Yildiz tekniK ÜNİversitesi KÜresel çevre ders notlari



Yüklə 3,79 Mb.
səhifə6/7
tarix29.10.2017
ölçüsü3,79 Mb.
#21332
1   2   3   4   5   6   7

Tam veya yeteri derecede arıtılmamış atıksular ve genellikle yağmur suları ile küçük sanayi bölgelerinden gelen atıklar birbirlerine karışmakta ve ağır metallerin yağların ve diğer zehirli maddelerin suyun içinde erimesini ve denizlere gitmektedir. Bu da çevreyi, denizleri ve insan sağlığını tehdit etmektedir. Denizlere akıtılan kirletici maddelerin büyük bir kısmı sahil bölgelerinden değil, iç yörelerden gelmektedir. Besleyici malzemenin takriben yarısı, uzaklardaki kaynaklardan taşınır. ABD’deki en büyük haliç olan Chesapeake Körfezi, aynı zamanda dünyanın en verimli deniz ürünleri yataklarından biriydi. Yalnız uzak kaynaklardan taşınan besleyici malzemelerle dolan bu körfezdeki azotlu maddelerin yaklaşık üçte biri çiftliklerden ve dörtte biri de atmosferden gelmekteydi. Bundan dolayı da, ellili yıllarda 20000 ton olan midye rekoltesi, seksenli yıllara 3000 tonun altına inmişti. Bu azalmanın başlıca sebebi çevre kirliliğidir.


Denize karışan kirletici maddelerin yaklaşık üçte biri havadan gelmektedir. Bunun da büyük bir kısmı sığ sularda bulunur. Uçucu organik maddelerle ağır metallerin denize karışmalarını en kolay yolu hava kanalı taşınıp dalgalar vasıtasıyla suyun içine alınarak eritilmeleridir. Kuzey denizinde çevre kirliliğinin yaklaşık dörtte biri polikarbonlu bifeniller (PCB) ve diğer klorlu organik maddeler de dahil olmak üzere hava kanalıyla gelmektedir. 1991 senesindeki Körfez Savaşı’nda Irak Ordusunun kasten boşalttığı 7 milyon varillik petrol, körfez sularına karşın pisliğin ancak bir kısmıdır. Yaklaşık 4-5 milyon varilin de petrol dolu dumanlarla taşınıp sulara karıştığı tahmin edilmektedir. Dünya ortalamalarına bakılacak olursa, okyanuslarda dağılan petrolün % 10’unun havadan geldiği söylenebilir.

Başka bir kirlenme şekli de çeşitli canlıların, kendi yaşam sahalarından alınarak bir şekilde yabancı ekosistemlere taşınmalarıyla gerçekleşmektedir. Yeni gelenler, eskilerin yerlerini alabilirlerse, bu denizlerdeki biyolojik çeşitliliğin azalması anlamına gelmektedir. Yabancı canlılar, sığ sulardaki ekosistemlerin yapılarını tamamen değiştirmektedir. Bunlar bilhassa okyanus aşan büyük gemilerin denge ve ağırlık sularıyla taşınmaktadır. Güney Afrika limanlarına giren gemiler her sene 20 milyon ton su atarlar. ABD limanlarında her yıl 56 milyon ton, yani 6400 ton/saat su boşaltırlar. Kıyıların kirlenmesi ve yaşam sahalarının tahrip edilmesi bir arada gerçekleşir. Ayrıca, toprak ihtiyacından dolayı sahil şeritleri doldurulur. Bu da oralardaki yaşam alanlarını altüst eder. Çevre kirlenmesi, kalkınma, yaşam alanlarının bozulması ve nüfus patlaması gibi küresel çevre sorunlarını çözemeyecek olursak, denizleri de bir gün kaybedebiliriz.

Kesin olmamakla beraber, okyanusları kısa vadede bekleyen tehlikeler arasında atmosferdeki değişikliklerin başı çektiği ileri sürülebilir. Kloroflorokarbonların ve ozon tabakasının incelmesine sebep olan diğer kimyasal maddelerin atmosferdeki etkileri sonunda okyanus yüzeyine daha fazla ultra-viole ışını ulaşmaktadır. Güneydoğu Asya’daki planktonlar bu yüzden azalmaktadır. Her sene Güney Kutbu üzerindeki ozon tabakası Eylül ayında tahrip olmağa başlar ve normalden % 50 daha ince bir hal alır. Bu tarihler, planktonların canlılıklarının özellikle arttığı tarihlerdir. Kaliforniya Üniversitesine bağlı araştırmacılar, incelme alanının altında olan planktonların sayılarının normalden %

6-12 daha az olduğunu tespit etmişlerdir. Bu tabiatıyla Antartika’daki beslenme zincirini aksatmakta ve biyolojik pompanın çalışmasını sekteye uğratmaktadır. Durum böyle olunca, her ne kadar bilimsel kanıtlar şimdilik mevcut değilse de, larva gibi diğer deniz canlılarının da yüksek dozdaki ultra-viole ışınlarından etkilendikleri söylenebilir. Ozon tabakası incelmeye devam edecek olursa durumun daha da kötüleşeceği açıktır.

Küresel ısınmanın okyanus üzerindeki tesirleri hem daha belirsiz, hem de daha karmaşıktır. Karbon dioksitin ve sera etkisi yaratan diğer gazların atmosferde

birikmeleri sonunda ısının yükseleceği ve iklimlerin değişeceği tahmin edilmektedir. Bunun yanı sıra rüzgar, yağmur ve sert fırtınaların düzeni de farklılaşacaktır. Mercan resifleri gibi ısı değişimlerine karşı hassas olan ekosistemler tahrip olabilecek, deniz seviyeleri yükselebilecek ve karaların bir kısmı sular altında kalabilecektir. Okyanuslardaki akıntıların yönleri sapacak ve bu sapmayla birlikte bölgesel ve biyolojik pompa da değişecektir.

Küresel değişikliklerin hepsi son derece endişe verici olaylar olmalarına rağmen bugüne kadar meydan gelmiş olanların bundan sonra sebep olacaklarına bakıldığında, bu güne kadar gerçekleşenler önemsiz kalmaktadır. Mesela, mercanların son senelerde ölmeleri, yüksek çevre ısısına bağlanmıştı ama, uzmanlar bunu tam olarak ispatlayamadılar. Isının sebebini küresel ısınma ile açıklamaya çalıştılar fakat bu açıklama yeterli derecede tatmin edici bulunmadı. 1991 senesinde mercan resifleri hakkında yapılan bir çalışmada, mercanların ölmelerinin çevre kirliliğinden kaynaklandığı ve resiflerin çevre ısınmasından çok, çevre kirlenmesinden ve doğrudan doğruya tahrip edilmekten zarar gördükleri ifade edildi.

VI.17. Okyanuslarda Avlanmanın Getirdiği Çevre Sorunları

Denizlerin bir sını olduğunu önce balık avlayanlar keşfetmişlerdir. Denizin kirlenmesi ve yaşam alanlarının tahrip edilmesi doğal olarak denizdeki organizmaların hepsini etkiler. Fakat gıda ve deniz ürünleri peşinde koşan insanlar, onları kitleler halinde ortadan kaldırmaya başladılar ve bu arada da ekosistemleri tahrip ettiler.

Denizlerde yaşayan türler arasında ilk önce zarar görenler yavaş büyüyen, uzun bir süre yaşayan ve üreme kapasiteleri düşük olan memelilerdir. Bunun en dramatik örneği ağırlığı 4-10 ton arası olan ve Kuzey Pasifikte yaşayan Steller’in deniz inekleri adlı memeli bir canlıdır. 1741 senesinde bir Rus gemisi Bering Adası civarında karaya oturmuştu. Denizciler burada, sığ sulardaki yosunları ve diğer bitkileri yemekte olan deniz inekleri ile karşılaştılar. Çok yumuşak tabiatlı olan bu devasa yaratıklar denizcilerden hiç korkmadılar ama aç denizciler bunları avlamaktan geri kalmadılar. Deniz ineklerinin etleri hiç de fena değildi. Denizciler kurtarıldıktan sonra durumu açıklayan bir rapor hazırladılar. Bunu okuyan diğer gemiler de bu bedava etin peşine düştüler. Bilinen en son deniz ineği 1768 senesinde vuruldu. Hayvanın keşfedilmesinin üzerinden sadece 27 yıl geçmişti.

Deniz ineğinin ortadan kaldırılması gerçi biraz süratli oldu ama, Karaibler foku ile Atlantik’teki gri balina gibi canlılar daha uzun bir süreye yayılmış olmakla beraber aynı sonu paylaştılar. Bunların yanı sıra birçok hayvan türü, tükenmenin eşiğine geldi.

Anlaşmalar ve yasalarla bunların büyük bir çoğunluğu koruma altına alındı. Bazılarının kendilerini yavaş yavaş toplamalarına karşılık diğerleri avlanma, balıkçılık, çevre kirliliği ve yaşam sahalarının tahrip edilmesi gibi sebepler yüzünden hala tehlikeyi atlatmış değillerdir.

Kaplumbağalar, deniz hıyarları, istiridyeler ve benzeri egzotik organizmalar peşinde koşan balıkçılar ve koleksiyoncular, bunları elde edebilmek için mercan resiflerini tahrip etmektedir. Özel bazı ürünlere karşı olan tutkuya cevap verebilmek için balıkçılar, bu canlıların kendileri kadar yaşadıkları çevreyi de altüst etmektedirler. Güneydoğu Asya’daki resiflerde bulunan dev midyelerin etleri bu bölgede son derece makbul olduğundan bu canlılar avlana avlana bitirilmiş ve bunlar artık tamamen tüketilmiştir. Çok fazla avlanmaktan resiflerde yaşayan ve yavaş üreyen balık cinsleri de yakında tükenecektir.

Balıkçıların sayılarının artması ve faydalandıkları ekipmanların geliştirilmesi, bütün balık cinslerini tehlikeye sokmuştur. Sonar ve deniz uçakları, okyanuslardaki balık sürülerini anında bulmakta, devasa ağlar bu sürüleri adeta denizden koparıp almaktadır. İzlanda sahillerinde tirol için tasarlanmış yeni bir balık ağı o kadar geniştir ki 2 Boeing 747 uçağını sarabilmektedir. Bunun sonucu olarak okyanuslardan yakalanmakta olan balık rekoltesi önce büyük hızla artmış, fakat sonra düşmeğe başlamıştır. Asrın başında senede 5 milyon ton civarında olan rekolte, son senelerde 80 milyon tona ulaşmış ve

1950 ile 1970 seneleri arasında tutulan balık miktarı senede % 6 artmıştır.

Yakalanacak yeni balık stokları kalmayınca, balıkların haddinden fazla avlanması küresel bir sorun haline dönüşmüştür. FAO’nun tahminlerine göre dünya üzerindeki 17 başlıca balık yataklardan dokuz tanesi ciddi şekilde yıpranmıştır. 1971 senesinde FAO tarafından yürütülen bir çalışma, denizlerden normal şartlar altında senede 100 milyon ton balık elde etmenin mümkün olduğunu kaydetmekteydi. Bu 1992 rekoltesinden 20 milyon ton fazladır yalnız, bu gibi tahminlerin içinde belirli bir yanıma payı olduğunu kabul etmek gerekir. Balık yataklarının son senelerdeki durumuna bakılırsa, 100 milyon tonun iyimser bir tahminden ileri geçemeyeceğini anlamak gerekir. Bugün FAO uzmanları bilinçli bir şekilde ele alınmadıkları takdirde mevcut durumlarıyla bu balık yataklarından 100 milyon tonluk rekolte elde etmenin zor olduğunu kabul etmektedirler. Gelecekteki balık rekoltelerinde herhangi bir gelişme beklenmemelidir.

Haddinden fazla balık avlamanın denizlerdeki hayat üzerinde başka etkileri de vardır. Buradaki başlıca sorunlardan birisi, balıkçıların değerlendirebilecekleri cinslerin yanı sıra, istemedikleri türleri de yakalayıp öldürmeleridir. Derin denizlerde ağ tarayarak yapılan balık avı sırasında yakalanan istenmeyen cinslerin sayısı çok yüksek olmaktadır. ABD Okyanus ve Atmosfer Araştırmaları Dairesi, ton balığı ve mürekkep

balığı peşinde olan balıkçıların 1990 senesinde 42 milyon deniz kuşu ve canlısını boşuna öldürdüğünü vurgulamaktadır. Karides avcıları her seferde yakaladıklarının ancak % 10-20’sini değerlendirmekte, 10-15 milyon tonu bulan geri kalanlar ise genelde atılmaktadır. Son senelerde ortaya çıkmış “ biyomas balıkçılığı “ adı verilen bir yönteme göre balıkçılar yakalayabildikleri her türlü canlıyı yakalamakta, işlerine yarayanları piyasada değerlendirmekte, geri kalanları balık çiftliklerine satmaktadır.

Balıkçılar denizlerden gittikçe daha fazla miktarlarda biyomas temin ettikçe, bütün ekosistem zarar görmeğe başlamıştır. Shetland Adalarında yuva kuran çeşitli kuşların sayılarında son senelerde büyük bir azalma görülmüştür. Bu kuşlar, balık avında yem olarak kullanılan bir yılan balığı cinsini yavrularına yedirerek onları büyütürlerdi. Balıkçılar aynı balığı, yem olarak kullanmak üzere tercih etmeye başlayınca iş değişti ve yavru kuşlar aç kaldılar. 1982 senesinde 56.000 tona yükselen yılan balığı rekoltesi

1988 senesinde 4 800 tona düştü. Bunun yanı sıra beslendikleri balıkları yeteri derecede bulamayan kuzey Pasifikteki Steller’in deniz aslanının, yunus balığının ve kuş cinslerinin sayılarında ciddi azalmalar gözlenmiştir. Haddinden fazla balık avlanması balıkçılara ve balıkçılık sektörüne de ters etki yapmakta ve bütün bu camia, balık rekoltesi düşmeğe başladığı zaman sarsılmaktadır.

Artan uluslar arası talep ve yükselen fiyatlar yüzünden, gelişmekte olan ülkelerde yaşayanlarla buralardaki balıkçılar zor durumda kalmışlardır. Bu ülkeler, yakalanan balıkları ihraç etmekte ve böylece borçlarını ödeyebilmek için döviz kazanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerin ihracatları, sanayileşmiş olan devletler nazaran bir misli hızlı artmaktadır. Sanayileşmiş ülkeler gelişmekte olanlara nazaran yedi misli fazla balık ithal etmektedir. Her ne kadar Üçüncü Dünya Devletlerinde yaşayanlar protein ihtiyaçlarını genellikle balıkla karşılamaktaysalar da sanayileşmiş ülkelerdekiler, ortalama olarak gelişmekte olanlara nazaran 3 misli fazla balık yemektedir.

Yakalanan balık miktarı sadece bunları yakalayanları etkilemez, aynı zamanda okyanusların canlılıklarını da yansıtır. Çevre kirliliği, yaşam alanlarının tahrip edilmesi ve gereğinden fazla balık avlanması sürdürüldüğü sürece, okyanusların küresel besin ihtiyacını karşılayabilme imkanları sınırlanmaktadır. Deniz ürünlerinin azalması, suların kirlenmesi ve Okyanusların biyolojik sınırlarının ne kadar kısıtlı olduğunun göstergesidir IV.18. Doğal Floranın Korunması

Ateş gibi güçlü bir silahı tanıyan insanoğlu, doğaya hükmetme konusunda büyük bir adım attı. Ateş, insanoğlunun buyruğuna girmeden önce de doğaya büyük zararlar verebiliyordu. Yıldırım düşünce ormanlar yanıyordu. Ağaç dallarının birbirine sürtünmesinden dolayı ağaçlar tutuşuyor, bu da orman yangınlarına yol açıyordu.

Yangınlar bir yağmurla ya da ormanın göle, akarsuya ya da bir boşluğa ulaştığı yere kadar sürüyordu. Bunda insan oğlunun herhangi bir günahı, kabahati söz konusu değildi. Fakat, insanoğlu, ateşi buyruğu altında tutunca, doğaya büyük zararlar vermeye başladı. Günümüzde Afrika’da Savan adlı geniş çayırlıklar vardır. Buğdaygiller ve köksaplı bitkiler 2 metre kadar boylanabilir. Savan birincil bir bitki örtüsü değildir. 50 bin yıl kadar önce insanların ormanları yakmaları sonucu oluşmuştur. Günümüzde de tarım yapabilmek için savanlar yakılmaktadır. Fakat yangınlar, iğreti bir denge içinde bulunan savanda toprağı gübreyle biraz zenginleştirse de ağaçlara zarar verir. Savan bölgesi insanları avlarını yakalamak için de yangın çıkarırlar. Böylece topraklar yozlaşır.

İnsanoğlu, doymak bilmez hırsıyla ve aşırı kazanç isteğiyle, doğayı, florayı zorlamaktadır. Nüfus arttıkça yeni besin kaynakları gerekmektedir. Faunada olduğu gibi florada da birçok tür yok olmakta; soyu kurumaktadır.Hawaii adalarında yanardağ kraterlerinde yetişen ve müş kılıç (silver ord) denilen bir bitki çiçek açabilmek için gerekli olan suyu 20 yılda biriktirebilir. Bu, dünyanın başka hiçbir yerinde yetişmeyen bir bitkidir. Çok uzun bir sapın ucunda açılan çiçeğinin 20 gün kadar ömrü vardır; çiçek solarken bitki de ölür. Bütün yaşamı boyunca bir kez çiçek açıp tohum üretebilen bu bitkinin soyunu sürdürebilme olasılığı doğal olarak çok azdır. Bu bitkinin yaprakları kılıç gibi uzun ve etli, gümüş renkli yaprakları arasında küçük bir böcek türü yaşar. Yapraklarla aynı renkte olduğu için iyi gizlenen bu gümüş renkli böcek başka hiçbir bitki üzerinde yaşayamaz. Hawaii adalarına yerleşenlerin getirdikleri keçiler bu ender bitkiyi yer tüketirlerse bu böcek de yeryüzünden silinip gidecektir.

Tropikal yağmur ormanları fauna kadar flora zenginliğiyle de tanınırlar. Yabani yaşam çok canlıdır. Örnek olarak Pasifiğin güneyindeki Yeni Kaledonya ormanlarını ele alalım.

18 bin kilometre karelik bir alan kapladıkları halde bu ormanlarda 3000 bitki türü barınmaktadır. Bu türlerin çoğu da endemiktir. Dünyanın başka hiçbir yerinde görülmeyen türler buradadır. Tropikal yağmur ormanları kereste sağlanması için, tarım alanları açmak için sürekli olarak daraltılmaktadır. Her yıl 76 bin kilometre karelik alan kuşları, memelileri, sürüngenleri, böcekleriyle ortadan kaldırılmaktadır. Sayısız bitki ve hayvan uzmanlarca incelenemeden, tanımlanamadan, adları bile konulmadan yok olup gitmektedirler.

Türkiye’nin en güzel bitkilerinden biri olan kardelen dağlarımızdan sökülerek Avrupa’da seralara satılmaktadır. Türkiye 10 bin tür bitki ile dünyanın en belli başlı ülkelerinden biri; bir şifa cennetidir. Ancak, bizde bu bitkiler devlet ya da üniversite denetiminde bir sınıflandırma ya da koleksiyon içinde yer almadığından yabancılar, doğal servetimizden kolayca yararlanma yolları buluyorlar. Zengin ülkelerin botanikçileri özellikle 3. dünya ülkelerine gidip oranın bitki örtüsü ile ilgili bir araştırma yapıp, bitki türlerinden bolca


örnekler alıyorlar. Sonra da ülkelerine dönüp bu bitkinin yararlılıkları ile ilgili araştırma yapıyorlar. Umduklarını bulduklarında da, ya bu bitkinin kendi ülkelerinde yetişmesini sağlıyorlar, ya da buldukları ülkeden olabildiğince sağlamaya çalışıyorlar. Ve sonra da bu işin nimetlerinden yararlanıyorlar.

İnsan, tek başına üretken değildir; bitkiyi, havayı, suyu değerlendirerek bir üretim yapmaktadır. Canlılar bitkisiz yaşayamaz. Biyosfer için vazgeçilmez unsurların birisi de bitkilerdir. Otobur otu, etobur da otoburu yiyip gelişmektedir. Yani, yaşamın kaynağı bitkilerdir. Bitkilerin insanlara da hayvanlara da gereksinmesi yoktur (tozlaşma dışında). Oysa, insanlar da hayvanlar da bitkilere muhtaçtırlar. Biyosferin oksijen kaynağı olan ormanlar, bitki toplulukları büyük bir hızla yok olmaktadır. Her yıl ortadan kaldırılan ormanların alanları 17 milyon hektardır. Yok edilen orman alanları Finlandiya’nın yüzölçümüne eşittir.

ABD’nde bulunan Worldwatch Enstitüsü’nün yayınladığı verilere göre her gün dünya üzerinde 140 bitki ve hayvan türü yok olmaktadır. Çünkü flora ile fauna birlikte bir varlık gösterir. Floranın bozulması habitatın yok olması anlamına geleceği için doğal ortamı ortadan kalkmış birçok hayvan da aynı şekilde silinip gidecek, yani soyu kesilecektir.

Dünyada yaklaşık 100 yılda 30 bin bitki türünün soyu ya tamamen ya da kısmen tükenmiştir. Yapılan tahminlere göre, 2000 yılına kadar yeryüzündeki canlı varlıkların

%15-20’sinin soyu kuruyacaktır. Gelecek yüzyılın ortalarına kadar 40 bin bitki türünün daha yok olacağı tahmin edilmektedir. Genetik erozyonun önüne geçmek ve biyolojik çeşitliliği korumak için soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan türler üzerinde çalışmaları FAO yürütmektedir. Çünkü, bir tür bir kez kayboldu mu, genleri de sonsuza kadar kaybolmuş demektir.

Avrupa mutfağı için hazırlanan pek çok sosun vazgeçilmez malzemesi olan mantarın giderek tükendiği ortaya çıkmıştır. Botanikçi Dennis Benjamin’e göre; “Özellikle son 20 yılda çevre kirliliği ve asit yağmurları pek çok mantar türünün tükenmesine neden olmuştur.”

Dünyada 9000’den fazla tohumluk bitki türü bulunmaktadır. Bunlardan 3000’i sadece Türkiye’de yetişmektedir. Bu, ülkemizin ne kadar çok floristik zenginliğe sahip olduğunun bir göstergesidir. Yeryüzünün başka hiçbir yerinde böylesine bir zenginlik görülmemektedir. Biyolojik zenginlik insanlığın gelecekteki sigortası olduğu halde, bilerek ya da bilmeyerek, bunları tehdit altında bırakıyoruz. Bu tehdidin dozu da giderek artmaktadır.

Uzay çağında yaşıyoruz; teknoloji insanoğlunun yaşamını kolaylaştırıyor; bilgisayar her çeşit bilgiye kolayca ulaşmamızı gerçekleştiriyor. Bilgisayar ve uzay çağında doğaya bu denli önem vermek gerekir mi? Teknoloji her gereksinmemizi karşılamıyor mu? Öyleyse, bitkilere, hayvanlara, denizlere, dağlara, ormanlara sahip çıkmak, korumaya çalışmak ne demektir? Burada bir çelişki yok mudur? Flora, fauna yok olsa ne olur?

Yabani doğa insanoğlu için yaşamsal önem taşıyor. Varlığımız teknolojiye değil, doğaya bağlıdır. Soluduğumuz oksijeni bize yalnızca bitkiler veriyor. Bu nedenle, Brezilya’nın Tropikal yağmur ormanlarının yok edilmesi yalnızca Amazon havzasındaki insanları değil, Ortadoğu’daki yani tüm dünyadaki insanları da olumsuz etkiliyor.

Temel besin kaynaklarımızı her zaman olduğu gibi bugün de hayvanlar ve bitkiler oluşturuyor. Sağlığımız için gerekli olan ilaçların hammaddelerini de bize doğa veriyor. Gerçek eczane doğadaki bitkilerdir. Fakat, doğada yalnız işimize yarayan, kullanabildiğimiz bitkileri, hayvanları mı koruyacağız sadece? Korumak ve geliştirmek için böylesine “bencil” bir yaklaşım ne demektir? Doğa, milyarlarca öğenin meydana getirdiği, sürekli gelişen ve ilerleyen bir dizgedir. Mikroorganizmalardan kuşlara, kurumuş bir yapraktan Tropikal yağmur ormanlarına, çatlayan topraktan kutuplardaki buzullara kadar her şey, bu hayranlık verici dizgenin bir parçasıdır. Doğadaki bu düzen bir yerde bozuldu mu, zincirin halkalarından biri koptu mu gelişme ve ilerleme durur; ölüm başlar. Bu nedenle doğadaki börtü böcek, sürüngen, kemirici, memeli, sudaki yaratık, uçan kuş insanoğlu için yaşamsal bir önem taşımaktadır. Bitkiler, hayvanlar olmazsa insan da olmaz.



IV.19. Ormanlar

Kuru ve yaş asit döküntülerin ormanlar üzerinde, yapraklar ve ağaç gövdelerinde doğrudan etkileri görülür. Yapraklarca alınan gazlar ve bunların yüksek konsantrasyonu da yapraklardaki fotosentez işlemini bozar, durdurur. Asit sislerin yapraklar üzerindeki etkisi asit topraklarda alüminyum ve ağır elementlerin serbest kalarak köklerde ve mantarlarda yaptığı zehirleyici etki gibidir. Ağaçların besleyici köklerinin ölümü ile ormanın büyümesi gerilemekte, duraklamaktadır.

Almanya’da ormanların yüzde 7.5-8.0’i yok olmuştur. Her iki ağaçtan biri hasta durumdadır. Özellikle batı bölgelerinde 2.545 milyon hektar olan ormanların yüzde 34’ü havadaki zararlı maddelerden dolayı hastalanmıştır. Almanya’daki ormanlarda en çok köknar ağaçları zarar görmüştür. Köknar ormanlarının yüzde 60’ı tahrip olmuştur. Yalnız Bavyera, Karaorman, Harz ve endüstri bölgelerini çevreleyen ormanlar değil, Alplerin yamaçlarını örten ormanlarda da tahrip izleri gözlenmektedir. Uzun zaman sonra bu tah-

ripler toprağı aşındırabilir ve çığ düşmelerine yol açabilir. Bunun olumsuz etkileri Ön

Alplere kadar duyulabilir.

Yeşil bitki örtüsünün, özellikle geniş yapraklı ağaçların oluşturduğu bir orman kütlesinin toz tutma özelliği bilinmektedir. Bir hektarlık orman için tutulan toz miktarının 20-60 ton civarında olduğu hesaplanmıştır. Endüstri bölgelerine komşu dağların, platoların ormanlarının yok edilmesiyle bu doğal süzgeç işlevini yürütecek başka bir şey olmadığından hava kirlenecek, halkın sağlığı tehlikeye düşecektir. Endüstri tesislerinin yoğun bulunduğu yerlerde orman kalmaması sonucunda solunum yolları hastalıklarından artışlar olmaktadır.



IV.19.1. Orman Yangınları

Akdeniz’e kıyısı olan Avrupa Topluluğu ülkelerinde her yıl, ortalama 110.000 hektar orman yangınlarla yok olmaktadır. Kuraklıkla rüzgar bir araya gelince ağaçların tutuşmasına bir kıvılcım yeterli olmaktadır. 1982’de İtalya’nın, Fransa’nın, Yunanistan’ın güneyindeki bazı bölgelerde hüküm süren kuraklık, yangınları artırmıştır. Fransa’nın Var ilinde 10.000 hektar orman üç günde yanmıştır. Atina çevresinde 4000 hektar orman Ağustos ve Eylül aylarında yangınlarla tahrip edilmiştir. Çevre ve ekonomi açısından bu yangınların sonuçları çok ağır olmaktadır. Çiftçilerin gelirleri olumsuz etkilenmekte, yangınlar şehirlere yakın ise, hava kirliliği sorunları ağırlaşmaktadır.

Türkiye, orman yangınlarının sıkıntılarını en çok yaşayan ülkelerin başında gelmektedir. Tarla açmak, çalılardan temizlemek, otlak elde etmek, turistik tesis kurmak gibi amaçlarla her yaz mevsiminde çok sayıda kasıtlı yangın çıkarılmaktadır. Orman suçlarının affedileceği haberleri, şayiaları özellikle seçimlerden önce yayılmakta ve bu duyumu alan insanlar korkmadan, ormanları yakabilmektedirler. Politikacı ödünleri ülkemize, doğal kaynaklarımıza büyük zararlar vermektedir. Türkiye’de 1993 yılında 30 bin hektar orman yanmıştır. Bunun maddi karşılığı 6 trilyon liradır. Ormanların, orman içinde yaşayan insanların ekonomik güçlerini artırarak ve yasal düzenlemeler yaparak korunabileceği, ilgililerce sık sık vurgulanmaktadır. Ancak, yangınlar önlenememektedir.

İsviçre ormanlarının % 43’ü hasar gören ağaçlardan oluşmaktadır. Bu durum bölgelere göre değişmektedir. Jura’da hasta ağaçların oranı %11-37 arasındadır. On Alplerde

%42, Alplerin güney yamaçlarında ise bu oran %49’u bulmaktadır. Lichtenstein ormanlarında sararıp solma ilerlemektedir. 1987 yılında durum daha da kötüleşmiştir. Sağlıklı orman incelemeleri bunu açıklar. Özellikle dağlık bölgelerde ağaçların %60’ı zarar görmüştür. Hükümet, yerli kirletici kaynakları sınırlamak amacıyla bir dizi önlem almıştır. Özel araçların daha az kullanımı ve dolayısıyla havaya daha az zehirli gaz,

ormanların sararıp solmasını önlemek bakımından önem taşımaktadır. Teşvik için kamu taşıtları yolcuları bedava taşımaya başlamıştır. Maksat, özel otoların yarattığı kirliliği en az düzeye indirmektir.

Yunanistan’da ormanların dörtte üçü 1960’tan günümüze yok edilmiştir. Eski orman alanları otlak ve tarlaya dönüştürülmüştür. Kuzeyde günümüze kadar sağlam olarak ulaşabilmiş ormanlarda ayı, kurt, vaşak gibi değerli hayvanlar ve birçok bitki türleri barınmaktadır. Parlamento çorak ve sulak alanların tarım amacıyla kullanılmasını tartışmıştır. Ramsar Sözleşmesi ile korunanlar dahil, tarıma açma sonucunda sulak alanlar oldukça azalmıştır. Mikra Prespa Ulusal Parkında yapılan tarım alanlarında sulama çalışmaları da bozulmalara, Parktaki değişmelere olumsuz bir örnek olarak gösterilmektedir.

FAO, ormanların ürkütücü şekilde yeryüzünden yok olması karşısında, uluslararası bir sözleşme yapılmasını önermektedir. Ormanların ölmesinden kaynaklanan üretim kaybı FAO tarafından yılda 30 milyar dolar olarak hesaplanmaktadır. Tropikal ormanların tahribi 10 yıl önceki rakamları yaklaşık olarak %80 aşmaktadır.

¾ 1981-90 arasında, Afrika’da yılda 4.8 milyon hektar orman kırımı yapılmıştır. (Toplam ormanların %1 .7’si).

¾ 1981-90 arasında Asya’da yılda 4.7 milyon hektar orman yok edilmiştir. (Toplam ormanların %1 .4’ü).

¾ 1981-90 arasında, Latin Amerika’nın ormanlarının 7.3 milyon hektarı ortadan kaldırılmıştır (yılda). Bu, genel ormanların %0.9’u demektir ve dünyada en ileri orman kırımının bu kıtada olduğu açığa çıkmaktadır.

Dünyanın birçok ülkesinde ormanlar azalırken ve bazı bölgelerde tümüyle yok olurken İsveç’te ormanlar her yıl artmaktadır. 1944 yılından sonra İsveç ormanları çok iyi bakım ve planlı kullanım nedeniyle sürekli olarak dinamik bir gelişme göstermektedir. Kağıt endüstrisi çok gelişmiş olmakla birlikte, orman alanlarının İsveç’te gelişmesi dikkati çekmektedir.



Yüklə 3,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin