Ekin İNCE
TED İstanbul Koleji
İSTANBUL
Drecesi 1
“Bir parkta üzerinde “Yalnızca Beyazlar içindir” yazılı bir bankta otururken, kendi kendime ırkçılığa karşı olduğumu anımsatmanın faydası yoktur(…) İdeoloji deyim yerindeyse, kafamda değil oturduğum banktadır.”
Terry Eagleton, İdeoloji, Çev. Muttalip Ozan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005. s.-68
PROBLEMLER VE OTURDUĞUMUZ BANKLARDA GİZLENEN ÇÖZÜMLERİ
Bir problem söz konusu olduğunda, bu problem çevresinde oluşan ideolojiler, bu ideolojilerden doğup, onları yansıtan eylemler ve ideolojiler ile eylemlerin birlikteliğinden doğan çözümler vardır. Bu sözünde Terry Eagleton iki noktayı işaret eder; bunlardan ilki ideolojilerin eylemlerde hayat bulması ve eylemlere anlam yüklemesi, ikincisi ise ideoloji ve eylemlerin birlikteliği ile sorunların çözüme ulaştırılmasıdır.
Terry Eagleton’ın işaret ettiği ilk noktadan yola çıktığımızda ideoloji ve eylem kavramları ile karşılaşırız. İdeoloji, bireyin bir konu hakkındaki düşüncesi olarak tanımlanabilir. Eylemler ise bireyin ideolojileri ve duyguları doğrultusunda harekete geçmesi sonucunda oluşur. Somut gerçekliğe sahip olan bu eylemler açısından bakıldığında ideolojiler kaynaktır. Bu kaynak eylemde can bulur, dolayısıyla ideolojiler için eylemler birer hayat sahası ve ideolojileri yansıttıkları için birer aynadır. Bu sözüyle Eagleton’ın vurguladığı da işte budur. Irkçılığa karşı olmak bireyin ideolojisidir. Aslında beklenen bu bireyin eylemlerinde ideolojisini yansıtmasıdır, ancak “Yalnızca Beyazlar İçindir” yazan bir banka oturarak birey ideolojisini yadsımış olur. İdeolojiyi savunmanın artık bir anlamı kalmaz. İdeolojiler eylemlerde hayat bulup eyleme dökülmedikçe somut gerçekliğe ulaşmaz. Çünkü ideolojilerimiz kafamızda değil eylemlerimizdedir.
Terry Eagleton’ın işaret ettiği bir diğer nokta ise ideolojilerin ve eylemlerin birlikteliğinin problemleri çözüme yaklaştırmasıdır. Bireylerin problemler ile ilgili görüşleri veya eylemleri vardır. Problemlerin sürekliliğine neden olan durum ise görüşü olan insanlar ile eyleme geçen insanların bir olmamasıdır. Bu alıntıda sözü edilen “ırkçılık” probleminden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: “Irkçılık” problemi ile ilgili beyaz tenli insanların görüşleri, siyah tenli insanların ise eylemleri vardır. Beyaz ve ırkçılığa karşı olan bir adam, “Yalnızca Beyazlar İçindir” yazan bir bankta oturmaktadır. Beyaz adam böyle bir tutum sergilerken, bir siyah tenli insan olan Martin Luther King Jr. bu problemle ilgili söylemlerde bulunmuş, insanları bilinçlendirmeye çalışmış ve eylemleri ile problemi çözüme ulaştırmayı amaçlamıştır. Kuşkusuz beyaz adam ve Martin Luther King Jr.’ın tutumları arasındaki fark problemin etki alanından kaynaklanmaktadır. Yani, bankın üzerindeki yazı beyaz adamı engellemediği için beyaz adam bankta oturmakta ve o yazı o bankta oturmasını engellediği için siyah adam eyleme geçip kendisine yeni bir bank aramaktadır. Problemin çözümü ise, ancak beyaz adamın ideolojisini eyleme dökmesi ve siyah adamla birlikte oturabileceği bir bank araması ile gerçekleşecektir. Bu durumun belirgin bir örneğine Harper Lee’nin “Bülbülü Öldürmek” isimli kitabında rastlanır. Atticus Finch beyaz bir avukattır. Yaşadığı ırkçı kasabada tecavüzle suçlanan siyah bir adamın avukatlığını üstlenir. Atticus Finch banktan kalkmış, siyah bir adamın yanına oturmuştur. Kitabın sonunda dava kaybedilir ancak, benim yorumuma göre, ırkçılık sorununun çözümüne doğru bir adım atılmıştır çünkü siyah adamın yanında duran beyaz adam görüntüsü değişimi başlatmıştır. Kendileri gibi olan birini ırkçılık probleminin içinde gören diğer beyaz insanlar için ırkçılık problemi başkalarının sorunu olmaktan çıkmış, sorun beyaz ve siyahların ortak sorununa dönüşmüş ve ideolojilerle eylemlerin birleştirilmesi ile de çözülmüştür.
Bu durum hemen hemen her problemde geçerlidir. Ülkemizin büyük problemlerinden biri olan “kadına şiddet”, yalnızca “şiddet gören kadınların sorunu” olarak görülmekteydi. Son zamanlarda toplumun duyarlılığının yavaş yavaş artmasıyla bu sorun “şiddet gören kadınların sorunu” na dönüştü. Ancak, sorunun çözülmesi için gerekli olan şey bu sorunun “kadın ve erkek, tüm insanların sorunu”na dönüşmesidir. “Kadına şiddet” konusuna erkeklerin dahil edilmesi ile sadece düşünce olarak şiddete karşı olan erkeklerin yerine, şiddete karşı somut bir tutum sergileyen erkekler gelebilir ve bu şekilde diğer erkekler de soruna dahil edilerek insanlığın bu sorunu da çözüme ulaştırılabilir.
Pratik örnekler ile durumu somutlaştırdıktan sonra, ideoloji ve eylemin birlikteliğini ve sorunun çözüme ulaştırılmasını düşünsel açıdan ele alabiliriz. Bir bireyin bir konu ile ilgili görüşünün olması için o konudan haberdar olması yeterlidir. Daha önce ırkçılık konusu ile ilgili en ufak bir bilgi veya tecrübesi olmayan birinin bu konudan haberdar olması ve konu ile ilgili –kendi dünya görüşüne, tecrübelerine ve onu o yapan diğer özelliklerine uygun- bir görüş geliştirmesi çok da uzun sürmeyecektir. Birey, ırkçılıktan haberdar olduktan kısa bir süre sonra, bir insanın ten rengine göre sınıflandırılmasını ve buna bağlı olarak farklı bir muamele görmesini uygun bulup, bulmadığına karar verecektir. Ancak, bu durum problemin çözümüne hiçbir katkıda bulunmayacaktır. Diğer taraftan ırkçı insanların ve uygulamaların zarar verdiği biri ya da şiddet gören bir kadın için de bu problemlere karşı bir görüş benimsemek çok uzun sürmeyecektir. Ve onlar ellerinden geldiğince eyleme geçmeye çalışacaklardır. Ancak, ne yazık ki onların bu çabası da problemin çözümüne sadece görüşü olan insanlarınki kadar faydalı olacaktır. İlk durumdaki eylemden yoksunluk, ikinci durumdaki yalnızlık nedeniyle problem çözümsüz kalacaktır. Bu nedenle sorunu çözüme ulaştıracak olan şey, beyaz adamın bankından kalkıp ideolojisini eyleme dökmesi ve siyah adamın yanına gidip onu güçlendirmesidir. Böylece problemin kendilerinden çok uzakta olduğunu düşünen insanlar problemin içine çekilir ve problem “insanlığın sorunu” olur. Yani, problemin, başkalarının problemi olduğunu düşünerek bir adım geride duranlar, kendileri gibi olanın probleme dahil oluşunu gördüğünde problemi içselleştirir ve tek başınayken güçsüz olan insanları güçlendirir. Problemler beyaz adam, siyah adamla beraber, yan yana oturabilecekleri bir bank aradığında, bir erkek kadınların yanında şiddete karşı durduğunda, ideolojiler eylemlere döküldüğünde çözülür. Problemleri çözecek olan, eyleme dökülmüş ideolojilerdir. Bu nedenle, ideolojilerimiz kafamızda değil, oturduğumuz banktadır.
Büşra ÖZCAN
Ali Fuat Başgil Sosyal Bilimler Lisesi
KOCAELİ
Derecesi.2
“Eğitimin bir insan hakkı olduğu savının iki sonucu vardır. Birincisi: haktan vazgeçilmesi düşünülemez. Dolayısıyla, kişilerin “Ben eğitilmek istemiyorum” demesi söz konusu olamaz. İkincisi: siyasal birlik, yani devlet, tüm bireylerinin eğitim hakkından yararlanmasını sağlamalıdır. Bireyler için hak olan şey, devlet için görevdir.”
Ömer Naci Soykan, “Özgür Eğitim”, Küreselleşeme Sürecinde Eğitim Sorunlarının Felsefi Boyutu Sempozyum konuşması 2009 s.296)
İKTİDARLAR NEDEN KÖPEK DİŞLERİNDEN ELLERİNİ ÇEKMELİ?
Devletler her çağın somut gerçeklikleriyle, o çağın “ide”leriyle var olur ve meşruiyetlerine zemin hazırlar. Belirli bir coğrafya üzerinde sahip olduğu yönetim erkini çeşitli aygıtlar vasıtasıyla, aralarında birtakım bağlar bulunan yurttaşlar için kullanan bir kurum olan devletin varlığını temellendiren çeşitli düşünceler tarih boyunca mevcut olmuştur. Platon’da yurttaşlarının mutluluğunu ve onların “kendilerini gerçekleştirebilmelerini” sağlamakla yükümlü olan devlet, Aristoteles düşüncesinde üzerinde egemen olduğu topluluğun “en yüksek insansal iyi”ye ulaşmasına uygun koşulları hazırlama zorunluluğunu taşır. Dinin ve tanrının emirlerinin “ide” olarak kabul edildiği Ortaçağ’da ise “tanrıdan gelmeyen hiçbir iktidar yoktur” (Saint Paul). Reform, aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin neticeleri sonucundaysa, iktidara kaynaklık eden nedenler değişip doğal ve dini unsurlar yerini “özgürlük, eşitlik ve adalet” kavramlarına bırakmıştır.
Bu dönemde toplum sözleşmesi düşüncesi devleti meydana getiren asli unsur olarak karşımıza çıkar. Hobbes, Leviathan adlı eserinde “İnsan insanın kurdudur” diyerek doğal durumun kaotik bir yapıya neden olduğunu, “herkesin herkes ve her şey üzerinde sonsuz hak sahibi olması”nın insanların maddi varlıklarını korumalarının önünde bir engel olduğunu ve bu korku sebebiyle, insanların bu haklarını bir iktidara devretmesi gerektiğini belirtir. Jean -Jacques Rousseau, “Toplum Sözleşmesi”nde herkesin özgür doğduğunu ancak doğal durumun mülkiyet vb sebeplerle bozulması sebebiyle bu özgürlüğün ve eşitliğin yaşamın geri kalan kısmında sürdürülemediğini açıklar. Öyleyse eşit ve özgür bir yaşam yaratmak, siyasi iktidarın başlıca amacı olmalıdır. Hobbes’un iktidarı “korku” duygusuna dayandırmasına karşın; Spinoza, insanların ortak istek ve duygularının devletin oluşmasına kaynaklık ettiğini belirtir. Spinoza, sorunun, Hobbes’da olduğu gibi ikgtidarı tek bir kimsenin tekeline vermekle çözüleceğini ve tüm sorunların insanların farklı kanaatlere sahip olmasından kaynaklandığını düşünmez. Onun yerine yatay ilişkileri, demokrasiyi, aklı prangalardan kurtarıp özgür düşünceler oluşturulabilmeyi, bu düşüncelerin paylaşılması gerekliliğini savunur. Ona göre devletin görevi insanları hayvanlara veya kuklalara dönüştürmek değildir, özgürlüğü sağlamaktır. Toplum sözleşmesinin bir diğer kuramcısı olan Locke ise devletin amacının mülkiyeti korumak ve güçler ayrılığı ilkesini gözeterek yasalar yapmak olduğunu belirtir. Uygun yasaların ve insanların gerekli koşullarda başvuracakları mercilerin olmayışının uygar ve siyasal bir topluluğun yeniden doğa durumuna dönmesi demek olduğunu söyler.
Belirttiğimiz gibi, pek çok kuramcı ve düşünür, iktidarın meşruiyeti noktasında çeşitli fikirleri savunmuştur. Belirli noktalarda birbirinden ayrışan bu düşüncelerin kesiştiği ortak nokta, devletin toplumdan özerk bir konumunun oluşudur. Öyleyse, burada birey ve devlet arasında ilişkinin ne şekilde gerçekleşeceği sorusuna cevap aramamız gerekmektedir.
İnsanların belirli sözleşmelere sadık kalarak birbirleriyle ortaklaşa bir yaşam sürdürüp toplumu oluşturması sırasında var olan/olması gereken belirli değerler vardır. Aynı durum, iktidar- yurttaş ilişkilerinde de geçerliliğini sürdürür. Bu bağlamda siyasetin, değer bilgisi olarak tanımlayabileceğimiz etikle sağlıklı bir ilişkisi olması gerekir. Bu gereklilik, bir takım ilkelerin yasalaştırılması yoluyla meydana gelen hukukta kendini var etmelidir/etmesi gerekmektedir.
Heidegger, “öze ilişkin sorulan sorunun, her seferinde, insanın özü sorulan şeyle olan ilişkisi karardığında veya yalpalamaya başladığında sorulduğunu söyler. Bu sebepten ötürü, İoanna Kuçuradi’nin belirttiği gibi herkesin bir fikir sahibi olup ancak aynı zamanda kimsenin bilgi sahibi olmadığı ve bu yüzden tehlikeli bir hal alan kavramlar ontolojik bir irdelemeye tabi tutulup ”felsefece” incelenmelidir. Kişilerin “değer”leri kaynağını nereden alır? Bu değerler ne şekilde korunmalıdır? Yasaların ve hukukun bu değerlerin geliştirilmesinde sahip olduğu rol nedir ve ne olmalıdır?
İoanna Kuçuradi (Çağın Olayları Arasında), insanın değerini diğer canlılar arasındaki yerinin belirlediğini belirtir. İnsan, diğer canlılardan bir kültüre sahip olmak, felsefe yapmak veya bir sanat eseri meydana getirebilmek gibi “olanaklara “ sahip olmasıyla ayrılır. İnsanı “insan” yapan ve kendini gerçekleştirebilmesini sağlayan bu değerlerin tanınması değil, korunması gerekir. Dolayısıyla insanın sahip olduğu olanaklarını yaratmasına ve geliştirmesine olanak sağlamak devletin görevi, meşruiyet zeminidir. Bu zemine kaynaklık edecek olan unsur da, bu noktada eğitim olmaktadır.
Şu ana değin, insanların doğal durumda sahip oldukları haklardan belirli ölçüde vazgeçerek (Cümleye bir ara vererek “belirli ölçüde” ifadesini açmakta yarar var. İnsanlar doğal durumda maddi varlıklarının tehlikede olması riski, yani her an bir başkası tarafından öldürülebilecekleri gerçeğinden, daha az kötü bir durum olan “haklarını belirli ölçüde bir iktidara devrederek” kurtuldular. Ancak iktidara kendi yaşamları hakkında yargı sahibi olabilme hakkını vermediler, zira bu doğa durumunun aynısı olurdu. Buna ek olarak Spinoza, bir varlık koşulu olarak can güvenliğinin yanı sıra düşünce özgürlüğünün de devredilemez bir hak olduğunu açıklar.) sözleşme yoluyla siyasal topluluğu oluşturduklarını, devlet ve birey arasında birtakım değerler olduğunu, bu değerlerin ise yasalar yoluyla düzenlendiğini ve yasaların insanların onları diğer canlılardan ayıran “olanak”larını gerçekleştirebilmelerini sağlayacak nitelikte olmasının gerekliliğinden bahsederek, Soykan’ın belirtilen ifadesini çözümlemeyi amaçladık. Bu eğitimin ne şekilde gerçekleştirilmesi gerekliliği üzerine düşüncelerimizi belirtmemizin ardından metni sonlandıracağız.
Konudan bağımsız olduğu düşüncesine meydan vermemek maksadıyla, eğitimin nasıl olması gerektiğinin önemi ile ilgili olarak verilecek bir örnek bu noktada yararlı olacaktır. Köpek Dişi (Dogtooth) filminde baba ve anne iki kız ve bir oğlan çocuğa sahiptir. Evin, dışarıya çıkan tek üyesi olan baba, anne ile birlikte nedeni bilinmeyen bir “oyun” oluşturmuştur. Çocuklara evin dışındaki dünyanın korkutuculuğu anlatılır, çocuklar internet, video ya da televizyon hakkı da hiçbir şey bilmezler. Baba, annenin de dahil olduğu çeşitli oyunlar düzenler, kazanan ödüllendirilir ve kazanamayan cezalandırılır. Çocuklar, annelerinin sesinin kayıtlı olduğu videokasetleriyle eğitilir. Örneğin; “deniz, üzerinde oturulan rahat bir koltuktur” gibi bilgilerle çocukların algıları istenildiği gibi şekillendirilir. Sinatra’nın “Fly me to the Moon” şarkısını “evim evim güzel evim” diyerek çeviren ebeveynler çocukların yalnızca köpek dişleri çıktığı zaman ve ancak arabayla dışarıya çıkabileceğini söylerler. Zaten gerçek dünyayla tanışmadan önce de, çocukların böyle bir istekleri hiç olmamıştır. Çünkü onlara öğretilen canavarlarla kaplı bir dış dünyadır. Onlar sahte ve plastikten iç dünyalarında mutludurlar. Bu filmden yola çıkarak, Althusser’in DİA kuramında açıkladığı gibi devletin ideolojik bir aygıtı olan okulların, dolayısıyla da eğitimin, kişiliğin oluş(turul)masında en büyük rollerden birisine sahip olduğu söylenebilir. İktidar, meşruiyetinin zemininin rotasını saptırdığında, bunu meşrulaştırmak için gerçekliklerin içini boşaltıp, gümüş bir tepsi içinde bize “plastik” dünyalar sunabilir. Ve bunların tümü “müfredatlar” dahilinde gerçekleşir/ gerçekleşmektedir.
Sartre’ın “Yazarın Sorumluluğu” isimli denemesinde söz ettiği gibi, “Konuşmak, nesnelerin üzerinden örtü kaldırma işidir”. Bu da insanların olanaklarını kullanması, ortaya kültürel bir öğe, bir düşünüş veya bir sanat yapıtı meydana getirmesi anlamına gelir. Dolayısıyla iktidarlar, meşruiyet zeminlerinin farkında olup “görevlerini” –yazının genel bağlamı içerisinde bu görev yeterli eğitim olanakları sunmaktır. – yerine getirmeli ancak kendi çıkarlarını bu sorumluluğun sınırlarına asla dahil etmemelidir. İnsanlar ancak bu şekilde kendilerini gerçekleştirip, “en yüksek insansal iyi”nin basamaklarına özgürce tırmanabilirler.
Kaan GÜNDEŞ
Notre Dame de Sion Fransız Lisesi
İSTANBUL
Derecesi 3
“Bir parkta üzerinde “Yalnızca Beyazlar içindir” yazılı bir bankta otururken, kendi kendime ırkçılığa karşı olduğumu anımsatmanın faydası yoktur(…) İdeoloji deyim yerindeyse, kafamda değil oturduğum banktadır.”
Terry Eagleton, İdeoloji, Çev. Muttalip Ozan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005. s.-68
EGEMEN OLANA KARŞI VERİLEN MÜCADELEDE İKİ BOYUT: TEORİ VE PRATİK
1789’un Fransa’sında, feodal aristokrasi ile zıt ekonomik çıkarlara sahip olma özelliğini taşıyan ticaret burjuvazisi, tarihsel rolünü oynayarak, arkasına “sans-culotte” ları da alarak iktidar organlarını ele geçirdi. Gerçekleşen toplumsal devrim, beraberinde yeni bir toplumsal evrim sürecini tetikledi ve böylece binlerce yıllık kültürel gelişimin özünü aldı. Burjuvazi, kendi çıkarları doğrultusunda, üretici güçlerin “yıkıcı” niteliğini kırmak için XVIII. yüzyılın aydınlanmacı zihniyetini teorik temeli olarak benimseyerek birtakım radikal dönüşümün altına imzasını attı. Dinsel düşünüşten bilimsel düşünüşe geçiş, ticaret sermayesinin sanayi sermayesine evrilmesi, yapımevlerinde “manifaktür” dediğimiz üretim tarzının doğuşu, serflerin özgür çiftçilere veya işçilere dönüşmesi, artı-değerin endüstrileşmeyle birlikte kırsal odaklardan kentlere aktarılması, ateşli silahların icadı ve meta fetişizminin başlangıcı gibi birçok sosyal değişim bu dönemde gerçekleşti. Bütün bunlarla beraber, ulaşım ve iletişim araçlarının teknolojik yeterliliğe ulaşamadığı bu evrede, sermaye ulus-devlet sınırları içerisinde hapsolmaya mecbur kaldı.
Tarihin ve sınıf mücadelesinin maddeci-diyalektik yorumu bize şunu gösterir: Bir toplumda ekonomik çıkarların karşıtlığı sınıfları, sınıflar sınıf karşıtlığını, sınıf karşıtlığı sınıf mücadelesini, sınıf mücadelesi ise sınıf bilincini doğurur. Lakin ezilen bir kimsenin zihninde tohumları bulunan kolektif bir bilincin varlığı, hayatı ve devamlılığı ulusal çıkarlara kopmaz bağlarla bağlı olan sermayenin çıkarları ile çelişir. Bu durum XVI. yüzyılın kolonyal sermayesi için de XX. Yüzyılın emperyal sermayesi için de böyledir. Bir işçi, kemer sıkma politikalarından, çıktığı grevde polisle yüz yüze gelmesine kadar sınıfsal çıkarlarının patronların çıkarlarıyla taban tabana zıt olduğunu hissedebilir. Bu bağlamda, egemen sınıflar kendi çıkarlarıyla paralellik gösteren ulusal çıkarları kitlelere dayatır. Milliyetçi ve benzeri “ ötekileştirme” eğilimleri taşıyan ideolojilerin, Fransız Devrimi ile beraber ivme kazanmalarının nedeni budur.
Frankfurt Okulu’nun kurucusu Horkheimer, “Kapitalizm hakkında konuşmak istemeyen, faşizm hakkında sussun” der. Bu söz doğrultusunda, yukarıdaki girişi yapmayı uygun gördüm. Irkçı ideoloji ve onun uzantıları, içinde yaşadığımız hayatın bütün köşelerine yayılmış, her gün karşılaşılan, ancak sadece kuramsal düzlemde mücadele etme zahmetini gösterdiğimiz sosyal bir kanserdir. İrlanda’lı bir Marksist edebiyat kuramcısı olan Eagleton’un burada gönderme yaptığı çarpıcı sorunsal, Marx’ın 150 sene önce ortaya koyduğu ancak çoğu solcu entelektüel tarafından unutulmuş olan “praxis” kavramı ile Marx’ın Feurbach üzerine yazdığı 11. tezdir. “Praxis” kavramı, teori ile eylemin birliğine tekabül ederken 11. tezde Marx şöyle seslenir: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimde yorumlamışlardır; oysa asıl sorun onu değiştirmektir.”
Pekiyi, Eagleton’ın da bahsettiği bu sorunsal nasıl doğar? Bunun cevabı basittir; problem ırkçı ideolojinin pek çok farklı boyutlarda tezahür etmesinden ve en önemlisi de faşizan politik formların küçük burjuva nosyonlarıyla çeliş(e)memesinden kaynaklanır. Kuşkusuz, faşist ideolojiyi içinde büyüyüp çıktığı toplumdan, değerlerden ve damarlarının kökünün bulunduğu sınıfsal temellerinden bağımsız olarak ele almak, onu liberal-demokrat bir çizgide kutsayarak içi boş bir kurgu olarak çözümlemeye çalışmaya benzer. Rus devrimci Herzen’in dediği gibi, Hegel’in diyalektiği bütün toplumsal dönüşümlerin en genel formülüdür. Bu bağlamda kullanmamız gereken formül Hegel’in diyalektiği ise, pusulamız da Marksist diyalektiktir.
Irkçı ideolojiyi ve ona karşı verilen mücadeleyi iki bağlamda ele alacağım; birincisi “görünür faşizm” olarak yani salt olan, eylemlerinde ve söylemlerinde bunu belirtmekten çekinmeyen faşizm olarak. İkincisi de “ordinary fascism” denen “sıradan faşizm” yani içselleştirilmiş bir ötekileştirme olarak. Başlangıç olarak birinci maddeyi sistemli bir şekilde inceleyelim.
1917 Ekim Devrimi’nin önderlerinden biri olan Lev Trotsky, 1930-1940 yılları arasında Meksika’da sürgün hayatı yaşarken, Hitler faşizminin teorik bir analizini yapmıştır. “Faşizme Karşı Mücadele” adlı eserinde, faşizmin emek ile sermaye arasında sıkışmış olan orta sınıfın eseri olduğunu söyler. Kapitalizmin potansiyel olarak sahip olduğu bütün aşırılıklar, bu ırkçı rejimde kendine alan bulmuş ve maddeleşmiştir. Kitleler, Nazi devlet aygıtının, şiddet tekelini elinde bulunduran SS’lerin, yozlaşmış bürokratik mekanizmaların ideolojik ve kültürel hegemonyası altında, ırkçı ideolojiyi ‘kafa’larında benimsemekle kalmamış, ‘banklara’ da taşımışlardır. “Irkın” psikolojik anlamıyla süblimasyonu bu yollarla can bulur. “Üstün ırk” içerisinde “primus inter pares” vari bir toplumsal mekanizma yaratılmaya çalışılırken, LGBTT’ler Yahudiler, Polonyalılar vs. yeni köleci üretim ilişkilerinin bir embriyonu olan toplama kamplarına gönderilirler.
Yukarıda bahsi geçen faşizm ile sıradan faşizm arsındaki fark, Hegel’in diliyle konuşur isek şöyledir: Görünür faşizm “für sich” (kendisi için) dir. İçselleştirilmiş ırkçılık ise “an sich” (kendiliğinden) dir.
Eagleton’ın sözünü ettiği ırkçı ideoloji türü içselleştirilmiş olan yani “an sich” olandır. “Yalnızca Beyazlar İçindir” yazılı bir bankta oturan bir kimsenin o banktan kalkmaması, “kıro” kelimesinin Kürtçe “adam” anlamına geldiğini bile bile insanları aşağılamak için kullanmaya devam etmeye ve/veya “apachi” sözcüğüne, bir Kızılderili kabilesinin adı olduğunun bilincinde olunmasına rağmen pejoratif bir anlam yükleyerek, onu kullanmakta ısrar etmeye benzer. Bunun anlamı, bir insanlık suçuna karşı verilen direnişte, kendimizi pratik alandan soyutlayarak kuramsal eksene hapsetmemizdir. Halbuki pratik olmadan teori; teori olmadan da pratik yoktur. Bilimsel sosyalizmin kurucularından Friedrich Engels “ Bir pratik bir ton teoriye bedeldir.” diye yazar. Soyut ile somut arasındaki diyalektik ilişki karşılıklı alışveriş ile beslenir.
Irkçı düşüncenin gölgesi, toplumun içerisinde maddi temeller üzerinde somutlaşmış bir vaziyette ‘kafa’mızdan ‘bank’lara her yerdedir. Eğer bu hegemonik ve otoriteryanist çizginin 1940’larda olduğu gibi tekrar baskı erklerini ele geçirmesini istemiyorsak gel-inen-enekten kopuşu sağlamalı ve konformizmin bizim zerimizde inşa ettiği çerçeveyi aşmalıyız.
Latin Amerika’lı yazar Nahuel Moreno, toplumun işlevsel yönetiliş aracı olan burjuva parlementarizminin faşizme evrilmeye meyilli olduğunu yazar. “Üç duraklık bir tren yolculuğuna çıktığında ortadaki durakta inip bu durağın Bonapartizm olduğunu görürseniz” der Moreno “önünüzdeki durak faşizmdir. Geride kalan durak ise burjuva parlementarizmidir.” Herakleitos’un tarihin ve doğanın gelişiminin diyalektiğini özetlediği o ünlü cümlesinde söylediği gibi “ Panta rhei” (Her şey akar). Kuşkusuz ekonomik ve toplumsal sınıfların iktidar karşısındaki pozisyonları da hareketsiz ve mutlak kalamaz. Hepimiz Moreno’nun bahsettiği trenin içerisinde yol almaktayız. Ancak bu üç duraktan birini tercih etmek yerine eşitlikçi inisiyatifler ve alternatif sistemler yaratabiliriz. Tek ihtiyacımız, birinci sınıf vagonlarda seyahat edenlerin treni kontrol etmelerine izin vermemek ve direksiyonu kendi ellerimize almaktır.
Yiğit SEZENER
Alman Lisesi
İSTANBUL
Derecesi 5
“Açıktır ki, metot sorunlarıyla uğraşmaya başlamamız gerekiyor. Evrensel bir değer nedir? Bir değerin evrensel sayılması için herkes tarafından kabul edilmesi mi gerekiyor? Eğer bu gerçekten gerekli ise, o zaman evrensel değerler kategorisi boş olur.”
Amartya Sen, “Democracy as a Universal Value”, Journal of Democracy, 10 (1999), s. 8
DEĞERLERİN DEĞERLENDİRMESİ
Jeopolitik etkenler sonucu oluşmuş farklı kültürel demografilerden ötürü bir değerin herkeste bulunması için o değerin Kant’ın deyimiyle a priori olması gerekir. Ancak Hint ekonomist ve toplum bilimci Sen, a priori değerlerin varlığını ihtimal dahilinde görmüyor.
Bu alıntının bende yaptığı ilk çağrışım Nietzsche’nin morali problem haline getirmede uyguladığı metodoloji olmuştur. İoanna Kuçuradi kitabı “Nietzsche ve İnsan”, Nietzsche’nin kendinden önce gelen filozoflardan farklı antropolojik felsefi tutumundan bahseder. Kuçuradi Nietzsche’nin moralİ tarihsel ve kültürel zeminlere oturttuktan sonra problem haline getirmesini alkışlar. Nietzsche, kendinden önce morali incelemiş filozoflarda “tarih bilinci”ni eksik bulmuştur. Moral değerlendirmelerini teker teker inceledikleri için vardıkları sonuçların değersiz olduğu kanısına varmıştır. Ancak onun önerdiği metodoloji değerlendirmelerin başka değerlendirmelerle ilintili olarak bir değerlendirmesinin yapılmasıdır. İşte Nietzsche’nin Foucault ve Derrida’yı etkileyen yapıbozumcu niteliği bu noktada ortaya çıkar. Nietzsche iki farklı çatışmanın yan yana konulmasıyla ortaya çıkacak çatışmanın, dönemin en etkin değerlendirme sistemi olan Hıristiyan moralinin totaliteryan yapısını çökertebileceğini söylemiştir. Schopenhauer’ın kısmen yıkmaya başladığı ancak tamamen alaşağı etmeye cesaret edemediği püriten ahlâk boyunduruğunu Nietzsche ayaklarının altına almıştır. Pyrrho’dan beri süregelen şüpheci geleneğin belki de en önemli zaferlerinden biridir bu. Nietzsche’nin başlattığı bu konvansiyonel ahlâk yargılarına karşı isyan bir domino etkisi gibi çağımıza kadar büyüyerek devam etmiştir. Heidegger’in standartlaşmış insanı herkes alanından çekip çıkarma girişiminde Nietzsche’nin radikal felsefesinden izler sürmek işten değildir. Aynı şekilde Camus, modern insanın önüne rol modeli olarak, varoluşunu anlamlandırmak için hiç bir din boyunduruğu ve ahlak değerlendirmesine ihtiyaç duymayan Meursault ( Yabancı ) ve Sisypos’u dikmiştir.
Ancak şu noktada durup ahlâktan uzaklaşan radikal diskura retrospektif bir bakış atmak faydalı olacaktır. Nietzsche’nin konvansiyonel morali yıkarkenki amacı nihilist bir distopya yaratmak olmamıştır. Nihilist felsefenin sona erdiği yer, Nietzsche’nin henüz yeni başladığı noktadır. Nietzsche alaycı bir şekilde “reaktif deha” diye adlandırdığı modern insanı “aktif deha” ya çevirme arzusu içindedir. Nietzsche’de hiyerarşiler sıkça karşımıza çıkar. Eylemler hiyerarşisinde en altta “sen olmalısın” (du sollst), onun üstünde “ben istiyorum” (ich will) (bu eylem kahramanlıkla özdeşleştirilmiştir), bunun da üstünde “ben’im” (ich bin) (bu eylem ise antik Yunan tanrılarıyla özdeşleştirilmiştir) yer alır. Bu hiyerarşide açıkça görüyoruz ki Nietzsche’nin bireyden beklentisi ressesif durumdan dominant duruma geçmesi, algılayan yerine etkileyen, boyun eğen yerine dik duran olmasıdır. Ruhunun evrimini “deve”de bitiren kişiyi bu evrimi “aslan”a devam ettirmeye teşvik eder. Benzer bir teşviki asketik idealin eleştirisinde de görebiliriz. Nietzsche asketikleri güzellik ve mutluluktan korkmakla suçlar; hiçbir şey istememek için gösterdikleri çabayı insan doğasına aykırı bulur. Daha da öte; arzudan arınma durumunu bir oxymoron olarak görür. Çünkü onların yaptığı da bir hiçi istemektir, dolayısıyla arzunun bir formudur. Bu form nihilistik bir “vague a l’ame” la ( kıyamet gününün gelmesi için duyulan melankolik istek ) özünde benzerdir.
Bu retrospektiften sonra soluklanıp Nietzsche’nin konvansiyonel moralin aleyhine yaptığı arkeoloıjiye benzer bir arkeolojiyi konvansiyonel moralin lehine yapmayı denemeliyiz. Aradığımız ise evrensel değerler olmalı.
Platon’un idealar teorisine göre ruh bedenle birleşmeden önce her şeyin mükemmel olduğu idealar dünyasında yaşamıştır; ve ancak ölümle tekrar oraya geri dönebilir. Bu yüzden dünya bir yanılsamalar mağarasıdır ve kendimizi dünyevi materyale çok bağlamamız gerekir. Bu görüş Hindu ve tasavvuf inanışlarında aynalanır. Hindu geleneğinde ruhun (atman) ın dünyaya gelirken mükemmel varlık (brahman) dan ayrıldığı ve ancak ölümle brahmana kavuşabileceği savunulur. Aynı diskur tasavvuf felsefesinde de geçerlidir. Bir yapıbozumcu bu benzerliği sosyo-kültürel etkileşimlerin bir uzantısı olarak tanımlayacaktır. Ancak kartezyen düşünce bu durumun sezgisel faktörlerden kaynaklandığı konusunda diretir.
Sezgisel faktörlerin gücüne faydacılık kuramının pratik uygulanımında karşılaşabileceğimiz problemlerden bir örnek vermek istiyorum. Bentham’ın “azami mutluluk ilkesi”ne göre eylemler sonuçlarına göre yargılanır; böylece sonuç olarak en fazla kişiyi mutlu eden eylem ahlaklı olarak adlandırılır. Konvensiyonel ahlâkın kendi içinde yanlış bulduğu eylemlerin sonucu azami mutluluk ise bu davranışlar haklı çıkarılır.(Benzer bir tutum Nietzsche’nin Übermensch’ine olan tutumudur. Übermensch kendini moralden soyutlayıp faydalı bir cinayet işleme yetisine sahiptir.) Ancak faydasal (consequantalist) bir bakış açısıyla bakıldığında bir grup işkence etmekten zevk alan bireyin toplanıp başka birine işkence etmesi haklı çıkarılabilir. Sonuç olarak on kişi mutlu olurken, sadece bir kişinin mutluluğundan feragat edilir. Bu noktada J.St. Mill’in faydacılık yorumundan yararlanmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Tatminsiz bir insan olmayı tatminkar bir domuz olmaya tercih edeceğini söyleyen Mill, hazın niteliğinin niceliğinden daha değerli olduğunu söyler. İşkence edilen kişinin çektiği sıkıntı, işkence edenlerin mutluluğundan nitel anlamda daha önemlidir; böylece işkence faydacılıkta ahlakdışı addedilebilir. Mill’in yaptığı bu eklenti faydacılığa deontolojik bir unsur katmıştır. Hazları hiyerarşiye dizerken edinilen sezgisel tutum yapıbozumcu bir perspektiften aslında konvansiyonel moralle paralellik gösterir. Amartya Sen’in modern toplumdaki faydacı mentaliteye getirdiği eleştiri, Mill’inkine benzerdir. Günümüz liberal pazarında faydanın madde üzerinden hesaplanmasından şikayetçi olan Sen, özgürlük ve eşitlik gibi meta değerlerin önem sırasında tepede gelmesi gerektiğini savunur. Sen’e göre kalkınma için özgürlük en önemli gerekçedir. Bu ışıkta incelediğimizde Sen’in evrensel değerler kategorisinin boş olmasından hoşnut olmadığını söyleyebiliriz. Kapitalist ekonomik düzen eşitlik gibi değerleri çarkları arasında öğütüp, Proleteryayı Aristo zamanındaki köle kadar değersiz bir hale düşürdü.
Paul Valery, dünyayı değerli kılanın aşırılıklar, ancak onu ayakta tutanın ılımlılık olduğunu söylemişti.Bu alıntının ışığında yapıbozumcu bir disiplinle ilerlemeyi engelleyen ahlâk boyunduruklarından kurtulup, aşırı yönümüzü bilemeliyiz; ancak eklektik bir tutumla da eşitlik gibi ahlâki değerlerden de vazgeçmemeliyiz. İnsan haklarından aşırılık uğruna feragat edilmesi, dünyayı ayakta tutan ılımlılığın sonunu getirir. Nietzsche’nin dionizik
trajik insanı kesinlikle modern toplumda kendine bir yer bulabilir; ancak Übermensch’in topluma uyumluluğu sorgulanmalıdır. Übermensch’in otoritesi eşitliği çiğneyebilecek bir merkeziyetçiliği beraberinde getirme tehlikesi taşır. Ancak ideal toplum Prens Sebahattin’in deyimiyle merkeziyetsiz toplumdur. Çünkü bu toplumda her birey özgür ve girişimci olabilir. Bu sebeple eşitliği sağlayan bir ahlak anlayışla radikal düşüncenin aynı anda toplumsak bilinçaltına aşılanması gerekmektedir. Dilerim ki gün gelsin eşitlik de bireysellik de evrensel değerler kategorisinde yer alsın.
Dostları ilə paylaş: |