Yazı gençLİĞİn devriMCİ eylemi duyarliliğIN eylemiDİR • Manşet ÜNİversiteniN VE YOKSULLARIn devriMCİ eyleminde ön saflara!


HESAPLANAMAYAN BİŞEY VAR: YOKSULLUK



Yüklə 311,32 Kb.
səhifə4/7
tarix18.01.2018
ölçüsü311,32 Kb.
#38794
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7

HESAPLANAMAYAN BİŞEY VAR: YOKSULLUK
Neo-liberalizm krizini sömürge topraklarından doyururken egemenlerin dilinde “az gelişmiş ülkeler” olarak adlandırılan bu topraklar yoksulluğun memleketi olmaya devam ediyor. Dünya emperyalist sistemine uyum sürecinde emekleyerek ilerleyen Türkiye egemenleri son icraatını 11 Eylül sonrası patlak verebilecek ciddi bir krizi şimdilik aşmak adına yeni sömürü programlarının altına imza atarak yaptı. 18. Stand-by ve onun gereklerini yerine getirecek şekilde oluşturulan 2002 yılı bütçesi dışa bağımlılığın ve ekonomik iflasın programı olarak hazırlandı. Kamu hizmetlerinde daha çok küçülme, tasfiye ve kesintiler, sosyal ödemelerin kaldırılması, yeni vergiler ve daha bir çok yapısal dönüşümü içeren yeni stand-by, yoksulluk, işsizlik ve sefaletin üç yıllık belgesi niteliğinde.

Emperyalizmin en önemli sömürgeleştirme araçlarından birisi olan stand-by anlaşmaları, IMF kaynaklarının ciddi bir parasal ya da mali kriz yaşayan ülkelerde belirli koşullar karşılığında kullandırılması anlamına geliyor. Ancak stand-by anlaşmaları, ekonomisi IMF’ye teslim edilen ülkelerin ağır kriz koşulları altında daha köklü bağımlılık ve daha ağır borçluluk ilişkileri altına sokulmasıyla sonuçlanıyor. 1953’den bu yana 767 adet stand-by anlaşması yapan IMF’nin, reçetelerinin uygulandığı 89 ülkeden 48’i kişi başına düşen zenginlik açısından bir ilerleme kaydetmedi. Nihayetinde IMF programlarının uygulandığı her ülkede benzer krizler çıktığı için her krizin ardından yeni borçlar ve şartlar içeren niyet mektupları devreye sokuldu. Sonuç; “az gelişmiş ülkelerin” krizinden yeni borçlandırmalar ve yaptırımlarla emperyalistlere aktarılan kaynaklar. Geçen yıl kasım ayında patlak veren ilk ciddi krizin ardından devreye sokulan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ve 7,5 milyar dolarlık ek kredi anlaşması bunun en tipik örneklerinden birini oluşturuyor.

18. Stand-by anlaşmasının koşullarının görüşüldüğü bugünlerde de benzer bir senaryoya tanık oluyoruz. Kasım ve şubat krizlerinden sonra sabit kurdan vazgeçen ve dalgalı kurla ihracata bağlı bir döviz girdisi hedefleyen “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” 11 Eylül’le beraber olası bir krizin eşiğine geldi. Türkiye egemenleri, çıkması kaçınılmaz olan bu krizi ört bas etmeyi “teröre karşı mücadele” adı altında ABD’nin Orta Asya üzerindeki egemenlik kavgasına ortak olarak başardı. Savaşa katılma karşılığında alınan 3 milyar dolarlık kredi ve ardından niyet mektuplarıyla gelen yeni yaptırımlar. Her krizde olduğu gibi bu sefer de IMF’nin krizden çıkış reçetesi yeni borçlar. 10 milyar dolarlık borç yükünü beraberinde getiren yeni stand-by anlaşmasını, öncekilerden daha farklı kılan yanları var. Bunlardan birincisi, verilen kredi karşılığında ekonomik açıdan çok daha sıkı bir para politikası önermesi ve bunun borç yükünü arttırması bir yana, toplumsal açıdan büyük bir yıkıma neden olacağı gerçeği. Stand-by’ın ikinci önemli yanı ise politik bağımlılık ilişkilerini derinleştiriyor olması. IMF bu defa oldukça kritik bir dönemde verdiği krediye karşılık “şartlılık” ilkesine dayanarak programın harfiyen uygulanmasını istiyor. Daha önceki stand-by’larda, verilen paraların kullanımında ortaya çıkan açıklar, zaten üretime dayanmayan sistemi ciddi krizlere sokarken bu defa Türkiye egemenlerinden kaynaklanabilecek her türlü aksaklığa karşı tedbir alınıyor. Bankacılık sisteminin yapılandırılmasından, vergi sisteminde reforma, kamudaki fazla personelin atılmasına, özelleştirmelerin canlandırılmasına, özel sektörün ekonomideki rolünün arttırılmasına, tarım ve telekomünikasyon alanlarında düzen değişikliğine, hukuk reformuna, bakanlık sayısının azaltılmasına, petrolden, tütüne, şekere, telekoma, her şeye yapılacak zamlara kadar bir dizi yapısal dönüşüm stand-by’ın koşulları arasında. Bu düzenlemelerle hükümet içindeki uyumsuzluklardan kaynaklanan krizlerin ve rantiye sınıfının cebine girecek kaynağın önüne geçmek hedefleniyor. Bu dönem Türkiye’ye bölgede biçilen misyondan kaynaklı iktidarda her hangi bir istikrarsızlık hali olmasını dahi göze alamayan egemenler yönetime direkt el koyarak programlarını uygulamaya çalışıyor. IMF’nin yaptırımlarının sonucuysa çok açık; kamusal alanın tasfiyesi, işten çıkarmalar, özelleştirmeler, zamlar, yeni vergiler yani işsizlik, yoksulluk.

2002 Yılı Bütçesi; İflasın Bütçesidir

18. stand-by’ın gereklerine uygun olarak hazırlanan 2002 yılı bütçesi, faiz ödemelerine odaklanmış ve tamamen halktan alınacak vergiler üzerine kurulmuş bir bütçe. 2002’de toplanması planlanan 57,9 katrilyonluk verginin %90’ı halkın cebinden çıkacak. Bütçeden faiz ve silahlanmaya ayrılan payla 526 adet tam teşekküllü hastane, 200 bin derslikli okul yaptırılabilir. Eğitime ayrılan paysa 7,4 katrilyon lira. Geçen sene Yüksek Öğretime ayrılan paydan yakınan rektörlere çare olarak devlet, bu sene bütçeden eğitme daha çok ödenek ayırmadı ama harçları yüzlerce dolar yapacak yasa tasarısını meclis gündemine soktu. Devletin tasarruf tedbirleri arasında 250 bin kamu personelinin işten çıkarılması ya da zorla emekli edilmesi, ücretsiz izinler, gerçekleşmesi imkansız enflasyon rakamlarına göre belirlenmiş maaşlar, taneyle ilaç uygulaması gibi birçok sosyal hizmete kısıtlamalar var. Tüm bunlar zaten tasfiye edilmeye çalışılan kamusal alanda hızlı bir paralılaştırma sürecinin yaşanacağını gösteriyor. Önceleri sosyal devlet düzenlemeleriyle yoksullaşan toplumun ihtiyaçlarını bir parça olsun karşılayan egemenler, artık bunu bile yapmıyorlar. IMF programlarının getirileri ve devlet içindeki yolsuzluklarla tükenen kaynaklar, bugün dünya egemenlerine olan borçların faizlerini ödemeye dahi yetmiyor. Bunun gerçek anlamıysa mevcut krizin derinliği nedeniyle taneyle ilaç satacak kadar zor durumda olan egemenlerin kendi günahlarının yükünü halkların üstüne atmaları. Bütçede halkın yaşamını kolaylaştıracak her türlü harcama kısıtlanırken savunma alanına personel alımında sınır konulmuyor, savunma harcamalarına 20 katrilyon lira ayrılıyor ve Emniyet Müdürlüğünün bütçesi %107 arttırılıyor. Görünen o ki, Arjantin örneğini de göz önüne alarak, 2002 yılı bütçesinde yer alan tasarruf tedbirlerinin ve bütçe ödeneklerinin ülkedeki yoksullar ordusuna milyonlarca insan daha ekleyeceğinin farkında olan egemenler, faşist devlet aygıtını güçlendirerek bu kitleyi kontrol altına almayı amaçlıyor. Aslında yoksulluk hazırlanan programın sonucu değil hedefi. IMF istatistiklerinde de işsizlik ve yoksulluk “olumlu” bir şeymiş gibi yansıtılıyor çünkü iş gücü maliyetlerinin düşüşü emeğin pazarlık gücünü azaltıyor. Stand-by’ın koşullarına göre hazırlanan bu bütçe, iktisadi açıdan da içinde bir sürü tutarsızlığı barındırıyor. Örneğin; tüketime dayalı bir bütçe hedefleniyor fakat emekçilerin ücretlerinde bu kadar kısıtlamalara gidilmişken özel tüketim harcamalarının nasıl arttırılacağı meçhul. Tüm bunlardan öte diyelim ki hazırlanan bütçe matematiksel olarak kağıt üzerinde doğru verileri veriyor. Peki IMF’nin son direktifleri karşısında işini kaybedecek, yoksullaşacak, proleterleşecek ve aç kalacak insanlar ne olacak?

Dünyada IMF’nin uygulamaları tartışılırken adı hep Türkiye’yle birlikte anılan Arjantin’de bu günlerde kaynayan bir kazan var. Türkiye ise o kazanın içine düşmekten halkların canı pahasına yapılan bir anlaşma sonucu şimdilik kurtulmuş gibi görünüyor. Ancak kriz hala devam ediyor ve aslında bugün esas büyük kriz emperyalist topraklarda yaşanıyor. Üretimden gelen gücü hiçe sayan ve tamamen paranın serbest akışına göre düzenlenen dünya sistemi değer üretemediği noktada batmaya mahkum. Kapitalizmin bugün tek ürettiği yoksullaşan, yeniden proleterleştirilen ve açlık sınırları içinde yaşayan halk. Şimdi akla Arjantin’de halk ayaklandığında beyanat veren ekonomi yorumcuları ve milletvekilleri geliyor; “bizde halk sokağa dökülmez çünkü bizde aile kurumu var ve insanlar birbirlerine destek olurlar”. Şimdi liberal aydınlarımız ve ipleri IMF’nin elinde siyasetçilerimiz kendilerini avuta dursun, gerçek şu ki bu bütçe hem iktisadi hem de toplumsal açıdan iflasın bütçesidir ve böyle bir programın yaratacağı, içinde küçümsenemeyecek bir isyan gücünü barındıran, yoksullar, sokaklarda şimdilik serseri ve kapkaççı vasıflarıyla dolaşıyor.



HALKI YİNE HALKIN DEVRİMCİ MÜCADELESİ KURTARACAK
Son günlerde yaşanılan gelişmeler, Türkiye’nin yeni dönemde konumunu belirleyecek uluslararası çatışmaların ve düzenlemelerin giderek hızlandığının işaretini veriyor. Tabi ki bu değişimler bölge ezilen halklarının çıkarları lehine değil, ABD emperyalizminin dünya üzerindeki egemenliğinin, yeniden düzenlenmesi sürecinin bir parçası olarak gelişmektedir.

Afganistan'a ilk işgal şokunun ardından kısa vadede Taliban'ın direnci büyük ölçüde kırılmış ve ülke savaş ağaları oligarşisinin oluşturduğu bir hükümete teslim edilmiştir. Özgürlüklerin kadınların giydiği burka ya da bazı gündelik yaşam alışkanlıklarına indirgendiği Afganistan için asıl sorun bundan sonra başlıyor. Taliban’ı uzun vadede yürüteceği gerilla mücadelesi, emperyalist orduların çekilmesi durumunda kuvvetli bir olasılık olarak görünen iç savaş tehlikesi, burada halk için özgürlüğün ancak halkın özgür devrimci iradesi tarafından elde edilebileceğinin kanıtıdır. Sorun şu ki, bu belirsizliğe çaresiz teslim olan sadece Afgan halkı değildir. Oraya asker gönderen Türkiye'nin de rolünün belirsizliği açıkça görülmektedir. Ve bu rolün Türkiye politikasına etkisi ne olacak?

ABD'nin Irak planında da Türkiye'nin işlevi hala belirsizliğini korumaktadır. Emperyalist odakların başta Kürtler olmak üzere yerel güçleri de örgütleyerek Irak'a doğrudan savaş açmaları Kürt hareketi dolayısıyla iç politikayı canlı biçimde etkileyeceği anlaşılmaktadır. Hatta daha şimdiden üniversitelerde ana dilde eğitim hakkını dile getiren Kürt gençlerine polisin tavrında ciddi bir sertleşmenin ve elbette savaş karşıtı hareketin yaşanacağı kestirilebilir.

Yine aynı şekilde Kıbrıs sorununun çözümünde de Kıbrıs halklarının özgür iradesi devre dışı bırakılıyor. ABD, Kıbrıs sorununda oldugu gibi AGSP'de de Türkiye’nin, Ortadoğu-Avrasya enerjilerinin paylaşımı sürecinde kendinin bölgedeki vurucu gücü olmasının altyapısını oluşturuyor. AGSP'de de belirleyici güç olma çabasını kısmen başaran ABD, Kıbrıs'ı da AB'ye terk etmeyerek kendi askeri üssü olarak kullanabilmek için ataklarda bulunuyor. Powell’in yaptığı Türkiye ziyaretinde de Kıbrıs sorunu, Irak müdahalesindeki gelişmelerle Türkiye’nin önüne çıkartılacakmış gibi görünmekte. ABD’nin Kuzey Irak'ta muhalif gruplarla yaptığı görüşmeler Kuzey Irak'ta kurulabilecek bir Kürt devletinin adımları olarak gelişirse Kıbrıs meselesinin çözümü de bu süreçte gerçekleşecekmiş gibi görülüyor.

Dış politika elbette iç politikanın şekillenmesinde önemli bileşenlerden biridir. Ancak son yıllarda politik iktidar ağırlıkla dış dinamikler üzerinden kurulmaktadır. İki nokta dikkati çekmektedir: Birincisi, Türkiye'de hiçbir politik odak bir yenilenme ya da riskleri göze alabilen bir yeniden yapılanma iradesi gösterememektedir. Dolayısıyla ülkenin yönetiminde emperyalist odaklar artık doğrudan, yasal ve hukuksal olarak söz sahibi olmaktadırlar. Egemenlerin, dış politikadaki çizgileri tamamen elde edilen dış kredilerin ekonominin canlandırılmasında kullanılması esasına dayanmaktadır.

Elbette bu mekanizmanın odağında IMF ve yeni stand-by anlaşması var. Uygulanan IMF programı egemenlerin kendi aralarındaki çatışmaları körüklerken, ekonomik programın egemenler için yarattığı asıl sorun programın ülkedeki gerçek güçlere dayanmamasıdır. Halen programın siyasi sorumluluğunu üstlenebilecek bir lider bulamayan, halkı program arkasında bir türlü saflaştıramayan egemenler, son olarak muğlak ve içi tamamen boş olan toplumsal kampanyalarla halkı programa destek için örgütlendirmeye çalışıyor. Hazırlanan yeni programın odağını yapısal düzenlemelerin hayata geçirilmesi oluşturuyor. Bu düzenlemelerin başında Borçlanma, Tütün ve İhale yasaları ile vergi stratejisi yer alırken, kamu harcama reformu, yatırım ortamının iyileştirilmesi, bankacılık ve reel sektör için yapılacak düzenlemelere ilişkin takvim ile Telekom başta olmak üzere özelleştirme ile ilgili çerçevenin de çizilmesi bulunmaktadır. Yeni umutlarla ve iyimser büyüme beklentileriyle imzalanan stand by anlaşmasının en önemli yanı ise, artık emperyalistlerin ülkenin politikasına doğrudan yasal ve hukuksal olarak müdahale etmeleridir. Politik bağımsızlık görüntüsünü ortadan kaldıran bu durum, halkta anti-emperyalist bilincin gelişmesinde nesnel bir imkan olarak görünmektedir. Politik yapıyı düzenlemeyi hedefleyen stand by'a göre bakanlar kurulundan, yerel yönetimlerin yapısına kadar pek çok yapısal değişim öngörülmektedir. Küresel sömürgeciliğin altyapısal gereklerinin yerine getirilmesinde bu durum bir sıçrama noktası olarak kabul edilebilir.

Ekonomik bunalımın halkta yarattığı tahribatlar artarak devam ediyor. Buna karşın ekonomik yıkım halkı kendiliğinden devrimci politik bir güç haline getirmemektedir.

En son kendisini 1 Aralık’ta gösteren toplumsal muhalefet güçleri gelecek dönemdeki yoğun çatışma dinamiklerinin ortaya çıkmasına rağmen hala üzerindeki ataleti atabilmiş gözükmüyor.

IMF’nin isteği dogrultusunda yapılmak istenen kamu kuruluşları ve KİT’lerin yanı sıra belediye isçilerini de kapsayan resen emeklilik yasası yani kamunun tasfiyesi, KESK‘le başlatılan sendikaların çözülme sürecinin, yasayla birlikte kitle tabanının yarısına yakınını kaybedecek olan TÜRK-İŞ'le devam etmesi kaçınılmaz gibi görünmektedir.

Aynı şekilde, emperyalist yoksullaştırma ve işçileştirme saldırılarının yaratması gereken sol canlanma, sol hareketin bu süreci yeni dinamikleriyle birlikte kavrayamaması nedeniyle sağlanamamış görünüyor. Sosyal demokratlar ve reformist sol partileri klasik seçim politikası üzerinden bir ezber geliştirmekte, Kürt hareketi barış politikası çizgisini küreselleşmeci bir çizgiye oturtmaya çalışmakta, devrimci sol gruplar ise 19 Aralık saldırısının yarattığı yenilgi ortamında hızla çözülmektedir. Sonuçta halkın devrimci potansiyel taşıyan sınıflarının devrimci politik iradesinin yaratılması sorunu, ülkedeki genel atalet ve iktidarsızlık sürecine eklenmektedir.



Yine de kendiliğinden de olsa IMF eliyle örgütlenen sömürü paketleri, emperyalizmin sömürü ilişkilerini derinleştirmek amacıyla yapılan askeri müdahaleler ve dünya çapında örgütlenen küresel sömürgecilik, yeni yüzyılın hemen başında yoksulları, ezilenleri yani dünya halklarını karşısında görmeye başladı. Esnaf eylemlerinde görüldüğü gibi sokağa çıktığında örgütlü sol gruplardan daha etkili sonuçlar yaratan bu kesimlerin politik iradesi örgütsüz ve gelişmelere damgasını vuramayacak kadar parçalı durumdadır. Bu sürecin devrimci görevleri, asla gözden çıkarılmaması gereken başta işçi ve kamu çalışanları sendikaları gibi geleneksel sol yapılar ve mücadelenin yaratıcı pratiklerinden doğacak yen örgütlenme biçimleriyle birlikte ele alınmalıdır. Yeni politik biçimler eskilerin gözden çıkarılması değil, yeni dinamiklerle senteze varmasıyla oluşmaktadır. Üniversiteli gençlik, işçi, kent yoksulları her nereden yükselecek olursa olsun doğru örgütlenmeler, öteki muhalefet kesimlerine de ilham verecektir. Devrimci halk sınıfları kümesinde bir militanın bile savaşımı aslında bütün halk sınıfları için zafer kabul edilmelidir. Böylece, halkın politik bir güç olma noktasında elde edilen küçük kazanımlar halka güven ve umut verecektir. Zira, halkın hiç olmadığı kadar kendine ve devrimci politikaya güvenmesi gereken bir süreçten geçiyoruz.

HÜCRE KARŞITI MÜCADELE KENDİNİ YENİLEYECEK
Hücre tipi hapishanelere geçiş süreci tek başına Türkiye faşizminin toplumsal muhalefete ve dolayısıyla da halka karşı hayata geçirdiği klasik kanlı müdahalelerinden biri değil, sömürgecilik sisteminin Türkiye toplumuna ve Türkiye’deki devrimci harekete yönelik stratejik projelerinin güncel karşılığı oldu. Tüm dünyada kendini yeniden örgütleyen kontrgerilla, hapishane meselesinde oluşan politik ortamı tıpkı bir laboratuvar gibi değerlendirdi ve ‘yeni sürecinin’ hareket biçimini oluşturmada önemli adımlar attı. 19 Aralık 2000’den bugüne kadar Türkiye faşizminin geleneksel terör aygıtları yerlerini, belirsiz terör, vur kaç taktikleri gibi solun alışık olmadığı saldırı biçimlerine bıraktı. Bu yeni hareket biçimi en somut karşılığını İstanbul Armutlu’daki direniş evlerine düzenlenen saldırıda buldu. Tek bir saldırıyla direniş evlerinin hepsini etkisizleştirmek ve mahallede alan üzerinden askeri bir hakimiyeti kısa sürede mutlaklaştırmaktansa, düşük yoğunluklu ve aralıklı askeri müdahelelerle biçimlendirilen Armutlu saldırısı arkasında yoğun bir çatışmaya girmediği halde mutlak bir yenilgi psikolojisi içine giren solu ve soldan umudunu kesmiş, nereden ve nasıl geleceği belli olmayan bir terör ortamının belirsizliğinde sindirilmiş yoksul Armutlu ‘sakinlerini’ bıraktı. Armutlu’da yapılan katliamdan sonra mahallede konumlanan ‘güvenlik güçleri’ şeker bayramı süresince dağıttığı şekerlerle küresel sömürgeciliğin Afganistan topraklarına yağdırdığı bombaların arkasından halka yaptığı yemek yardımının Türk tipi taklidini de ihmal etmedi. Hapishane meselesine yaklaşımını tek başına askeri bir örgütün geleneksel bir dizi hain operasyonu olarak değil, yenilenen bir yönetim biçiminin stratejik bir adımı olarak politikleştiren kontrgerillanın bu hareket tarzı aslında ‘öncünün direnişini halkın direnişine dönüştürme’ amacını taşıyan devrimcilerin, gücünü kitle çalışmasından alan hareket tarzının kapitalist kopyasından başka bir şey değil.

Yeni liberalizmin hayata geçirdiği terörist uygulamalarının karşısına ‘özgürlük ya da ölüm’ fikriyle çıkan hücre karşıtı direnişin evrensel değeri ezilenlerin ideolojik öncü direnişini temsil ediyor oluşudur. Hücre hapishanelerine karşı devam eden direniş tüm dünya çapında yoksulluğa, işsizliğe karşı direnme hakları terör yoluyla engellenen ezilenlerin onurunu temsil etmektedir. Devrimciler ve devlet arasına sıkışan direniş, bu haliyle toplumsallaşması açısından olumsuz bir noktada olsa da direniş sürecinin gerçekliği, ortaya çıkan sonucu bir tarafa bırakabilecek kadar önemli bir değeri barındırıyor. Düşmanın gücünü ve büyüklüğünü değil, ezilenlerin öfkesini açığa çıkaran 11 Eylül eyleminin pırıltısı (ezilenlerin devrimci hareketinin önünü açacak devrimci bir eylem olmadığı gerçeğini atlamayarak) Türkiye hapishanelerinde mutlak gücünü ve hakimiyetini kanıtlamış işkence ve tecrite karşı başlatılan ve arkasında etkisiz, dağınık bir toplumsal muhalefet olduğunu bilerek direnişlerine devam eden direnişçilerin açlığında da ortaya konuluyor. Ve sırf bu yüzden bile direniş yeni yüzyılın umudunu simgeliyor.

Hücre hapishaneleri, faşizmin yeni yüzünün şekillenmesinde ‘operasyonel bir güç’ olarak kullanılırken hücre karşıtı direnişin solun eski hareket etme biçimlerini bir türlü terk etmemesi, süren direniş biçimlerinin halkın isyan etme biçimini de kavrayacak kadar zengin olmayışı ve direnişi sürdüren örgütlerin direniş ekseninde kendilerini yeniden üretmektense direnişin merkezinde olup muhalefetin tüm bileşenlerinin tek merkezden hareketini tercih etmeleri, sürdürülen direnişin halkın ve toplumsal muhalefetin çeperleri tarafından sahiplenilebilmesi için gereken kanalların yaratılamamasına neden oldu. Ve sonuçta direniş devrimci militan unsurlarına hatta zaman zaman sadece tutsak yakınlarına kadar daraldı. Devletin tüm bu zaman boyunca taviz vermediği en önemli yönelimi ise hücre karşıtlarının teknik açıdan başarılı ya da başarısız fark etmeksizin tüm eylemlerini onursuzlaştırmak, etkisizleştirmekti. Sokak eylemlerine dair çıkartılan yasalar, medyanın solu karalama kampanyaları, direniş karşısında devletin en ufak bir ‘pazarlığa’ yanaşmaması, solun kendine olan güvenini kaybetmesi ile birleşince, sol tüm bu süre zarfında hücrelere karşı topyekün, aralıksız bir mücadele hattını açıkça ortaya koymakta zorlandı ve bu durum teknik açıdan en başarılı eylemlerin bile muhalefete açılım sağlama noktasında etkisiz kalmasına yol açtı. Son günlerde tartışmaya açılan üç kapı-üç kilit önerisini devletin solu bir kez daha hırpalamak için kullanmaya çalışması ve önerinin hücre muhalefeti açısından da bir umut ışığı haline gelememesi aslında hücre sürecinin bilançosunu özetliyor: Bir yıl sonra oldukça farklı taleplerle direnişi bitirmeye karar veren sol örgütler, örgütlerin geri adımına rağmen onurlu olacaksa bir yenilgiye bile izin vermeyen devlet, hücre meselesinin çözümüne dair güvensiz ve umutsuz bir toplumsal muhalefet.

Tüm dünyada olduğu gibi eski dönemi çözülürken yeni dönemini yaratan sol hareketin yenilenme sürecinde atlaması gereken ve hücre sürecinin başından itibaren bir türlü atlamayı başaramadığı en önemli eşiklerden biri kitle çalışmasıdır. Hücre karşıtı direniş sola faşizme karşı mücadalede çok zengin kitle çalışması olanakları sunuyor. Tarafların bir yandan nitelik değiştirdiği hücre çatışmasında şimdilik sol kendine yeni açılımlar sağlama noktasında karşı cepheden bir adım geride fakat henüz dar da olsa bir takım kitle örgütleri, aydınlar ve sol örgütler muhalefetin önünü açabilecek yeni tartışmaları örgütlemeye çalışıyor. Bu eksende, gelenekselleşen kart atma ya da sessiz oturma şeklindeki eylemlerin kitle ayağının oluşturulması (örneğin kadınların sürdürdüğü kart atma eylemi için mahalleli kadınların binlerce kartını atabilecek kadar yaygınlaşmış bir kitle çalışmasının ardından sokak eylemine dönüştürülmesi kararı) hedefiyle sonlandırılmaları hücre muhalefetinin yeni dönemine dair olumlu tartışmalar olarak duruyor. Henüz yeni başlayan ‘uzun savaş’ sürecini ve gün geçtikçe faşizmin halka yönelik baskılarının da artmaya başlamasını referans alarak diyebiliriz ki Türkiye hapishanelerindeki çatışmaların devrimci tarafı olan siyasi tutsakların yanına artık farklı kalabalıklar geliyor: YOKSULLAR… Sadece iki yıldır bankalara olan borçlarını ödeyemedikleri için hapishaneye giren çiftçilerin sayısı yaklaşık 250 bin. Ve bu gün Anadolu’da kapasiteleri dolup taşan hapishanelerin önünde borçlu çiftçiler ve onlara kefil olmuş eşleri sıraları geldiğinde hapse girmeyi bekliyorlar. Sol içeride ve dışarıda hapishane meselesinin sadece militan-askeri yanını değil emek, özgürlük ve adalet yanını temsil edebildiği ve fiilen süren ve sürecek olan tüm hapishane direnişlerinin halkın direnişini temsil etmesini sağlamayı hedef aldığı, bunu sağlayacak kanalları yaratabildiği oranda hapishaneler bir yandan dolup taşarken diğer yandan da Türkiye’de faşizme karşı verilen mücadelenin en onurlu ev sahipleri olmaya devam edecek.



TUTSAK ALINAN BİLİM ÖLÜM DÖNÜŞEN YAŞAM : BİYOLOJİK SİLAHLAR
Kapitalist üretim ilişkileri içinde bilimin toplumsal yaşamdan koparılıp halka yabancılaştırılması, bilim dışı unsurların denetimi altına girmesi,bilginin niteliğini değiştirmekle birlikte bilim ve teknolojinin değerinin ekonomik ve askeri uygulamalar çerçevesine sıkıştırılmasını da beraberinde getirdi. İnsanın doğayı tanıma, kavrama ve onu kendi gereksinimleri doğrultusunda değiştirme serüveninden doğan bilim, emperyalistler tarafından dünya halkları üzerinde denetim, gözetim, baskı mekanizmaları kurmada işlevlendirilip egemenlik aracına dönüştürülürken, bilimin devrimci özüne yabancılaşmış,’bilimi insansal çıkarlar için üretme’ ahlaki tercihini yapmayan bilim insanlarının eliyle emperyalizmin günahlarına ortak edildi.

11 Eylül saldırısı ve arkasından şarbonlu mektuplarla gelen ölümlerle dünyanın gündemine oturan biyolojik silahlar da bilimin, emperyalistlerin sömürü ilişkilerinin devamını sağlama araçlarından biri olan militarist gücünü beslemede kullanılmasıyla yaratıldı. Bakteri, virüs, mantar gibi canlı organizmaların ve bunların ürettiği toksin ve zehirlerin yok edici silahlara dönüşmesiyle yani yaşam(BİO)ın varoluşuna aykırı bir mekanizmayla üretilen biyolojik silahlarla egemenlik kavgaları içinde tutsak alınmış bilim, yaşamı yaşamın kendine, insanın özgürlük ve onuruna yönelik bir tehdite dönüştürdü. Biyolojik silahların nereden geleceklerinin belirsiz oluşu, ölümü insanlığa silahın metalinin parlaklığıyla, bombanın gürültüsüyle, açık düşmanla yapılan çatışmayla değil sessizce, gözle görülmeden, günlük hayatın herhangi bir anında kullanılan herhangi bir eşyayla, teneffüs ettiği havayla, yediği yemekle, içtiği suyla getirişi ise yaşamın bütününün insanlığa karşı silahlanışını sağladı.

Gerçekte biyolojik silahların tarihi daha hastalıkların mikroplarla bulaşmasının bilimsel açıdan hiçbir anlam taşımadığı dönemlere uzanıyor. M:Ö 300’lü yıllarda Perslerin, Asurluların, Atinalıların düşmanlarını yenmek için içme sularına hayvan leşleri attıkları biliniyor. Canlı bir organizmanın ilk kez bilinçli bir şekilde insanlara karşı kullanımı ise 14.yüzyılda Kaffa’nın Tatarlarca kuşatılması sırasında oldu. Tatarlar uzun süre boyunca kuşatmayı sürdürmüş ancak kenti düşürememişlerdi. Ta ki şimdi laboratuvarlarda biyolojik kitle imha silahı üreten ‘bilimcilerin’ akıl dedeleri vebadan ölmüş askerleri mancınıklarla Kaffa’nın surlarının içine fırlatana kadar. Bu olaydan sonra Kaffa’da veba salgını başladı ve Tatarlar kenti ele geçirdi. .

Kapitalist üretim ve bölüşüm mekanizmalarının gelişimiyle bilimin egemen sınıfların hizmetine sokuluş süreci de hızlandı, bununla birlikte biyolojik silahlar sistematik biçimde geliştirilmeye başlandı. I.Dünya Savaşı sırasında Almanya İtalya’da kolera, ST Petersburg’da veba yaymakla suçlandı. Japonya’nın 1930’larda işgal edilmiş Mançurya topraklarında yürüttüğü deneylerde 10000’den fazla tutsak öldürüldü. ABD ise biyolojik silahtaki başarısını savaş suçlarını affederek üslerinde çalıştırdığı Japon bilimcilerle arttırdı. Gerçekliğin bilgisi emperyalizmin çıkarları için kullanılmaya başlanmıştı artık. Emperyalizmin kirli laboratuvarlarında bilim, işlenen insanlık suçlarında özne haline getiriliyordu. Bilimin doğasında ağır tahribatlara yol açan bu durum, yozlaşma ve gerilemeyi de beraberinde getirdi. ABD geliştirdiği silahları halkı üzerinde denemeye başladı. 1949–1968 yıllarında New York ve San Francisco gibi kentlere bakteri püskürtüldü. Bu iş Standford Hastahanesi’ne enfeksiyonlu hastaların başvurmasına kadar sessizce sürdü ve 13 vakadan biri ölümle sonuçlandı. ABD kendi halkına karşı işlediği suçların yanında Çin ve Kore’de veba, kolera, tifo, dizanteri, beyin iltihabı içeren biyolojik silah kullandığı, Kanada Eskimoları’na veba bulaştırdığı, Kolombiya ve Bolivya köylülerine biyolojik saldırı yaptığı ve yakın zamanda Küba’da havadan serpiştirme yoluyla tarım zararlıları yolladığı için de suçlandı.

Egemenler bir yandan çıkarları doğrultusunda biyolojik silah programlarının art arda geliştirirken bir yandan da ‘biyolojik bir savaşın çıkmaması’ ortak çıkarlarını gözeterek anlaşmalar imzalamaktan geri durmadılar. 1972’de biyolojik silahların geliştirilmesini depolanmasını yasaklayan ve imha edilmesini öngören 143 ülkenin imzaladığı bir anlaşma yapıldı. Ancak anlaşmanın yalnız saldırı amaçlı üretimi yasaklaması ve “savunma, sağlığın korunması ve diğer barışçıl amaçlarla” biyolojik silah üretme ve stoklama hakkını tanıması işlevsizleşmesini de beraberinde getirdi. Anlaşmanın imzacılarından olan ABD daha sonra sözleşmeyi ‘ülke güvenliğini tehlikeye attığı’ gerekçesiyle reddetti. Bu anlaşmaya imza atan ülkelerde biyolojik silah programları devam ederken, emperyalistler, zamanında kendi elleriyle silahlandırdıkları daha sonra ise kendilerine biat etmeyen, çıkarları doğrultusunda yönetemedikleri ya da egemenlik alanlarında sorun çıkaran ülkeleri kitle imha silahları üretimiyle suçlamaktan çekinmediler ve ‘terörist, haydut’ devlet olarak ilan ettiler.

‘’soru artık bunun olup olmayacağı değil, ne zaman başımıza geleceğidir.’’

ABD eski Savunma Bakanı William Cohen

İnsanlığın bilgi birikiminin bugün ulaştığı boyutlar egemenler açısından denetlenemezliğini de beraberinde getiriyor. Bilginin denetlenemezliği ve engellenemez yayılımı bir yandan sistem açısından tehdit oluştururken bir yandan da ABD örneğinde görüldüğü gibi onlara korku ve terör ortamını‘ herhangi bir çılgın,‘terörist’ ya da uygar dünyaya ait olmayan ‘haydut’ bir devlet kolaylıkla seni hatta değerli ülkeni yok edebilecek silahları üretecek bilgiyi elinde tutuyor’ söylemiyle bilinçli bir şekilde tırmandırma olanağı sunuyor. Böylece emperyalist saldırı koşullarında halkı denetleme aracı olarak korku ve caydırıcılığı kullanan egemenler düşmanı öngörülemezlik olarak tanımlayıp çözüm olarak ortaya koydukları daha çok güvenlik, daha çok otorite ve dünya halklarına karşı örgütlü terörü kullanmada ulusal ve uluslararası meşruiyet zemini yaratıyorlar. İş bununla da bitmiyor kitlelerde yarattıkları güvensizlik, belirsizlik ve korkudan yararlanarak savaş ekonomisi üzerinde şekillenen ekonomileri için kimyasal biyolojik silahlarla gerçekleştirilecek kitlesel bir terörist saldırıyı öne sürerek yeni pazar alanları açmış oluyorlar. Bilginin metalaştırılması sürecinin bir sonucu olarak bilim uygulamaları da bu pazara doğrudan ticari öğe olarak katılıyor. Biyolojik silahlarla mücadele programları içinde yer alan biyolojik silahların teşhisi, savunma teknikleri, mikrop ve zehirlerden arındırma üniteleri, aşı ve antibiyotik stokları ülke bütçelerinden ayrılan milyonlarca dolarla, sermayeyi savunma sanayicilerini ve ilaç tekellerini zengin etmeye yarıyor.

Bilimin Özgürleşmesi Egemenlerin Hizmetinden Çıkıp Halkın Mücadelesine Katılmasıyla Mümkündür

Bilimin varoluş amacı hakikati araştırmaktır ancak önemli olan yalnızca ulaşılan hakikat değildir aslında. Tarihte insanlığın gelişiminde onun yolunu aydınlatmış, dünyayı değiştirmesinde öncülük etmiş olan bilim ve ulaştığı gerçekler bugün emperyalizmin sınıfsal çıkarlarına hizmet eder duruma getirilmiştir. İnsanlığın doyurulmayı bekleyen ihtiyaçları ise sahip olunan bilgi birikiminin ortasında tüm çıplaklığıyla duruyor hala. Bilim doktorların uzun süredir iyileştirme bilgisine sahip olduğu hastalıkların hala yoksulların ve imtiyazsızların başına musallat olması, biyolojik silahlar özelinde tartıştığımız gibi bilginin yaşama yönelen tehdit haline dönüştürülüp korku ve sindirme aracı olarak kullanılmasında görüldüğü gibi özgürlüğünü ve anlamını yitirmiştir bugün. Sahip olduğu değerleri yeniden kazanması ise ancak doğası gereği sistemi sorgulayan, gerçeğin özgürleştirici bilgisinin, insanlığın özgürleşme mücadelesine katılmasıyla mümkün olur. Bilimin dönüştürücü gücü bugün ulaşamadığı yoksulların, imtiyazsızların yani ezilen halkların mücadelesiyle birleştiğinde ise bilgi insanlığın yaratıcılığıyla buluşmuştur artık bilim işte o zaman asıl sahiplerinin elinde insanlığa ölüm saçacak bir silaha değil yaşamı yeniden yaratacak güç haline dönüşecektir.



Yüklə 311,32 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin