformizmin eleştirisi ve yeni (neo) liberalizmin eleştirisi” bulunmaktadır. Henüz düzeni bütünsel olarak yadsıyacak ve özgürleştirici bir toplumsal projenin kuruculuğunu yapacak bir olgunluğa sahip olmayan bu hareket, belki sadece eleştirel düzeyde kaldı. Elbette eleştiri yadsımanın başlangıcıdır; ancak zaten bu yıllarda ortaya çıkan gençlik hareketi de bizzat yadsıdığı güçlerin kimi terörist, kimi “bölücü” saldırıları nedeniyle etkisizleşti. Koordinasyon’un, “paranın kullanım biçimine itirazı” aslında paranın temsil ettiği “yeni” kapitalist ilişkilerin bir reddiyesiydi. Koordinasyon, on yıllardır faşist terörden bunalan halk kitleleri; değişik türden düzen muhalifleri açısından bir direnç noktasıydı.
Dahası, tarihsel bir yenilginin şaşkınlığını henüz üzerinden atamamış ve bütün ezberleri yeni liberalizm ve faşist devlet terörü tarafından bozulan sol gençlik kitleleri açısından Koordinasyon bir ferahlama aralığı yaratmıştır. Ne yazık ki, bu yıllarda solun ana gelişim rotası ve ekseni yeni reformist hareket olmuştur. Hala devam eden yeni reformizm sürecinin temelinde birbirinin içine geçen çok sayıda katman bulunmaktadır. En köklü katman geleneksel reformist harekettir. Klasik şekliyle, parlamenter yolla devrime ulaşma çigisi izleyen reformist hareket, en kaba ifadesiyle devrimin düzene eklemlenmesi anlamına geliyordu. Geleneksel sosyal demokrat hareketlerden komünist/sosyalist partiler tarafından temsil edilen bu hareket, son yıllarda son derece esnek bir kapasiteye ve geniş bir kapsama ulaşmıştır. Sendikal hareketin tek tipleştirilmesi (ve birleştirilmesi) operasyonlarından, sivil toplum kuruluşlarının (STK) politik iktidarın uzantısı olarak ezilenlerin denetlenmesi misyonuna yönlendirilmesi; yeni parti arayışları ve yeni oluşumlara yönelinmesi ve son olarak da eski devrimci hareketlerin düzen saflarına katılmasıyla bir hayli karmaşık bir reformist akım meydana gelmektedir. İşte böyle bir etkisizleşme ve tutulma ortamında, bütün ezberleri bozan devrimci gençlik, hem militan hem kitlesel, hem açık hem “yasa dışı”, kurumsal ama sürekli devinen, örgütlü ama bürokrasiden uzak görünümüyle düzene yöneltilmiş devrimci bir eleştiri ve sola yöneltilmiş devrimci bir özeleştiridir. Ne var ki, Koordinasyon, birlik ve eleştiri sınırlarında kaldı. Belki bu anlamda, Koordinasyon, devrimci bir hareketle (bütünsel bir hareket ya da hatta devrimci bir işçi hareketi ya da herhangi bir devrimci hareket...) buluşamadığından fazla “romantik” ve “yerel” kaldı. Parçalanan kitlelerin tepkisel birliğini ve farklı türden hoşnutsuzların ortak eleştirisini örgütlemeyi başaran Koordinasyon, bütünsellik ve kuruculuk eşiğini aşamadı.
Öte yandan, birlik ve eleştirinin “dar” sınırları; ve ayrıca, devrimci gençliğin tarihin farklı dönemlerine özgü “sınırlı somut” yadsıma biçimleri, bir “zafer ve yenilgi” ikilemi dışında düşünülürse, devrimin güncelliğini temsil eden ve onun güvencesi olarak devrim tarihine yazılan devrimci gençlik pratikleridir.
Dostları ilə paylaş: |