Yildiz tekniK ÜNİversitesi KÜresel çevre ders notlari



Yüklə 3,79 Mb.
səhifə3/7
tarix29.10.2017
ölçüsü3,79 Mb.
#21332
1   2   3   4   5   6   7

V. KÜRESELLEŞME VE ÇEVRE YÖNETİ

Küreselleşme mantığı, devlette var olan merkezi gücü ve bürokrasiyi sorgulamaktadır.

21. Yüzyıl demokrasilerinde, siyasi karar mekanizmaları üzerinde çoğu zaman müdahaleci rol oynayan politik-yönetsel karar alanları daralacak ve ulus devletin işleri yeniden gözden geçirilecektir. Bu bağlamda yetkilerin bir kısmı bugün var olan ve yeni kurulan veya kurulması dönüşülen uluslar arası örgütlere bırakılacak, bir kısmı da günün şarlarına göre oluşacak birimlere terk edilecektir. Her iki gelişmede de demokrasinin yaygınlaştırılması ve katılımcı demokrasinin desteklediği uygulanabilir somut kurumlar ve kuralları gerektirmektedir. Günümüzde demokrasi ile idare edilen ülkelerde gerek yerel gerekse merkezi düzeyde kısmen demokratik anlamda temsil sorunları bulunmaktadır. Bu olgu ise küreselleşme sürecinde önemli bir engel durumundadır.

Sorunların bölge ve/veya ülke ölçeğinden taşarak tüm dünyayı etkilemesi sonucunda, tek bir dünyamız olması sorumlulukları da globalleşmiştir. Bu sorumluluklar içinde özellikle “çevre konuları” diğer tüm ekonomik ve sosyal faaliyetleri de kapsar şekilde gelişmiştir. Çevre sorunlarının belirleyici özelliği de tüm dünyayı etkilemesidir. Çevre sorunların merkezileşmesinin nedeni ise, devlet sistemlerinden kaynaklanan ideolojik farklılıkları aşabilecek boyutta olması ve çevre ideolojisini oluşturabilecek bir güce sahip bulunmasıdır. Bu durum, ulusal ve uluslar arası örgütsel işbirliğini de güçlendirmektedir.

Birleşmiş Milletler ve diğer ilgili uluslar arası örgütlerle yerel otoriteler arasında işbirliğini arttırmak, yerel otoriteleri desteklemek ve yerel çevre yönetimi konusunda kapasite oluşturmak amacıyla programlar başlatılması öngörülmektedir. Bu bağlamda da özellikle az gelişmiş ülkelerin bu doğrultudaki çabalarını tanımlamak üzere uluslar arası işbirliğinin güçlendirilmesi istenmektedir.

Yerel yönetimler, çevre konularında gerek zarar verme, gerekse, yürütmeye ilişkin yetkiler açısından güçlendirilmesi gereken birimler olarak önemini korumaktadır. Belediyelerin fiziksel planlamadan, su kaynaklarına ve her türlü atıklara ilişkin olarak üstlendikleri sorumluluklarını yerine getirebilmeleri mali kaynak denetimi, personel gibi yerel yönetimlere ilişkin sorunlarının giderilmesini gerektirmektedir. Çevre konusunda sorumluluklarını yerine getirmeyen merkezi/yerel yönetimler için yaptırılmalara gidilmelidir.

Bütün ülkelerin çevre yönetimleri, atık, kalkınma ve çevre konularının ayrılmaz bir bütün olduğuna inanmakta, geleceğe yönelik ulusal, bölgesel ve uluslar arası politikalarını bu bakış açısına göre ele almayı prensip olarak kabul etmektedir. Bu noktada çevre korumacı ideolojiler gelişmektedir.

V.1. Çevre Korumacı Yaklaşım

Küresel ve bölgesel çerçevede çevrenin korunması günümüzde üzerinde önemle durulan konular arasında yer almaktadır. Gerçekten çevreye verilen zararlar ve ortaya çıkan sorunlar ister gelişmişlik yönüyle isterse politik sistemler açısından değerlendirilsin, tüm dünyanın ortak sorunudur. Dünyamızı olumsuz etkileyen en önemli unsur, kirleticidir. Bireylerin yaşam süreçleri içinde çevresinden yararlanırken onu etkilemesi ve etkilenmesi sonucunda oluşan atıklar ise, toprak, hava ve su gibi doğrudan çevreyi kirletmektedir. Oysa halk genelde kirlenmeyi kendinden soyutlayarak izlemektedir.

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda doğal kaynakların akılcı olmayan yönetiminin etkileri, gittikçe kötüleşen bir değişim ortaya koymuştur. Ancak gelişmiş ülkeler ekonomik durumları ve politik yapıları ile gelişmekte olan ülkelere göre daha şanslı durumdadır. Öte yandan doğal kaynakların oransal olarak azalması, gelişen ülkelerin çabuk etkilenen özelliğe sahip ekonomilerini tehdit etmektedir. Yine yoksul ülkelerin doğal kaynaklarına büyük ölçüde bağımlılığı, önemli bir engel yaratmakta ve ekonomik faydanın göz ardı edildiği politik tercihlere neden olmaktadır.

Çevre, sosyal ahlâk düzeni ve politika ile yakından ilgilidir. Özellikle tarım, enerji ve sanayi yönlü makro ekonomik sektör politikaları ile yerli ve yabancı yatırımlara ilişkin “mali”, “ticari kararlar” çevre korumacı tartışmalarda her fırsatta ve eleştiride ileri sürülen vazgeçilmez kalkan sözcülerdir. Bu nedenle nüfus, kaynaklar, çevre, kalkınma, çıkar sözcükleri çevre kaynaklarında çokça kullanılmaktadır.


Çevre sorunları uluslar arası arenada esaslı değişiklikler yapmıştır. Yüzyıllarca devletlerin güvenildiği askeri açıdan ele alınmaktaydı. Ancak son on yılda oldukça değişik bir tehdit tipi ön planda yer almaktadır. Bu tehdit “ekolojik güvenlik” tir. Ekolojik sınır ötesi ihlaller, askeri sınır ötesi ihlallerden daha aktüel ve her an gerçekleşmesi beklenen olgulardır.

Endüstrileşmenin uluslar üstü olması, çevre sorunlarında da uluslar üstü olmasını sağlamıştır. Bu yüzden de çevre politikası düzenleyiciler uluslar arası politikalarda ve uluslar arası politika ise ulusal çevre politikasında gittikçe etkili olmaktadır. Yetkili ve sorumlu olarak ulusal politikanın önemi büyüktür. Çünkü bulunduğu doğal ortamların ve ekonomisinin uluslar arası sorunlarıyla karşılaşan da ulusal devlettir.

Ulusal devlet, global çevre koruma için tek büyük aktör olarak düşünülmekle birlikte, aslında zayıf bir konumdadır. Bu durum dünyanın ekonomik yapısından kaynaklanmaktadır. Örneğin, otomotiv sanayi gibi bir faaliyeti organize eden çok uluslu bir kuruluşun, geniş bir ticaret ağına sahip bulunması kontrolü zorlaştırmaktadır. Ayrıca, sadece, girişimcilerin değil devletlerinde dünya piyasasında rekabet etmesi gibi nedenlerle, endüstri yararına olduğu düşünülen vergi muafiyetleri ve teşvikler de çevre korumayı engelleyebilmektedir.



V.2. Çevre Politikasının Değerlendirilmesi

Devletlerin çevre politikasının değerlendirilmesi açısından, strateji ve çevre politikasının araçları çok önemli iki etkendir. Strateji yönüyle incelendiğinde dört aşama görülmektedir.

a) İlk aşama ortaya çıkmış çevre tahribatının sadece tamiridir. Bu aşama “tepki göstermek ve tedavi etmek” olarak tanımlanmaktadır.

b) İkinci aşamada, devletlerde yeni kurumlar yaratmak ve kirlilik kontrolü üzerine mevzuatı gözden geçirmek, kaynakların yönetimi ile kırsal ve kent alanlarının iyileştirilmesi doğrultusunda öncülük etmek ve yol göstermektir.

c) Çevre politikasının üçüncü aşaması ise, baştan itibaren çevreyle uyumlu bir teknik kullanılması amacına yöneliktir. Bu durum, kural olarak kaynakların daha dikkatli kullanımı hedef almaktadır.

d) Dördüncü aşamada, ek tedbir veya yeniliklerle iyileştirmeye ve düzeltilmeye çalışılan ekonomik formlara veya çevre ile uyumsuz teknolojilere daha fazla yer yoktur. Bunlar “yaprım getirilerek” kendiliğinden değişecektir.

Milli devletler genel olarak da çevre korumacı ve düzeltici politikalara ağırlık vermektedir. Oysa ıslah edici çevre korumada, kirlilik önleyici arıtma tesisleri ilk

müdahale olarak mutlaka gerekli görülmekle beraber sınırlı katkısı da bilinmektedir. Buna göre;

a) Islah edici çevre korumada, enerji santrallerinin filtrelerinde önem arz eden SO2 gazlarının tutulması gibi, kirliliğin tümüyle değil, ancak belli zararlı atıklarla mücadele edilmektedir.

b) Islah edici çevre korumayla sağlanan çözümler uzun vadeli olmayabilir. c) Çözülmüş gibi görünen konular, çevre sorunlarına tekrar dönüşebilir.

İdeal olan; hammadde; enerji, su ve toprağın akılcı ve rasyonel bir şekilde kullanıldığı, bilgi ve hizmet yoğun üretime yönelinmesidir. Bundan sonrası, ıslah edici tekniklerin kullanılmasını gerektiren çevre sorunlarının asgari düzeye indirilmiş olduğu doğal sistemlerin korunması ve kapsamlı ekonomik yapı değişikliklerinin sonucuna bağlıdır.

VI. KÜRESELLEŞMENİN GETİRDİĞİ ÇEVRE SORUNLARI

İnsan ve diğer canlıların yaşam boyunca ilişkilerini sürdürdüğü bir dış ortam mevcuttur. Doğada canlıların kendi aralarında ve fiziksel çevreleri ile ilişkileri sağlıklı bir gelişmeye izin veriyorsa, doğal denge sağlanmış demektir. Aksine bir durum, doğal dengenin bozulduğunu göstermektedir.

Tüm dünya üzerinde insanların gün geçtikçe artan bir hızla sanayileşme çabaları ve kırsal alanlardan kentleşme sürecine giriş önceleri pek önem verilmemesine rağmen, son yıllarda insanlığı tehdit edecek şekilde ciddi boyutlarda çevre kirlenmesine yol açmıştır ve kirlenme hızla artmaktadır.

Çevre kirlenmesi, doğanın kirlenmesi, daha doğrusu kirletilmesidir. Bunlar kısaca suyun, havanın, toprağın kirletilerek verimsiz ve canlılara zararlı hale getirilmesidir. Öldürücü olan birçok hastalık bunların sonucudur. Su, evsel ve endüstriyel atık sularla; hava, büyük ölçüde fabrikaların bacalarından çıkan zehirli gazlar ve tozlarla, toprak ise kullanılan suni gübreler ve zirai araçlarla doğal özellikleri hızla bozulmaktadır. Sanayileşme ve kentleşmenin yol açtığı ve yukarıda bahsettiğimiz kirliliklerin dışında gürültü, ses, trafik, şehirlerin ısıtılması vb. gibi faktörler de dolaylı yollardan yaşamı etkilemektedirler.

Günümüzde özellikle dört konu dünya çapında çevre sorunları olarak sık sık gündeme gelmektedir. Karbondioksit gazının artışı dolayısıyla meydana gelen iklim değişikliği, kanser yapıcı ışınları süzen ozon tabakasının incelmesi, tropik ormanların tahribiyle ortaya çıkan milyonlarca hayvan ve bitki türünün yok olma tehlikesi, bir de Çernobil olayında olduğu gibi büyük çaptaki nükleer kirlenmeler. Son yıllarda bu gruba elektromanyetik kirlenme ile kültür kirlenmesi de eklenmektedir. Bunlardan başka, tüm

dünya çapında olmasa bile, uluslar arası boyutlarda, dünyanın geniş bölgelerini etkileyen asit yağmurları, çölleşme, tehlikeli atıkları da sayabiliriz. Bu listeye daha önceki yıllarda dünya çapındaki sorunlar olarak çok sözü edilen DDT kirlenmesi, denizlerdeki petrol kirlenmesi ve cıva kirlenmesi vb. de eklenebilir.



VI.1. Nükleer Tehlikeler

Dünya nükleer çağa, ABD’nin 1945’te iki Japon şehrine attığı atom bombalarıyla girdi. Ama asıl dünya çapındaki radyoaktif kirlenme sorunu, 1950’li yıllarda ABD ve SSCB’nin birbiri ardına yaptığı nükleer denemelerden sonra ortaya çıktı. Bu denemeler ıssız bölgelerde yapılıyordu. Patlamanın gücüyle atmosferin yukarı tabakalarına savrulan nükleer maddelerin orada zararsız hale gelinceye kadar kalacağı sanılmaktaydı. Ama ABD’li fizikçiler 1945’te tüyler ürpertici bir kesifte bulundular. Her nükleer denemeyi takip eden haftalarda ABD’nin deney sahasından uzak çeşitli yerlerine radyoaktif yağmurlar yağıyordu.

Kısa zamanda, bu radyoaktif yağmurun, sadece ABD’ye değil, dünyanın her tarafına yağdığı, denemelerden ortaya çıkan çeşitli maddelerin ekosistemde yayıldığı anlaşıldı. Bunların arasında, stronsiyum (Sr-90) adlı radyoaktif maddenin, kimyasal olarak kalsiyumun yerini aldığı; tüm kalsiyumlu besinler örneğin anne sütü yoluyla çocukların vücuduna girip, kemiklerde yerleştiği, kan kanserine neden olduğu saptandı.

1960’lı yıllara varıldığında ortada kaçınılmaz bir bulgu vardı. Nükleer denemeler sonucu ortaya çıkan radyoaktif yağmur, tüm dünyanın ekosistem sağlığını tehdit etmekteydi. Bilim adamlarının baskısı ve kamuoyundaki tartışmalar sonucu, 1963 yılında ABD, SSCB ve İngiltere, atmosferde nükleer denemeleri yasaklayan bir antlaşma imzaladılar. Bundan sonra yeni bombalar geliştirmek için yapılan denemeler yine devam etti, ama hiç olmazsa atmosferde değil, yeraltında yapıldı.

1970’ten sonra çevrecilerin dikkati yeni bir nükleer tehlikeye, nükleer santrallere çevrildi. Aslında nükleer enerji çok güzel bir fikir olarak kabul edilmişti. Nükleer yakıt bomba olarak patlatılacağına, bu güç bir enerji kaynağı olarak kullanılacaktı. Nükleer santrallerde fuel oil ya da linyit yerine, dumansız, kokusuz bir yakıt olan uranyum kullanılır. Radyoaktif maddenin parçalanmasıyla çıkan ısının meydana getirdiği su buharıyla türbinler döndürülüp elektrik üretilir. Küçük bir hap kadar uranyum, iş yapma gücü yönünden bir ton kömüre eşdeğer. Nükleer santralin atıklarında tehlikeli radyoaktif maddeler yok değil, ama atıklar zaten miktarca çok az. Bu atıklar sağlam bir yere gömüldü mü mesele kalmaz. Nükleer santrallerin bomba gibi patlamalarına olanak yok.

Kaza tehlikesi ise sıfıra yakın. Risk analizcilerin hesabına göre, bir milyon reaktör yılında bir ya da diğer bir hesapla her iki bin yılda bir büyük bir kaza beklenebilir.

Nükleer enerji taraftarları, nükleer enerjiyi dünya ya işte bu şekilde tanıtmışlardı fakat daha 1950’li yıllarda, ilk deneysel reaktörlerde, çoğu kamuoyuna duyurulmayan kazalar olmuştu. İlk büyük reaktör kazası, 1979’da ABD’nin New York eyaletinde oldu. Kaza ucuz atlatıldı, çünkü radyoaktif maddeler santralın içinde kaldı. Nisan 1986’da Çernobil reaktöründe olan kaza ise ucuz atlatılamadı. Kontrol hatası sonucu, santralın kalbi eridi ve reaktörü yavaşlatmakta kullanılan grafit ateş aldı. Yangın, reaktörün damını patlattı ve başta sezyum (Cs-137) olmak üzere, Sr-90 ve I-131 gibi radyoaktif maddeler önemli miktarda dışarı saçıldı. Kazanın ilk farkına varan ülke, oldukça gelişmiş radyoaktif izleme istasyonlarına sahip olan İsveç oldu. Ama Çernobil’in radyasyon etkisi sadece kuzeye, İskandinav ülkelerine gitmekle kalmadı; Orta Avrupa’dan Almanya’ya kadar batıya, İspanya’dan Türkiye’ye kadar güneye de yayılmıştır. Kazada ilk başta 32 kişi öldü. Kazadan üç buçuk yıl sonra ise resmi rakamlarla ölü sayısı 250’ye, on yıl sonrada binlere ulaştığı açıklandı.

Çernobil’in insan sağlığına uzun vadeli etkilerini; çocuklar arasında artan tiroit kanseri ve lösemi vakaları yoluyla izlemekteyiz. Çernobil’in önemli bir etkisi, ülkelerin enerji politikalarını değiştirmek yönünde oldu. Pek çok ülkenin nükleer santrallere olan güvenleri sarsıldı. Atom gücüyle enerji üretme fikri önemli bir darbe yemiş oldu.



VI.2. Sera Etkisi

Dünya atmosferinde, nitrojen ve oksijen gibi gazlardan başka sera etkisi yaratan çeşitli gazlar mevcuttur. Bu gazlar, dünya ya ulaştıktan sonra uzaya geri yansıyacak olan güneş ışıklarını atmosferde tutmak görevini görürler. Karbondioksit ve metan gibi sera gazları, gelen güneş ışınlarına geçirgendir, ama dünya yüzeyinden yansıyarak çıkan ışınların bir kısmını engellerler. Günümüzde yapılan çalışmalar, havadaki karbondioksit oranının artık sabit olmayıp, endüstri devriminden bu yana, giderek arttığını gösteriyor. Bu artışın başlıca kaynağı kömür ve petrol gibi fosil yakıtların kullanımıdır.

Atmosferdeki karbondioksitin bu hızla, önümüzdeki 30 ile 60 yıl içinde iki katına ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bu da ortalama dünya ısısının 1,5 ile 4,5 derece artmasına tekabül etmektedir. Bunun sonucunda dünyada önemli iklim değişiklikleri olacaktır. Meydana gelebilecek en önemli değişiklik de kutuplardaki buzulların erimesiyle dünya denizlerinin seviyesinin yükselmesi ve kıyı bölgelerinin sular altında kalacak olmasıdır.


VI.3. Ozon Tabakası

Ozon, atmosferde bulunan çeşitli gazlardan bir tanesidir. Ozon, nefes aldığımız hava içinde bulunursa, hava kirleticilerinden sayılır. Ama yerden 15 ile 40 km. yukarıda, atmosferde bulunan ozon gazının hayati bir görevi vardır. Buradaki ozon tabakası, güneşten gelen ışınların içinden ültraviyole dalgalarının fazlasını süzüp, dünya üstündeki yaşamı kanser yapıcı bu ışınlardan korur.

Ozon tabakasını tehlikeye sokan etkenler arasında CFC’ler diye anılan klorlu be florlu karbon bileşikleri özel bir yer tutmaktadır. Saç, deodorant gibi sprey tenekelerinde, sudolaplarında ve plastik köpük yapımında eskiden kullanılan, modern çağın harika yapay kimyasallardan CFC’ler, yukarı atmosfere kadar yavaş yavaş ve ayrımdan yükselirler. Ozon tabakasının olduğu bölgeye varınca, kuvvetli güneş ışınlarının etkisiyle CFC’ler parçalanıp, klor atomlarına ayrılırlar. Tek bir klor atomu zincirleme reaksiyonla, binlerce ozon molekülünü parçalayabilirler.

1986’da bir uyduya monte edilmiş aygıtlar, ozon tabakasının Güney Kutbu üzerine rastlayan kısmındaki tabakalarda bir incelme keşfetmişlerdir. Bu incelme, % 50’ye varan bir ozon azalmasını göstermektedir.

CFC’lerin başlıca üreticisi olan ABD, kimya sanayii lobisine rağmen, spreylerde CFC kullanımını yasaklamayı 1978’de başarmıştır. 1985’te Viyana’da yirmi ülke ozon tabakasını korumak için bir araya gelmişler ve bir yıl sonra da Montreal’de yirmi dört ülkenin imzaladığı anlaşma ile, 2000 yılına kadar dünya CFC üretiminin yarı yarıya azaltılması kararlaştırılmıştır. Buna rağmen, sorun henüz çözümlenmiş değildir. Çünkü bugün kullandığımız spreyden çıkan CFC’nin ozon tabakasına ulaşıp etkilemesi 50 yılı bulmaktadır.

VI.4. Tropik Ormanlar

Dünyadaki tüm tropik ormanların yarısı, kesilme ve yakılma gibi nedenlerle, son iki yüzyılda yok olmuştur. Şayet önlem anılmazsa kalan ormanlar önümüzdeki elli yıl içinde tamamen yok olabilir. Tropik ormanların kapladığı alan, dünya yüzeyinin yalnızca % 7’si, yeryüzündeki hayvan ve bitki türlerinin % 80’i tropikal ormanlarda yaşamaktadır. ABD’de reçeteyle satılan ilaçların dörtte birinden fazlası, yalnız tropik ormanlarda bulunan bitkilerden elde edilmektedir. Dünyanın değişik ekosistemleri arasında en zengin ecza maddesi kaynağı da tropik ormanlarda bulunmaktadır. Bu ormanlar dünyanın yağmur dengesini düzenlemekte ve atmosfere oksijen sağlamaktadır. Yani tropik ormanlar dünya ekosisteminin akciğeri görevini yapmaktadır.


Orman kayıplarının önemli bir kısmı, tarım alanı açmak ve odun kesmek yüzünden olmaktadır. Son on yıldır, özellikle Brezilya ve Endonezya, kalabalık bölgelerdeki nüfus fazlasını ıssız tropik orman bölgelerine kaydırmaya çalışmaktadırlar. Bu da, Amazon gibi alanlarda geniş yollar, yerleşim ve tarım alanları açılmasıyla orman kesimini körüklemektedir. Diğer yanda, hammadde ihtiyacı olan zengin ülkelerin neden olduğu bazı baskılar mevcuttur. Örneğin, ağaç varlığı kıt olan Japonya, büyük ölçüde tropik orman kerestesi ithal etmektedir.

ABD’nin meşhur hamburger endüstrisinin bile tropik ormanlara önemli çapta etkisi vardır. Orta Amerika’nın tropik ormanlarının dörtte biri son 25 yılda açılmış ve bazı çokuluslu hamburger şirketlerinin kontrolüne girmiştir. Bu eski orman alanlarında sığır yetiştirilmekte ve sağlanan düşük vasıflı et, kimyasallarla yoğrulup, bu hamburger şirketleri tarafından dünyanın dört bir yanında piyasaya sürülmektedir.

VI.5. Asit Yağmurları

Ülkelerin ekolojik yönden birbirlerine ne derece bağımlı olduklarını asit yağmuru konusunda çok açık biçimde görmekteyiz. Kanada’nın uçsuz-bucaksız ormanları ve gölleri, zaman zaman sirkeye yakın keskinlikte asit taşıyan yağmurlar nedeniyle yavaş yavaş ölmektedir. Biyolojik anlamda ölen göl sayısı şimdiden 14.000’i bulunmuştur. Önlem alınmazsa, daha 40.000 kadar gölün elden gideceği belirtilmektedir. Kuzey Kanada Ormanlarının çam ağacı türlerinde büyüme hızı yarı yarıya azalmış durumdadır.

Bu yağmurlardaki asit, daha çok kömür yakıt kullanan sanayi bölgelerinden çıkan kürüt dioksitten ve otomobillerden çıkan azot oksit gazlarından kaynaklanmaktadır. Kanada’ya düşen asit yağmurunun yarısının kaynağı, güney komşusu ABD’dir. Asit yağmuru ABD’nin kendi toprağına da zarar vermektedir. Ama özellikle Ohio eyaletinde bulunan özel işletmelere ait kömür madenleri ve kömür yakan termik santraller, alınabilecek önlemlere karşı etkin bir lobi oluşturmaktadır.

Asit yağmuru ilk kez 1972 yılında yapılan Stockholm Birinci Dünya Çevre Kongresi’nde uluslar arası topluma mal olmuştur. Kongrede İskandinav ülkeleri, göllerinin başka ülkelerden gelen asit yağmuru yüzünden ölmekte olduğunu açıklamışlar, uluslar arası önlemler alınmasını önermişlerdir. Bu asidin kaynağı olan Almanya, İngiltere gibi ülkeler, yapılan önerileri ciddiye almamışlardır. Ancak bir süre sonra kendi ülkeleri de etkilenmeye başlayınca işler değişmiştir. Üstelik işler sadece kükürt dioksit ve gazın suyla birleşmiş şekli olan sülfürik asitle de bitmemektedir. Sorunun çözümü, bir iki büyük kükürt dioksit kaynağını kısmakla gerçekleşmeyecektir. Çünkü kullandığımız taşıtlardan, yaktığımız çöplere kadar pek çok faaliyetimiz asit yağmuruna katkıda bulunmaktadır.


Türkiye’de asit yağmuruna ancak kısıtlı ölçülerde Murgul, Ergani, Yatağan, Elbistan gibi önemli kükürt dioksit kaynağının olduğu yerlerde ve Avrupa’dan yağış olan kuzeybatı kesimlerimizde rastlanmaktadır. Son birkaç yıldır kükürt dioksiti azaltmak konusundaki uluslar arası girişimler hızlanmıştır. Fakat ABD ve İngiltere gibi net ihracatçı birkaç önemli ülkenin anlaşmaları imzalanmakta direnmeleri bu çabaları baltalamaktadır.

VI.6. Zehirli Atıklar

İkinci Dünya Savaşından bu yana, bir yandan kimyasallar, bir yandan kimya sanayicilerinin “yan ürünler” olarak nitelendirdikleri, kimyasal işlemler sonucu ortaya çıkan atıklar üretilmektedir. Atıklarda çoğu kez tek değil, pek çok kimyasal madde bir arada bulunduğu için soruna, öldürücü ya da zehirleyici anlamında “zehirli atıklar” sorunu denilmektedir.

Bugüne kadar deneyimler, önemli sorunlar çıkıncaya kadar, hiçbir ülkenin bu atıkları ciddi bir denetim altına alamadığını göstermektedir. Atıklar genellikle en kolay yoldan çelik variller içinde çeşitli yerlerdeki çöplüklere atılmakta ya da gömülmektedir. İleri kimya sanayisine sahip ülkelerde, sızıntı yaptığı ancak son yıllarda keşfedilen yüzlerce sanayi çöplüğü bulunmaktadır. Bunların her biri insan sağlığı ve doğal çevre açısından birer saatli bomba durumundadır.

VI.7. Dünya Denizlerinde DDT, Petrol, Cıva Kirlenmesi

1945’ten beri mal edilen; tarım ilaçları DDT’nin, ekosistemde biriken ve pek çok canlıyı hiç hesapta olmayan biçime etkileyen bir kimyasal olduğu ortaya çıktıktan epeyce sonra etkili önlemler alınabilmiştir. 1960’lı yıllarda zararlı ortaya çıkmaya başlayan DDT’ye, tropik ormanlardan, Antarktika’nın penguenlerine kadar tüm canlıların dokularında rastlanmaya başlandı. Böylece bütün dünya ekosistemini etkileyen bir kirletici olduğu ortaya çıkan DDT, 1970’lerden itibaren Batı ülkelerinde, daha sonrada Türkiye’de yasaklanmıştır.

Petrol kirlenmesinin, uluslar arası önlemler gerektiren bir konu olarak kabul edilmesinin tarihi oldukça eskiye dayanmaktadır. Bu konuda ilk anlaşma, BM aracılığıyla 1954’te imzalandı. Ama sorun bitmedi. Dünya denizlerinde petrol ticaretinin artmasına paralel olarak, petrol kirlenmesi de 1960 ve 1970’li yıllar boyunca arttı. İstanbul limanında

1979’da patlayıp Marmara’nın büyük kısmını petrole bulayan “Independenta” tankeri olayı gibi kazalar, dünyanın birçok ülkesinde yaşanmıştır. 1954’ten 1982 BM Denizler Hukuk Antlaşması’na kadar safha safha bir dizi düzenleme ile deniz kazalarının önünü


alacak yeni standartlar getirilmiştir. Ancak Hazar havzasından gelen Rus petrolü yıllardır Boğazlar yoluyla dünyaya satılmaktadır. İstanbul, 1994 Mart ayındaki tanker kazasından şans eseri ucuz kurtulmuştur. Oysa Rusya’nın planında daha da büyük tankerler bulunmaktadır.

Diğer bir önemli deniz kirlenmesi sorunu cıva ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimyasal reaksiyonlara kolay girmeyen cıva, doğada bakteriler aracılığıyla kimyasal değişimlere uğramakta ve ekosistemde biriken, toksik bir madde haline gelmektedir. Civanın ne derece zehirli olabileceğini, Japonya’da Minemota’da 1950’li yıllarda ortaya çıkan ve yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylardan bilmekteyiz.

VI.8. Hava Kirliliği ve Atmosfer

Hava kirliliği, insanlarda akut ve kronik solunum problemlerine yol açmakta, özellikle gençleri ve çocukları olumsuz yönde etkilemektedir. Hava kirliliği, Kanser oranında artışa, ormanların ve tahıl ürünleri üretiminde verimin azalmasına, özellikle tarihi binaların yüzeylerinde, yapılarında hasara sebep olmaktadır.

Geçen yüzyılın sonundan beri İngiltere’de, kimi büyük şehirlerin havası bazı günler kömür yüzünden solunmaz duruma geliyordu. Dumanla sis karışımı olan “kalın sis tabakası”, 1960’lı yıllara kadar Londra’nın önemli bir özelliğiydi. Sanayileşmiş ülkelerde kömürün yerini daha temiz, yani daha az kirlenmeye neden olan fuel-oil, daha sonra ise elektrik ve doğal gaz aldı ve bu şekilde büyük yerleşim yerlerinde daha rahat nefes alınmaya başlandı.

Ancak 1970’li yıllarda, dumansız, ama daha sinsi bir kirlilik ortaya çıktı. Araç trafiğinin yol açtığı egzoz gazları, fabrika bacalarından yayılan gazlarla birleşince, büyük şehirlerin havası kükürt dioksit, azot monoksit ve yanmamış hidrokarbonlar la kirlendi. Bu gazlar, hava şartları nedeniyle bir yerleşim yerinin üstünde sıkışıp kalırsa, havayı solunamaz hale getiren bir fotokimyasal sis oluşturuyor. Los Angeles, Mexico, Atina gibi şehirler, bu tür kirliğin kurbanı. Bu gazlar rüzgarla taşındığındaysa “asit yağmurları” şeklinde tekrar yeryüzüne iniyor. Bu da göllerin verimsizleşmesine, toprağın asitleşmesine ve bitki örtüsünün zarar görmesine neden oluyor.

Asit yağmurları, Kanada ve İskandinavya’da birçok gölde yaşamın sona ermesine neden oldu. Bu yaygın atmosfer kirliliğine çözüm bulmak amacıyla fabrika bacalarıyla ilgili daha ciddi önlemler alındı ve “temiz araba” projesine önem verildi. Sanayiciler, fabrikaların duman filtre sistemleriyle donatmak, otomobil üreticileri ise egzoz gazlarının zararlı etkilerini azaltacak katalizörlü susturucular taşıyan arabaları piyasaya sürmek

zorunda bırakıldı. ABD’de ve Japonya’da kullanımı yaygın olan bu tür arabalar, Avrupa’da da piyasaya çıkmaya başladı. Avrupa Komisyonu, 4 Temmuz 1994’te, emisyon miktarlarının 1996 yılı sonu itibari ile sabit olması ve üye ülkelerin gerekli tedbirleri alarak belirtilen limit değerleri sağlaması yaptırımını getirmiştir. 1998 yılında Almanya’da yapılan araştırmada toplam emisyonlar içinde ulaştırmanın payı ve bu payda da karayolu trafiğinin oranı belirlenmiştir.

Ulaştırma kaynaklı benzen, polinükleer aromatik hidrokarbonlar (PAH), kurşun, formaldehit, toluen, hidrojen sülfür, etilen ve dioksin gibi kirleticilere de dikkat edilmelidir. Söz konusu kirleticilerin hepsi yalnızca taşıt egzos gazlarıyla havaya karışmamakta, fren balataları, yağ kaybı, yakıt karbürasyonu, tekerlekler ve yol yüzeyleri sebebiylede oluşmaktadır.


Yüklə 3,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin