Yildiz tekniK ÜNİversitesi KÜresel çevre ders notlari



Yüklə 3,79 Mb.
səhifə5/7
tarix29.10.2017
ölçüsü3,79 Mb.
#21332
1   2   3   4   5   6   7

Nehiriı en azından iki ülkenin paylaştığı, suyun tüm tahmin gereksinimleri karşılamakta yetersiz kaldığı ve havza ülkeleri arasında suyun bölüşümü konusunda bir antlaşma olmadığı nehir havzaları, özellikle sıcak bölgeler olmaya adaylar. Bu tür olası sıcak bölgeler arasında Ganj, Nil, Şeria (Ürdün), Fırat-Dicle ve Orta Asya’daki Amu Derya ile Siri Derya ırmakları yer alıyor. Suyun alt tarafındaki ülkenin suyun üst tarafındaki ülkeden askeri açıdan daha güçlü olması ve çıkarlarının tehdit edildiğini hissetmesi durumunda, çatışma çıkması olasılığı azamiye çıkar. Suyun alt tarafındaki ülkelerin suyu kontrol eden ülkelerden daha güçsüz olmaları durumunda çatışma olasılığı düşebilir, ama bu durum da (sonuçta politik istikrarsızlığa yol açabilecek) büyük sosyal ve ekonomik güvensizlikler oluşabilir.



VI.14. Bulaşı Hastalıklar Sorunu

Günümüzde insanlık, küresel bazda salgın hastalıklar sorunuyla karşı karşıyadır. Pek çok hastalığı içeren daha geniş bir modelin parçası olan tüberküloz, yüz milyonlarca insanın karşıya olduğu riski artırıyor. Bu hastalıklardan tüberküloz, HIV (AIDS’e yol açan virüs), kızamık ve difteri gibi bazıları insandan insana geçiyor ve çoğu, sosyal şartlardaki bozulmadan kaynaklanıyor. İki yada daha fazla tür, taşıyıcı ve aktarıcı içeren diğer hastalıklar da ekolojik ve iklimsel faktörlerden etkileniyor. Çevre değişimlerinin yaygınlaşması, ekosistemlerin bozulması, iklim değişiminin ve değişkenliğinin hızlanması, bulaşıcı hastalıkların biyolojik olarak kontrol altına alınmasında önemli bir olumsuz etki oluşturabilmektedir. İnsan sağlığı üzerinde etkili olan salgın hastalıklar, toplumları etkilemelerinin yanında ekonomileri de olumsuz etkilemektedir.


Bulaşıcı hastalıkların kontrol altına alındığının düşünüldüğü bir dönemde, hastalığa yol açan mikroorganizmalar yeniden ortaya çıkmaya başlıyorlar. Bu durum bulaşıcı hastalık riskinin hala geçerli olduğunu göstermekte, sağlık şartları, kişisel hijyen, diyet ve sağlık eğitimi konularında kaydedilen ilerlemelere rağmen, bulaşıcı hastalıklar hala dünyanın bir numaralı ölüm ve çevre sorunu kaynağıdır.

1993’te bulaşıcı hastalıklar yüzünden tüm dünyada 16.5 milyonun üstünde insan öldü. Aynı yıl kanser 6.1 milyon, kalp hastalıkları 5 milyon, inme gibi beyin damarı hastalıkları

4 milyon ve solunum yolları hastalıkları 4 milyon ve solunum yollar hastalıkları da 3 milyon kişinin ölümüne yol açmıştı. Kimi ülkelerde yeterli teşhis kapasitesinin olmaması ve bazı bulaşıcı hastalıkların anneden gelen hastalıklar ya da doğum hastalıkları gibi başka kategorilere atılması nedeniyle, resmi olarak küresel ölüm nedenlerinin % 32’sini oluşturma bulaşıcı hastalıkların gerçek oranı hiç kuşkusuz daha yüksektir.

En çok ölüme yol açan beş hastalık, zatürree gibi akut solunum yolu enfeksiyonları (4,1milyon ölüm), diyare hastalıkları (3 milyon), tüberküloz (2,7 milyon); sıtma (2 milyon) ve kızamıktır. Bu hastalıkların, (bir virüsün yol açtığı) kızamık ile akut solunum yolları enfeksiyonlarının viral tipleri dışında tümünün yeni tedavi yöntemlerinin bulunmaması ve hastalığın yayılmasının durdurulamaması durumunda ölüm oranlarının artmasına yol açabilecek, antibiyotiğe dayanıklı soyları var. Ayrıca AIDS’in de son zamanlarda yılda 0,18 milyon insanın ölümüne yol açacağı tahmin ediliyor.

Milyonlarca insan bulaşıcı hastalıklar yüzünden ağır derecede hastalanıyor, ama ölmüyor. Su, toprak, besinler gibi taşıyıcılar da 100’ü aşkın bulaşıcı hastalığı taşıyor. Bulaşıcı hastalık ölümleri genellikle hava şartlana, iklime, nüfusun bağışıkk oranına ve mevcut sağk altyapısına da bağlıdır. Örneğin ilaca dayanıklı zatürre vakaları özellikle antibiyotik kullanımının aşırı düzeylere ulaştığı sanayileşmiş ülkelerde görülür. Sıtmadan kaynaklanan ölümlerin yaklaşık % 90’ı da tropik koşulların sıtma parazitinin konağı olan Anopheles (Anofel) sivrisineğinin yaşamasına elverişli olduğu Sahra altı Afrikası’nda gerçekleşir. Avrupa ve Amerika’da bu öldürücü hastalığa karşı bağışıklı olmasa da AIDS vakaları çoğunlukla, Afrika ve Asya’da yoğunlaşmıştır. Dünyadaki 13-14 milyon HIV vakasının neredeyse üçte ikisi Afrika’da görülmektedir:

Bu iç karartıcı istatistiklere rağmen 20. yüzyılda, bulaşıcı hastalıklara karşı verilen mücadelede önemli ilerlemeler kaydedildi. Solunum ya da dokunma yoluyla bulaşan ve kurbanını sakatlayabilen, körleştirebilen ve hatta öldürebilen bir hastalık olan çiçek,

1979’da resmen yok edildi. Kapsamlı bir kampanyayla doktorlar ve sağlık elemanları

250 milyon insanı bu hastalığa karşı aşılayarak, gezegenimizi bu afetten kurtardılar. Sanayileşmiş dünyada kızamık neredeyse hiç kalmadı. Çocuk felci de tüm dünyada %

80 oranında azaltıldı ve 145 ülkede yok edildi. Yine de pek çok insan, hastalıklara karşı bağışıklık kazanmış değil. Ucuz tedavi yöntemlerinin yaygınlaştırılamaması, temel altyapı ve idare sorunları ile para, malzeme, bilgi ve personel yetersizliği, bu alanda daha fazla ilerleme kaydedilmesini önlüyor. Bulaşıcı hastalık ölümlerinin büyük oranda azaltılması, 20. Yüzyılda kamu sağlığı açısından ulaşılan en büyük başarı olarak görülse de, dünya nüfusunun dörtte üçü sürekli ve ağır bir bulaşıcı hastalık yüküyle karşı karşıyadır.

Son yirmi yıl içinde tıp yetkilileri, kalkınma kuruluşları, finansman örgütleri ve araştırmacı bilim adamları ilgilerini ve fonlarını bu eski hastalıklardan kanser, kalp hastalıkları ve kalıtımsal şartlar gibi yeni hastalıklara yöneldiler.

Bu salgınların çoğunu kendi ellerimizle yarattık. İlaca dayanıklı soyların ortaya çıkması, kötü planlanmış geliştirme projeleri ve başarısız kamu sağlığı programları nedeniyle insanlar, bu hastalıkların yayılmasında büyük etkileri oldu. Yüzyılımızın ikinci yarısında sürekli artan insan kaynaklı çevre değişimleri, biyolojik dünyada eşi görülmemiş bir değişim için gerekli koşulları oluşturdu. Ticaretin ve çevresel değişimlerinin yanı sıra uluslar arası seyahat ve göçün de artmasıyla birlikte, bulaşıcı hastalıkların her türlü aracı (su, gıdalar, toprak, kişisel temaslar ve böcekler ya da diğer hayvanlar gibi taşıyıcılar) ve insanlarla bulaşma hızı da artıyor. Tabii, hastalıklar da bu arada elleri kolları bağlı oturmuyorlar. Daha güçlü ve etkili, kimi zaman ilaçlara dayanıklı soylar geliştiriyor, yeni alanlara yayılıyor, sınırları aşıp insanlara ve hayvanlara bulaşıyor ve artık kontrol altına alındıklarını sandığımız bir dönemde yeniden ortaya çıkıyorlar.

Çevre bozulmalarının ve değişimlerinin yanı sıra insan, bitki, hayvan ve mal dolaşımı biyolojik karışma da hastalığa maruz kalma oranını arttırabilir. Mikrop ya da taşıyıcıları bir coğrafi bölgeden diğerine taşıyan dolaşım ya da karışma, mikropların yeni ve büyük olasılıkla korunmasız kitlelere bulaşmaları için fırsat yaratıyor. Kimi enfeksiyonların ortaya çıkışına çevrede zaten bulunan patojenler yol açıyor, ama bu patojenlerin yeniden aktif hale geçmelerinde virüs trafiğinin ve biyolojik karışmanın da etkisi var.

Günümüzde bir milyonun üzerinde insan, hava yoluyla uluslar arası sınırları geçiyor. Grip gibi bulaşıcı bir patojen günümüzde birkaç saat içine tüm dünyayı dolaşabiliyor. Biyolojik karışma mekanizması parazit ve taşıyıcıları yeni yerlere taşıyor. Sel, fırtına ya da deprem gibi iklim müdahaleleri virüs trafiğine elverişli şartları oluşturuyor ve ardından insan faaliyetleri, bu müdahalelerin etkilerini daha da arttırıyor. Sözgelimi kimi uzmanlar, eylül 1994’te Hindistan’daki Surat’ta ortaya çıkan veba salgınını, aynı yaz Tapti Irmağı’nın taşmasıyla ve bir yıl önceki bir depremle bağlantılı olduğunu ifade ediyorlar.


Savaş, iç karışıklıklar ve sosyal bozulma da, bulaşıcı hastalıkların yayılmasında elverişli şartların oluşmasında etkili olabilir. Yüzyılımızın büyük grip salgını 1918’de patlak vermiş ve askerlerin hastalığı evlerine taşımalarıyla, dört ay içinde tüm dünyaya yayılmıştı Savaş sonrasında yaşanan kötü beslenme, sosyal sıkıntılar ve hastanelerin yetersizliği gibi şartlar, bu bulaşıcı hastalığın yayılması olasılığını arttırmıştır.

Su kirliliği, bulaşıcı hastalıkların görülmesi ve yayılmasıyla yakın bir bağlantı içindedir. Tüm dünyada, suyla taşınan biyolojik hastalık sayısı, kirli suyla bağlantılı hastalıkların %

99’dan fazlasını oluşturuyor ve kimyasal kirlenmeye uğramış içme sularının yol açtığı hastalıkların yüzlerce katına ulaşıyor. Gelişmekte olan ülkelerde her yıl 25 milyon insan, kirli içme sularındaki patojenler ve kirlilik yüzünden ölüyor. Vücutta şiddetli susuzluğa ve beslenme yetersizliğine yol açan ishal her yıl 5 yaşın altına yaklaşık 3 milyon çocuğun ölümüne yol açıyor ve bu yaş grubundaki ölümlerin dörtte birini oluşturuyor. Su ortamlarında yaşayan insan patojenleri hepatit A, Salmonella ve Escherichia coli, kolera, tifo ve dizanteriyle bağlantılı çeşitli diyare hastalıklarına yol açabiliyor. Kimi patojenler kirli içme sularıyla ya da kirlenmiş balık ve deniz kabuklularının yenmesiyle aktarılır; kimileri de kirli sulara yüzülmesi, banyo yapılması ya da oynanması sonucunda yayılır. Bazı patojenler de suda yaşayan böcek ve salyangozlarla taşınır.

VI.15. Göç Sorunu

Göç günümüzde sıradan bir etkinlik olmuş önemli bir küresel çevre sorunudur. Her gün ve dünyanın her yanında gerçekleşir. Günümüzün olayları yansıtan bir özellik kazanmıştır; Sovyetler Birliğinin dağılması, Afrika’daki çaresizlik, dünyanın her yanındaki gelir dağılımı adaletsizlikleri ve bir çok diğer gelişme gibi, 1994 içinde, dünyanın en yoğun göç hareketlerinden birinde, on dokuzuncu yüzyılda Amerika’yı sömürgeleştirmek üzere İspanya’yı terk edenlerden daha fazla sayıda sığınması ortaya çıkmıştır. 1979’daki Sovyet işgali sonrasında, geçen yüzyılda Almanya’yı terk ederek Amerika’yı oluşturan başlıca etnik gruplardan biri haline gelen Almanlardan daha fazla insan, Afganistan’ı terk etti.

Günümüzde kitle hareketleri, ülkelerde organize suç örgütlerinin ve çetelerin orduların saldırganlığının yerini almaya başladığını gösteriyor. İç çatışmaların komşu ülkeler arasında savaşın yerini aldığını, genç insanların yurtdışında iş aradıklarını görüyoruz. Nüfus artışı ve çevre kirliliğinin diğer gerilimleri daha da kalıcı hale getirmektedir. Dolayısıyla insanları yuvalarını terk etmeye zorlayan baskılar çoğalıyor. Neden bu kadar insanın yuvalarını bırakkları sorusu hala genel bir tartışmanın konusu


olamamıştır. Bunun yerine politikacılar günümüzün sığınmacı krizi, göç kotaları ve kimleri ülkelerine alacakları üzerinde durmaktadırlar.

Günümüzde de yürürlükte olan ve 1951’de Birleşmiş Milletler Sığınmacılar Anlaşmasına göre, sığınmacıyı zulüm kavramıyla bağlantılı olarak ele alır. Buna göre, ırk, din, ulus, özel bir toplumsal gruba üyelik veya politik görüş nedeniyle dayanağı sağlam bur zulüm korkusu nedeniyle uyruğunda bulunduğu ülkenin dışında bulunan ve geri dönme olanağı bulunmayan kişi sığınmacıdır. Bu dar tanımlama savaşın bir artığıdır. Amacı büyük ölçüde geçmişteki Sovyetler birliği ve tesisi altındaki ülkelerden kaçanlara sığınmacı statüsü tanıyarak bu ülkeleri zayıflatmaktı.

Bu resmi tanımlama günümüzde insanların yuvalarını terk etme amaçlarını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Çoğu bu tanımlamanın dışında kalmaktadır. Çünkü zulüm yüzünden kaçmamışlardır. ktan kaçanlar, yerlerini terk etmek ya da yok olmaktan başka bir seçenekleri olmamasına karşın tanımlama içine giremezler. Çocuklarını besleyemeyecek duruma geleceklerinden korkanlar, bu sonucun da şiddet tehdidi kadar korkutucu olmasına karşın tanımlama içine giremezler. Bangladeş’te sıklıkla oluşan seller gibi doğal afetlerin yerinden ettiği insanlar da göç etmek zorunda kalmış olmalarına rağmen bu insanların tamamı kendilerin resmi sığınmacı olarak tanımlanmamaktadır. Sığınmacı olarak tanınmayan bu insanlar, diğer ülkelere iltica için değerlendirmeye bile alınmazlar. Aslında çoğu, diğer ülkelere gitmek de istememektedir. Bu yüzden iç göç kavramıyla tanımlanan grup içinde değerlendirilirler; evlerini terk etmek zorunda kalmışlardır ancak hala kendi ülkeleri içindedirler.

Sığınmacı olarak nitelendirilmeyen bir diğer grup ise, başka bir ülkenin sınırını kaçak olarak geçenlerdir. Gerek bir korku sonucu kaçan, gerekse daha iyi olanaklar arayan kaçak göçmenlerin toplam sayısı ise bilinmemektedir, ancak 10 milyon dolaylarında olduğu düşünülmektedir.

İnsanları göçe zorlayan önemli bir neden de baskı unsurlarının ortaya çıkmasıdır. Baskılar, göçmenler için sığınmacılara göre daha az acillik ya da şiddet göstermektedir. Hatta bazı göçmenler, sığınmacı durumuna düşmeyecek kadar ileri görüşlü olanlardır. Savaş ya da ekonomik karmaşa ortamına sürüklenen ülkelerden çok geç olmadan kaçmışlardır. Bu baskıları anlamak sığınmacıların ya da göçmenlerin durumlarının benzerliğinin görülmesini sağlar.

Benzer şekilde bazı insanların ülke içinde yer değiştirmelerinin nedenleri de çoğunlukla, diğerlerinin ülkeyi terk etmelerine yol açan nedenlerle yakından bağlantılıdır. İç göç çoğunlukla dış göç için yalnızca bir ilk adımdır. Bütün bu hareketliliğin temelinde


toplumların, yurttaşlarının temel gereksinimlerini ve isteklerini karşılayamaması

bulunmaktadır.

Günümüzde göçmen ve sığınmacıların büyük bir çoğunluğu, gelişmekte olan ülkelerden gelmektedir Örnek olarak Pakistan ve İran on yıldan fazla bir zamandır milyonlarca Afgan sığınmacı için memleket olmuştur. Çoğu Afrika ülkesi açlık ve savaştan kaçan insanlara kapılarını açmışlardır. Bu ülkeler, kendi artan sayıda insanlarının da baskısı altındadır; bu türden insan seline ev sahipliği yapacak bir durumda değildirler.

Doğal felaketler de bu türden nedenlerdendir. Birçok Bangladeşli dünyanın en yoğun nüfusa sahip olan ve sıkça seller ve diğer doğal felaketlerle karşılaşan ülkelerini terk ederek Hindistan’da güvenli bir yaşam arayışı içine girmişlerdir. İki ülke arasındaki gerilimleri yeniden su yüzüne çıkaran bu göç, insanların daha iyi bir yerleşim alanı bulamamaları nedeniyle sel yataklarında ve bakımsız gecekondularda yaşamalarının sonucudur. Sürekli arazi kıtlığı insanların riskli olduğunu bildikleri alanlara taşınmasına yol açmaktadır. Bu da gelecekte her bir doğal afetin daha fazla sayıda insanın diğer ülkelerde güvenli bir yerleşim yeri arayışına girmesine yol açacağı anlamına gelmektedir.

Tahliye azınlıklara karşı kullanılan başka bir stratejidir. Kuzey Irak halklarının karşı koymasından çekinen Saddam Hüseyin, 1991’de üç haftalık bir süre içinde 1.5 milyon Kuzey Iraklı, Irak’ın dışına, Türkiye’ye doğru sürdü. Aynı nedenlerle, Şii Müslümanları da Güney Irak’tan İran’a geçmeleri için zorlandı. Hastalıklar da göç için önemli bir etken olabilir. Örnek olarak,geçmişteki Çek ve Slovakya’da kirlilik ve endüstriyel zararlar kalp krizi, kanser, solunum yolları hastalıkları ve doğuştan sakatlıkları önemli ölçüde arttırmıştır. Dolayısıyla bu ülkelerin değişik bölgelerinde ortalama ömür beş yıla kadar varan değişimler göstermekte ve en kısa ömre ise, en kirli çevreye sahip bölgede rastlanmaktadır. Bu bölgelerde boşanma oranları da suç ve uyuşturucu bağımlılığı gibi en yüksek düzeydedir ve hükümetler kirliliğin yoğun olduğu bölgelerdeki insanları daha temiz bölgelere yerleştirdiğinden yoğun iç göç yaşanmaktadır.

Dünyanın kırsal kesimden kentlere göç eğilimlerinde önemli bir etkendir. Örneğin, kuşaktan kuşağa mirasçılar arasında bölündükçe kişi başına düşen toprağın büyüklüğü anlamını yitirmektedir ve potansiyel mirasçılar komşu arazilerde satın alınacak yerler aramaya başlamaktadırlar. Vietnam’da kalabalıklaşma bütün bir toplumun taşınmasına yol açmıştır. Çok az yer Vietnam’ın komşusu Kamboçya kadar yoksul olabilir, ancak ülkedeki açık alanlar ve balık dolu ırmaklar Vietnam’daki kalabalık köylerin sakinleri için dayanılmaz bir seçenek sunmaktaydı. Yüz binlerce köylü yıllar boyunca Kamboçya’ya taşındı. Bazı insanlar ise ön yargılarını bir yana bırakıp olanakların peşine düşmektedir.

Örnek olarak, komünist yönetiminin sona ermesiyle bir milyon Yahudi Sovyetler Birliğini terk etti. Bunların yarısı İsrail’e, diğer yarısı ise ABD ve diğer batı ülkelerine gitti.

Çevrenin bozulması da kaçışın yaygın bir nedenidir. Milyonlarca insan toprakların en temel tarım etkinliklerine bile olanak sağlayamayacak kadar erozyona uğramış olduğu arazileri terk etmektedir. İçinde bulundukları durum göçün gelecekteki en önemli nedeni hakkında bir fikir verebilir. Ekolojist Norman Myers da küresel ısınmanın etkilerinin görülmesiyle deniz düzeyinin yükseleceği ve 2050 yılında 30 cm’lik bir yükselmeye yol açacak iklim değişiminin önümüzdeki yüz yılın ortalarında 150 milyon kişiyi göçe zorlayacağını düşünmektedir. Tarımın göreceği zarar ve yerleşim alanlarını su basması ana göç nedenleri olacaktır. Doğal olarak, iklim değişiminin kendisinden yol açacağı öngörülemez toplumsal ve ekonomik sonuçlara, sorunun her aşamasında belirsizlik önemli bir etkendir.

Dünyada zenginler ve yoksullar arasındaki büyük uçurum, bazı büyük göç hareketliliklerin temelini oluşturmaktadır. On milyonlarca işçi yoksul ülkelerden daha güçlü paralarla daha yüksek maaş alabilecekleri zengin ülkelere göç etmiştir. Örneğin

900.000 Türk Almanya, İskandinavya ve Avrupa’nın diğer ülkelerine taşınmıştır. ABD’de

2,5 milyon Meksikalı yaşamaktadır. 1991’deki savaş öncesinde 400.000 Güney Asyalı ve Orta Doğulu Kuveyt’te; 1,2 milyon yabancı işçi ise Suudi Arabistan’da yaşamaktaydı Bu göçlerin her biri ülkeler arasındaki ekonomik farklılıkların sonucudur.

İşçilerin yoksul ülkelerden zenginlere doğru akışının gelecekte daha da artacağı düşünülebilir. Dünyanın işgücünün önümüzdeki yirmi yılda bir milyarlık bir artış göstereceği öngörülmektedir. Bu yeni işçilerin on tanesinden dokuzu üçüncü dünyada olacaktır ve bu ülkelerin çok azı bunlar için yeterli istihdamı yaratabilecektir. Ekonomik hedeflerine ulaşabilen ülkeler bile genç işçilerine yeterli iş sağlayamayacaktır.

Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki eşitsizlik de insanları iş dışındaki arayışlar için göçe zorlamaktadır. Yoksulluk insanların daha iyi yerlerde yaşamak istemesine yol açmaktadır. Yakıt olarak odunun ve ısıtma, yemek pişirme ve inşaat için kerestenin tükenmesi, kurutulmuş kuyular, kalabalık evler ve okullar ve elektrik yokluğu gibi nedenlerin her biri en yoksul insanların yaşadığı bölgelerin özelliğidir. Bu kıtlıklar çoğunlukla bir araya gelerek bir yetersizlik döngüsü oluştururlar. Örnek olarak, kesilmiş ağaçlar toprağı tutmazlar, toprak sürüklenerek nehirlere taşınır ve nehirlerin akışını düzensizleştirir, akışı rejim dışına kayan su, daha fazla erozyona neden olur. Sonuç olarak insanlar ana memleketlerinden olurlar. Çoğunlukla yeni yaşam umudu ve parıltısıyla çekiciliğine kapıldıkları en yakın kente taşınırlar.


Artan uluslar arası ticaret, göçü etkilemektedir. İşçilere kendi ülkelerinde çalışarak ürettikleri malları dışsatım yoluyla büyük dış pazarlara satma olanağı sağlar. Ancak bunun gerçekleşmesi için önce yatırım gerekmektedir. Ticaret aynı zamanda, ticarette iyi iş yapan insanların yabancı ülkelere gitmesi ya da çok uluslu şirketlerin arazideki ofislerinde çalışanlarda olduğu gibi çalışanları uzaklardaki işlere de götürebilir. Dışsatım merkezli ekonomik yörünge izleyen ülkeler eşitlikçi olmayan bir ekonomik büyümeye maruz kalırlar; toplumun sermaye ve endüstriye sahip olan bir kısmı zenginleşirken geri kalanlar daha az pay almaktadırlar. Sonuçtaki eşitsiz gelir dağılımı göçe katkıda bulunabilir.



IV.16. Okyanusların Kirlenmesi Sorunu

Nüfus patlaması, sanayinin yaygınlaşması, tüketimin fazlalaşması ve yoksulluğun artması gibi karaları etkileyen etkenlerin tehdidinden büyüklüklerine rağmen okyanuslar da kaçamamışlardır. Çevre kirliliği, yaşam sahalarının tahrip edilmesi ve haddinden fazla balık avlanması okyanuslarda ekonomik ve biyolojik kayıplara sebebiyet vermektedir. Atmosferdeki değişiklikler gelecekte daha büyük sorunlar çıkaracaktır.

Okyanusların biyolojik sistemlerinde bozulma, deniz ürünlerine bağlı sanayilere bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır. Domuzların, sığırların ve tavukların da dahil edildiği protein sağlayan kaynaklar arasında balık, başı çeker. Bu sektör, dünya üzerinde kriz halindedir. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)’ne göre dünya üzerindeki balık stokları sınır seviyelerine inmiştir. Kıyı turizmi ise kirlenmiş sahiller, yıpranmış mercan resifleri ve bozulmuş sahil şeritlerinden dolayı çok zor durumdadır.

Okyanuslardaki temel yaşam sistemlerinin özelliklerini kaybetme olasılığı düşüğe benzemekteyse de bunlar da çevrenin sürekli kirlenmesinin etkisi altındadırlar. Okyanusların, deniz canlılarına gerekli yaşam alanını oluşturmanın yanı sıra biyolojik çeşitlilik ve iklim üzerinde son derece etkili rolleri vardır. Sera etkisi yaratan gazların birikmekte oldukları zamanımızda, atmosferdeki karbon dioksit seviyelerin düzenleyen deniz fotosentezi olayı, “biyolojik pompa” sürdüğü için gittikçe önem kazanmaktadır.

Denizlerin bütün ekonomik ve ekolojik fonksiyonlarına rağmen toplumlar, denizlerin korunmasına gereken önemi vermemektedir. Bazı kesimler okyanusların büyük olduğunu ve insanların etkisinde kalamayacağını düşünmektedir. Tankerlerden sızan petrol, kumsalların kirlenmesi, balinaların öldürülmesi ve diğer manşet olacak konularda bazı önlemler getirilmiştir. Fakat bunların hiçbiri asıl sorunlara değinmemektedir. Sahillerdeki yaşam sahalarının tahrip edilmesi, haddinden fazla balık avlanması,

karalardan sürekli olarak çevre kirletici malzemenin akıtılması gibi miktarı bireysel olarak az fakat ardı hiç kesilmeyen unsurlar, çok daha yaygın ve çok daha çevreyi kirleticidir.

Hayatın ilk başladığı günlerden beri okyanuslar biyosferin ekolojik kazanı olmuşlardır. Akarsuların kavuştuğu yerlerden denizlerin derinliklerine kadar okyanuslar dünya üzerindeki yaşam alanlarının yaklaşık % 90’ını oluştururlar. Okyanuslar dünyanın %

71’ini kaplar. Deniz seviyesinden ölçülürse en derin yerleri Everest Tepesi’nin yüksekliğinden çok daha fazladır. Dünya üzerindeki suların % 97’si okyanuslardadır. Bu da bütün tatlı su gölleri ve nehirlerin alanından 10 000 misli fazladır.

Okyanusların oynadıkları en önemli rol, fiziksel ve biyolojik işlemlerle gezegenin iklimini düzenlemektir. Büyük kitleleri sayesinde bu sular, yazın sıcağı emip kışın bırakarak yerel ısıları belirli bir seviyede tutar. Okyanuslardaki su akıntıları ekvatorda aldıkları ısıyı, kutup bölgelerinde vererek buraların sıcaklıklarını daha düzenli bir şekilde kalmasını sağlarlar. Gulf Stream akıntısı, Meksika Körfezi’nden aldığı sıcaklığı Kuzey Avrupa sahillerine kadar taşır ve İrlanda sahillerinde bile limon yetiştirilmesini temin eder. Halbuki buraları, Moskova ile yaklaşık aynı paraleldedir. Atmosferin ısınmasından dolayı okyanus akıntılarında meydana gelebilecek sapmalar iklim değişiklikleri bakımından büyük önem taşımaktadır. Okyanusların ısıyı emme kabiliyetleri olmasaydı, atmosferde bugün meydana gelen ısınma herhalde birkaç derece daha fazla olurdu.

Gezegendeki oksijenin yaklaşık yarısına yakın bir miktarı, okyanuslardan gelmektedir. Okyanuslar “ biyolojik pompa” adı verilen bir mekanizma vasıtası ile atmosferde biriken karbon dioksitin belirli bir düzeyde sabit kalmasına yardımcı olur. Karbon dioksit, dalgalı üst seviyelerde okyanuslara karışır. Bu seviyede bulunan planktonlar ve diğer deniz bitkileri, karbon dioksidi kullanarak basit şeker molekülleri oluştururlar.

Bölgeleri birbirlerinden ayıran özelliklerin belirlenmesi faydalı olmakla beraber denizlerin aslında bir bütün olduğunu unutmamamız gerekir. Besleyici maddeler sahillerden derinlere gider ve tekrar geri gelir. Çeşitli canlı türleri kıtalar arasında göç eder. Okyanus tabanlarındaki volkanik pencereler milyonlarca seneden beri biyolojik çeşitliliği bütün tabana yaymaktadır. Su akıntıları ile birbirlerine bağlı olan okyanuslar adeta tek bir organizma gibi hareket ederler. Bu sistemleri ayrı ayrı incelemenin asıl maksadı, bunları koruyabilmenin bir yolunu bulabilmektir. Aksi takdirde meydana gelecek bozulmanın sonuçlarını tahmin bile edemeyiz.

Okyanusları kirleten maddelerden dörtte üçü, insanların karalardaki aktivitelerinden kaynaklanmaktadır. Sahilleri ve kıyı şeritlerini canlandıran akarsular, taşıdıkları


maddelerle şimdi buraları zehirlemektedir. Besin maddeleri, sedimantasyonlar, patojenler, bozulmayan zehirli maddeler ve termik kirlenme karaların iç taraflarındaki kaynaklardan gelmektedir. Exxon Valdez kazasında olduğu gibi sadece denizlerde oluştuğu kabul edilen petrol kirlenmesinin hemen hemen yarısının kaynağı karalardadır. Çevre kirlenmesi oluşturan başlıca öğelerden sadece yabancı türler denizlerde oluşmaktadır. Tarih öncesi devirlerden bu yana, insan aktivitelerinden kaynaklanıp denizlere akıtılan besleyici maddeler günümüzde en az bir misli artmıştır. Ayrıca insanların faaliyetlerinden dolayı sedimantasyon da üç misli fazlalaşmıştır. Bu olay yosunların artmasına, güneş ışığının azalmasına, balıkların oksijensizlikten yok olmalarına, patojenlerin ve zehirli maddelerin fazlalaşmasına yol açan bu etkenler, haliçlerin ve sahil sularının kirlenmesine sebep olmuştur. Besleyici maddelerin ve sedimantasyonun artması ile bütün dünya üzerindeki haliçler ve deltalar dolmuş, sahillerdeki sulak alanlar bozulmuş, mercan resifleri, deniz tabanları ve kıyı şeritlerindeki diğer ekosistemler altüst olmuştur. Taşıdıkları zehirli maddeleri çevrelerindeki sulara salan kızıl yosunların yaygınlaşması da bunlara bağlanmaktadır. Okyanuslara giren kirletici tipleri ve yüzdeleri Tablo 2.de verilmiştir. Kıyı şeritlerine dolmakta olan besleyici maddelerin büyük bir kısmı şehir kanalizasyonlarından gelmektedir.



Tablo 2. Kirletici Tipleri Ve Yüzdeleri



KAYNAK

TOPLAMA ORANI (%)

Karalardan gelen veya kanalizasyonla atılan

44

Karalardan rüzgarla taşınan

33

Gemilerden atılan ve kaza ile dökülen

12

Denizlere boşaltılan

10

Açık deniz madenciliği ve gaz Arama ve çıkartma

1

Kaynakların toplamı

100

Yüklə 3,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin