Emperyalizme Faşizme Karşı



Yüklə 444,37 Kb.
səhifə1/7
tarix13.08.2018
ölçüsü444,37 Kb.
#70618
növüYazı
  1   2   3   4   5   6   7

Emperyalizme Faşizme Karşı
DEVRİMCİ GENÇLİK
Sayı: 12
Geri Dön

Baş Yazı - ŞİMDİ YENİDEN…

Manşet - ANAFORDAKİ GELECEK

• STK (SINIF TEMSİLCİLERİ KONSEYİ)-İTÜ MİMARLIK FAKÜLTESİ

• BİR GARİP OYUN...

• İKİ KERE AVUKAT!

• GUZMAN'A ÖZGÜRLÜK

• ÜNİVERSİTELERDE (SİVİL-SIKI) YÖNETİM

• SULTANAHMET ŞİMDİ ÖZGÜR...

• HABERLER

Orta Sayfa - ÜNİVERSİTEDE BİLGİ ÜRETİMİNDEN META ÜRETİMİNE

• BİR SİYASAL ELEŞTİRİ DENEYİMİ...

• 80'DEN BUGÜNE GENÇLİK VE MÜCADELESİ -1-

• ÖLÜ TEORİLER VE TEORİK EŞİKLERİMİZ-2- SÖMÜRGE DEVLETİNDE GÖRELİ ÖZERKLİK

• DÜNYA GENÇLİĞİ - CHIAMUS ‘92

• YUNANİSTAN, EFEE UYANIYOR MU?

• ORHAN KESKİN HALKLARIN YÜREĞİNDE

• HANGİ GENÇLİK, HANGİ İKTİDAR?

• KENTLER, YÜZLER, SOKAKLAR...

Arka Kapak - BİLGİ ÇAĞINA HAZIR MISINIZ?


ŞİMDİ YENİDEN…
ŞİMDİ YENİDEN…

Demokratik Öğrenci Hareketi, geçen öğretim döneminin tamamına hakim olan gerileme sürecinin sonunda "dibe vurdu". Bu süreç D.Ö.H'ün kurumları (dernekler, federasyon, yan inisiyatifler) açısından da paralel biçimde yaşandı."Dibe vuran" diğer bir şey ise DÖH içindeki siyasal grup ve anlayışlardı. Bunlar, kendi içlerinde parçalanmayla, öğrenci hareketi içinde ise yok olmayla karşı karşıya kaldılar.

Bugün Gençlik Hareketine hakim olan görüntü, dağıtıcı etkide bir moral çöküntünün yaşanmasıdır. Hareketin yaratıcı karakteri , yaşanılan sürece paralel daralmış; kendi içinden "yeni"yi üretemeyecek kısırlıkta bir noktaya yönelmiştir. Kısacası, bir mücadelenin yenilgiyle sonuçlanmasının bütün özellikleri D.Ö.H.'e hakim görünmektedir.

Bu saptamalar, gençlik hareketinin yeniden bir güç olarak örgütlenmesi açısından temel bir öneme sahiptir.

Bu sürecin toplumun bütününe hakim olan konjonktürel özelliklerle yakın bir etkileşim içinde olduğu da çok açık.

***


Dünya bir "geçiş dönemi"nin bütün sancılarını yaşıyor. "Yeni dünya düzeni"ne doğru atılan her adımda "eski dünya"nın görüntüsünü biraz daha değişiyor. Sosyalizm için yeni bir tarihsel dönem başlarken, emperyalizm cephesinde de bir dizi değişim beklenmelidir. Emperyalist sistem açısından uzun bir döneme damgasını vuran karakteristik biçim; karşı cepheye gözlerini dikmiş, atak bir politika yapma tarzı idi. Oysa yeni dönem, bu politika yapma tarzının" kısmi "oranlarda terk edilip yerine, düzenin oturtulmasını sağlamaya yönelen bir "içe dönüş"e yerini bırakıyor. Elbette ki bu, bir dizi belirsizliği içinde barındıran bir "geçiş dönemi" anlamına geliyor.

Türkiye ise bu sürece ayak uydurmaya çalışırken, kendi çapında bir geçiş dönemi yaşıyor. Ancak bu sürece hakim olan görüntü tıpkı "eski dünya"da olduğu gibi emperyalizmin uluslararası yeniden iş bölümü çerçevesinde üstüne düşen rolü oynamak oluyor. Demirel'in Bosna-Hersek konusunda "Bize verilen rolü üstleniriz." deyişi geçiş döneminin tüm alanlarındaki egemen saiki tanımlıyor.

Türkiye bu süreçte, ekonomik-siyasi-toplumsal boyutta çok ciddi bir kriz dönemini de beraber yaşıyor. Üstelik bu kriz, tekelci sermayenin tüm politikalarının şimdiye kadar hiç olmadığı bir biçimde rahat uygulama alanı bulduğu bir dönemde yaşanıyor. Egemenler açısından krizin kendisini en üst noktada ifade eden olgu, Kürt Ulusal Hareketinin erişmiş olduğu düzeydir. Kürt sorunu, giderek devletin Kürt halkı karşısındaki yönetim erksizliğinden kaynaklanan bir siyasi krizin boyutlarını aşmış, Türk halkını da çekim merkezine alan toplumsal bir kriz halini almıştır.

Bu olgu , bir yandan devletin bir Kürt-Türk çatışmasını körüklemesinin olanaklarını olgunlaştırırken diğer yandan, Türk soluna, bu soruna müdahalesi için yeni olanaklar yaratıyor.

Diğer yandan Kürt sorununa müdahale ediş biçimi devletin siyasal faaliyetinin tamamını etkiliyor. Sermayeyi ve rejimi rahatsız edecek her girişim direnişle karşılanıyor. "Demokrasinin olabilmesi için ön koşul terörün önlenmesidir" söylemi ağızlardan düşmüyor. MGK esas karar alma organı olma işlevini sürdürüyor. Parlamento ise onay mercii. Devlet büyükleri ise bütün konuşmalarını güvenlik kuvvetlerine şükran duygularıyla bitiriyor. Polis sayısı hızla arttırılıyor. Rejim, belkemiğini silahlı gücün oluşturduğu sivil bir diktatörlük olarak örgütlenmeye devam ediyor.

Türk halkı ise bir kimlik parçalanması süreci yaşıyor. Bir yandan her kesim kendi sınıfsal çıkarlarına karşı alabildiğine kayıtsız kalırken diğer yandan da, Türk-Kürt çatışması, temizlik işçileri-kent halkı, 055 ihbarcılığı gibi aktivitelerle egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda işbirlikçi bir kimlik sergilemeye itiliyor.

Halk kesimlerinin böylesi dağınıklık içinde olduğu bir ülkenin üniversitelerinin nasıl boğucu bir atmosfer altında olduğu açıktır. Üniversiteler de ülkede yaşanan tüm çalkantılardan etkilenen, üzerine planlar yapılan alanlardan birini oluşturuyor (23 Eylül günü İstanbul Valisi H.Kozakçıoğlu ve N.Menzir'in üniversite rektörleri ve yurt temsilcileri ile yaptıkları toplantı, bu planların en belirgin olanlarından).

Ancak üniversite gençliği kendi geleceği için bu boğucu havayı dağıtmalıdır. Zira giderek nefes almakta bile güçlük çekeceğimiz bir döneme girilmektedir.

Üniversiteler giderek üniversite kimliğinin yok edildiği bir alana doğru evrilmektedir. Üniversite öğrencilerinin bir" hiçlik "konumuna "düşürüldüğü" bu süreçte, bu evrimleşme şüphesiz hızlanacaktır. Öğrenciler daha üniversiteye gelirken idealleri çalınmış, ufukları daraltılmış olarak gelmektedir.

Gelecek beklentisi tükenmiş bir gençliktir bu. Ne bireysel ne de toplumsal kimliğine ilişkin hiç bir gelecek projesi yoktur. Gençlik geleceksizleştiriliyor. Çünkü, varolanı ilk kabullenenler geleceği istemekten vazgeçenlerdir.

Oysa gençliği diğer toplumsal kesimlerden ayıran en önemli özellik, gelecek karşısında aldığı tutumdur. Gelecek istemi gençlik mücadelesinin toplumsal bir talebi haline getirilmelidir. Bunun yolu ise öncelikle" geleceksizleştirme vahşetinin" tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmesinden geçer.

Demokratik Öğrenci Hareketi, böyle bir program etrafında "yeniden" örgütlendirilmelidir. Ancak, bu hedefe ulaşmada ciddi handikaplarımız var. Bu handikaplar temel olarak yenilgi realitesinin ekseninde beliriyor: Bireysel yeteneklerimiz, kurumsal araçlarımız, çalışma tarzımız bir yandan yenilgi döneminin ürünleri olurken diğer yandan da yenilginin öznel nedenleri arasındadırlar.

Bu nedenle, önümüzdeki dönem mücadelenin ve örgütlenmenin reorganizasyonu süreci olarak kavranmalıdır.

Kürt sorunu ise toplumun her kesimini etkisine aldığı gibi üniversitenin gündemine de girecektir. Ancak, toplumda ipuçları görülmeye başlayan bir Kürt-Türk çatışmasının, üniversitede yaşanması olasılığı düşüktür. Zira bu çatışmanın diğer alanlarda yaşandığı biçimiyle(pazaryeri kavgası, minibüs hattı ya da mafya çatışması vb.) bir çıkar kavgasının temelleri üniversiter yaşamda bulunmamaktadır. Üniversiter yaşamın kendisi, Kürt-Türk çatışmasının gerekçelerini içerisinde barındırmamaktadır, elbette buradan, "mekan olarak" üniversitede bir çatışmanın çıkmayacağı anlaşılmamalıdır. Çatışma daha çok sorunun "fikri düzeyde " ifadesi olarak şekillenecek; yaşanması olası sıcak çatışmalar da buna göre belirlenecektir.

Üniversite öğrencisi, kürt sorununa ilişkin tüm argümanları gerici-şoven bir içerikle üniversite yaşamının dışarısından almaktadır. Üniversitede tutturulacak hat ise bu argümanların ortadan kaldırılması ve yerine Halkların Kardeşliği temelinde "fikri ve somut" bir atmosferin kurulması olmalıdır. Ve üniversite, toplumda yaşanması olası gerici-şoven ağırlıklı tüm çatışmalara, "üniversite olarak" tavır almalıdır.

Bir diğer önemli konu ise üniversitenin toplumsal muhalefet içerisindeki yerini alması ve ülke siyasal gündemine etkin katılımının sağlanmasıdır. Aydın kimliğinin yok edilmeye çalışıldığı, "meta üreten bilginin" fetişleştirildiği bir dünyada, geleceğin planlarını kuran ve bunu, bugüne isyan ederek örgütlemeye çalışan tarafı temsil etmelidir.

Demokratik Öğrenci Hareketi ve esas olarak da Devrimci Gençlik'in, gençlik hareketini toplumsal muhalefetin bir parçası olarak örgütleme çabasında başarılı olamadığı bir gerçek. Alana hapsolma, gençlik mücadelesinin önündeki temel sorunlardan biri olma özelliğini koruyor.Önümüzdeki dönemde, Demokratik Öğrenci Hareketine önderlik politikaları salt üniversiter yaşamın analizleri ile değil siyasal bir bütünlükle oluşturulmalıdır.

Kuşkusuz sorunları bu kadar ağır olan bir dönem, ancak örgütlü bir gücün önderliğiyle aşılabilir. Ancak öğrenci hareketinin önderliğine soyunan Devrimci Gençlik de öğrenci hareketinin tüm sorunlarını bünyesinde barındırmaktadır. Bu anlamda önümüzdeki dönem öğrenci hareketiyle birlikte, bu hareketin önderliğinin de yeniden örgütlendiği bir mücadele süreci olmak durumundadır. Bu geçişin başarıyla tamamlanmasının önündeki tüm engellerin (kadrosal özellikler, çalışma tarzı, örgüt içi ilişkiler) kaldırılmasında ve politikaların yenilenmesinde tereddüt edilmemelidir. Devrimci Gençlik, bu dönemi esnek biçimlerde örgütlendirilmiş, disiplinli ve hareket kabiliyeti yüksek bir ilişkiler bütünü ile aşabilecektir.

Yukarıda kaba hatlarıyla belirtilmeye çalışılan politik hattın gerçekleştirilmesini önüne koyan Devrimci Gençlik, bunu başarabilecek kapasiteye sahip midir?

Demokratik Öğrenci Hareketi'nin taşıdığı olumsuzlukların birçoğunu kendi bünyesinde taşıyan Devrimci Gençlik, bununla birlikte kendi öznel durumunu olumsuzdan olumluya bir türlü çevirememektedir. Bir dönem önce aşılmış olan bir dizi sorun, bugün yeniden gündeme girmiş, her türlü adımın atılmasını engeller hale gelmiştir. Bir yanda hafıza kaybı, bir yanda özgüven bunalımı yaşanmaktadır. "Eski"den kopmaya, yeni çalışma anlayışının başlatılmasına karar verilmiş ama bunu gerçekleştirmek için hiçbir adım atılmamıştır. Yenilgi "sahaya çıkmadan" kabul edilmiştir. Eylemin dönüştürücülüğüne olan inançsızlık, faaliyetin (ideolojik oluşum, pratik müdahale) tamamına edilgenliği hakim kılmaktadır. Siyasal yaşamın yeni tarzda örgütlenemeyişi, burjuva bireysel yaşamın örgütlenişini-önemini arttırmış görünmektedir.

TÜM BUNLARA RAĞMEN, içine girmiş olduğumuz tartışma sürecinin yarattığı olanaklar, gençlik mücadelesine ilişkin politik tespitlerimiz ve bu zemin üzerinde yer alacak kurumsallaşma önerilerimiz sahip olduğumuz avantajlarımızda. Aynı zamanda bunlar ,bizi bir araya getiren ve birlikteliğimizi anlamlı kılan motiflerin sadece bir kaçıdır.

Yanıtlanması gereken tek soru vardır. Önümüze koyduğumuz sürecin gereklerini yerine getirebilecek bireysel ve kollektif özelliklere nasıl sahip olabiliriz? Bu sorunun yanıtı hepimizdedir.




ANAFORDAKİ GELECEK
ANAFORDAKİ GELECEK

9. sayımızda "Üniversite Nereye" başlıklı kapak yazımızda yaklaşık yüzyıllık üniversite serüvenini, ülkemizin siyasi, ekonomik, değişkenleri çerçevesinde değerlendirmeye çalışmış ve " Ülke Nereye ise, Üniversite de Oraya" diye bitirmiştik.

Bugün, dünyada ve Türkiye'de yaşanan gelişmelerin üniversite kavramında, üniversiter yaşamda ve yükseköğretim programlarında önemli değişikliklere neden olduğu/olacağı biliniyor. Ancak bugüne kadar, bu değişikliklerin sistemli bir değerlendirilmesi yapılarak sonuç ve etkilerinin demokratik öğrenci hareketine tahvil edilmediği de açıktır.

Bu sayıdan itibaren, önümüzdeki bir kaç sayıyı kapsayacak bir çalışma başlatıyoruz. Bu çalışma ile, kapitalizmin dünya çapındaki zaferinin ve kendisini yeniden örgütleyiş süreçlerinin üniversitelerdeki yansımalarını ve bunların demokratik öğrenci hareketi üzerindeki etkilerini tartışacağız.

Böylece geleceğe dönük bir tartışma başlatmış oluyoruz. Dolayısıyla tartışmaya çalıştığımız konular bitmiş, tamamlanmış olarak değil, aksine geliştirilmeye açık olarak değerlendirilmelidir.

***


Çok "bilinmeyenli" bir denklem

Çok bilinmeyenli, çok değişkenli bir ülkede yaşıyoruz.

Bir yanımız dünyaya parmak ısırtacak ölçüde "yenileşmeye/değişime" açık, alışkın ve kayıtsız.

Kamera şakası gibi, bu ülkede her on yılda bir anayasa kaldırılıp atılır, yerine yenisi hazırlanır. Her iki ayda bir kaldırım taşları, telefon kulübeleri, çöp tenekeleri değişir... Yadırganmaz! Üç ay önce tamamlanmış tercihli yollar, "çağdaş tramvay" hattı için rahatlıkla parçalanıp yerine yenisi inşa edilebilir, bilmem kaç yıllık acılı/acısız arabesk beğenimiz, bir çırpıda "argo pop'a" yenik düşer, toplumumuzun % 99'u müslüman derken bir de bakarız, TV'de en fazla izlenen programlar "aerobik ve gece keyfi" gibileri olur.

Dolmabahçe'nin arkasında "eşek sırtına konmuş kelebek" gibi Park Otel bitiverir,

Ve bizler, (belki sen olmayabilirsin) bu kara mizah örneklerini tarihsel "bir gelişme ve değişme" momentinde bulunduğumuz için kayıtsızca kabulleniveririz...

VE 60 KÜSUR YILLIK CUMHURİYET TARİHİMİZDE 48 MİLLİ EĞİTİM BAKANI GELİR GEÇER...

"AH ŞU OKULLAR OLMASA MAARİFİ NE GÜZEL YÖNETİRDİM" DERLER VE KURAL GEREĞİ BİRİNİN YAPTIĞINI DİĞERİ YIKAR!..

***

Bilindiği gibi, uzun zamandan beri ilköğretim ve ortaöğretim "maharetli" yöneticiler tarafından arapsaçına döndürülmüştü. Birbiri ardına uygulamaya konulan daha sonra paldır küldür kaldırılan sistem değişikliklerinin yapısal sonuçları alınmadan yükseköğretim ele benzeri bir sürece sokuldu.



Siyasi iktidar, "Türkiye'nin kaybedecek zamanı yoktur" (1) diyerek, ANAP iktidarının tedricen gerçekleştirmeye çalıştığı "üniversite-sanayi" işbirliğini, "işbirliği" sınırlarını aşarak örgütleyecek bir sürecin ilk köklü adımlarını attı.

Teorik arka planını ANAP döneminin ideolojik tercihlerinden alan bu "yeni" girişim, kendisini 21 yeni üniversite, gece eğitimi, özel üniversiteler ve bir çok idari düzenleme... ile somutlamaktadır. (Bkz. ANAP döneminde çıkarılan 3807 sayılı kanun.)

Bu değişikliklerin üniversitelerde, bir önceki dönemden farklı yapısal sonuçlar doğuracağını söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Bugünden, bütün kapsamıyla, olası yapısal değişimlerin ne tür beklentileri karşılayacağını kestirmek çok fazla mümkün olmamakla beraber, şimdiden belirgin olan bir şey var:

Türkiye eğitim sistemi dünya çapındaki gelişmelere uyum sağlama sürecine sokulmak istenmektedir. Buna karşılık olmak.üzere, burjuvazi uzun zamandan beri, YÖK düzeninin aşınmış, fiili olarak işlemeyen, büyük ölçüde "cunta dönemi" ve ardından gelişen ekonomik, siyasi... süreçler tarafından tanımlanmış programı yerine, bir önceki süreci tamamlayan ve aşan "yeni" bir yükseköğretim programı yönündeki tercihlerini aile getiriyordu.

Ancak, kendileri açısından bu taleplerin belirli bir iç tutarlılığı olmasına karşın, her bir ekonomik, siyasi... yapının -özellikle 12 Eylül sonrası- birbirlerine "kader" ortağı haline gelmesi, taşlardan birinin hareketinin diğer taşları da yerinden oynatabileceği tehlikesi karşısında çok fazla ısrarlı olamamaktaydılar. Dolayısıyla burjuvazi açısından itkiyi vermek, "beklemek ve görmek" yükseköğretimde son yılların dominant eğilimi olarak belirginleşmişti.

Diğer taraftan kapitalizmin dünya çapında yeniden örgütleniş süreci, yeni işbölümü ve istihdam olanakları yaratacağı varsayımı, gerekli olan iç düzenlemelerin kısa bir dönemde gerçekleştirilmesi için elverişli koşulları ve gerekliliği sunmaktadır. Böylece "Yeni Dünya Düzeninde uygun bir yer elde edilebileceği umulmaktadır.

Onyılların birikimi sonunda felç olmuş bir eğitim sisteminin üzerinde inşa edilmeye çalışılan "yeni" bir süreç:

Tam bir kaos.

Sorunun görünen yanında bunlar yatmaktadır,

Nedensiz sonuç olur mu?

Eğitim sorununda yaşanmakta olan kaos tartışılırken "suç"un beceriksiz politikacılara yada kaynak yetersizliğine yüklenmesi bir gelenektir. Sanırsınız, becerikli politikacılar olsa yada salt yeterli kaynak aktarılsa sorun çözülecek.

Elbette ki politikacı faktörü ve kaynak yetersizliği etkili birer unsur. Ancak bize göre sorunun ardında yatan neden, tekil olgularda değil, sistemin bütününde aranmalı. Bu da, doğrudan doğruya ülkemizde başından beri çarpık olarak gelişen kapitalizmin bugün evrildiği noktanın dünyada yaşanan gelişmelerle birlikte sorgulanması anlamına gelecektir.

Ancak, sorunun kapsamlı bir tartışmayı gerektirmesi bizi, bu tartışmayı burada yapmaktan alıkoyuyor. İlerideki sayfalarımızda bu konuda geniş bir tartışma bulacağınız için sadece karakteristik özelliklere vurgu yapıp, asıl olarak yükseköğretimde yaratacağı sonuçları tartışmaya geçeceğiz.

Bilindiği gibi, son günlerde hemen her yerde dünyada yaşanan ekonomik, siyasi, teknolojik... gelişmelere vurgu yapılıyor. Bu gelişmelerin çeşitli etki ve sonuçları olduğu da biliniyor.

"... 1970'lerden sonra gelişmiş kapitalist ülkelerde hızlı ve köklü bir teknolojik değişim yaşanmaya başlandığı doğrudur. Bilgisayarların üretim ve tasarım süreçlerine girmesiyle, yeni üretim alanları açıldı ve yeni iş örgütlenmeleri oluşturuldu. Mikroelektronik teknolojisi hegemonik hale geldi. Mikroelektroniöin kullanıldığı sektörler de hegomonik hale geldi; uzay sanayi, mikrochip sanayi vb. klasik sanayi birimlerinde gittikçe daha az emek gücü kullanılır oldu. Otomasyon yaygınlık kazandı. Açığa çıkan emek gücünün bir kısmı tasarım, araştırma geliştirme gibi imalat sanayi dışı enformasyon sektörlerine aktarıldı. Maddi mal üretimindeki işgücü azalırken, hizmet ve enformasyon sektörlerindeki işgücü arttı..."...Yani kol emeğinin oranı azalırken, kafa emeğinin oranı yükselmiştir...(3)

Bu surecin bir başka belirgin özelliği de, daha geri teknolojik üretim sektörlerinin azgelişmiş ülkelere kaydırılmasıdır.

Elbette ki, Türkiye'nin bu gelişmelerden etkilenmemesi olanaksız. Ancak bu durum, bir çok çevrenin ısrarla belirttiği gibi, birebir sanayiyi, tarımı...geliştirici bir etkileyiş biçiminde değil aksine bir çok olumsuz gelişmeyi içinde barındırır tarzda yaşanacaktır.

Bu dönemin karakteristik olgusu, prekapitalist ilişkilerin tasfiyesinde alınan mesafe, bir çok sektörde teknoloji kullanımının artması, uluslararası pazar arayışlarının belirginleşmesi ve dünya pazarlarına adaptasyon güçlüğü, çeşitli pazarlar arasında gösterilen kararsızlık ve uyumsuzluk...,ve bunlara bağlı olarak yaşanan hızlı bir nüfus artış oranı, köyden kente göçün yoğunlaşması nedeniyle ortaya çıkan kentleşme profili, işsizlik oranının her geçen gün artması(4)... geleneksel politikalarda da aşınma yaratıyor.

Kapitalist toplum, her geçen gün bir önceki döneme göre daha fazla belirginleşmesine rağmen, yeniden üretim sürecinin sınırlarının sabitleşememesi anarşik bir ortam yaratıyor.

Sonuç olarak, bu anarşik sürecin bir çok olguya olduğu gibi yükseköğrenime de yansıdığını söyleyebiliriz.

***

Her yıl yüzbinlerce kişi üniversite sınavlarına girmektedir. Bu talebin ardında yükseköğretimin sosyal bir statü olarak cazibe merkezi olma özelliğinden daha çok toplumsal gerçekler var. Küçük de olsa bir işletme sahibi olmanın belirli bir sermaye birikimine gerek duyması, yükseköğrenim öncesi eğitimin bir meslek edinme olanağı tanımaması, çekirdekten yetişerek meslek sahibi olmanın geçerli olduğu sektörlerin her geçen gün değer yitimine uğraması..., yüzbinlerce genci yükseköğrenim yoluyla meslek edinmeye sevk ediyor. Ne var ki, 1991 yılını baz alırsak, yükseköğrenim sınavına başvuran 875.000 öğrencinin ancak 200.000'i bir yükseköğretim programına girebildiğini görürüz.



Bu 200 bin genç insanın "çağın gereklerine" uygun biçimde eğitilmeleri bir yana geriye kalanların ne olacağı sorunu vardır.

Elbette tırnak içine aldığımız gereklere göre eğitilecek olanlar bu kütlenin tümü olmayacak. "Mutlu bir azınlık" bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da eğitimin "hasını" alacak ve gerek duyuldukları sektörlerde yönetici kademeyi oluşturacaklar. Diğerleri ise yani herhangi bir yükseköğretim programına girmeyi becerenler, vasat bir eğitimden sonra "ara eleman" olarak istihdam edileceklerdir. Böylece bugüne değin ağırlıklı olarak yaşanan üçlü bir tasnife ulaşıyoruz. Birinci bölümü, sınavı kazanamayanlar, ikinci bölümü kazandıkları halde bir baltaya sap olamayacaklar ve son olarak da bir sap olacaklar.

Ancak bugün bu kademelenme daha karmaşık ve doğrudan doğruya üniversite-sanayi ilişkisinin giderek iç içe geçmesinin yaratacağı sonuçlara göre yeniden şekillenme aşamasına gelmektedir.

Üniversite -sanayi ilişkilerinde gelişim ...

Ülkemizde üniversitelerin sanayi çevreleriyle sıkı bir işbirliğine girmesi için yapılan çalışmalar oldukça eskiye dayanıyor. 1952 yılında İTÜ Rektörlüğü'ne bağlı olarak kurulan "Türk Teknik Haberleşme Merkezi" bu alandaki ilk girişimi oluşturuyor. Ardından 1963'te kurulan TÜBİTAK, İTÜ Rektörlüğü'ne bağlı olarak kurulan "Araştırma İşleri Mütevelli Heyeti", 1972'de ÖDTÜ'nün sanayi ile olan ilişkilerini düzenlemek amacıyla kurulan ve 20' ye yakın enstitü ile desteklenen "Uygulamalı Araştırma Bürosu", 1975'te MESS'in öncülüğünde kurulan -üniversite, ve çeşitli akademi yöneticilerinden oluşan- "Üniversite Endüstri İlişkileri Sanayi Kurulu", 1977'de UNİDO ile imzalanan bir anlaşma sonucu kurulan SAGEM (Sanayi Eğitimini Geliştirme Kurulu), 1981’deki 2547 sayılı Üniversiteler ve YÖK Yasasına kadar geliştirilen çeşitli çabaların kısa bir özeti. Ancak bu çabaların tümü başarısızlıkla sonuçlandı. Ülkenin "sanayileşme stratejisinin baskın eğilimlerinden birisi olan teknolojik dışa bağımlılık sonucu oluşan ithal teknolojiyle çalışan montaj sanayiine dayanan üretim yapısı, yerli teknoloji üretiminin gelişmesinin önünde yapısal bir engel durumundaydı. Bu çabaların 1981 sonrasındaki devamı da önceki 30 yılın sonuçlarında fazla bir değişiklik yaratamadı. 2547 sayılı kanunun 58. maddesinde düzenlenen "Üniversitelerin Döner Sermaye İşletmeleri" kurabilecekleri yönündeki izin sonucu "üniversite sanayi evliliği " için gösterilen çabalar artık bu kanaldan akmaya taşladı. Üniversite Sanayi İşbirliği Komisyonları gibi kurumlar gerek yerel düzeylerde ve gerekse ülke çapında boyvermeye başladı. Sanayi Odaları ile üniversiteler anlaşma protokolleri imzalamaya başladılar. İTÜ-İSO, ODTÜ-ASO, Ege ve Dokuz Eylül ile EBSO (USİGEM Protokolü) , Atatürk Üniversitesi- ESTO protokoller imzaladılar. Tüm. bunlara ek olarak YÖK de bünyesinde bir "Üniversite Sanayi İlişkileri Koordinasyon Kurulu" kurdu ve çeşitli programlar hazırladı.

Ülkemizde üniversite sanayi işbirliği arayışları bu biçimler altında ilerlerken, gelişmiş kapitalist ülkelerde üniversite sanayi işbirliğinin temeli endüstriyel araştırmalar ve bu araştırmaların her düzeyde finansmanını sağlayacak tarzda olgunlaşıyordu.(dolayısıyla bu süreç bilimsel bilgi üretiminin sermaye tarafından denetimini sağlayacak biçimde işledi.)

Sermaye, teknolojik ihtiyaçlarını üniversiteyle organikleştirdiği oranda bilimsel üretim sürecini karının bir fonksiyonu olarak denetler. Özetle, finanse ettiği bu bilimsel bilgiyi dilediği gibi kullanmakta (isterse gizlemekte de) özgürdür. Üniversite sanayi işbirliği de gelişmiş kapitalist endüstrilerde firma düzeyinde ve ağırlıkla büyük holdinglerin kontrolü altında (bu holdinglerin aynı zamanda kendi AR-GE departmanları da vardır) gelişir.

Türkiye'deyse üniversite sanayi işbirliği konusunda girilen çabalar bu güne dek ağırlıkla sermayenin üst örgütleri (odalar, meslek kuruluş-ları, birlikler vs.) tarafından geliştirilmeye çalışıldı. Üniversite sanayi işbirliğinin bu genel profili söz konusu ilişkilerin kurulmasında sermayenin genel çıkarlarının baz alındığını gösterdiği kadar özellikle konsantre sanayi bölgelerinin (istanbul, izmir ve bunların hinterlandları..) gereksinimlerinin öne çıktığını gösteriyor. Ancak bu sürecin dikkat çekici diğer bir yönü, bu ilişkilerin büyük bir çoğunluğunun -özellikle 1970' lerdeki girişimlerin- endüstrinin teknolojik gelişme fonlarında kayda değer bir değişiklik yaratmaksızın sempozyumlar, kurs ve eğitim seminerleri, insan gücü yetiştirme programlarına yönelmesidir

Büyük sermaye şirketlerinin ve güçlü holdinglerin bu alandaki iç yatırımları da, ithal teknolojiyi yerli üretim örgütlenmesine ve endüstri ilişkileri sistemine uyarlamayı hedefleyen cüce departmanlar olarak sınırlı bir alanda hareket eden AR-GE bölümleridir ve çoğunlukla üniversitelerle yürütülen işbirliği çabalarından personel edinmeyi hedeflemişlerdir.

Bugün ne oluyor ?

Kapitalist toplumların son birkaç onyıldır geçirdiği değişimler incelendiğinde öne çıkan öğelerden birisi elbette ki eğitim sistemlerinin gerek kurumsal yapıları ve gerekse de toplumsal işlevleri bakımından kazandıkları bir takım yeni niteliklerdir. Bu süreci üniversite sanayi ilişkileri çerçevesinde ele alırsak gelişmiş kapitalist ülkelerde üniversite ve yükseköğrenim sistemlerinin bu ilişkiler bakımından farklı ihtiyaçlara göre biçimlendirilmiş ikili sistemler olarak örgütlendiğini görüyoruz:

KİTLE EĞİTİMİ, ELİT EĞİTİM, (4)

Üniversite sanayi ilişkileri ve sermayenin değerlenme süreci açısından kritik bir niteliğe sahip endüstriyel-teknolojik araştırmaların yoğunlaştığı birimler yukarıda sözünü ettiğimiz "elit" üniversite modelleri (ABD'de dört yapraklı yonca olarak bilinen MIT,YALE, HARVARD, PRINCETON, yada Japonya'da giderek çoğaltılması düşünülen Teknopolisler gibi) olmaktadır. Bu gibi birimler riskli, pahalı ve gelişmiş bir bilimsel bilgi gereksinimine dayanan teknolojik araştırma süreçlerinde yer almakta, ekonomik üretim sürecine doğrudan (holdingler yada kamu kuruluşları vasıtasıyla) bağlanmaktadırlar. Öteki üniversite modelleri süregiden sermaye yapısının ve bu sermaye yapısı içinde istikrar kazanmış emek sermaye ilişkisini güvence altına alan yapılara dönüşmüştür.

Kitlesel eğitimin karakteristik bir nitelik olarak göbeğine oturduğu bu ikinci alan, gerçekte "üniversiter olmayan alan" olarak örgütlenmekte ekonominin bölgesel yada uluslararası ihtiyaçları için "canlı emek pazarı" biçiminde çalışmaktadırlar. Gelişmiş kapitalist ülkelerde 60'lı yıllarda başlayan (bir anlamda 68 olaylarına bir tepki biçiminde de derinleşen ve yoğunlaşan) bu süreçler, fazla bir sıkıntıya yol açmadan eğitim sistemlerinin yeniden örgütlenmesini sağlayabilmiştir.

Azgelişmiş ülkeler açısından sözünü ettiğimiz değişimler 80'li yıllar boyunca gündeme gelmiş ve eğitim sistemlerinin yeniden yapılandırılması konusunda adımlar atılmaya çalışılmıştır.

Ülkemizdeki gelişmeleri de bu çerçeve içinde değerlendirirsek yaşanan kaos, belirsizlik ve istikrarsızlığın nedenleri konusunda fikir sahibi olabiliriz. Bilimsel üretim ve öğretim süreçlerinin kapitalist denetiminin batıdaki örnekler kadar gelişkin olmadığı ülkemizde sermayenin ve tekelci kesimlerin genel yönelimi, uluslararası ve bölgesel önemi giderek artan bu alanda en azından dünya çapındaki gelişmelere "yapışabilecek" bir organizasyonla üniversite sanayi işbirliğini gerçekleştirmektedir.

Ancak bu durumun hızlı ve çizgisel bir gelişim seyri göstereceğini sanmak bir yanılgı olacaktır. Bilimsel ve teknolojik üretim sürecinin, sanayiyle - endüstriyel üretim süreçleriyle bağlanması yalnızca eğitim sistemlerinin değiştirilmesi ve bir takım hukuki düzenlemelerle sağlanamaz. Teknolojik ve bilimsel üretim sürecinin ekonomiyi oluşturan pek çok faktörle karşılıklı ilişkisi vardır. Diğer yandan teknoloji üretimi sermaye birikiminin koşullarıyla olduğu kadar teknolojinin uluslararası akışıyla da bağıntılıdır. Bilimsel üretimin kapitalize edilme süreci Türkiye gibi ülkelerde dışa bağımlı teknoloji kullanımının baskınlığı, uluslararası uzmanlaşma projelerinde Türkiye'nin aldığı rol ve bağımlılık ilişkilerinin etkilediği sosyoekonomik biçimlerce de belirlenmektedir. Diğer yandan özellikle son yıllarda belirginleşen ulusal ekonomilerin uluslararası koordinasyonu olgusu da bu konudaki gelişmeleri etkileyecektir. Ağırlıkla emek yoğun sanayiler kullanan düşük sermaye bileşimlerine sahip Türkiye ekonomisi sektörleri bugünkü yapısı ile üniversite sanayi işbirliğindeki sözünü ettiğimiz hakim eğilim en azından kısa vadede değişebilir görünmüyor.(6)

Üniversite sistemlerindeki değişimlerin en önemli etkisi kısa vadede endüstri ilişkileri sisteminde görülecektir.

Böylesi bir sürecin anlamlanabilmesi üniversiter yapının da bu duruma uygun tarzda örgütlenmesiyle olanaklı olacaktır.

Dünya ekonomisiyle entegrasyonun sağlanabilmesi açısından artık bir zorunluluk haline gelen "basit emek normlarını yükseltme" gereksinimi çok açık ki, üniversiteler, yüksekokullar, enstitüler, son zamanlardaki açık öğretim liseleri gibi girişimlerle gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Dışarıdan ithal edilen teknolojiler, finans, iletişim, büro - firma içi kompüter kullanımı gibi alanların açılması ülkedeki istihdam sınırlarını zorlayıcı etkide bulunmaktadır. Bu konudaki işgücü ihtiyacının üniversitelerden karşılanacağı açıktır. Bu sektörlerin gelişimi üretim sürecinin parçalanmış esnek biçimlerine doğru gelişimini doğurmaktadır. Üniversite öğrencileri için bunun anlamı, part-time uzmanlaşmış, geçici işlerde çalışmaktır. Dolayısıyla işin geleneksel örgütlenmesinin yanında gelişen bu parçalanmış biçim ve parçalı istihdam olanakları endüstriyel ilişkiler sisteminin (emek sermaye ilişkilerinin) sermaye lehine değişimini doğuracaktır.

Teknisyen ve ara elaman yetiştiren kitlesel eğitim kurumları ise, basit emek normları yükselmiş proleterler "üretecektir". (7)

Sonuç:


Yeni Dünya Düzeninde üzerine düşen / düşecek siyasi, ekonomik... görevleri yerine getirmeye aday olan Türkiye, eğitim sisteminde önemli değişikliklere yönelmeye hazırlanmaktadır. Bu değişikliklerin yapısal sonuçlar doğuracağını söylüyoruz. Özellikle üzerinde ısrarla durulan "ikili eğitim" bunun bir başlangıcı olarak kabul edilmelidir.

Top/middle/low tarzında yaşanacak bir departmanlaşma, bugüne kadar yükseköğrenimde tartışılan mütevelli heyetleri, paralı eğitim... gibi sanayi ile girilen ilişkinin artık tekil olgulardan daha geniş ölçekli bir bağlaşıklığa doğru evrildiğini göstermektedir. Dolayısıyla tekil olgular üzerinden (örn. YÖK) yürütülecek tartışmalar ve etkinlikler dönemini sona erdirecektir. Sorun daha karmaşık biçimlerde seyir eden bir özellik kazanmaktadır.

Böylesi bir saflaşmanın bugüne kadar ortak bir payda da toplanan üniversite ve üniversiter yaşamın örgütlenişinde köklü dönüşümler yaratacağı açıktır.

Böyle bir departmanlaşma yönelimi, ortak bir üniversiteli kimliğini (ki bu aydın olma özelliğidir) ciddi olarak erozyona uğratan koşulların, daha kapsamlı bir boyut kazanması ve bir üst aşamaya sıçrayarak, yeni bir nitelik kazanması sonucunu doğuracaktır.

Fakat bu süreç kendi konturunu da yaratacaktır.

Üniversite öğrencilerinin büyük bir bölümünün "proleter" olmak üzere "istiflenmeleri", proletaryanın organik aydınlarının üniversite içinden doğuş olanaklarını da verecektir.



Dipnotlar:

(1) MEB Taslağı, 2547 sayılı Yükseköğrenim kanununda bazı değişiklikler yapılması hakkındaki kanun tasarısı syf 3.

(2) Dinozorların Krizi... syf 32-33 (3

(3) "DiE'nin 'Hanehalkı İşgücü Anketleri' sonuçlan... yarı işsizlerle beraber 3 milyona yaklaşan işsizlerin çoğunluğunu 'gençler' oluşturuyor. DİSK-AR, Aylık Araştırma Bülteni, Eylül 1992 sayı1 syf7.

(4) ...20. yüzyılın son çeyreğinde Güney Kore, Tayvan, İsrail, Hindistan gibi ülkelerde bu ikili eğitim sistemi ile bir taraftan kitle eğitimi gerçekleştirilirken uluslararası düzeye seçkin ve elit en azından bir teknik üniversite sayesinde teknoloji devriminden kopmamayı başarmışlardır. Bu elit teknik üniversiteler, ülkelerinin en seçkin öğrencilerinin en seçkin akademisyenlerinin ve araştırma fonlarının toplandığı merkezlerdir.... {Çağdaş Eğitim, Çağdaş Üniversite, TC Başbakanlık Yayınları Nisan 1992 Prof Dr. Ömer Saatcioğlu ODTÜ rektörü syf 271)

(5) Türkiye'de teknolojik yenilenmeler batıdaki gibi sermaye tasarruflu değil emek tasarruflu biçimlerde gelişiyor. Teknoloji gelişi yalnızca üretimi rasyonalize ediyor bunun en somut anlamı sıkça gördüğümüz "tenkisat"(işçi çıkarma) olgusu.

(6) Devlet ise, bu gelişim seyri içinde endüstri ilişkileri sistemini organize etmek olan geleneksel rollerinden birini piyasa güçlerine terk etmek kararlılığında olduğunu açıkça gösteriyor. K. Toplan, gece üniversiteleri konusunda yaptığı açıklamada "üniversitelerin bu konuda serbest olduğunu "üniversitelerin iş yapabilecekleri branşlarda gece üniversiteleri açmalarını, yoksa arz talep kanunu gereğince bu bölümlere öğrenci talebi olmayacağını" söylüyor. 7 Eylül 1992 SHOW TV, MEB K.Toptan, gazeteci Yalçın Doğan, Füsun Özbilgen...’in katıldığı Basın Klübü programı.

 

İşportaya düşmüş üniversite



ÖSYM'nin verdiği bilgiye göre, başarı sıralamasında ilk 100’e giren öğrencilerden 98 tanesi mühendislik ve iktisat-işletme bölümlerini sadece iki kişi tıpı tercih etti. Tercih edilen mühendislik ve iktisat-işletme bölümlerinde ise, Boğaziçi, Bilkent, ODTÜ ve Hacettepe en gözde olanlarıydı. Bu 100 öğrenciden 46 tanesi Bilkent'i, 44 tanesi Boğaziçi'yi 8 tanesi ODTÜ ve 2 tanesi Hacettepe'yi tercih ettiler. Mühendislik içerisinde en ilgi göreni bilgisayar ve elektronik...

Öte yandan çarpıcı bir durum da çeşitli üniversitelerin aynı sektörde eğitim veren fakülteleri arasında var olan puan farklılığıydı. Örn. Boğaziçi Makina en düşük 583.486 puan ile öğrenci alırken Çukurova Makina, 460.050 puanla öğrenci aldı.

Keza,

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi 545.820



Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi 456.514

Boğaziçi.Üniversitesi İngilizce 501.624

Atatürk Üniversitesi 393.455

Boğaziçi Üniversitesi İşletme Fakültesi 533.188

Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi 409.491

Bu konuda yorum yapan "uzmanlar", çok yüksek puan alan öğrencilerin Boğaziçi, Bilkent, ODTÜ...gibi üniversiteleri tercih etmeleri karşısında diğer üniversitelerin vasat ve vasatın altındaki (abç) öğrencilerle öğrenimlerini sürdürmek zorunda kalacaklarını belirtiyorlar. Sonuçta her bir üniversiteden mezun olan öğrenciye aynı dalda diploma verileceğini ancak yeterlilik durumu göz önüne alındığında diplomalı cahiller ordusu ortaya çıkacağını belirtiyorlar. (Veriler 15 Ağustos 1992 Milliyet)

İşte yükseköğrenimde süreç içinde gelişen departmanlaşmanın ulaştığı boyut. Bu departmanlaşma sayesindedir ki yükseköğrenimde bir saflaşma yaşanacak, bir dönemin basit emeği, temel normlarını koruyarak yeni sürece adapte edilecektir. Geniş bir kitle yine bir dönemin zorunlu eğitimi gibi, bu kez "gönüllü" olarak kapitalizmin hizmetine girmek için üniversite kapılarında sıraya girecekler. Böylece bir yandan her yıl artan yükseköğrenim talebi emilirken diğer taraftan kapitalist işletmelerin gereksinim duydukları teknoloji destekli sektörlerde kullanılmak üzere" proleterler" yetiştirilmesi sağlanacaktır.

Bunun tamamlayıcı yönü olarak da seçkin öğrencilere elit eğitim olanakları sunarak bilgi ve teknoloji üretiminde kullanılabilecek "profesyonel proleterlerle" "top" yetiştirilebilecektir. (Güney Kore'de Korean Institute of Science and Technology, Korean Institute of Advanced Science and Technology gibi)

Ülkemizde ise, diğer ülkelerde eğitim kurumları düzeyinde yaşanan farklılaşmalar, üniversite adı altında yaşanmaktadır.

Madem dünyada var, bizde de olsun!

Yazımızda anmaya çalıştığımız bu sürecin en erken ve gelişmiş biçimleri ABD, Japonya, Almanya ve İngiltere örneklerinde olmuştur. Bu sürecin en son örnekleri ise, Fransa ve Yunanistan'dır. Bu ülkelerde geliştirmeye uğraşılan eğitim sistemini yeniden örgütleme çabasına karşı 60'ların sonlarındaki öğrenci hareketlerini anımsatan öğrenci eylemleri görülmüştür. Fransa'da 1986’da J. CHİRAC'ın hükümeti döneminde son yıllarda bizde hazırlanan üniversite reformu paketlerine çok benzer bir eğitim reformu yasasına karşı bir çok eylemler gerçekleşmiş, Eğitim Bakanının adıyla anılan "Devaquet Planı" bakanın istifasıyla sonuçlanmıştır. Planda harçların arttırılması, üniversite giriş sınavlarının zorlaştırılması, yükseköğrenim kurumlarında ABD'dekine benzer statü ve kategorilerin yerleştirilmesi, üniversitelerin özel sektöre açılması gibi hükümler yer almaktaydı. Yunanistan'da da geçtiğimiz yıllarda benzeri süreçler yaşandı. Bu politikalar diğer AT ülkelerinde de uygulanmakta ve AT ülkelerinin üniversiteler konusundaki genel yönelimini oluşturmaktadır. COMETT ( Teknolojide Meslek Eğitim ve Öğrenim Topluluk Programı) ERASMUS (Üniversite Öğrencilerinin dolaşımı için AT eylem Programı), gibi projelerden Erasmus Mayıs 87'de kabul edildi ve ülkelerin iç bünyelerinde de üniversiteler arası bir kategorileşmeyi öngören topluluk içi bir üniversiteler hiyerarşisinin oluşturulmasını hedefliyor. COMETT ise, adından da anlaşılabileceği gibi, ülkeler içinde olgunlaşmış sanayi ilişkilerinin bir yandan ölçeğini büyütürken öte yandan (son yıllarda AT'ın topluluk bütçesinden ayrılan payın artışına paralel olarak) bu ilişkileri kurumsallaştırmayı öngörüyor.


Yüklə 444,37 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin