ÖLÜ TEORİLER VE TEORİK EŞİKLERİMİZ-2-
SÖMÜRGE DEVLETİNDE GÖRELİ ÖZERKLİK
7O'li yılların faşizm tartışmalarında Devrimci Hareketin içinde yaşanılan süreci açıklamaktaki bir diğer üstünlüğü, siyasal egemenlik ilişkilerinin inşasını dinamik bir yeniden üretim süreci olarak kavramlaştırabilmesinden ileri gelmekledir.
Bugünden bakıldığında, 70'li yılların, sivil faşist çeteler eliyle yürütülen bir saldırı kampanyası eşliğinde faşizmin yukarıdan aşağı kurumlaştığı bir süreç olduğu; 12 Eylül faşizminin de, faşizmin yukardan aşağı kurumlaşması sürecinin bir evresi olduğu kolayca söylenebilecektir. Ancak 70'li yıllarda yaşanan siyasal sürecin niteliği hakkında yapılan tartışmalar gözden geçirildiğinde, Devrimci Hareket dışında hiç bir siyasal odağın böylesi bir yaklaşıma sahip olmadığı kolayca görülecektir.
Türkîye'de kısıtlı bir burjuva demokrasisinin bulunduğu ve "faşizmin aşağıdan yukarıya bir kitle hareketi halinde tırmandığı" görüşünü savunan gruplara göre, ancak, sivil faşist hareketin siyasal iktidarı doğrudan doğruya ele geçirmesiyle faşizm, "burjuva demokratik" devlet biçiminin yerini alabilecekti. Ağırlıkla pro-sovyet akımların savunduğu bu tez örtük ya da açık bir biçimde iki öncüle sahipti:
Bunlarda birincisi, faşizmin esas olarak mevcut devlet aygıtının dışından, faşist bir siyasal parti tarafından gerçekleştirilen aşağıdan yukarı bir hareketle iktidara geleceği fikriydi. Bu öylesine saplantılı bir hareket noktasıydı ki, 12 Eylül darbesi sonrasında, bu yaklaşımın sahipleri kendilerini, Türkiye'deki rejimi nitelerken "askeri diktatörlük" gibi, içinde "faşizm/faşist" sözcüğü geçmeyen sıfatlar icat etmek zorunda hissettiler.
İkincisi ise, faşizmin egemen sınıflar için bir "seçenek" olduğu, değişik bir ifadeyle, egemen sınıfların, siyasal egemenliklerini burjuva demokrasisinden faşizme kadar uzanan bir spektrumda örgütlendirebilme yeteneğine sahip olduğu ve daha da ötesi, egemen sınıfların ağırlıklı eğilimlerinin burjuva demokrasisinden yana olduğu kanışıydı. Bu tür bir yaklaşıma sahip gruplar, güncel taktiklerini, 80 öncesinde CHP hükümetlerinin, 83 sonrasında ise "sivil" hükümetlerin "demokrasiyi genişleteceği" beklentisiyle oluşturdular. Örneğin, bunlardan TKP, 80 öncesinde "Ulusal Demokratik Cephe" adı altında CHP hükümetlerini desteklerken, 80 sonrasında düzenin "sivil" hükümetlerinin "demokrasiye geçiş"i gerçekleştireceği beklentisiyle legalize olmayı esas alan bir taktiğe yöneldi. (Bu taktiklerden birincisi TKP'yi en güçlü mevzisi olan DİSK'ten ederken, ikincisi, bizzat bu partiyi ortadan kaldırdı)
Devlet tartışmasında karşıt bir yaklaşımı Çin ve Arnavutluk yanlısı gruplar temsil ediyordu. Bu gruplar (HK, HY, DHB, vb.) devletin faşist bir diktatörlük biçiminde örgütlendiği saplamasını yapıyorlardı. Egemen sınıfların sistematik saldırı siyasetini doğru bir biçimde saptarmış gibi görünen bu kavramlaştırmanın üretim yöntemine ve teorik içeriğine bakıldığında durumun hiç de göründüğü gibi olmadığı, hatta, güncel gerçekliği anlama çabası olarak pro-sovyet gruplardan daha yüzeysel bir yaklaşımı ifade etliği ortaya çıkıyordu. Özetle savunulanlar şunlardı: Türkiye'deki sömürü koşulları, egemen sınıfların bir bütün olarak Faşist bir siyaseti benimsemesine yol açıyordu. Devlet egemen sınıfların devleti olduğuna göre, devletin tüm kurumları, ve tüm burjuva partileri faşist partilerdi, sivil faşist çeteler de faşist diktatörlüğün terör aygıtının basit bir uzantısıydı. Yaygınlaşan faşist terör, devletin biçimlenmesi açısından dinamik bir süreci ifade etmiyordu.(1)
Türkiye'de egemen sınıflar çelişkili bir ittifak oluşturuyormuş, tekelci sermaye bu irtifak içerisindeki başat konumunu pekiştirme çabası içindeymiş, emperyalizmin gizli işgali varmış ve bu işgal giderek derinleşme istidadındaymış, 1960 darbesiyle devletin bünyesine nispi bir takım demokratik unsurlar katılmış, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri, hareket alanlarını sınırlayan bu unsurları devre dışı bırakmak için sürekli bir saldın yürütüyorlarmış ve devletin yukarıdan aşağı faşistleştirilmesi gerçekte bu olgudan kaynaklanıyormuş, faşist terör faşizmin kurumlaşması süreci açısından bir katalizör rolü oynuyormuş ne gam. Egemen sınıflar faşisttir, onların bütün partileri de faşisttir, devletleri de faşisttir vs. dersin olur biter, Böylece hem "keskin" gözükmüş olursun, hem de faşizme karşı mücadele görevlerini belirsizleştirip "kitleleri burjuvaziye (feodallere ya da Rus Sosyal-emperyalizmine karşı da olabilir) karşı örgütleme" adı altında aktüel siyasi mücadelenin görevlerinden kendini azade kılarsın.
Devrimci Hareketin 70'li yıllardaki siyasal gelişmeleri dinamik bir süreç olarak kurgulayabilmesinde, toplumsal egemenlik ilişkilerini de, bu egemenlik ilişkilerini siyasal düzeyde yansıtan ve örgütleyen devleti de değişmez bir veri değil bir yeniden üretim süreci olarak kavraması başlıca etken olmuştur.
Evet, Türkiye emperyalizmin sömürgesidir ama emperyalist sömürgecilik, yeni sömürgecilik olarak tezahür etmektedir ve yeni sömürgecilik kavramı, askeri bir işgal hareketi üzerinde yükselen bîr hukuki rejimi değil sürekli bir sömürgeleştirme hareketini deyimlemektedir. Ekonomide, politikada, kültürde "içeriden" bir egemenlik tesisi; yeni sömürgeciliğin özü, özeti, işte budur.
Evet, devlet sömürücü sınıfların zor örgütlenmesidir ama bu, sömürücü sınıfların zor gereksiniminin doğduğu kaynakların sabit değişmez bir sınıf dengesinden ileri geldiği anlamını taşımaz, aksine bizzat egemen sınıf'lar arasındaki ilişkiler, sömürücü sınıflar ile sömürülen sınıflar arasındaki ilişkiler, siyasal egemenlik koşul ve imkanlarını sürekli bir biçimde değiştiren değişkenlerdir.
Ötesi, devlet egemen sınıfların basit bir sopası da değildir. Toplumsal sınıflar arasındaki egemenlik ilişkilerinin en somut ve yoğunlaşmış ifadesini devlet oluşturur. Uzlaşmaz sınıf
karşıtlıkları temelinde örgütlenmiş bir toplumda, kamu işleri, toplumun maddi zenginliğini yöneten sınıf (ya da sınıflar) tarafından örgütlenir ve bu örgütlenme, sömürücü sınıfların, sömürülen sınıflar üzerindeki siyasal egemenliğini örgütleyen devletin ana gövdesini oluşturur. Bu nedenle devlet, bir zor aygıtı olarak sınıf mücadelesinde egemen sınıfların "sopası" işlevini yüklenişi kavramların bir birinden türetilmesi kadar dolaysız ve kolay olamaz. Devletin, dolaysız ve çıplak bir sınıf egemenliği aygıtı olarak örgütlenebilmesi, bizzat sınıflar mücadelesinin bir konusudur.
6O'lı ve 70'li yıllar boyunca, siyasal egemenliğin örgütlenmesi sorunu, egemen sınıfların kendi içerisindeki ve egemen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki mücadelenin merkezi konusunu oluşturdu. Politika alanındaki çatışmalar, yalnızca, oligarşi adına kimin hükümet edeceği gibi biçimsel bir sorundan kaynaklanmıyordu. Bu çatışmaların önemli bir bölümü, emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin devlet içerisindeki özel egemenlik koşullarını, siyasal düzeyin örgütlenmesinin genel ve karşı konulamaz kuralları haline getirme çabasından kaynaklanıyordu.
Birçokları için asıl anlaşılmazlık da buradaydı: Emperyalizm Türkiye'yi sömürgeleştirdiğine ve de işbirlikçi tekelci sermaye egemen sınıflar bloku içerisinde başat bir konumu tuttuğuna göre, emperyalizm ve büyük sermaye, elindeki zor aygıtını istediği zaman ve islediği biçimde düzenleme erkine sahipti. Öyleyse "açık faşizme geçiş süreci" filan diyerek "işi uzatmanın" ne alemi vardı?
Oysa devlet bir kez ortaya çıktıktan sonra, toplumdan bağımsız bir düzey meydana getirir.
"Yeni bağımsız güç, [toplumsal egemenliğin) üretim hareketini bütünü içinde izlemelidir, ama kendi içinde mevcut, yani kendisine verilmiş olan ve gittikçe gelişmeye devam eden göreli bağımsızlığı gereğince, kendisi de koşullar üzerinde ve [toplumsal egemenliğin] üretim in [in](*) gidişi üzerinde etkili olur, (...) hükümet ile muhalefet arasındaki savaşımda{...), daha önceden de varolan ve savaşmakta bulunan sınıfların savaşımı yansır, ama gene ters doğrultuda, doğrudan değil, ama dolaylı bir biçimde, bir sınıf savaşımı olarak değil de siyasal ilkeler savaşımı gibi yansır"(2)
Toplumsal egemenlik ilişkilerinin değişimi, siyasal egemenliğin örgütlenmesinde de değişiklikler yapılmasını gerekli kılar. Bunun için,devletin, çoğunlukla bir önceki güçler dengesi üzerinde teşekkül etmiş olan, kurumsal yapı ve ilişkilerinin değiştirilmesi ya da ortadan kaldırılması yoluyla yeniden düzenlenmesi gerekir.
Ancak bu öyle hemen ve bir anda gerçekleştirilemez. Sınıf egemenliğinin ekonomi alanındaki genişlemesi, siyasal alana simetrik bir biçimde yansımaz. Bizzat değiştirilmesi öngörülen kurumlar ve ilişkiler, iktisadi düzeyde çözülmekte olan güçler dengesini korumak üzere harekete geçerler. Böylece bir önceki dönemde yaşanan sınıf mücadelelerinin sonuçları, devlet kurumları olarak sonraki dönemlere etkide bulunurlar.
Öte yandan toplumsal egemenlik ilişkilerinin maddi temellerinin inşasında devletin kendisi de etkin bir rol alır. "Zor (yani devlet iktidarı), o da iktisadi bir güçtür!"[3) Bu durum, toplumsal egemenlik ilişkilerinin yeniden üretimi sürecinde, devlet kurumlarının egemen sınıflar bloğunun bir kesimine inisiyatif sağlamak üzere harekete geçirilmesini siyasal yaşamın "olağan" bir unsuru haline getirir.
İktisadi ve siyasi gelişim arasındaki bu asimetrik etkileşim tarzının kaynağında devletin göreli özerkliği bulunur.
70'li yıllar boyunca "devletin göreli özerkliği", çoğunlukla yanlış bir biçimde, devletin somut sınıf karşıtlıklarından bağımsız bir üçüncü güç halinde devreye girdiği durumlarla sınırlı bir olguyu tanımlayan bir kavramlaştırma olarak ele alınmıştır. Oysa, Engels'in de belirttiği gibi, bu istisnai bir durumdur. (4) Devletin göreli özerkliğini, bu sınırlı anlatımı dışında dikkate almamak, siyasal süreçlerin özgün karakterini ortaya çıkartmak açısından ciddi bir analitik imkanın bir kenara bırakılması ve bu süreçlerin eksik ve yanlış bir biçimde kavranılması sonucunu vermiştir.
Marks ve Engels'in eserlerinde "devletin göreli özerkliği" eğilimi iki ana başlık altında toplanır: Bunlardan birincisi, yürütme gücünün, devletin diğer kurumlarından ayrı, özerk bir güç olarak belirmesidir(5); ikincisi ise bizzat devletin kendisinin yönetici sınıf da dahil olmak üzere toplumun geri kalan kısmından özerkleşmesidir.(6)
Ülkemizde devletin özerk bir güç olarak siyasal süreçleri etkilemesinde, bu iki unsurun da özgül bir tarzda devreye girdiği görülmektedir. Yürütmenin özerkliğinde en temel unsur olan, yürütme fonksiyonunun bürokratizasyonunda, birincil aktör ordudur. Burjuva devrimi sürecinin devrimci bir tarzda yaşanmadığı ülkemizde, ordu, devletin monarşi, meşruti monarşi ve cumhuriyet biçiminde örgütlendiği tüm dönemlerinde örgütsel bir süreklilik göstermiş, bir devlet biçiminden diğerine geçiş süreçlerini yukarıdan aşağı örgütleyen başlıca kurum olmuştur. Yürütme gücünün bürokratizasyonu köklerini oldukça derin bir tarihten almaktadır. Çoğunlukla övünülerek sözü edilen "devlet geleneği" de gerçekte, yürütme bürokrasisindeki bu özgül süreklilikten başka bir şey değildir. Yürütme bürokrasisinin bu geleneksel ağırlığı, yürütme aygıtında inisiyatifin temsili hükümetlerden çok, MGK gibi, yürütme aygıtını temsil eden karma kurullarda yoğunlaşmasını getirmektedir. Yürütme gücünün bu özgül yapılanışı ile, yürütücü aygıtların (ordu-polis-idare ve bunlara bağlı alt kuruluşlar) iç dirliğinin "olağanüstü hal" dönemlerinde sağlanabilmesi ve de "olağanüstü hal" rejiminin Türkiye'nin olağan rejimi olması arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır.
Ülkemizde devletin, "yönetici sınıf da dahil olmak üzere, toplumun geri kalan kısmından özerkleşmesi" eğilimi de özgül bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Marks bu özerkleşme eğiliminin esasen, devletin, burjuvazinin genel çıkarı ile tek tek burjuvaların özel çıkarı ve burjuvazinin uzun dönemli çıkarları ile belirli bir andaki somut çıkarı arasındaki çatışma karşısında devletin kollektif-tarihsel burjuva olarak davranması arasındaki çelişkiden kaynaklandığını söylüyordu. Marks'a göre bu çelişkinin somut yaşamdaki başlıca nedeni burjuva toplumunda, ekonomik ve politik düzeyler arasında kesin bir ayrımın bulunması, ve egemen sınıfın siyasi temsilcilerinin bireysel olarak egemen sınıfa mensup olmaları zorunluluğunun ortadan kalkması ve temsil ilişkisinin esas olarak ideolojik bir ilişki haline gelmesidir.(7)
Hemen anlaşılabileceği gibi bu görüş, Batının, modern burjuva devletleri deneyiminden hareketle geliştirilmiştir. Burada tanımlanan unsurlar açısından ülkemizin siyasal yapısı iki temel farklılık göstermektedir.
Bunlardan birincisi, kapitalizmin alt yapıdaki egemenliğine karşılık, üst yapıda feodal kalıntıların halen varlığını sürdürmesi ve siyasal egemenliğin tekelci sermaye, büyük toprak sahipleri ve tefeci-tüccarlardan oluşan heterojen ve çelişik bir ittifak tarafından örgütlenmesidir. Dolayısıyla, “yönetici sınıftan” değil, "yönetici sınıflar ittifakından söz etmek gerekir. Devletin yönetici sınıflardan özerkleşme eğiliminin temelinde de bizzat bu ittifakın bağrındaki çelişkiler bulunur.
Bilindiği gibi,(kapitalist sermaye birikiminin doğrudan devlet aracılığıyla gerçekleştirilip özel sermayedarlara devredilmesi, bu özel sermaye gruplarının sınai etkinliklerinin ulusal ekonominin değil, emperyalist sömürünün gereksinimleri doğrultusunda şekillenmesi ve daha başlangıçtan itibaren bir tekel piyasası biçiminde örgütlenmesi nedeniyle) ülkemizde kapitalizm, yukarıdan aşağı, çarpık ve tekelci bir tarzda gelişmiştir. Kapitalizmin bu özgül gelişme biçimi, devlet bürokrasisi ile büyük sermaye çevreleri arasında oldukça geniş bir "özel çıkar" birliği yaratmıştır. (Bu çıkar birliğinin oluşumunda devletin ekonomi alanı ile doğrudan ilişkisini sağlayan KİT ve İDT'’lerin özel sermaye ile yakın bağlantılarının ciddi bir yeri vardır) Yine bilindiği gibi "sermaye yetersizliği" ekonominin kronik bir kriz kaynağıdır. Sorunun gerçek nedeni emperyalist sömürü ve çarpık kapitalizm olmasına karşılık, tekelci sermayenin çözüm programları, kendi sınai üretiminin dışındaki tüm değer alanlarını kaynak transferi için seferber etmeyi hedeflemektedir. Emek sömürüsünü yoğunlaştırmaya yönelik politikalar bu programların temel bir unsuru olmakla birlikte işin bir başka cephesini de kırsal ekonomide ortaya çıkan değer kütlesini ve kamu işletmelerinin ürettiği/oluşturduğu değerleri eşitsiz değişim (tarım/sanayi makası, tarımsal girdi fiyatlarının yüksek tutulması, sınai girdilerin sübvansiyonu vb.) ve cebir (karlı kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, vergi düzenlemeleri vb.) yoluyla özel sermayeye aktarılması oluşturur. Yani, sermayenin birikim krizinin çözümünde tekelci sermaye siyasal müttefikleriyle açık bir çelişki içerisindedir, işte tam bu noktada yukarda sözünü ettiğimiz özelliğinden dolayı devlet bürokrasisi "modernist" bir söylemle büyük sermayenin özel egemenlik koşullarını geliştiren programlar doğrultusunda hareket etmeye yönelmektedir.
İkinci farklılık, gizli işgal fenomeninden ileri gelir. Mevcut egemen sınıflar ittifakının somut siyasal ihtiyaçları ile emperyalist egemenliğin bölgesel ihtiyaçları arasındaki çelişki devletin yönetici sınıflardan özerkleşme eğiliminin bir başka kaynağını oluşturur. Ülkemizin emperyalizme bağımlılığı, siyasal egemenliğin ulusal düzeydeki örgütlenmesi ile, emperyalizmin uluslararası örgütlenmesi arasında kurumsal aktörler düzeyinde bir birlik yaratır. [Silahlı kuvvetler hem TC ordusu, hem de NATO kuvvetidir; iç güvenlik birimleri (MİT, Emniyet örgütü, Özel savaş birimleri vb.) emperyalist merkezdeki paralel yapılarla koordinasyonu aşan bir hiyerarşık bağımlılık içindedir vb...]
Kolayca görülebileceği gibi, ülkemizde devletin göreli özerklik eğilimlerinin maddi dayanakları, emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin siyasal-toplumsal egemenliğini
genişletme çabasıyla örtüşmektedir. Söz konusu egemenliğin örgütleyebilmek için emperyalizm ve işbirlikçileri esas olarak bu özgül araçları işe koşmuşlardır.
Ordunun ve kolluk kuvvetlerinin yürütme içerisindeki ağırlığının artırılması süreci ile bu kurumların faşistleştirilmesi süreçlerinin bir ve aynı süreçler olması; yine buna paralel olarak yasama gücünün, "olağanüstü mahkemeler" (DGM'ler ve Sıkıyönetim Mahkemelerdin ihdası ve yüksek yargı kuruluşlarının atama rejimlerinin değiştirilmesi, yargı denetiminin kısıtlanması gibi yollarla yürütmeye tabi kılınması; temsili organları yürütmenin vesayetine sokan düzenlemeler... Bütün bunlar, 50'li ve 6O'lı yıllar boyunca emperyalizm ve tekelci sermayenin devlet düzeyinde yürüttükleri operasyonların başlıca konuları olmuşlardır. 6O'lı yılların sonlarından itibaren, halkın demokratik örgütlenmelerine karşı geliştirilen sivil faşist saldırılar, devletin yukarıdan aşağı faşistleştirilmesine olanak sağlayan bir toplumsal iklimi yaratmayı hedeflemiştir. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin egemenliklerini uygulayabilmek için gereksinim duydukları sistematik ve açık şiddet mekanizmasının asıl manivelaları devletin kendi kurumsal dizgesi içerisindeydi.
SONUÇ YERİNE
Sosyalizmin bilimsel temellerini kuran bir öğreti (doktrin) olarak Marksizm, toplumsal gerçekliği (dönüştürmek amacıyla) kavramak için kendine özgü kavramlara başvurur. Ancak Marksizmin en temel özelliklerinden biri, kullandığı kavramlara tarih-üstü bir anlam yüklememesidir. Bu nedenle devrimci teorinin tartışılmasında, kavramların "kendinde gerçeklikler" olarak tartışılmasına yer yoktur. Marksist teorinin tüm kavramları, ancak ve yalnızca somut-tarihsel içerikleriyle birlikte kullanılabilirler. Ancak bu yöntemledir ki, özgül somut gerçeklik ile genel tarihsel soyutlama arasında diyalektik bir birlik kurulabilir. Oysa, 1970'li yıllarda Devrimci Hareket'e karşı yürütülen polemiklerde, içinde yaşanılan somut durumun karakteristik öğelerinin tanımlanması ve Marksizmin, teorik hazinesine katılmaya çalışılması, sapkın (heretik) bir tutum olarak nitelenmiş ve "eski metinlerde sözü edilmediği için" olguların görmezden gelinmesi tercih edilmiştir.
Gerek faşizmin aşağıdan yukarı bir kitle hareketiyle tırmandığı tezi, gerekse de "faşist diktatörlük" tezinin savunucularının yönteme ilişkin gerçek hataları da bu noktada saklıdır
.
Dipnotlar
(I) Pro-sovyet gruplar, hiç değilse "tırmanan bir faşizmden bahsederek, güncel gelişmeleri, yanlış da olsa, bir "süreç" kurgusu içerisinde ele alıyorlardı. Aslında "anti-sovyetik" grupların devleti analiz etmekte kullandıkları bu düz mantık, bu gruplar için genel bir yöntemdi. Bu gruplar örneğin SSCB'yi analiz ederlerken de benzer bir mantık yürütmesine malûldüler: "Revizyonizm burjuva ideolojisidir; SBKP revizyonisttir; öyleyse SBKP bir burjuva partisidir; SBKP'nin iktidarı da burjuva iktidarıdır; dolayısıyla, Sovyet devleti de bir burjuva devletidir; SSCB'de üretim araçları devlet mülkiyetinde olduğuna göre, Sovyetler, tekelci kapitalist bir üretim yapısına sahiptir, dolayısıyla da SSCB emperyalisttir.' Ne diyalektik!
(2) F.Engels, Conrad Schmidt'e Mektup, 27 Ekim 1890, Felsefe İncelemeleri içinde, Sol yay.
(*)Köşeli parantezler bize ait.
{3)F.Engels Conrad Schmidt'e Mektup, 27 Ekim 1890, Felsefe İncelemeleri içinde, Sol yay.
(4)"(...) istisnai olarak savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gücü sözde aracı olarak, bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur.'F.Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol yay. Sf.205
(5) Bkz. K.Mam-F.Engels, Sellected Works, Cilt I, Sf. 284-285, Foreign Languages Publishing House
(6) Bkz. H.Draper, KarİMarhc's Theory of Revoluti-on, Cilt I, Sf311-326, Monthly Revievv Press
(7)Bkz.H.Draper, Kari Markx's Theory of Revoluti-on, Cilt I, Sf 321-326, Monthly Review Press ve K.MancF.Engels, Sellected VVorks, Cilt I, Sf.275, Foreign Languages Publishing House
DÜNYA GENÇLİĞİ - CHIAMUS ‘92
DÜNYA GENÇLİĞİ CHIAMUS ‘92
Dünyada son yıllarda yaşanan değişimler biliniyor. Bu değişimlerin özellikle yükseköğrenim programları üzerinde yapısal etkileri olduğunu diğer yazılarımızda aktarmaya çalıştık. Son yıllarda özellikle Avrupa Topluluğu ülkelerinin bir çok konuda ortaklaşma çabalan üniversiter yaşama da yansıdı. Uzun dönemde yaşanacak ekonomik, siyasi yapılanmalara paralel olarak gelişecek bir takım yükseköğretim kurumları arası öğrenci, bilgi... değişimi programlan hazırlandı. Bu programlardan elde etmeyi umdukları sonuç, Birliğe giden Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde istihdam edilecek elemanın asgari normlarla hareket edebilmesinin sağlanmasıdır. Bu programlardan birisi de Chiamus.
Chiamus, latinceden alınmış bir sözcük, anlamı kavşak ya da buluşma, Chiamus toplantılarının amacı da ismine uygun olarak, deneyimlerin düşüncelerin, kültürlerin değiş tokuş edildiği bir platform oluşturmak.
Akademik ve politik hayatta öğrencilerin rolünün belirleyiciliğine inanan ve daha iyi bir dünyanın yolunun iletişim ve dayanışmadan geçtiğini söyleyen ve bunları sağlamayı, gerçekleştirmeyi hedefleyen bir Avrupa organizasyonu.
Magna Charta, Avrupa'nın en eski üniversitesi olan Bologna'nın (900. yılını kutlamakta) 1986'daki bir önerisinden çıktı. 1987'de Avrupa'nın 80 üniversitesinin rektörleri Bologna'da bir toplantı yaptılar. Bu toplantı sonucunda 8 temsilcinin yer aldığı Avrupa Üniversiteleri Parlamentosu oluşturuldu. 1988'de bu parlamentonun hazırladığı Magna Charta 80 üniversite tarafından imzalandı.
Magna Charta'nın 4 temel ilkesi:
1- Üniversiteler, coğrafik ya da tarihsel farklılıkgösteren toplumların kalbi olan özerk kurumlardır. Kültürleri inceler, araştırır, anlatır ve öğretir. Dünyanın ihtiyaçlarını karşılamak amacındadır ve bunun için politik otoritelerden ve ekonomik kuvvetlerden bağımsız olmalıdır.
2- Eğer üniversitede öğretim araştırma, öğretim ihtiyaçlarını karşılamayı yavaşlatmıyorsa, toplumun haklarına sahip çıkıyorsa ve bilimsel bilgiyi ilerletiyorsa, birbirinden ayrılamaz.
3- Araştırmada ve öğretimde özgürlük üniversiter yaşamın temel prensibidir, üniversiteler ve hükümetler bu temel ihtiyaca saygılı olmak zorundadır. Anlayışa dayanan ve diyaloga açık olarak, üniversite, deneyimli öğretmenlerin bilgilerini aktardığı, yeterli araçlarla donanımlarla araştırmalarını geliştirdikleri ve öğrencilerin de zekalarını bu bilgilerle geliştirmelerine hak tanındığı alandır.
4- Üniversite Avrupa'nın hümanist geleneğinin temsilcisidir. Gözetmesi gereken nokta, evrensel bilgiyi coğrafi ve politik sınır tanımadan değişik kültürlerin zorunlu ihtiyaçlarına açmaktır.
Bu toplantıdan sonra ERASMUS programına da yardımcı olacak Avrupa Üniversiteleri öğrencileri arasında dayanışmayı..ye diyalogu arttırmak için bir anlamda Avrupa Öğrenci Platformu olan CHİASMUS toplantılarının yapılmasına karar verildi. CHİAMUS un belirli bir merkezi yok, her yıl farklı bir ülkede yapılıyor ve bir yıl için Merkezi Organizasyonu üstlenen ülke oluyor. ERASMUS ile Avrupa'da yapısal olarak tek üniversite programı oluşturma çabasına, CHİAMUS'ta ilişkileri geliştirmek açısından büyük destek sağlamakta.
CHİAMUS, "öğrenciler Avrupa için, Avrupa öğrenciler için" sloganı ile ilk olarak 1989'da 6-10 Eylül tarihleri arasında Hollanda'nın Bologna kentinde "Centro di Coordinamento Studentesta" tarafından düzenlendi. (*)
***
Türkiyeli öğrenciler için böyle bir platform toplantısının Ülkemizde yapılması kaçırılmaz bir fırsattı. Ne yazık ki, Boğaziçi'li arkadaşlar, toplantı çağrılarını toplantının kendisi bir öğrenci etkinliği olmasına ve katılımcıların çeşitli ülkelerin öğrenci örgütlenmelerinden olmasına rağmen çağrıları rektörlüklere göndermekle yetindiler. Kimi rektör ilgilenmedi bile. Kimi rektör ise, kendi seçtiği öğrencileri gönderdi. Ve geri de kalan yüzbinlerce öğrenci böylesi bir toplantıdan haberdar bile olamadı.
Zaten bu durum Boğaziçi'li arkadaşlar için bir rahatsızlık konusu da değildi.
Biz geç kalmış olmakla beraber toplantıya katılmak istedik. Toplantıların bitiminden bir önceki gün Boğaziçi üniversitesine giderek toplantılara katılan çeşitli ülkelerden gelen öğrencilerle görüştük. Türkiye hakkında, demokratik öğrenci hareketi hakkında, Kürdistan hakkında öğrenmek istedikleri o kadar çok şey vardı ki. Ama bugüne kadar onlara verilen bilgileri yeterli bulmuyorlardı. Örneğin Kürt sorunu "kendi" iç sorunları olarak görülüp tartışılmamıştı. Daha ayrıntılı tartışmak ve toplantılarda tartışılan konular hakkında bilgi sahibi olabilmek için ertesi gün yeniden buluşmayı kararlaştırdık. Görüşmeye biraz hazırlıklı gitmek: için geçen yıl IÖDF tarafından hazırlanan "Üniversiteli Öğrenci Hakları Bildirgesi” ni İngilizce’ye çevirdik ve 80 sonrası öğrenci hareketini anlatan ingilizce bir metin hazırladık. Çeşitli zamanlarda İÖDF, Öğrenci Dernekleri ve Devrimci Gençlik tarafından çıkartılmış afişler ile birlikte, demokratik öğrenci hareketinin etkinliklerinden derlenmiş ..bir dizi fotoğraf götürdük. Özellikle İÖDF' nin Öğrenci Hakları Bildirgesi büyük bir ilgi ile karşılandı. Kendilerinin de zaten bunlar için mücadele ettiklerini belirterek bizlerden son günün "Workshop"una katılmamızı istediler ve İÖDF' nin bildirgesinin de CHAİMUS 92'nin sonuç bildirgesi olarak sunulması gerektiğini vurguladılar.
Uzun bir süre arkadaşların Türkiye'ye Kürdistan' a ve öğrenci hareketine ilişkin sorularını cevapladık. Anlattıklarımız onları hayrete düşürdü. Adeta bir akvaryum "Türkiş kebap, belly-dance, yüzme havuzu" üçgeninde hapsolan "konuklar", Bebek'te gezinti, Genç İşadamlarıyla Beylerbeyi Sarayı'nda yemekler... le bir hafta tatil olanağı elde ettiklerini söylediler. Seminerlerde de dişe dokunur tartışmaların yapılamadığını da ekleyip keşke daha önce gelseydiniz dediler.
Daha sonra bizi son seminer toplantısına davet ettiler. Böylece tartışmaları yakından izleme olanağı elde edecektik. Ama bu isteğimiz Boğaziçi'li arkadaşlarca reddedildi. "Toplantılara sadece seminerlere kayıtlı bulunanların katılabileceğini belirttiler. Bunun üzerine diğer arkadaşlarla birlikte divana yaptığımız başvuru sonucu, toplantıya katılabileceğimiz ancak salonun gerilerinde bir yerlere oturmamız gerektiği ve konuşma hakkımızın da bulunmayacağını belirttiler. Bizi almak istemeyen bayan arkadaş bu sorunun aramızda bir sorun olduğunu ve yine aramızda halletmemiz gerektiğini ifade ederek şöyle dedi: " Onları bir haftadan beri en iyi şekilde memnun etmeye çalışıyoruz. Şimdi hakkımızda yanlış şeyler düşünecekler"
Toplantı başladıktan hemen sonra biraz önce sözünü ettiğimiz "tatil" olanağı kendisini bir sorun olarak gösterdi. Divan, Portekizli delegasyon'un yapılan toplantıların büyük bir bölümüne katılmak yerine gezmeyi tercih ettiği için oy kullanma hakkının geri alınması gerektiğini belirtti. Uzun tartışmalar sonunda geri alınma kararı çıktı. Bunun üzeri Portekizli divan üyesi istifa etti. Yeni bir divan üyesi seçilmesinden sonra ana konuya geçildi. Bunun üzerine Almanya Hannover Üniversitesi öğrenci konseyinden bir arkadaş, şu an salonda bulunan Türkiyeli öğrencilere de söz hakkı tanınması gerektiğini belirtti. Bu durum Türkiyeli diğer delegelerin tepkisini çekti. Hemen her biri kalkıp aslında ne kadar demokrasiye saygılı olduklarını söyleyip hemen ardından da neden söz hakkı verilmemesi gerektiği hakkında görüşlerini belirttiler. Uzun tartışmalar sonrasında yapılan oylamada 14 kabul, 1 red, 7 çekimser oyla söz hakkımız kabul edildi. Bunun üzerine bir arkadaş İÖDF'nin hazırladığı Öğrenci Hakları Bildirgesini okuyarak kısaca amaçlarını anlattı. Daha sonra yine yabancı bir arkadaş İÖDF Öğrenci Hakları Bildirgesinin ClAMUS 92'nin sonuç bildirgesi olarak kabul edilmesini önerdi. Yapılan tartışmalar sonucu sadece Danimarka'dan katılan arkadaşların ücretsiz barınma, beslenme ve taşıma konusunda itirazları oldu. "Bu istemlerin sadece üniversitelilere özgü değil bütün insanların ortak bir talebi olduğunu” söyledi. Biz de aynı şekilde düşündüğümüzü ve bunun için mücadele ettiğimizi ama bu bildirgenin sadece üniversiteliler için kaleme alındığını belirttik. Tekrar yapılan oylama sonucu 13 kabul 3 red ve 5 çekimser'le İÖDF' nin Öğrenci Hakları Bildirgesi CHİAMUS '92'nin sonuç bildirgesi olarak kabul edildi.
O gün CHİAMUS'un son günü idi. Bazı arkadaşlarla ertesi gün için henüz valilik tarafından kapatılmış bulunan Sultanahmet Kültürevinde sözleştik. 6'sı Alman, 2'si Danimarkalı olmak üzere 8 arkadaş, ülkelerine bizleri biraz daha tanımak için geç gittiler. 6 Alman arkadaşı evlerimizde konuk ettik. Onlarla daha ayrıntılı biçimde Kürdistan, demokratik öğrenci hareketi, faşizm, dünyada ve Avrupa'da yükselen milliyetçilik üzerine... sohbet ettik. En çok tartıştığımız konu milliyetçilik oldu. Tartışmalarımız sonunda milliyetçiliğin tüm dünya halklarının ortak bir sorunu olduğu üzerinde görüş birliğine vararak tüm üniversite öğrencilerinin ortak mücadele pratikleri geliştirmelin gerektiğini vurguladık. Bunun için ise, bundan sonra daha fazla iletişim olanakları yaratmak gerektiği konusunda birleştik.
Burada yer alan seminer ve tartışma konuları;
A-) Üniversitede öğrencinin yeri, dernekler, özerklik, kurumlarda temsil, öğrencinin ilgi alanlarının savunulması ...
B-) Öğrenci profesör ilişkisi, ayrıştırma, derslerin planlanmasında değerlendirilmesinde ve müfredatın hazırlanmasında özgürlük. Öğretmeye ve öğrenmeye alternatif programlar ve öğretimde öğlencilerin temsiliyeti...
C-) Öğrenci yaşamına ve halkın öğrencilere ilişkin siyaseti, maddi yardım, sosyal servisler, burslar, barınma...
D-) Bilimsel Araştırma, demokratik sistemde araştırma, reklam sosyal kontrol...
E-) Öğrenci dolaşımı, Erasmus, Avrupa Fakülteleri öğrenci değişimi programlan, yeni programlar.
F-) Derslerin ve niteliğin enternasyonal eşitliği.
G-) Avrupa Topluluğu ülkeleriyle diğer Avrupalı ülkelerin ilişkileri
H-) Halkın problemlerinde araştırmalara düşen sorumluluk
İkinci CHİAMUS toplantısı 5-10 Eylül 1990'da Portekiz'in Caimbra kentinde yapık
Buradaki seminer ve tartışma konulan ise,
1-) İletişim problemleri
2-) Öğrenci demekleri ve organizasyonları
3-}Avrupa eğitim problemleri
4-) Avrupa'nın sınırlan
5-) Yalnız öğrencilerin problemleri
6-} CHİAMUS'un yapısı
Üçüncü toplantı 28 Ağustos- 2 Eylül 1991 tarihinde Hollanda'nın Leiden kentinde yapıldı. Buradaki seminer konuları,
A-) Öğrenci değişim programları
B-) Öğrenciler ve Avrupa ürünlerinin tanıtımı
C-) Öğrenci ve toplum, öğrencinin toplumdaki rolü, bütün öğrenciler için eşit hak.
D-) Öğrenci organizasyonlarının üniversitedeki yeri ve temsilleri Organizasyonların
amaçları, temsilleri, üniversite konseyindeki etkileri, öğrenci ve öğrenci organizasyonlarının ilişkisi
E-) CHİAMUS'un yapısı
F-) Milliyetçilik
Ve 3. toplantı sonunda 4. CHİAMUS toplantısının organizasyonunu talip olan Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi ve İşletme Klubüne verildi.
Boğaziçi Üniversitesinde 24-30 Ağustos 1992 tarihinde yapılan dördüncü CHİAMUS toplantısında yer alan tartışma ve seminer konulan şunlardı:
Belirlenen temel konu öğrenci hakları
A-) İnsan Haklan
Birleşmiş Milletlerin İnsan Haklan Deklarasyonu, İnsan Haklarında Sivil dünyada çifte standart mı?, İnsan Hakları ve Kültür, İnsan Haklarının Evrenselliği, öğrencilerin İnsan Haklarını korumadaki rolü
B-) Öğrenci Demokrasisi, Herkese eşik hak mı?, Öğrenci Konseyi, bir çözüm mü, aldatmaca mı?, Eğitim sisteminde nasıl gerçek demokrasiyi sağlayabiliriz?
Öğrenciler demokrasiyi nasıl ilerletebilir?
C-) FAŞİZM
Faşizm bir sonuç mu yoksa bir gerçeklik mi?, Avrupa eğitim sistemindeki faşizm, Milliyetçilik/faşizm nedir, nasıl işler?, Bizi diğer insanlardan ayıran ne?, öğrenci birliklerinin tavrı ne olmalı? Bunların yanında alt baslıklar şöyleydi:
Avrupa kalesi, Eğitim sisteminde faşizm,Milli devletin rönesansı
D-) Gençlik ve Çevre, muhasebesi ve sorumluluk. Çevre kirliliği,Gelişen ülkelerin çevre kirliliği, İş ahlakı ve çevre, Geri dönüm tekrar kullanılabilirlik
E-) BM Dünya gençlik aktiviteleri programı. Birleşmiş Milletlerin 2000'li yıllara doğru ve sonrası aktivitelerî programına katkıda bulunmak için hedefler
F-) CHİAMUS'un yapısı.Yılın değerlendirilmesi, Kongre, Katılımcılar,Seminerler ve seminer rehberleri, Evsahipliği, organizasyon, Kongrenin enternasyonal divanı
Dostları ilə paylaş: |