Tefsir
“Böylece yakin edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekutunu gösterdik.” Ayetinin zahirinden de anlaşıldığı üzere “kezalike” (böylece) kelimesi “Hani İbrahim, (üvey) babası (veya kayınbabası, veya amcası veya öğretmeni) Azer’e, “Putları ilah olarak mı benimsiyorsun? Doğrusu ben seni” ayetinin içeriğine işarettir. Yani bu konuda İbrahim’e (a.s) hakikati göstermeyi ifade etmektedir. O halde ayetin anlamı şöyledir: Bu tür göstermekle biz, göklerin ve yerin melekutunu İbrahim’e gösterdik.
Bu işaretin ve sonraki ayetin “Gece basınca bir yıldız gördü” ve sonraki ayetle önceki ayetin irtibatına delalet eden “Biz, memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak onları önderler kılmak, onları varis yapmak istiyorduk” ayetinin yardımıyla açıkça anlaşıldığı gibi “nurî” kelimesi, gelecek zamana delalet etmektedir. Geçmiş zamanı hikaye etmektedir. Tıpkı “Biz yeryüzünde zayıf bırakılanlara minnet koymayı istiyoruz”1 ayetindeki “nuridu” kelimesi gibi.
O halde ayetin anlamı şöyledir: “Biz göklerin ve yerin melekutunu İbrahim’e gösterdik ve bu da amcası ve kavmiyle putlar hakkında tartışmasına, kendilerine sapıklıklarını göstermesine sebep oldu. Biz bu inayet ve ihsan sayesinde, yani melekut alemini ona göstererek ona yardım ulaştırdık. Bu hal üzere akşam gelip çattı ve gözleri yıldızlara ilişti.
Bu yüzden müfessirlerin “ve kezalike nurî” (ve böylece gösterdik) cümlesi, önceki ve sonraki cümleyle bir irtibatı olmayan cümledir. Ve hakeza bazılarının “melekutu ilk defa İbrahim’e gösterme meselesi gece gelip çattığında ve yıldızları gördüğünde gerçekleşti,” sözü asla doğru değildir ve bu görüşe itina etmemek gerekir.
Göklerin ve yerin melekutunun anlamına gelince… Melekut mülk (hükümranlık) demektir ve de masdar anlamındadır. Tıpkı tağut ve ceberut kelimeleri gibi. Dolayısıyla da adeta mülk ile mukayesede melekut kelimesi, anlamı daha büyük bir vurguyla ifade etmektedir. Nitekim tağut ve ceberut kelimeleri de tuğyan, cebr veya cübran kelimelerini daha büyük önemle vurgulamaktadır.
Kur’an da bu kavramı, sözlük anlamında kullanmıştır. Nitekim Allah’ın kelamındaki diğer kelimeler de aynen böyledir. Sadece Kur’an’ın örneği ile bu kelimenin örneği arasında bir fark vardır. Zira bir tür saltanat ve hükümdarlık olan mülk ve melekut bizim aramızda farazi ve itibari bir anlamdır. Onu itibar etmemize ve varsaymamıza sebep olan şey ise toplumun insani bireylerde ve davranışlarda insanın varlığına duyduğu ihtiyaçtır. Öyle ki toplumsal meselelerin güçlülüğüne, adalet ve emniyetin sağlanmasına sebep olsun. Bu anlam tıpkı insani topluluklarda sürekli müşahade ettiğimiz gibi kendiliğinden intikal bağışlama, gazap ve zor ve galebeyle tasarruf imkanına sahiptir.
Bu anlam itibari olmasına rağmen ve de insani topluluklarda gerçek hükümet münezzeh olan Allah’ın hakkı olmasına rağmen, Allah-u Teala hakkında da tasavvur edilebilir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Hüküm ancak Allah’ındır.1
“Hamd, dünyada da ahirette de O’nun içindir” 2
Ama, bu itibari mülk ve yöneticiliğin anlamının yorumu da açıkça ortaya koyulduğu üzere gerçeklerde kök salmış ve sübut etmiş bir yorumdur ve bu asla zail olacak ve intikal edecek bir durumda değildir. Nitekim bizim her birimiz, kendimizin maliki ve sahibi konumundayız. Yani hepimiz, kulak, göz, diğer organ ve fiillerimize hakim durumdayız. Onlarda apaçık bir şekilde tasarrufta bulunmaktayız. Öyle ki kulak ve göz, insanın emriyle işitmekte ve görmektedir, başka bir insanın emri ve iradesine bağlı olarak değil! Bu anlam bizim hakkımızda da gerçekleştiği hususunda şüphe etmediğimiz güzel bir anlamdır ve bu gerçeklik yok olacak ve intikal edecek bir gerçek de değildir. Zira insan kuvvet ve fiillerine maliktir. Bu kuvvet ve fiiller de bütünüyle insanın vücuduna tabidir ve onun vücuduyla ayakta durmaktadır. Onun varlığından bağımsız ve ihtiyaçsız değildir. Örneğin göz,, bakan insanın izniyle görmektedir, kulak onun izniyle işitmektedir. Eğer insan olmasaydı, ne göz olurdu, ne görme olurdu, ne kulak olurdu ve ne de duyma. Toplumda da insan gerçekte padişah ve yöneticinin emriyle iş yapmaktadır. Eğer toplumdaki işlerin dizginlerini elinde tutan bu idare edici güç olmasaydı, toplum vücuda gelmezdi. Eğer yönetici ve hakim bir kimseyi amel ve tasarruftan alı koyacak olursa o artık buna isyan edemez.
Şüphesiz bu anlam aynen varlıkların vücuda gelme kaynağı ve alemin düzeninin idare menşei olan münezzeh olan Allah hakkında da gerçekleşmektedir. Hiçbir varlık ne varlığında mertebesi yüce yaratıcıdan müstağnidir ve ne de varlığının etkilerinde, yani kuvvet ve fiilleri hususunda kendiliğinden hiçbir bağımsızlığa sahip değildir. Ne bireysel durumda, ne de toplumsal durumda bağımsız değildir. Bu kuvve ve fiiller varlık aleminin diğer cüzleriyle irtibat halindedir. Dünyadaki kuvvetler ile bu kuvvetlerin irtibatı ve bu kuvvetlerin birbirine karışımı da bu görülen genel düzeni vücuda getirmektedir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “De ki: “Mülkün sahibi olan Allah’ım!”1
Hakeza şöyle buyurmuştur: “Göklerin, yerin ve onlarda bulunanların egemenliği Allah’ındır, Allah her şeye kadirdir.”2
“Hükümranlık elinde olan Allah yücedir ve O her şeye kadirdir.” “Ölümü ve dirimi yaratan o’dur.”
“Gökleri yedi kat üzerine yaratan o’dur.”3
Bu ayetlerde mülahaza edildiği gibi mülk ve padişahlığı yaratıcılığa neden kılmaktadır. O halde varlıkların varlığı Allah’tandır. Onların varlık ve gerçekliklerinin Allah’a nisbeti de Allah’ın mülk ve padişahlığının gerçekleşme ölçüsüdür ve bu da hiç kimsenin Allah’ın mülkünde ortak olmadığı ve ondan başkasına intikal etmediği ve aslında intikal ve başkasına havale imkanına sahip bulunmadığı anlamındadır. Yani Allah-u Teala onlardan asla sarf-ı nazar etmemekte ve diğerini kendi yerine geçirmemektedir.
Bu melekut kelimesinin bu ayette yorumlandığı anlamının aynısıdır. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun buyruğu sadece, o şeye “Ol” demektir hemen olur. Her şeyin egemenliği elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir.”1
Zira ikinci ayetin de açıkça ifade ettiği gibi her şeyin melekutu münezzeh olan Allah’ın o şeye buyurduğu “Kun” (ol) kelimesidir. Allah’ın sözü de onun fiilinin ve eşyanın icadının aynısıdır. O halde açıkça anlaşıldığı üzere melekut eşyanın varlığının bizzat kendisidir ve onların münezzeh olan Allah ile ayakta durduğunun ifadesidir. Bu hiçbir şekilde ortaklık kabul etmeyen bir iştir. Mğnezzeh ve tek olan Allah’a mahsustur. Neticede saltanat ve tedbir anlamında olan rububiyet başkasına bırakılmayı ve intikali kabul edemez. İşte bu yüzden dolayı eşyanın melekutunu incelemek insanı kesin bir hidayetle tevhide götürmektedir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah’ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur’andan sonra hangi söze inanacaklar?”2 Mülahaza edildiği gibi bu ayetin anlamı da daha önce zikredilen mülk suresinin ayeti ile aynıdır.
O halde anlaşıldığı üzere göklerin ve yerin melekutundan maksat, diğer ilgili ayetler üzerinde düşünmeden anlaşıldığı kadarıyla, Hz. İbrahim’in (a.s) ruhunu, eşyayı müşahadeye yönlendirmekten ibarettir. Yani bütün varlıkların varlığı Allah ile kaimdir ve bu istinad ortaklık kabul eden bir istinat da değildir. İbrahim çok geçmeden şu neticeye vardı ki, hiçbir mahlukat, başka bir rububiyete, alemi tedbire ve alemdeki işleri idareye kadir değildir. Çünkü putlar, insanların bizzat yaptığı ve adlandırdığı heykellerdir. Allah onların gerçekliği hakkında bir delil indirmemiştir. Böyle bir duruma sahip olan varlıklar ise, onları bizzat yapmış olan insanın rabbi ve maliki olamaz. Yıldız, ay ve güneş gibi semavi cisimler de değişiklik içindedirler. Zira bazen insan için zahir olmakta, bazen de insanın gözlerinden gizli kalmaktadır. Bu varlıklar da bu hal üzere daha ileride diyeceğimiz gibi, varlık aleminin yöneticisi ve idarecisi olamaz.
“Böylece yakin edenlerden olması” ayetindeki “lam” harfi (liyekune) nedensellik içindir. Bu cümlenin geneli de hazf edilen başka bir cümleye atfedilmiştir ve cümlenin takdiri ise şöyledir: “Liyekune keza ve keza ve liyekune minel mukinin” (Böylece şöyle veya böyle olması için ve yakin edenlerden olması için…)
Yakin hiçbir şek ve şüpheyle karışmayan bir ilimden ibarettir. Şayet yakinden maksat da Allah’ın ayetlerine ve nişanelerine yakin etmektir. Nitekim başka bir yerde şöyle buyurmuştur: “Sabredip ayetlerimize kesin olarak inanmalarından ötürü, aralarından, onları buyruğumuzla doğru yola götüren önderler yaptık.”1 Bu yakinin neticesi ise Allah’ın güzel isimlerine ve üstün sıfatlarına yakindir.
Allah-u Teala’nın Peygamber (s.a.a) hakkında nazil buyurduğu ayetler de bu anlamı ifade etmektedir. “Kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan, kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir.”2
Hakeza şöyle buyurmuştur: “Gözü oradan ne kaydı ve ne de onu aştı. O rabbinin büyük ayetlerinden bazısını gördü.”3
Ama Allah-u Teala’nın zatına yakin hususuna gelince… Kur’an-ı Kerim Allah’ın zatının her türlü şek ve şüpheden yüce olduğunu ve hiçbir ilmin Allah’ın zatını ihata edemeyeceğini, aksine burada tümüyle teslim olmak gerektiğini ifade etmektedir.
Kur’an-ı Kerim, Allah-u Teala’nın nişanelerine yakinî bir ilmin özelliklerinden birinin de Allah’ın dilediği ölçüde his perdesinin ötesinde varlık hakikatlerinin keşfedilmesi olarak zikretmiştir. Örneğin bir ayette şöyle buyurmuştur: “Dikkat edin, şayet yaptığınızın sonucunu kesin olarak bir bilseniz! And olsun ki, cehennemi göreceksiniz.”4
Hakeza şöyle buyurmuştur: “Ama iyilerin defteri yüksek katlardadır. O yüksek katların ne olduğunu sen bilir misin? O, gözde meleklerin gördüğü, yazılı bir kitaptır.”1
Dostları ilə paylaş: |