BiLGİ sorunu ve biLGİn türleri



Yüklə 145,7 Kb.
səhifə1/4
tarix19.11.2017
ölçüsü145,7 Kb.
#32298
  1   2   3   4

BİLGİ SORUNU VE BİLGİN TÜRLERİ
Mustafa Aydın

18 Mart 2017 (Kayseri Belediyesi, Akademide yapılan Konuşma metni)


Bugün bilgi seminerlerinin ikincisini yapacağız. Mustafa Aydın Hocamız konuğumuz. Bugünkü seminer iki bölümden oluşacak. İlk oturumda hocamız 45-50 dakikalık bir sonum yapacak, sonra bir namaz ve dinlenme arası vereceğiz. Daha sonra sunum devam edecek. Hocam buyurun lütfen. Program bir ders havasında olduğu için Özgeçmiş takdimi yapma ihtiyacı hissetmiyoruz. Hocam zaten tanınıyor, biliniyor.
Efendim, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Fazla bakma ihtiyacı hissetmem ama elimde bir notum, bir dosyam, bir kitabım olmadan kendimi boşlukta hissederim hep. Ünlü filozof Immanuel Kant, ceketinin düğmesine parmağını takar, öylece konuşurmuş. Parmağını oraya takmadan konuşamazmış. Yani o düğmeyi kafanın bir düğmesi olarak kullanıyormuş. Onun gibi bir not elimin altında olmazsa kendimi zihnen güvende hissetmem.

Efendim; izlemenizi kolaylaştırmak açısından önce belirtmeliyim ki genel olarak bilgi ile ilgili konu, iki ana kısımdan oluşuyor: Birinci kısımda bilginin mahiyeti, kaynağı, yapı taşları olan kavramlara ve bilgi türleri ile ilgili önemli gördüğüm bazı bilgi sorunlarına değineceğim. İkinci kısımda ise bilginin aktörü olan “bilen” sorunuyla ilgileneceğim. En temel bilgi ayrışmalarından birisi olarak ilim ve bilim türlerinin sahibi alim ve aydın kutuplaşmasından söz edeceğim. Özellikle bu son noktanın şu anda bizim ciddi sorunlarımızdan birisi olduğunu düşünüyorum. Tabi sonunda sorular cevaplarla konuyu zenginleştirebileceğimizi umuyorum.


BİLGİ SORUNU
Sunum olarak bu konuyu seçmiş olmamın hikâye edilecek özel bir nedeni yok. Bilgi her zaman insan için önemli bir sorun ola gelmiştir. Ben bu konuyla aşağı yukarı 1990'dan beri, yani çeyrek yüzyılı aşkın bir zamandır “Bilgi Sosyolojisi” kaşesi altında ilgilenmekteyim. Yani bu konu akademik hayatımı işgal eden konulardan birisidir. Bu çerçevede bilgi üzerine kitap ve makaleler yazdım, dersler verdim. Sırf akademik bir söyleve kaçmadan birikimimden hareketle, sizi öncelikli olarak ilgilendirdiğini düşündüğün bir şeyler söylemeye çalışacağım.

Efendim, bilgi aslında insanın özürlük alanıyla ilgili bir olgudur. İnsanın özgürlük alanı onu diğer canlılardan ayıran yönümüz, özelliklerimizdir. Aşkın bir varlığa inanma, bilme, değerlere sahip olma, teknik kullanma, kestirimde bulunma, önceden görme veya kestirme, vb. bu alanın olgularından bazılarıdır. Yani bunlar başka canlılarda olmayan, insana has olan hususlardır. Örneğin hayvanlardaki benzer görüntüler, kapsamlı bir olgu değildir. Antropologların deyimiyle sadece onunla sınırlı bir insan benzerlik durumudur. Daha somut söylemek gerekirse onlardaki bilgi veya teknik kullanma gibi gözüken şeyler bir benzerlikten ibarettir. İnsanda bu durum çevresini algılamada kendisiyle ilişkilendirilmesinden doğan bir sonuçtur. Bu durum diğer canlılar için farklı bir anam taşımaktadır. Mesela din bağlamında baktığımızda iradi bir iş olan inanma fiiline sahip olmayan bitki ve hayvanların zikretmesi Allah’ın iradesine teslimiyetten ibarettir. Kur’an’a göre de tesbih, Allah’ın kâinatta yürürlükte olan nizamına, düzenine uymak, bir mekân ve zaman içinde hareket etmek anlamına gelmektedir. Yine İnsan dışındaki varlıklarda bilgi böyle farklı bir anlam ifade eder.

Bilgi, insan süjesi (zihni) ile onun dışında kalan objeler (maddi- manevi nesneler, soyut-somut varlıklar) dünyası arasındaki bir bağlantıdan doğan bir şeydir. Yani bilme sürecinde, işin merkezinde bulunan bir süjemiz var, bir de bunun dışında bilinmek üzere süjenin karşısında duran objeler dünyası var. Süje tek, ama obje çoktur. Obje bilinmek üzere sujenin karşısında duran her şeydir. İşte bu iki sefer arasındaki ilişkiden doğan ürüne bilgi denmektedir.

Burada tabi aktif olan süjedir, çünkü süreci o kuruyor, o yapıp ediyor, bilgi sonuç olarak onda toplanıyor. Mesela elimdeki kalemi anlamak için ben çaba harcıyorum; eviriyorum, çeviriyorum, uzaklaştırıyorum, yakından bakıyorum. Bilinmek istenen obje olan kalem ise benim bütün bu çabalarım karşısında kayıtsız kalıyor. Sürecte varlığının dışında özel olarak hiçbir katkıda bulunmuyor, sözgelimi doğru bilinmek için bir tavır sergilemiyor. Hatta ben buna “sen bir taş veya tahta parçasısın” dediğimde de bana bir tepkisi olmuyor, “işi saptırma görüyorsun ki ben bir kalemim” demiyor.

Tabii ki iş bu kadar basit ve sade değil. Bilgi bağlamında önemli sorunlardan bir diğeri, süje ve objeler arasındaki ilişkiyi kuran bağlardır. Bilgi felsefesinde bu bağlara akt (etkin anlamında edim) adı verilmektedir. Genel kabule göre dört bilgi edinme aktı vardır. Bunlar; i) algı, ii) düşünme, iii) anlama ve iv) açıklama aktlarıdır. Algı aktı; görme, duyma, işitme vs. gibi beş duyumuza bağlı aktivitelerdir. Düşünme aktı, süjedeki önceden yerleştirilmiş verilerden hareketle bilginin yeniden kurulmasıdır. Açıklama aktı, zihnin bir mantık, matematik veya fiziksel bir ilkeye bağlı olarak bir dolaylı kavrama yoludur. Anlama aktı ise bunun aksine bir şeyi herhangi bir ara ilkeye başvurmadan dorudan kavrama yoludur. Mesela bir sanat olgusu olan musiki olgusu açıklanmaz, anlaşılır.

Her ne kadar süjenin aktivitesi fazla ise de bilgi, süje, obje ve aktların ortak ürünüdür. Hepsinin katılımıyla elde edilen bir sonuçtur. Bundan dolayı bilgi bunlardan herhangi birisine indirgenemez. Yani önemli olan süje veya objedir yahut ta şu akttır diyerek birini önceleyip, diğerleri olmasa da olur, türünden bir aksesuar olarak görülemez. Ne var ki tarih boyunca, onu üzerinde duran bilginler, filozoflar genel olarak söz konusu bilgi ögelerinden birisini önceleyip diğerlerini ona bağlı bir yan unsur olarak görmüşlerdir. Buradan da ya süjeyi öncelemişler ki buradan bu dünya ben düşündüğüm için vardır diyen idealizm doğmuş; ya da objeler dünyasını ön plana almışlar ve buradan da materyalist düşünce ortaya çıkmıştır. Gerçekte bunların ikisi arasında bir fark yoktur, ikisi de aynı derecede yanlıştır.

Geldiğimiz noktada bizim açımızdan önemli olan bir sorunun altını çizmek gerekiyor. Modern kültür bize bütün bilgilerimizin nesneden elde edilmiş, soyutlamalar olduğunu dikte ediyor. Bilgimizin soyut-somut nesnelerin adlandırılmasından elde edildiğini kabul etmiş olmasından dolayı buna nominal bilgi deniyor. Bu görüş gerçek kabul edilirse yani eğer bütün bilgilerimiz nesnelerden elde ediliyorsa, taş, kuş, gibi bir nesneye tekabül etmeyen bir dünyanın kabul edilebilir bir bilgisi olamaz. Eğer gerçek böyleyse, o zaman bizim değerler dünyasıyla ilgili bilgimizin, nesnel dünyada bir karşılığı olmadığı için bir bilgi gerçekliği de olamaz. Bu durum, içinde yaşadığımız ama farkında olmadığımız önemli paradigmalardan birisidir. Nominal bir dünya görüşü tarafından kuşatılmış bulunuyoruz. Dolayısıyla bu epistemoloji çerçevesinde inandığımız dünyayı bir yerlere yerleştirmek mümkün olmamakta, bilgi dışı öznel bir anlayış olarak kalmaktadır. Basitleştirerek söylemek gerekirse mesela adaletin nesnel dünyada bir karşılığı yoktur. Ama hükmü dünyamızda taş kuş kadar gerçek bir olgudur. Onu belirtileriyle tanıyor, etkilerini görüyor ve anlıyoruz. Dolayısıyla ona görürcesine inanıyoruz. Ama Allah'la varlık arasına birebir tekabül eden hiçbir şey yoktur. Eğer Allah ile varlık arasında zorunlu bir bağlantı olsaydı inanmayan insan olmazdı. Bize göre Allah, her şeyde kendini gösteriyor ama bu herkes için değil. Onun için nesneden elde edilen nominal bilgi insanı mutlaka Allah’ı bilmeye ve inanmaya götürmez.
Düşünme ve Düşünce

Bilginin aslında iki aşaması var; düşünme ve düşünce. Düşünme, süjemizin içinde gerçekleşen süreçtir. Bilginin henüz ifadeye dökülmemiş şeklidir. Dolayısıyla zihnimizden henüz kopmamıştır. Düşünme kavramları kullanan dil ile dışsallaştırılır ve zihinden bağımsız hale gelir ki buna düşünce denir. Düşünme konuşma veya yazı ile düşünce haline geldikten sonra artık ortadan kaldırılamaz. Düşünce, düşünmeye göre daha somut bir varlıktır Kaynağı kim olursa olsun artık bir varlık haline gelmiştir. Yalanlanıp reddedildiğinde de orada vardır. Düşünme kontrolümüzdeydi, istersek doğmasına fırsat vermeyebilirdik, ama düşünce her haliyle kontrolümüzde değildir. Düşünme devamlı değişen bir olaydı, bir ifade kalıbına dökülene kadar o bir biçim, şekil kazanamamıştı. Orada bir potansiyel olarak vardı, ama süjeden koptuktan sonra artık orada duran bir varlıktır. Bir ideal varlık olduğu için de bir değişmezliğe sahiptir. Daha sonra değişen taraf onun üzerine yaptığımız yorumlardır. Aslını, düşünürü bile ortadan kaldıramaz. Bunu bir örnekle anlatalım: 17. Yüzyıla damgasını vuran ünlü filozof Descartes düşünce tarihinde hemen herkesin bildiği bir söz sarf etmiş, “Düşünüyorum, öyleyse varım” demiş. Şimdi mezarından çıkıp gelse, “Ben bu sözü geri alıyorum, şimdi çok saçma buluyorum, bundan sonra bu sözü yok sayın ve beni bu işin içine lütfen karıştırmayın…” dese bunu tekrar süjesi içine alamaz ve yok edemez. Artık böyle bir söz vardır ve varlığını sürdürecektir.

Sık yaşadığımız sorunlardan birisi bir bilgiyi yalanlamadır. Yalanlama bir bilginin reddedilerek ortadan kaldırılmaya çalışılmasıdır. Yalanlamada her halükârda ortada bir bilgi vardır. Ama sonuç rahatsız edicidir. Yalanlama ile yapılan şey, onu ortadan kaldırmak değil, en masum şekliyle onu yumuşatmaktan ibarettir. Yapılan, “onu ben söylemedim” değil, “şunu demek istemiştim ama yanlış ifade etmişim” den ibarettir. Yaydan çıkan oku geri almak mümkün olmadığı gibi artık söylenmiş sözü geri almak da mümkün değildir.

Bilgi felsefesine göre düşünme kavramlarla gerçekleşir. Ancak benim kanaatime göre düşünme olayı kavramlardan ziyade imajlarla gerçekleşir. Yani düşünmeyi somutlaşmış kavramlarla değil, henüz kavram öncesi, biçimlenmemiş imajlarla gerçekleştiririz. Düşünmeye konu olan durumu kelimelerle ifade etmeden, daha öncesine ait simgelerden kurulu bir dünya vardır. Kavramlar imajlardan daha somut ifade araçlarıdır, onun için düşünce araçları olarak kullanırız. Yani düşüncemizi ifade etme işi kavramlarla olur.



Düşüncemizin yapı taşları olan kavramlar düşüncede kullandığımız nesnelerin zihnimizdeki temsilcileridir. Üzerinde düşündüğümüz soyut -somut hiçbir nesnenin kendisi kafamıza girmez. Taş taş olarak kuş kuş olarak yer almaz, onları taş ve kuş kavramları temsil eder. Aynı dili kullananlar bunların temsil ettikleri nesnede tereddüt etmezler. Yani taş dendiğinde çok yakın bir sese sahip olan kuş kavramı ile karıştırmazlar.
Tarih boyunca genel olarak kavramların ve buna bağlı olarak düşüncenin şöyle oluştuğu varsayılmış: Bilgiye dayanak oluşturan malzemenin bir kısmı görmek, duymak, hissetmek, işitmek, koklamak, gibi duyumlarımızdan geliyor. Varlığın durumuna göre kokusu varsa koku alma duyumuzla, sesi varsa sesi algılama organımız olan kulağımızla, renk şekil vesaire ise gözümüzle iş görüyoruz. İkinci olarak, düşünce tarihinin başından beri, mahiyetini yeterince bilemesek de bir de arka planda duygular dünyası vardır. Duyumlar dışa açık olan kısım; inançlar, hisler, heyecanlar, fanteziler, hayaller gibi şeyler den oluşur. Duygular ise arka planı oluşturur. Dıştan ve içten gelen malzemelerin akılda birleştiği ve burada sonuçlandırıldığı düşünmüştür. Mesela düşünce üzerine çok kafa yormuş filozoflardan birisi olan Descartes bilgi sürecinde aklı ön plana çıkarır. Ona göre nereden gelirse gelsin her türlü malzemeyi değerlendirip tutarlı bir bilgi haline getiren aktör, akıldır. Duyumlarımızın ve duygularımızın yanlışlarını o gösterir. Verdiği açıklayıcı bir örneğe göre gökyüzüne bakıyoruz ve orada madeni para büyüklüğünde bir cisim (güneş veya ay) görüyoruz. Yani duyu organımızdan olan göz böyle bir bilgi veriyor. Ama aklımız bunu süzgeçten geçirerek güneşin böyle küçük bir nesne olmadığını, çok uzak olduğu için böyle küçük göründüğünü söylüyor. Böylece algıdan doğan bir yanlışa düşmemizi önlüyor. Descartes’e göre bu durum, arkadan gelen malzeme üzerinde de olabilir. Mesela fantezilerimizle bir kanatlı keçi hayal edebiliriz. Akıl buna da itiraz eder, bunun gerçek değil, bir keyfi kurgu olduğunu söyler. Gerçekten de hayatımızda büyüklü küçüklü pek çok kanatlar ve keçiler gördük, zihnimizde bunlara ilişkin imajlar var. Bunları hafızamızda monte ederek bir kanatlı keçi tasarlayabiliyoruz. Ama bunun hiçbir gerçekliği yoktur. Akıl bu düşüncenin doğru olmadığını, kanadın keçilerde değil, kuşlarda olduğunu, dört ayaklı bir kuşun da olmadığını, söyler.
Descartes’ın akla öncelik veren bu felsefesi çok etkili oldu. Batının birkaç yüzyılına damgasını vuran, farklı yönleri ve değişik versiyonları ortaya çıkan bu rasyonel bakış 19. Yüzyıl düşünürü Kantta doruk noktasına ulaştı. Kant şöyle diyordu, ‘aklımızı iyi kullanırsak tüm sorunlarımızı çözeriz. Yeter ki onu kullanmasını bilelim. Bunun için de dinin ve geleneğin ipoteğinde kalan aklımızı, bu durumdan kurtarmamız gerekmektedir. Onun için o meşhur aydınlanma felsefesinin deklarasyonunda ilan edilen manifestoda şöyle diyor: “Ey insan! aklını dinin ve geleneğin ipoteğinden kurtar ve onu kullanmada maharet göster’.
Akıl ve Zekâ Sorunu

Bu aşamada üzerinde durulması gerekli önemli soru, bilgi sürecinde aklın ne dereceye kadar başarılı olabileceğidir? Bilgi sürecinde akıl şüphesiz önemli bir yere sahiptir. Bu çözümleme yeteneğini hiçbir şekilde görmezden gelemeyiz. Ama bu konuda bir takım sorunlar var. Aklen onaylanmış nice bilgi vardır ki nesnel dünyada bir karşılığı olmayabiliyor. Mesela modern kültürün ürettiği spekülatif rasyonel düşünce böyle bir şeydir. Rasyonel düşünce isteğe bağlı olarak işleyen kurgusal bir olgudur. İnsan, çözümlemelerinde öncüller vererek mevcut şartlar doğrultusunda aklı devreye araç olarak sokmakta ve bir çıktı istemektedir. Akıl da bu siparişe uygun olarak, makul olmakla birlikte, her zaman en doğru değil ama en işe yarar bir sonuç ortaya koymaktadır. Bu sonuç mantıken doğru ama ahlaken iyi olmayabilir. Yani rasyonalite, sahibi olan fert ve toplumlar için bulundukları ortamda konumlandırır. Tahmin edilebileceği üzere insani veya Müslümana olması gereken şey, ne pahasına olursa olsun konumlandırılmak değil, iyi konumlandırılmaktır. Bir başka deyişle ‘iyi’ olan sırf aklın içinde bulunmaz. Mesela ‘iyi’ bir siyasal sistem nasıl olabilir, sorusunun monarşi, oligarşi, demokrasi gibi mutlak bir cevabı yoktur. Bu cevap, zamana, yer ve şartlara göre değişir. Mesela çok uzaklara gitmeye gerek yok, 16. Yüzyıl Rönesans düşünürleri, mesela Machiavelli ve Jean Bodin, topumlar için en iyi sistemin monarşi olduğunu kabul ediyorlardı. Bu anlayışa göre yönetim iktidara dayanır. Bu ise nihai gücün tek elde toplanmasıyla mümkündür. Bu açıdan gücün kimin elinde olduğu belli olmayan, ortada açık bir sorumlu bulunmayan demokrasi topum doğasının ötesinde bir kaos sistemidir. Belirtmeye bile gerek yoktur ki bu görüş akılcı bir görüştür. 16. Yüzyıl Avrupa’sının siyasal kargaşası açısından da onaylanabilecek bir yaklaşımdır. Jean Bodin'in Fransa'sı da Machiavelli 'in İtalya'sı paramparçaydı, birlik sağlayacak bir otoriteye ihtiyaç vardı, bu ise monarşi ile mümkündü. Şimdilerde ise biricik sistemin demokrasi olduğu iddia edilmektedir. Ama bu kabul genel geçer bir doğru değildir. Mevcut sınai kapitalist düzenin iyi işlemesi açısından ulaşılmış bir sonuçtur. Yani bir çıkar değeridir, onun için insanın özlük alanına ilişkin nice yüksek değeri yok sayabilmekte ama konjonktürel olarak biricik değer sanılmaktadır.

Aslında akıl, bu konuda ilgili düşüncelerimizi düzene sokma ve tasnif etme konusunda işimize yaramakla birlikte, orada duran, kendine özgü sabitesi olan bir şey önermemektedir. Bireysel ve toplumsal bir eğilimi işleyip bir çıktı sunmaktadır. Bu bağlamda monarşi veya demokrasi aklın gereği değil, bizim şartlarımızın gereğidir. Ama akıl bunu onaylamaktadır. Sınai kapitalist düzenin, üretim-tüketim sürecinin müdahalesiz işleyebileceği bir ortama ihtiyacı vardır ki bu, demokrasi denen bir sistemle sağlanabilir. Yani böyle bir düzeniniz varsa işin en makulü sisteminizin demokrasi olmasıdır. Bu insanca bir siyasal hayat anlamına gelmez. Ama biz onu içselleştirerek sanki demokrasi denen şey olmadığı takdirde insanca yaşama hakkımızın, şansımızın bile olmadığını düşünürüz. Demokrasi bugün insanlar için sadece bir siyaset ilkesi değil, bütün bir sosyal hayatın olmazsa olmazlarından birisidir. Tabii gelecekte başka sistemler keşfedilebilir ve bir gün “20. yüzyılda insanlar demokrasi diye bir şey tutturmuşlar, adamların kafaları bu kadar çalışıyormuş” diyebilirler. Demek ki makul olanla doğru olan farklı şeylerdir. Herhangi bir bilgi makul olduğu halde doğru olmayabilir. Hatta bunun tersi de mümkündür. Bazı yüksek değerler veya onların icrası bir makuliyet taşımayabilir. Mesela insanın kendi çıkarının aleyhine bir fedakârlık mantıki değil, ama doğru bir şeydir. Değerini mantıkilikten almaz, daha yüksek bir değerden alır.

Bütün bu anlatılanlardan hareketle diyebilirim ki akıl bir bilgi kaynağı değil, duygular ve duyumlar olarak nitelediğimiz kaynaklardan elde edilen bilgi malzemesini kurgulayan önemli bir araçtır. Sorun, kendisinin kaynak yerine konup iç çeperleri içinde gerçekleri bulabileceğini kabul etmektir. Bu araçsal olan aklın bir kaynağa daha ihtiyacı vardır ki bu vahiydir. Vahiy, Allah’ın insana verdiği önemli bir bilgi kaynağıdır. Vahiy, insanın günlük şartlar içerisinde kullandığı malzemelerin dışında aklın işlemesini sağlayacak ve modern kültürün çok abarttığı ve insan yanılgılarının önemli dayanaklarından birisini oluşturan rasyonelleştirmeyi çözecek olan yegâne dayanaktır. Vahiy ihtiyacı buradan doğmuştur. Vahyi bilgisi, aklın bilgisinden farklıdır. Bu fark hayatın sırf mantıksal değil, aynı zamanda ahlaken de kurulmasına imkan tanımaktadır.


18. yüzyıl deistleri insan aklının yanında vahyin varlığını da reddetmektedirler. En önemli gerekçeleri, gelecek vahyin, insan aklının sınırları içinde olabileceğidir. Yani Tanrının bilgisi ne kadar çok sınırsız olursa olsun, insana söyleyeceklerinin onların akılla anlama sınırları içinde kalacağıdır. O zaman da vahyedilen akledilebilen ile sınırlı demektir ki bu, ayrı bir vahye gerek olmadığı anlamına gelir. Burada deistlerin aklının ermediği şey, aklın verileriyle vahyin verilerin (bir başka deyişle akledilen ile vahyedilen) aynı şeyler olmadığıdır. Birilerinin aklı içinde yer alan nice bilgileri bir başkası bilememektedir. Ama söylendiğinde ‘aklı ermektedir’. Mesela istişarelerde birileri başkalarının düşünemediği önemli şeyler ortaya koyabilmektedir. Yani her aklı olan her şeyi düşünebilir değildir. Kaldı ki burada vahyin görevi pratize edilmiş farklı akılların birlik sağlayabileceği ortak (araçsal değil) amaçsal bir akıldır. Yani akıl araçsal, vahiy ise amaçsal olarak bunun üzerine işleyiş ilkeleri olarak konmuş bir mekanizmadır. Burada yaptığı en önemli görevlerden birisi ise yukarıda söz konusu edildiği üzere mutlak ve sınırsız aklileştirmenin önüne geçmektir. Bilindiği üzere aklileştirme mantıklı olan ama her zaman doğru olmayan, bir işlemdir.

Salt araçsal aklın en somut biçimine zekâ denir. Zekâ, akıldan farklı bir şeydir. Bu iki süje ögesini insanlar çoğu kere birbirine karıştırmaktadırlar. Zekâ, aklın pratik hayata bakan yönünde yer alan bir türüdür. Yani doğrudan fiziksel araçlara dayalı olarak işleyen, insanın benliğine, çıkarına hizmet eden pratik bir olgudur. Bunun için güncel dilde çoğu kere farkında olunmaksızın bir ‘pratik’ kelimesi eklenerek ‘pratik zekâ’ şeklinde kullanılır. Aslında zekâ zaten pratiktir, başına bir pratik kelimesi eklemenin anlamı yoktur. Ünlü bilgemiz Aliya İzzetbegoviç'in ifadesiyle zekâ salt antropolojik değil, zoolojik bir şeydir. Yani sırf insana has değil, hayvani bir olgudur. Hayvanların da akılları yok ama çok gelişkin olmasa bile zekâları vardır. Bu sınırlı zekâları ile bir şeyler yapıp edip hayatlarını sürdürmektedirler. Buna içgüdü dediğimizde de sonuç değişmez. Esasen insanın da zoolojik pek çok özelliği vardır ve zekâ bunlardan birisidir. Şüphesiz insandaki zekâ çok daha gelişmiş durumdadır. İnsanların hayvanlardan daha zararlı olabilmesi zekâsının bu gelişmişliğiyle açıklanabilir.

Burada dikkat çekici noktalardan birisi akıl ve zekanın paralel gelişmedikleri, zekanın mevcut fiziki ve sosyal şartlara bağlı olarak ekstra gelişebildiğidir. Zekanın bu kevni gelişmesine karşılık akıl, hükmi, ahlaki bir alana bağlı olarak gelişir veya bunların yoksunluğunda körelir. Ahlaki ilkeler orada duran genel geçer ilkelerdir. Yerine göre sonucu insanın aleyhine bile olabilir. Zekanın hiçbir sabit ilkesi yoktur, dayanağı egodur. Hatta buradan hareketle akıl ve zekâ arasında bir ters orantının olduğu bile düşünülebilir. Bu yargımız, insanlığın yaşadığı sorunları açıklamaktadır. Maalesef günümüzde aklın hilafına teknik ve fiziki imkanlara da bağlı olarak zekâ oranı yürekli yükselmektedir. Aradaki farkı görmeyenler buna çok sevinmektedirler. Yeni nesilde çocukların gittikçe zekileştikleri sanırım herkesin dikkatini çekmektedir. Ama aklın aynı oranda gelişmediğinde de şüphe yoktur. Pek çok gelişkin kimsenin fazlaca büyümüş bir çocuk gibi hareket etmesi bunun bir göstergesidir. Toplumda teknolojik imkânlar insanlığı gelişmiş zoolojik bir varlık olmaya doğru evriltmekte, zekayla dopdolu ama pek de akıllı olmayan bir yığının oluşması sonucunu doğurmaktadır. Bütüncül, hikmetli bakış -ki bunlar semavi kökenlidir- bu arada sırra kadem basmaktadır. Esasen Akıl, Kuran-ı Kerim'de, el-aklu şeklinde isim olarak hiç geçmez. Ya‘kılûn, ta‘kılûn halinde fiil olarak yer alır ki Türkçeye akletme şeklinde çevrilmektedir. Buna göre akletme kalp (fuad gibi) belli ilke ve kurallarla işleyen fiili bir süreci ifade eder.

Günümüzde zekaya bağlı hale gelen bilme/düşünme sürecinde ilk bakışta görünmeyen sorunlar yaşanmaktadır. Mesela daha sonra aşağıda da üzerinde durulacağı üzere artık gerçek anlamda bir düşünür yok, sınırları belli olmayan bir aydın vardır. Aydın olmak her konuda “malumat” sahibi olmaya dönüştü. Tüm insanlık bir bilgi bombardımanın altında. Güya herkesin her şeyden haberi vardır, iletişim zenginliğini yaşamaktan mutludur ve bilgili olmanın bilgi çağında ve toplumunda bulunmanın hazzını yaşamaktadır. Ama hiç kimsenin bilgisi hakkında bir bilgisi yoktur. Yanlış anlaşılmasın elbette bilgimiz olmalıdır, ebedi ilkede de belirtildiği üzere ‘bilenlerle bilmeyenler bir değildir’. Ama bu bilmenin ve bilinen içeriği önemlidir. Bu bilgiler modern kültür tarafından tu kaka edilen tecrübi bilgiler, semavi kökenli hikmetler değildir. Bugün insanlar, doğruluğu test edilemeyen bir yığın geçici malumatın içerisinde mahsur kalmıştır. Hemen büyük çoğunluğunun içinde olduğu sosyal medya bunun örnekleriyle doludur. Basit bir anlatımla bir milyon tweetten adam gibi bir bilgi çıkmamaktadır. İnsanların sahip olduğu bu bilgiler, kalıcı üretimler değil, kapitalizmin temel esprisine uygun olarak birer tüketim maddesidirler. Malumumuz olan akşamki bu bilgiler sabaha kadar geçerliliğini çoktan yitirmiştir. Yani şimdilerde sahip olduğumuz bilgilerimizin mutfaktaki domates kadar ömrü yoktur, bir günde bayatlamış ve hatta çürümüştür. Mutfaktaki domateslerimiz bir hafta çürümeden duruyor, ama bilgilerimiz dayanmıyor.

Artık bu gelinen noktada, rahatlıkla anlaşılacağı üzere bu geçici bilgiler den sistematik bir “düşünce” doğmamaktadır. Çünkü düşünce, değişik alanlardaki bilgi kırıntıları demek olan malumat üzerine değil, kalıcılığı olan bilgiler üzerine oturur. Söylemeye bile gerek yoktur ki düşünce yoksa bunun faili olan bir düşünür de yoktur. Tabi yargının tersi de doğrudur, düşünürün olmadığı yerde düşünce yoktur. Güncel bir ifadeyle bilgin yok, bildiğini zanneden bilgiçler vardır. Gerçekten de günümüzde düşünür diyebileceğimiz pek az kimse vardır. Herkes yazıyor, konuşuyor ama düşünür çıkmıyor. Bu süreç böyle devam ederse de çıkmayacak demektir. Sıradan düşünürün çıkmadığı yerde bunun bir üst basamağında yer alan bilge (hakîm) zaten çıkmayacak demektir. Düşünür çıkmıyor ki bilge çıksın.

Bugün insanlar, varlığını ikame eden ve egosunu tatmin eden, çevresini hesaba katmayan, bütünü göz önünde bulundurmayan, ele aldığı konunun üzerinde lokal olarak duran bir bilgi anlayışı demek olan nominal bir algı dünyası içinde yaşamaktadırlar. Bütünü hiçbir zaman görmüyorlar. Mevlana’nın, metaforundaki kartal gibi 2000 metre uzaktan taneyi görüyorlar ama tuzağın farkında değildirler. Gerçekten de bugün insanlar görülmese de olur şeyleri görüyor ama mutlaka görülmesi gereken hakikatleri görmüyor. Bütüncü bakabilse görecek ama o kadar geniş bakma şansına ufkuna sahip değildir. Bu ufuk vahyi bilgi ile sağlanır. Gerçekten de dışarıdan alınan nominal bilgiler eğer vahyi bilginin projeksiyonunda değerlendirilemiyorsa, eldeki mevcut bilgi yanlı ve parçalı olarak kalacaktır. Buradaki vahyi çizgide değerlendirmeden kastım konuyu her haliyle bir ayete dayandırmak değildir. Dünden bugüne böyle bir eğilim var olagelmiştir. Benim anlatmak istediğim şey, vahyin kontekstinde özümseyici olabilmektir. Tabi bunun için Müslümanlar olarak Kuran’ı iyi anlamalıyız. Uzun zaman ondan uzak kalmışız. Böyle acilen telafisi gerekli bir problemimiz var. Sorunlarımıza Müslümanca özümseyici bir bakış ancak böyle mümkün olabilir. Onunla yetinmemek, içinde mahsur kalmamak şartıyla elbette bilimsel bilgi işimize yarayabilir.


Yüklə 145,7 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin