Yazı gençLİĞİn devriMCİ eylemi duyarliliğIN eylemiDİR • Manşet ÜNİversiteniN VE YOKSULLARIn devriMCİ eyleminde ön saflara!


AÇ BEBEKLER KAPİTALİZMİN MASALLARI İLE UYUMAZ



Yüklə 311,32 Kb.
səhifə5/7
tarix18.01.2018
ölçüsü311,32 Kb.
#38794
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7

AÇ BEBEKLER KAPİTALİZMİN MASALLARI İLE UYUMAZ
"Dünyanın bütün av alanları aslanlar, kaplanlar ve parslar arasında pay edilmişti. Onlar gibi yırtıcı olan kurtlar ise bu paylaşımda geç kalmış, açlıkla yüz yüze gelmişti. Bu durum kurtları harekete geçirdi.

Bilge kurtların öncülüğünde toplandılar ve sömürgeci aslanlar, kaplanlar ve parslar gibi kendilerinin de av alanları bulmaları gerektiğini, hatta bunu diğer türlerden daha çok hak ettiklerini; çünkü kurtların en üstün tür olduğunu söyledi, inandı ve yaydılar. "Kurtlar, kurtlar en üstün türdür."

Kurtların büyük hedefinin temellerini atmak için önce uygun bir hedef seçilmeli ve iyi bir ön hazırlık yapılmalıydı. Koyunlardan başlamalıydı. Koyunları kurtların planları doğrultusunda bir araya getirmek gerekiyordu; ancak böylesine bir birliği oluşturmak için koyunlara sunulacak anlamlı ve somut bir amaç kurtların planına ters düşerdi. Sahte değer ve hedefler bulmalıydı: Büyük Koyun İmparatorluğu'nu kurmak; koyunların, cennet otlakların ve koyunların imparatorluk planlarının en büyük düşmanı (aslında uydurma bir canavar olan) 'Galapintop'; kurtların üstünlüğü, dostluğu, liderliği...

Kurtların büyük uğraşları sonunda koyunlar, 'Büyük Koyun İmparatorluğu' ve cennet otlakları için, kurtların liderliğinde 'Galapintop'a karşı harekete geçtiler. Kurtların yalanlarına kanmayan birkaç aklı başında koyun dışında topluca posttan oldular.

Kriz dönemlerinde egemenler halka yönelir ve egemenliklerini sağlamlaştırabilmek için halkın da mevcut düzeni desteklemesini sağlayacak sahte değerler üretirler. Faşizmin kitle temelinin oluşturulmasında önemli bir yer tutan 'ulusal onur', bu değerlerin başında gelir. Bu değerler halka çeşitli kampanyalarla sunulur. Gerçek dışılık ve şovenizm de, egemenlerin halka değerlerini öğretmek için düzenledikleri kampanyaların hamurudur.

Halkların üretkenliği üzerine kurulan, ancak iktidarın halkın iktidarı olmadığı düzenlerin -özelde kapitalizmin-seyri, oldukça engebeli bir yol üzerindedir. Yükün tamamını halk çekiyorsa da, engebelerin belirdiği kriz dönemleri, halkın yükünü artırdığı gibi, aynı zamanda egemenlik aygıtının tehlikede olduğu risk dönemleridir. Halkın bu engebeli yolu reddetmesi, krizin kaynağına karşı bilinçli bir karşı koyuşa yönelmesi egemenlerin en büyük kabusu olduğundan, halk kendi etkinliğinin değerine yabancılaştırılır ve söz konusu engebenin aşılması için gereken telkinin nesnesi olur. Halkın, emeğine yabancılaşması düzenin en önemli varlık koşuludur.

19 Şubat'tan bugüne süren kriz, halka çok boyutlu bir dönüşümü/yıkımı getirdiğinden, sonuçları da diğer kriz dönemlerinde olmadığı kadar çok ve farklı kampanyaları gerektiriyordu. Aç mezarlarının uzağında dökülen timsah gözyaşları ekranlara yansırken, reklam aralarını da krize derman diye sunulan kampanyalar doldurmaya başladı. Epeyce bir dönüşüm geçiren bu kampanyaların sonuncusu ise 'Bu Ülke İçin Seve Seve...' adını taşıyor. Kampanyanın sefalet, iflas haberlerinin arasında reklamlarda veriliyor olması tesadüf değil. Kampanya -şimdiki haliyle- mağazaları indirime, halkı da alışverişe çağırırken indirim yapan mağazaların reklamını yapıyor; biz karımızdan fedakarlık ediyoruz, halk da daha fazla tüketsin, böylece krizden hep beraber uzaklaşalım diyor. Aynı zamanda propagandasını da yapıyor burjuvazi. 'Ekonomi bir çember gibi işlermiş. Tüketim üretimi, üretim istihdamı, istihdam refahı artırır, bu çember de bir yerinden aksarsa kriz olurmuş... krizin çıktığı yerde tüketmeyen halk varmış. Böylece halk tüketerek krizden çıkmak için üzerine düşeni yapmalıymış.' Krizin kaynağını belirtirken kasıtlı hata yapan burjuvazi, kapitalist ekonomiyi tarif ederken, 'sonsuz merdiven'i anlatıyor bize, basamakları bir halka üzerinde olan ama görüntüde sürekli yükselen bir merdiven. 'Sonsuz merdiven' perspektif hilesiyle yapılır, burjuvazinin propagandası gibi. Bu merdiveni çıkarken basamağın bir süre sonra aşağı yöneldiğini fark ederseniz merdivenden atlarsınız, yok devam ederseniz fena düşersiniz. Merdivenin yamulduğu, krizin çıktığı yerde gerçekte artı değer sömürüsü yatar. Krizin çıktığı yerde pinti müşteriler değil, yoksullar vardır. Aç mezarlarında yatanlar pintiliklerinden ölmediler sanırız. Bunu iyi bilen burjuvazi de zaten kampanyasında varsılı mağazaya, yoksulu da "hep birlikte zordayız, hep birlikte kurtulacağız" diyerek -düzene tepkisi büyürken- düzenin içine çağırıyor.

Kampanyanın bir de ikinci yüzü var; isminde gizli. Bu ülke için: ulusal onur. Seve seve: görev. Üç nokta ise, artık iyi olacağına garanti verilemeyen, bir yerde kampanyamızın başarısına bağlı olan, belirsiz (aslında belirli) geleceğimiz. "Ya sev ya terket"in yeni versiyonu olan bu 'kampanya ismi' yoksullara şoven saldırganlığı öneriyor, sosyal patlama tartışmalarının arasından. Üç noktada; kazılan aç mezarları, satılan mayın eşekleri, çöpünden beslenilen semt pazarları, çıldırtan işsizlik; aç karınlar dolusu futbol, pornografi, şovenizm; hep birlikte arsızca sırıtıyorlar.

Kampanyalar ilkin "sabır" diyerek başlamıştı. Krize yeni başlamışken ünlülerimiz belirdi ekranlarda; Tarkan, Türkan Şoray, Sakıp Ağa... Eskiden martılara atmak için aldıkları simidin bütün kahvaltılarına dönüşmesinin şokundaki insanlara, aslında her şeyin gülümseyerek, konuşarak, anlaşarak vs. çözüleceğini, zor günlerin geçeceğini, şimdi muhabbeti bozmamak gerektiğini söylüyorlardı. O ara grevler yasaklandı. Muhabbetimiz bozulmasındı. "Kurtuluş Savaşı" ilan edenler oldu. Aslında Marksist bir kategori olan ve sömürge olmaktan kurtulmak anlamına gelen kurtuluş savaşı elbette IMF'ye karşı mücadeleye çağırmıyordu. Sadece hiç kimsenin askeri olmaktan çekilemeyeceği bir savaşın adıydı, kurtuluş savaşı bir imgeyse de halkın ordulaştırılması sahiciydi. Bir de "maç doksan dakika" dediler. İkinci oyalama kampanyası ekranlardayken, maçta doksan dakika bitmiş, danışıklı uzatmalar oynanıyordu. Uzatmalarda gol yemeye devam ederken hem yeniliyor hem de eziliyorduk. 'Türk Lirasına İtibar'ın anısına yirmi milyonluklar basıldı. Yine de halk içinde bulunduğu şeraiti unutmalı, ulusal onurunu kurtaracak orduya katılmalıydı. Bu ülke için seve seve...

Bütün bu kampanyalar gerçekte birer yapısal dönüşüm olan krizlerden sonra sınıfların düzeni devam ettirecek yeni rollerine hazırlanması için tasarlanıyor. Yukarda belirttiğimiz gibi önde gelen varlık koşulu halkın etkinliğinin değerine yabancı olması olan kapitalizm, sınıflar arası çelişkilerin belirdiği kriz dönemlerinde, halkı, (düşmanı) burjuvazi ile kader ortağı olduğu yalanına ikna ederek gerici korporatif örgütlenmelere girişiyor. Bu taktik burjuvazinin işyerlerinde uyguladığı, artı değer sömürüsünün katlanmasını işçinin eliyle yürüterek, işçiye ücretli ve gönüllü kölelik yaptırılmasının tüm halka uygulanmasıdır. Körüklenen meta fetişizmi, emekçi halkın gözünde kendi emeğinin ürünü olan metayı emekçinin kendisine hükmettirir duruma getiriyor. Burjuvazinin propagandasına böylece açılan halk, elinde büyüyen silahı kendine çeviren bir orduya dönüşüyor. Komutanı halk olmayan bu ordunun askerleri, yaşamlarında somut bir yer tutmayan suni gündemlerle hizaya getiriliyor. Düzen içinde temiz gösterilen tek kurum olan ve varlık sebebini de sadece ulusu-vatanı korumak gibi sunan ordu, ruh hali böyle şekillenen kitlelerin yönünü de belirleyebiliyor. Öyle ki 28 Şubat askeri müdahalesi, (masum olmayan) sokak hareketleriyle destekleniyor, halkın % 33'ü ülkenin ordu tarafından yönetilmesini tercih ediyor. Silahların en etkilisinin sahibi olan halk, efendilerin garantörü-düzenin (bilinçli) bekçisi ordu değilse de, taşıdığı silahı düzenin devamına uygun şekilde -kendine- çevirmeye ikna olmuş bir ordu olmaya zorlanıyor.

Sonuçta bu kampanyalar, sömürge bir ülke olan Türkiye'de faşizmin kitle temelini oluşturmak ve temel sınıfsal çelişkileri gizleyerek ezilenlerin mücadelesini engellemek için üretilmektedir. Ne var ki, ezilenlerin bilinçlenmesinden duyulan aşırı korkunun ve ezilenlere gerici korporatif örgütlenmeler öneren kampanyalardaki ısrarın kaynağı devasa enerjinin sahibi olan halkın kendi bilinçli hareketinin öznesi olması ve bu enerjiyi kullanacağı yönü belirlemesi de olasıdır. Bugün, bu olasılığı düşünmenin vaktidir.



DÜNYADA SAVAŞ KARŞITI GENÇLİK MÜCADELESİ
"...Unutmamalıyız ki ABD kendi hegemonyasını sağlamak için bizim adımıza dünya çapında vahşet yaşatmıştır... Bütün ilerici güçler resmi savaş çizgisine karşı direnmeli ve savaş karşıtı bir hareket oluşturmalıdır.

Biz yüksekokullardaki, kolejlerdeki, üniversitelerdeki insanlara, diğer insanları bu saldırı ve arkasındakiler hakkında eğitmek için kampüs olanaklarını kullanma çağrısı yapıyoruz...

Bir demokrasi ve eğitim hareketi olarak 'ülkemiz haklıdır veya değildir!' söyleminin arkasında durmayız, fakat evrensel değer taşıyan düşüncenin ve toplumun bu düşünceyi hayata geçirmek için örgütlenmesinin ardında dururuz."

Bu sözler 11 Eylül saldırısından birkaç gün sonra ABD'de bir öğrenci örgütünün saldırıları değerlendiren bildirisinden alındı. Ezilen halkların sömürgecilere verdiği en ilkel, aynı zamanda en yıkıcı tepkilerin bir örneğini oluşturan 11 Eylül saldırısı sonrasında açılan savaş, tüm dünyada toplumsal muhalefetin ve onun organik bir parçası olan demokratik öğrenci muhalefetinin gündemini bir anda değiştirdi.

ABD ve diğer emperyalist güçler, açıkladıkları yeni terör konseptiyle tüm dünyada uzun süreli bir yeniden paylaşım savaşı yaşanacağını ilan ederlerken üniversiteli ilerici güçler şimdiye kadarki politik ve pratik birikimlerini kapitalist saldırganlığın bu en somut ve en yakıcı gündemi için seferber ettiler.

Gençlikten Savaşa İsyan!

Örgütlü ve yaygın ilk tepki 20 Eylül günü geldi. O gün ABD'de yaklaşık 150 üniversite kampüsünde savaş karşıtı etkinlikler yapıldı. Eylemler 130 ayrı öğrenci inisiyatifi tarafından örgütlendi. Bu inisiyatiflerin bir kısmı 11 Eylül'den sonra örgütsüz öğrencilerin savaşa karşı bir araya gelmesiyle oluşturuldular. 20 Eylül'de binlerce üniversiteli 1960'larda Vietnam Savaşı karşıtı protestolardan bu yana en büyük barış eylemini gerçekleştirdiler. Eylemlere yüzlerle ifade edilen öğrenci katılırken görece daha politik bir ortamı ve mücadeleci bir geçmişi olan California Üniversitesi, Berkeley Kampüsü'nde halkın da katıldığı yürüyüş 8 bin kişi ile gerçekleştirildi. Saldırıdan sonraki günlerde tepkisel bir biçimde süren miting ve yürüyüşler, zamanla yerlerini üniversitelileri 'savaşın gerçek yüzü' konusunda bilgilendirmek, entelektüel olarak yetkinleşmek ve alternatif politika tartışmak üzere örgütlenen panellere ve seminerlere bıraktı.

Pek çok kampüste Afganistan'daki savaş ve terörizm konusunda uzman akademisyenlerin katıldığı kitlesel paneller örgütlenmeye başlandı. 10-11 Kasım tarihleri "Konferanslar için Ulusal Hafta Sonu" ilan edildi. Bu çerçevede "Savaşa ve Irkçılığa Karşı Kuzeydoğu Bölgesi Kampüs Konferansı" gerçekleştirildi. Konferans, 12 Boston Bölgesi Kampüsündeki öğrenci örgütleri tarafından oluşturulan 'Boston Kampüsü Savaş Karşıtı İttifak' aracılığı ile örgütlendi. Bu konferansın yanısıra 3 üniversitede de dayanışma konferansları yapıldı. Konferansta Savaş ve Petrol, Kampüsün Militarizasyonu, Küresel Adalet, İnsan Hakları, ABD Demokrasisi gibi konularda paneller gerçekleştirildi.

Savaşa karşı uzun soluklu mücadele stratejisinin bir başka eylemi ise Ekim ortalarında Indiana Üniversitesinde gerçekleştirildi. Öğrenciler kampüs bahçesine ancak savaş bittikten sonra kaldırılacak olan bir "barış kampı" kurdular. İlk başta birkaç öğrenci ve 2 çadırla başlayan kamp bir süre sonra 40'a yakın öğrencinin kaldığı 12 çadıra kadar ulaştı.

İlerleyen günlerde üniversiteliler yeni eylem biçimleriyle barış hareketini yükseltmeye devam ettiler. Örneğin; 7-8 Kasım tarihleri arasında aralarında MIT, Princeton gibi bilinen üniversitelerin de bulunduğu 20 kolej ve üniversiteden yaklaşık 100 öğrenci ABD'nin Afganistan'a saldırısını protesto etmek için 3 günlük açlık grevi yaptı.

Barış Eylemi Küreselleşiyor!

Dünya çapında büyüyen savaş karşıtı hareketde 29-30 Eylül tarihleri önem taşıyor. Bu tarihlerde 11 Eylül saldırıları gerçekleştirilmeden önce IMF ve Dünya Bankası'nın Washington'da düzenleyeceği yıllık toplantıları olacaktı. Fakat saldırılardan sonra, yeni saldırı korkusu nedeni ile bu toplantılar iptal edildi. Ancak uzun süredir bu toplantılara hazırlanan küreselleştirme karşıtı hareket bugünleri tüm dünyada savaş karşıtı eylem günlerine çevirdi. Küreselleşme karşıtları eylemlerde savaşı ve kapitalist saldırganlığı küreselleşmenin sonuçları olarak değerlendirdiler.

Washington'da 25 bin, San Fransisco'da 10 bin, Los Angeles'da 2 bin, Barcelona'da 10 bin, Roma'da 100 bin ve daha yüzlerce eylemde yüzbinlerce eylemci tüm dünyada "savaşa hayır" sloganlarıyla alanlardaydı. Örneğin Amsterdam'da 150'den fazla kitle örgütünün katıldığı 5 bin kişilik eylem Hollanda'da 1980'lerden bugüne kadar yapılan en kitlesel barış eylemiydi.

Küreselleştirme karşıtlarının eylemlerinde vurgu noktası küresel eşitsizlik, küresel ekonomi veya sermayenin küreselleşmesi değil, savaştı. Ancak bu durum zaten gevşek, hantal ve zorla birarada duran hareketi 'lime lime' etti.

ABD'nin en büyük sendikası olan AFL-CIO, 11 Eylül'den sonra Bush'u desteklediğini açıkladı. Bu durum küreselleşme karşıtı harekette ciddi bir kırılmayı göstermekte. Sendikanın bu tavrı ile 10 bine yakın işçi eylemden çekildi. Bunun dışında çevreciler gibi bazı gruplar kendi gündemlerini örgütlemeye devam ettiler.

Bu durumu küreselleşme karşıtı harektte bir netleşme ve yeniden saflaşma olarak değerlendirebiliriz. Hareket aslında daha önce başlayan ve çeşitli kırılmalardan geçerek ideal haline ulaşacağı sürecin bir devamını yaşıyor. 9 Kasım'da Katar'ın Doha Kentinde yapılan DTÖ ( Dünya Ticaret Örgütü) toplantılarını protesto eylemlerinde atılan "Katar'ı bombalayın, Kandahar'ı değil" sloganı küreselleşme karşıtlığı ile savaş karşıtlığı arasındaki politik bütünlüğü gösteriyor.

Kampuse Medya Ablukası!

ABD toplumunda savaş karşıtları üzerinde medya-Pentagon destekli bir baskı ve dezenformasyon bombardımanı yürütülüyor. Bu bombardıman özellikle savaş karşıtlığının en yaygın ve yoğun şekilde örgütlendiği kampüsleri hedef alıyor.

'US News and World Report'un 8 Ekim tarihli sayısında bir ‘medya tetikçisi’ "Teröristleri Sevmeyi Öğrenmek" başlığı ile yazdığı yazısında 'üniversitelilerin toplumdan ne kadar uzak ve ne kadar kendi dünyalarına sıkışmış oldukları'ndan bahsettikten sonra yazısını "çok tehlikeli düşüncelerden oluşan bir kampüs kültürü yükseliyor" diyerek bitiriyordu.

"The Times” gazetesinde "bir kaç yüz eylemci, teröristlerle barış yapılmasını istedi” diye verilen haber, resmi polis kayıtlarına göre bile 7 bin kişinin katıldığı Washington'da 30 Eylül'de yapılan eylemdi.

20 Eylül'de The Times ABD'de üniversitelilerin 150 kampüste yaptığı eylemin haberini verirken röportaj yaptığı 11 öğrenciden sadece biri savaşa karşıydı.

Bu durum sadece ABD'de de yaşanmıyor; çoğu ülkede tekelci TV ve gazete kurumları eylemleri ya küçümseyen ya da yok sayan bir tutum takınıyorlar.

Örneğin, Londra Trafalgar Meydanı'nda onbinlerce kişinin katıldığı bir mitinge BBC ve diğer sermaye basını 15 bin kişilik diyerek eylemi gölgelemeye çalıştı. Oysa meydanın kapasitesi bile 50 bin kişiydi ve meydan tıklım tıklım dolduğunda daha yürüyüş kolunun sonu gelmemişti.

Üniversite Her Yerde Toplumun Vicdanı!

Gençlik dünyanın her yerinde savaş karşıtı eylemlerin değişmez ve militan bir bileşeni olmaya devam etti.

14 Ekim'de Hindistan'ın Kalküta şehrinde ülke tarihinin en büyük barış eylemi olan ve 70 bin kişinin katıldığı yürüşte;

Aynı gün İtalya'da Perugna ve Assisi şehirleri arasında yapılan 40 yıllık geleneğe sahip olan ancak bu yıl gerek savaş gerekse kanlı Genova G-8 eylemlerinden sonra yapılan ilk geniş katılımlı eylem olması ile önem kazanan, 200 bin kişinin katıldığı yürüyüşte;

8 Kasım'da Yunanistan'ın bütün büyük şehirlerinde gerçekleşen onbinlere ulaşan katılımla, ülkenin 11 Eylül'den bu yana yapılan en kitlesel eylem gününde; emperyalizme, savaşa ve ırkçılığa karşı Japonya'dan Tanzanya'ya, İspanya'dan Norveç'e dünyanın heryerinde öğrenci gençlik toplumun vicdanı olmaya ve aydın tavrının bir parçası olan 'evrensel bir değer olarak barış' için savaşmaya devam ediyor.



FERMAN PADİŞAHIN DAĞLAR BİZİMDİR
Demokratik öğrenci hareketinin ataları sayılabilecek bir grup medrese öğrencisinin 16. Yüzyıl ortalarında Osmanlı'da yaşanan ekonomik ve toplumsal kriz ortamındaki ayaklanmaları, çok karıştırmadığımız tarih sayfalarında ilkel ve tepkisel bir öğrenci muhalefeti olarak yerini alıyor: Suhte Ayaklanmaları

Osmanlı yönetici sınıfı 16. yüzyılın ortalarında Osmanlı İmparatorluğu'nun iktidarının dayandığı toprak düzeninin çözülmeye başlamasıyla ve imparatorluğun giderlerinin gelirlerini aşmasıyla devam eden ekonomik buhranın aşılması için yeni sömürü biçimlerini hayata geçirmeye başladı.(1) Savaş ekonomisi ve üretimden çok parasal sermaye birikimine dayanan genel ekonomik düzenlemeler; Osmanlı toplumsal yapısında köylülükten, askerlere ve medrese öğrencilerine kadar 'herkesin herkesle savaştığı' toplumsal bir çözülmeyle sonuçlandı. Topraktan gelenin geleneksel yaşam tarzının sürdürülmesine yetmemeye başlaması, toplumsal statüsünde meydana gelen bu negatif değişikliği kabullenmeye niyeti olmayan köylülerin, kentlere yeni işsiz-”güçsüz” takımını oluşturmak üzere akın etmesine neden oldu. Krizin yapısal olarak yaygınlaşması sonucu, kentler yeni 'misafirlerine' umduklarını değil, sadece isyan hakkını verebildi. Ve artık kentlere gidip işsiz-”güçsüz” olmaktansa işsiz-güçlü eşkıyalar olmayı tercih eden tüm kesimler, 'kafasına vur, ekmeğini al' deyimiyle nitelendirilen bir toplumun ilk önemli isyancıları olarak tarihe geçtiler. Özellikle Anadolu'da baş gösteren dağınık ve başı bozuk isyanlar, iktidar hedefli toplumsal ayaklanmalar haline dönüşmeseler de dönemsel olarak Osmanlı yönetici sınıfları açısından yapısal bir sarsıntıya neden oldular.



Tarihe 'Celali İsyanları' olarak geçen bu isyanların, başlıca toplumsal dayanaklarından birini suhteler oluşturdu. Suhte isyanlarını tartışmaya başlamadan önce dönemin medrese örgütlenmelerine dair kısa bir değerlendirme yapmak gerekir. Hiyerarşik bir şekilde yapılandırılan medreseler alt dereceli ve yüksek dereceli olmak üzere sınıflandırılıyordu. Alt dereceli medrese öğrencilerine suhte ya da softalar, yüksek dereceli medrese öğrencilerine ise danişmend deniyordu. En başarılı danişmendlerden seçilen öğrenciler asistanlar (muid) olarak profesörler (müderrisler) tarafından atanıyordu.(2)Yönetime gelen her padişahın kendi adına merkez yerleşim birimlerine açtığı yüksek dereceli medreseler, taşraya çeşitli hayır kurumları tarafından açılan alt dereceli medreselerle birlikte 16. yüzyılda imparatorluk genelinde 500 tane medrese vardı.(3) Padişahların açtığı 'hususi' medreselerin var olan hiyerarşi içerisinde otomatik olarak en üst seviyeye getirilmesi, taşradaki 'umumi' medreselerle kent medreseleri arasındaki nitelik farkının zamanla daha da büyümesine yol açtı. Topraktan umudunu kesen köylülerin, genç çocuklarını imparatorluk genelinde imtiyazları güçlenen bürokrasiye dahil edebilme hayalleriyle kentlerdeki medreselere yollamasıyla kısa bir süre içerisinde bir çok medrese kapasitesinin çok üstünde, yoksul gençlerle doldu taştı. Başka bir yaşam için yola çıkan gençlerin bu hayalleri, devlette yükselme olanakları, sayılarının çokluğu, 'vazifelerin' sınırlılığı tarafından kısıtlandı.(4) Mezun olduktan sonra özellikle sadece İstanbul, Edirne ve Bursa mezunlarının tercih edilmesi, imparatorluk genelinde kayırmacılığın çok ileri safhada olması, iyi kurumlardan diploma alanların genelde bilgi donanımı açısından niteliksiz kişiler olmasına rağmen, daha nitelikli fakat bürokrasideki yüksek kademelerdekilerle bağlantılı olmayan gençlerin işsiz kalmasıyla medreseler ne maddi ne manevi hiçbir tatminin sağlanamadığı patlamaya hazır barutlar olarak şiştikçe şişti (5) Dışarıda egemen olan toplumsal yapıyla bağlantısı olmayan; bir anlamda kendi özerk kültürünü, ahlakını, estetiğini oluşturan öfkeli genç kalabalıkların yeni isyan evleri haline geldi. Medreselerdeki eğitimin baskıcılığıyla gelecek hayallerinin boşa çıkacağının iyiden iyiye ortaya çıkmaya başlamış olması birleşince suhteler medrese yaşantısında ve zamanla iyiden iyiye kent yaşamında toplumsal kuralları yani aslında şeriat kurallarını reddederek sıradan adli olaylarla (sokaklarda sarhoş dolaşarak, tek eşliliği reddederek) 'yaramazlık' yapmaya başladılar; yasak ve günah olan ne varsa normalleştirerek uzun sürecek bir isyana ilk adımlarını attılar. Aslında medreselerde ve kent yaşamında ahlaki düzenin kurallarını reddetmeleri bir anlamda sürekli olarak günahlar listesi tarafından uyutularak yoksullaştırılmaya duyulan tepkinin sonucuydu.. Suhtelerin Anadolunun bir çok yerinde bir araya gelmeye, örgütlenmeye başlaması giderek artan bu öfkenin zamanla basit gençlik taşkınlıklarından,öfkenin sebebi olan haksız kazanç sahiplerine yönelik şiddet eylemlerine dönüşmesine neden oldu. Suhteler bu ilk ahlaki reddedişin sonrasında bu ikiyüzlü ahlakı dayatan yönetenleri hedef alan şiddet eylemleriyle belki iktidara değil ama Osmanlı toplumunun iktidara olan öfkesini simgeleyen sınıfsal bir başkaldırının öncülüğüne aday olduklarını ilan ettiler.

Anadolu genelinde örgütlü hareket etmeye başlayan suhteler dağınık gruplar halinde yayıldıkları Anadolu topraklarında devlet görevlilerine ve mültezimlere saldırmaya başladılar. Öldürdükleri devlet görevlilerin mallarına el koyan suhtelerin şiddeti her zaman öncelikli olarak, haksız kazanç sağlayanlara yönelik oldu. Yaygınlaşan el koyma eylemleri nedeniyle gün geçtikçe askeri açıdan da yeni nitelikler kazanmaya başlayan suhteler bir süre sonra, çözülen toplumsal yaşamda Anadolu halkına farklı kesimlerden yönelen şiddet karşısında halkın güvenliğini sağlamak için de çeşitli çatışmalara giriyor, zaman zaman hapishaneleri basıyor ve mahpusları serbest bırakıyorlardı. Suhte isyanları kendi özgün hareket biçimini net bir şekilde ortaya koyamamakla ve tüm Anadolu'da ortak bir tavır ve anlayışla hareket edememekle birlikte o kadar genelleşmişti ki 68 kuşağının kültürel anlamda taşıdığı özgünlüğünün daha alt düzeyde bir benzerini yakalıyordu, örneğin bir süre sonra halkın bir kısmı bile suhte kıyafetiyle dolaşarak isyana yöneliyorlardı.(6)

Önceleri yaygınlaşan isyanları ciddiye almama eğilimindeki Osmanlı yöneticilerinin isyanı silah toplatma ve katliamlarla bastırmaya çalışması da “kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan” kalabalıkların isyana sürekli katılımını engelleyemedi. Suhte isyanlarını bastırma konusunda gönüllü olarak çalışanların tümü imparatorluğun en zengin ve ünlü isimleriydi. Engellenemeyen genişleme, yöneticilerinin suhtelerle pazarlık yapmasını zorunlu kıldı fakat her defasında çözüm önerileri suhteler tarafından reddedildi. İsyanın durdurulması halinde 'tövbe' edenlere toprak kiralayacakları ya da uygun bir iş sağlanacağı sözünü veren devletin çözüm arayışı, suhtelerin sadece eğitimleriyle örtüşen işlerde çalışacaklarını belirtmeleriyle sonuçsuz kalırken, medrese eğitimine veya mezuniyete dair önerilen akademik düzenlemeler de isyanın durmasına yetmiyordu. Çünkü bu önerilerin her biri ya sadece büyük kent medreselilerini kapsıyordu ya da suhtelerin temel sorununa işaret etmiyordu(7)

Suhte isyanlarını bastırmak için devlet genel af ilanından, Anadolu'daki çetelere karşı savaşmada yardım istenmesine kadar pek çok yolu denedi. Kimliğini, aldığı eğitim ile dolayısıyla da kıyafetiyle simgeleyen suhtelerin; yakın gözüken toplumsal bir ayaklanmayla kendi kimliklerinden kaynaklanan bir bağlantı kuramamaları için İstanbul, Edirne ve Bursa dışındaki yerlerde kendilerine özgü kıyafetlerini giymeleri yasaklandı. (8) Yüzyılın sonlarına doğru kanlı katliamlar ve çeşitli siyasi propagandalarla yok edilmeye çalışılan suhte isyanı dayandığı toplumsal temelin ve öz bilincinin zayıflığı nedeniyle artık Anadolu genelinde yeni yeni başlayan 'Celali İsyanlarının' içinde disipline edilemez dağınık bir güç olarak eridi.

16. yüzyıl isyancılarının ekonomik ve siyasi bunalım ortamında kendilerine hiçbir şey vaad etmeyen ve çözülmekte olan bir düzene karşı başlattıkları isyan girişimi, tarihsel olarak Osmanlı imparatorluğuna karşı gelişen ilkel ve tepkisel bir öğrenci muhalefetini temsil ediyordu. İsyanın öncülüğünü, yönetenlerin dayattığı ahlakı reddetmekten alıyor oluşu, beraberinde hareket içinde negatif bir ahlaki çözülmeyi de getirmiş, ve suhte isyanları 'resmi' tarih bilimcileri tarafından 'ruhsal rahatsızlıklar taşıyan ergenlerin tepkileri' olarak değerlendirilmiştir. Kent sokaklarında sarhoş dolaşmak ve cinsel ilişkilerde tek eşliliğe karşı çıkmak gibi aslında var olan ahlaki düzenin ilerici bir alternatifini değil sadece ona karşı olan tepkileri örgütleyerek büyük ölçüde ayaklanmalarının başarısızlığını da hazırladılar. Resmi tarihçilerin eksik bıraktığı nokta ise genç isyancıların ayaklanmaları süresince dile getirdikleri taleplerdir. Çünkü suhte başkaldırısının en önemli ve merkezdeki talepleri 'diplomalı işsizliğe ve eğitimde fırsat eşitsizliğine hayır'dı. Suhte isyanlarını maddi ya da manevi hiçbir tatmin sağlayamayan eğitim sistemi ve Osmanlı ekonomisinin girdiği kriz ortamı yarattı. Bir dönemin üretim ilişkilerinin yıkımına ve toplumsal yaşama dayatılan yeni sömürü ilişkilerine karşı medreselerden yükselen sesin, uyur iken uyanan bir halkın ilk ayaklanmalarından 'Celali İsyanlarını' beslemesi, gençliğin halkın tepkilerinin ve eyleminin ilham kaynağı olduğunu da örneklemiştir.

KAYNAKÇA:

1- Sosyalizm Ansiklopedisi, Sayı 6, syf:1763

2- Medreseler ve Modernleşme, Yaşar Sarıkaya, İz Yayıncılık

3- Cahit Baltacı-16. Asırda Osmanlı Medreseleri, İstanbul,1976

4- Medreseler ve Modernleşme, Yaşar Sarıkaya, İz Yayıncılık

5- Eşkiyalar ve Devlet, Karen Barkey, TVY Yayınları

6- Halil Berktay, Sosyalizm Ansiklopedisi, Sayı 6

7- Karen Barkey, age.

8- Mustafa Akdağ, Celali İsyanları



Yüklə 311,32 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin