sen. Bu adamların bizden uzakta ve ölmüş olmalarına daya-
namıyorum. Selim’in ölümüne dayanamadığım gibi. Öl-
dükten sonra insanların bir yerde buluştuklarını söyleyen-
lere inanmak isterdim. Yaşarken, ne sıkıcı ve soluk insan-
larla birlikte geçiriyoruz ömrümüzü. Hiç olmazsa öldükten
sonra, aralarında bulunmaktan zevk alacağımız insanlarla
yaşasaydık. Fakat ne garip, onlar da yaşarken görmek iste-
miyorlar birbirlerini. Belki öldükten sonra anlarlar. Kavga
gürültü eksik olmaz aralarında gene. Elbette olmaz. Önemli
olan bu değil. Selim dinleseydi beni, gülerdi bu düşüncele-
rime. Dedikodularını yapacağına, onları oku önce, derdi.
Selim de yaparmış dedikodu. Ne yapalım? Kendi seviye-
mizde düşünmedikçe yakınlık duyamıyoruz onlara. Belki
de bu yazarları okumaya cesaret edemeyenlere onları böyle
basit, günlük olaylar çerçevesinde anlatmanın bir yolu bu-
lunsaydı, daha çok okunurdu bu kitaplar. İnsan beyninin
böyle farklı güçte olması, birinin yazdığını, ötekinin okuya-
cak kadar bile bir zekâya sahip olmaması çok üzücü. Keli-
meleri herkes biliyor. Bilmedikleri de bildiklerinin yardı-
mıyla öğretilebilir onlara. Yalnız, bu masum kelimeler bir
araya gelince, içinden çıkılmaz ağlar örüyorlar. Üstelik, ke-
limeler karşısındaki çaresizliklerine üzülmüyor insanlar. Bu
kusurlarını önemsemiyorlar benim gibi; yalancı çarelerle
avunmuyorlar; onu bunu çekiştirip teselli aramıyorlar.
Şu Dickens’ı alalım. Dostoyevski’yi çok etkilediği söyleni-
yor. Bir dedikodudur gidiyor, değil mi Selimciğim? Franz
Kafka’yı alalım Olric: bir tereddütün romanı. Böyle bir ro-
man vardı galiba, bizim eskilerden birinin yazdığı. Eskileri-
mizi de unutmayalım. İnsandan bahsediyorlar ne de olsa.
Fakirlerin, kütle romanından haberleri olmadığı için, ne
yapsınlar, insandan, tek insandan bahsetmek gibi modası
geçmiş bir yola sapmışlar. Lisedeki edebiyat öğretmeni
Ömer Seyfettin’i severdi.
Dostları ilə paylaş: