MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Evet, Sevgili Hocam, hoş geldiniz.
Türkiye Büyük Millet Meclisi 12 Haziran seçimlerinden sonra Parlamentoda grubu bulunan siyasi partileri temsilen 3 milletvekili arkadaşımızın içinde yer aldığı Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurdu. Amaç, bu normal dönemde Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu çağdaş anlamda sivil anlayışla bir anayasayı gerçekleştirmek.
Tabii, Komisyonumuz öncelikle kendisine bir yol haritası çizdi. Bu yol haritasına göre, başta sivil toplum örgütlerimiz, siyasi partilerimiz, anayasal kuruluşlarımız, üniversiteler gibi ve tabii ki vatandaşlarımızın yeni anayasa süreciyle ilgili beklentileri nedir, ne öneriyorlar, ne teklif ediyorlar bunları tespit etmekti. Şu anda o çalışmaları yapıyoruz.
İstanbul Bilgi Üniversitesi de bu konuya ilgi göstermiş. O bakımdan, Komisyon üyeleri olarak biz son derece memnunuz ve teşekkür ediyoruz. Siz, Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı olarak bizzat kendiniz gelerek Bilgi Üniversitesinin ve tabii ki Hukuk Fakültesinin bu süreçle ilgili düşüncelerini bizimle paylaşacaksınız. Sizi dinlemeye hazırız efendim. Daha sonra, sunumunuzdan sonra, arkadaşlarımızın belki değerlendirmeleri olacaktır. Ondan sonra, arkadaşlarımızın soruları olursa onlara da cevap verebilirsiniz tabii, özgürsünüz bu bakımdan.
Söz sizin efendim, buyurun.
İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ DEKANI PROF. DR. TURGUT TARHANLI – Sayın Şahin ve Komisyonun değerli üyeleri, çok teşekkür ederim. Ben de sizleri şahsımda Anayasa Uzlaşma Komisyonunun ve dolayısıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının böyle bir fırsatı bizlere tanıdığı için gerek akademik gerek toplumsal örgütlenme ve katkılara açık bir süreç başlattıkları için teşekkürlerimi sunarım.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi olarak biz de bu sürece bir katkıda bulunmaktan memnuniyet duymaktayız. Umarım, gerçekten Türkiye'nin bugüne kadarki deneyimine uygun ve demokratikleşme çabalarıyla paralel bir hedefe el birliğiyle bu süreç götürülebilir.
Ben kısa bir sunuş yapacağım çünkü metni size iletmiştik. Dolayısıyla, o metni baştan sona sunmak vakit kaybına yol açabilir ama belli temel hususlara işaret etmek sanırım daha verimli bir…
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – O zaman ekrana da yansıtacaksınız herhâlde?
İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ DEKANI PROF. DR. TURGUT TARHANLI – Yansıtacağım. Yani üzerinde duracağım hususları yansıtacağım. Yaklaşık beş slaytlık bir sunum, çok ayrıntı değil.
İki temel başlık üzerinde durulabilir sunumla ilgili olarak. Üzerinde duracağım hususlardan ilki, büyük ölçüde haklar rejimiyle ilgili hususlardır ki, anayasaların, biliyorsunuz, ilk temel direğini oluşturur. İkinci husus da daha çok devletin aygıtları, organları, devletin temel teşkilatlanması ve işleyişiyle ilgili temel hususlardır. Burada da yine altını çizmek isterim, bir tüketici, bir tekemmül etmiş, bütün, tamamlanmış bir anayasa sistematiğinin bütün başlıkları değil ama temas edilmesini uygun bulduğumuz bazı hususlar var, bunlar üzerinde duracağım.
Bu çerçevede, yaptığımız hazırlıkta biz bir kurum görüşünü, yani anonim bir kurum görüşünü size iletmedik. Belli otoritelerin ki, bu konuda da şanslı olduğumuzu söyleyebilirim, anayasa hukuku bakımından Türkiye'nin önde gelen anayasa hukukçuları fakültemizde, ayrıca kamu hukukçuları aynı şekilde. O sistematik içerisindeki kişisel görüşlere yer veren bir metni size sunduk. Dolayısıyla, sunduğumuz o başlıkların altında imzaları da göreceksiniz. O bakımdan, bir bireysel görüşler manzumesi Bilgi Üniversitesi adına sizlere sunulmuş bulunuyor.
Şimdi, ben ilk temas etmeyi uygun bulduğum husus, özellikle böyle bir anayasa değişikliğinin temel parametreleri olarak nasıl görüyoruz? Bunları metnin farklı başlıkları altında bulmanız mümkündür. İlki, bunun bizim temas ettiğimiz biçimiyle 12 Eylül rejiminden bir kopuş hedefidir ve o tabii, rejimin kurmuş olduğu yapılar, işleyiş biçimleri, hukuki düzenlemelerinin yanı sıra aynı zamanda, bir zihniyet âlemi de var, onu da kastediyoruz. İkincisi, çoğulcu bir demokrasinin güçlenmesi kavramı ki, çoğulculuk bizim de farklı başlıklar altında özellikle altını çizdiğimiz ve önemsediğimiz bir kavram, bir çoğulcu demokrasi kavramı ve süregelen sorunlara çözüm arayışı. Bunun çok teknik boyutları olabilir, hatta geçtiğimiz günlerde hatırlıyorum bir basın toplantısında Sayın Meclis Başkanı Çiçek’in de işte anayasanın engel olduğuna dair, yeni bir anayasaya olan ihtiyacın belli kamu hukuku problemlerinde bir gerekçe olarak karşımıza çıktığına temas ediyordu ama tabii, bunun dışında süregelen diğer büyük sorunlar söz konusu olabilir, Kürt meselesi bunlar içinde düşünülebilir, sorunlar çerçevesinde. Dolayısıyla, bu üç parametre çok genel hatlarıyla, bunların içerisinde tabii, çok geniş bir listeler hâlinde alt başlıklar kurmak mümkündür ama kabaca değişiklik parametrelerinin bu üç kavram üzerinden ortaya konduğunu düşünmek mümkün.
Şimdi, ben biraz daha ayrıntıya girmek isterim ve bu çerçevede anayasanın tırnak içinde “yenilik” karakterini ortaya koymak eğer söz konusu olacaksa bu yenilik karakterini, yenilik vasfını bize sağlayabilecek olan bu defa “haklar” başlığı altındaki parametreleri nasıl açmak, hangi kavramlara odaklanmak bu çerçevede uygun olabilir ona temas etmek isterim.
Daha önceki Türkiye anayasalarında olmayan bir kavram bu bağlamda benim altını çizmek istediğim bir kavram, “İnsan onuru” kavramı. Başlangıçta yani bir eşik olarak anayasanın bu bağlamda biçimsel olarak baktığımız zaman belki “Başlangıç” kısmı olsun olmasın tartışması yapılıyor, ben olmasından yanayım açıkçası ve Fakülte olarak da biz olmasından yana bir yaklaşım içindeyiz fakat elbette ki bugünkü metnin tamamen dışında bir başlangıçtan söz ediyoruz. Bugünkü metin feci bir metindir, özellikle haklar açısından baktığımız zaman feci bir metindir. Dolayısıyla, insan onuru kavramı eğer bir başlangıç kısmına yer verilecekse bu metinde yer alabilir büyük bir vurguyla ya da anayasanın -hem o hem o da olabilir elbette- ilk maddesinde insan onuruyla anayasanın başlangıç eşiğini kurmak düşünülebilir. Dolayısıyla, bu vurgunun anayasanın sonraki kısımlarının ve hükümlerinin uygulanması ve yorumlanması bakımından da çok önemli bir kalkış noktası olacağı kanısındayım. Başlangıç, bu çerçevede insan onuruyla nasıl bağdaştırılabilir? Çünkü “İnsan onuru” kavramını bugün ve geleceğe yönelik bir Türkiye düzeni açısından elbette önemsiyoruz ama Türkiye'nin geçmişte bıraktığı çok büyük mağduriyetler var, insani mağduriyetler var, çok büyük insani külfetler var. Bunların bir anayasayla çözümlenmesi veya bu mağduriyetlerin giderilmesi gibi bir yaklaşım içinde değiliz fakat insan onuru açısından bakılarak belki şu vurgunun yapılmasında da yarar olabileceği kanısındayız: Örneğin, başlangıç kısmında, Türkiye'nin geçmişinde, yakın geçmişinde, hemen geçmişinde işte tartışılan sorunları, 90’larda vesaire karşı karşıya kaldığımız, 12 Eylül rejimi, daha geçmişe gittiğiniz zaman karşı karşıya kalınabilecek çok farklı sorunlar, 50’li yıllarda, 60’larda, 40’larda, daha geçmiş 30’larda vesaire. Bunları belki ad olarak zikretmeksizin ama insan onuruyla bağdaşmazlığını ortaya koyan yeni bir yaklaşımın başlangıçta yeni bir sayfanın ortaya konulmasında o geçmişteki olumsuzlukların veya insan onuruyla bağdaşmayan uygulamalardan çıkartılan dersin ileriye bakan, yeni bir ufka bakan bir Türkiye açısından önemli bir ders olduğu, önemli bir sorumluluk olduğu ve bu şiarla anayasanın ilk maddesinin veyahut başlangıcının kaleme alındığı gibi bir yaklaşım öyle zannediyorum ki Türkiye toplumunun birbirini kucaklaması, Türkiye toplumunun tüm fertlerinin devlet ve toplum katında görülebilirliğinin ve mağduriyetlerinin farkında olunduğunun ve bundan sonra böyle bir yüzleşmeyle karşı karşıya kalmaması sorumluluğunun bir nişanesi olarak düşünülebilir. Onun için, insan onuru kavramı bizim açımızdan çok toparlayıcı, kapsayıcı ve sadece geçmişe ve Türkiye'nin bugününe yönelik bir bakışı ifade eden bir kavram olmakla sınırlı değil, aynı zamanda, geçmişiyle ilgili bir yüzleşmenin de yeni gelecekteki Türkiye’ye yönelik bir kalkış noktası, eşiği olarak görülebilecek bir kilit kavram. Dolayısıyla, naçizane önerimiz, anayasanın madde numaralarıyla başlayacak kısmında da devletin şekliyle başlamak yerine insan onuruyla başlamak takdim tehir açısından bir yeni politikanın ifadesi olması hasebiyle bizce önem taşıyor.
İkinci bir husus, bu haklara temas edeceğim kısımda altını çizmek istediğim, haklar rejimi. Malum, temel hak ve ödevler veya temel hak ve özgürlükler olarak anayasalarda yer alan hükümler. Şimdi burada şu hususun bütün bu çalışmaya katkıda bulunan öğretim üyelerimiz de altını çizdiler, ben de o görüşteyim, benim de naçizane katkıda bulunduğum bir başlık var “anayasa ve insan hakları” başlığı altında, şunu teklif ediyoruz: Yani Türkiye'nin artık yeni bir anayasasında haklar rejimi tartışılırken bugün Türkiye gerek Avrupa Konseyi bünyesinde gerek Birleşmiş Milletler bünyesinde gerek Uluslararası Çalışma Örgütü veya UNİCEF gibi uluslararası ve haklarla ilgili standart oluşturan bu uluslararası kurumlar nezdinde üretilmiş uluslararası anlaşmaların neredeyse hepsine taraf olmuş bir ülke. Son bir Birleşmiş Milletler sözleşmesi var, kayıplarla ilgili, ben o konuda da Türkiye'nin çok büyük bir çekincesi olmayacağı kanaatindeyim, kişisel görüşüm itibarıyla zannediyorum bu konuda da adım atılır fakat diğer bütün sözleşmelerde belli başlı medeni, siyasi haklar, ekonomik, sosyal, kültürel haklar konusunda standartlar oluşturan sözleşmelere taraf bir ülke. Şimdi, bu durumda Türkiye'nin anayasasının bir kere bu standartların altında haklar rejimi öngörmesi herhâlde düşünülmesi mütalaa edilemeyecek bir husus olsa gerektir diye düşünüyorum ve hemen altını ikinci kez çizmek istiyorum, o da şu: Bütün bu uluslararası insan hakları standartları da aslına tabii, minimum standartlardır. Dolayısıyla, bu minimum standartların üzerinde bir haklar rejimini Türkiye düzeni açısından tartışmak da mümkündür ve üstelik kanımca, yeni bir Türkiye ufku açısından da bence olması gereken yaklaşım budur. Yani minimumla yetinmek zorunda da değiliz, elbette ki, onun için zaten bu katkıları sağlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla, Türkiye'nin gerek anayasa sistematiğini düşünecek olursak kişisel hak ve özgürlükler, işte bildiğimiz gibi, yaşam hakkı, işkence yasağı, özel haberleşmenin gizliliği, hak arama özgürlüğü vesaire klasik haklar, birinci kuşak haklar bakımından gerek ekonomik sosyal haklar açısından olsun bunlarda zaten uluslararası yükümlülük altına girdiği standartların altında değil hatta üstünde bir haklar rejimine yer vermesi herhâlde arzu edilir bir yaklaşım olacaktır.
Bu çerçevede düşünülmesi gereken bir husus, daha önceki anayasalarda bu yok, yer verilmedi fakat o anayasaların hazırlandığı dönemler itibarıyla da bu aslında söz konusu değildi o dönemlerde, kültürel haklar meselesidir ama kültürel hakları kapsayan bir uluslararası anlaşmaya, Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi’ne Türkiye 2003 yılında taraf oldu. Bu konuda 27’nci maddede bir çekincesi vardır ama ondan ibarettir çekincesi, bu da zaman içerisinde tartışılabilir kanısındayım. Bu çekinceler de geri alınabilir gerektiğinde, ayrı bir konu, o ayrı bir tartışma fakat kültürel haklar meselesi de bu anayasa hazırlık süreci içerisinde bence üzerinde durulması gereken bir konu olarak kendini gösteriyor bütün dünya açısından. “Neden?” diyeceksiniz, son çeyrek yüzyıla, yani 80’li yıllardan bugüne, 70’lerin sonlarından, 80’lerden bugüne hatta soğuk savaşın bitmesinden sonraki dünyaya, 90’lara, 2000’lere baktığımız zaman insan hakları tartışması, insan hakları zihniyeti, insan hakları mücadelesini belirleyen bir ortak taban var. Bu tamamen kültürel haklar, kimlik meseleleri, çok farklı kimlik meseleleri, dinsel kimlik, etnik kimlik, cinsel kimlik, cinsiyet kimliği vesaire, yaş üzerinden kimlik, engellilik üzerinden kimlik ama kimliğin çok önemli olduğu bir hak profiliyle karşı karşıyayız son çeyrek yüzyıldır. Dolayısıyla, kültürel haklar bağlamında bu karşımıza çıkan bir olgudur sosyal anlamda. Bunu bir anayasa hazırlık sürecinde bu olguyu, bu sosyal olguyu görmemek mümkün değil. Dolayısıyla, bunun üzerinde bir mesai harcamak bizim açımızdan, özellikle bu çalışmaya katkı veren öğretim üyelerimiz bakımından önem taşıyan bir husustur ama tabii, biz burada bunun sadece parametrelerini ve yaklaşım değerlerini vurgulayabiliriz, sonunda karar alıcılar sizlersinizdir. Elbette ki o karar alma sürecinin teknik ayrıntılarının ve siyaset etme gerçeğiyle de birlikte kâğıda dökülmesi gerekiyor ama şöyle bir yaklaşımı, yani bu olguyla hiç yüzleşmeme gibi bir yaklaşımın biz bugün Türkiye açısından çok gerçekçi bir yaklaşım olmayacağı kanısındayız. Formüller üzerinde elbette ki durulabilir.
Haklar rejimi açısından bir başka husus var ki, bu konuda aslında önemli bir adım atıldı 2004 yılı Anayasa değişiklikleriyle. Biz buna akademik dünyada, hukukta “çatışma giderici norm” diyoruz. Yani bir uluslararası hukuk normuyla iç hukuk normu farklı farklı düzenler getiriyorlarsa hangisini nasıl uygulayacaksınız? Biri diğerini izale mi edecek, üstüne mi çıkacak veyahut birlikte mi uygulanacaklar, uygulamada öncelik mi olacak, bunlar çok farklı formüller. Buna ilişkin olarak 90’ıncı madde, mevcut Anayasa son fıkradaki hükmün korunması gerektiği ve hatta geliştirilmesi gerektiği kanaatindeyiz çünkü o hüküm çok önemlidir fakat büyük ölçüde de aslında uygulamaya ve yoruma bırakmış durumdadır. Zannediyorum orada biraz daha uygulamayıcıyı, hukuk uygulamacılarını yönlendirici bir formüle ihtiyaç var. Mesela, Yargıtay uygulamasında ben üç davada ancak bu 90’ıncı madde uygulamasına yer verildiğini gördüm ceza davalarında.
Şimdi, bu 2004 yılından 2012 yılındayız yani sekiz yıl olmuş neredeyse, nisan-mayıs gibiydi o çıktığında. İşte sekiz yılda, benim gözümden kaçan muhtemelen vardır, şimdi töhmet altında bırakmak istemem kimseyi ama bu çok cılız bir referanstır yani bir hukuk uygulanması açısından 90’ıncı madde gibi çok önemli bir hükmün, o değişiklik hükmünün uygulamada pek itibar görmemesi olabilecek bir şey değil, Anayasa’nın amir hükmüdür sonuçta. Dolayısıyla, o hükmün korunması –yine “haklar rejimi” başlığı altında konuşuyorum- fakat biraz daha açık bir ifadeyle, berrak bir ifadeyle ortaya konulması önem taşır kanaatindeyim teknik ayrıntısı itibarıyla ve burada belki hatta şunu da düşünmek lazım: Onun daha öncesinde yer alacak bir sorumluluğun da özellikle yasama açısından, yasama organı açısından, Türkiye Büyük Millet Meclisi açısından ortaya konulması kanımca, 90’ıncı madde benzeri bu formülün güçlendirilmesine yol açabilir. Bir ön denetim, yani Meclis bünyesinde sanıyorum geçen dönemde böyle bir teklif hazırlanmıştı ama herhâlde kadük olmuştur o. Yani Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu mesela yasama sürecine dâhil edilebilir kanaatindeyiz ve özellikle Türkiye'nin uluslararası insan hakları yükümlülükleriyle kanunların hazırlanma sürecindeki yasama mesaisinde bir ön denetim, yani onlara uygunluk açısından bir ön denetim, hele böyle bir amir hüküm anayasada korunacaksa 90’ıncı madde sonundaki gibi kanımca kaçınılmazdır. Aksi hâlde, ne olacaktır? Aksi hâlde, yasamanın üretmiş olduğu bir yasa, yasal norm, bir yasal düzenleme, bir yasal kod o bağlamda yani temel insan hak ve özürlükleri bağlamında o amir hüküm karşısında ikmal edilmek durumunda kalacaktır ki herhâlde yasamanın böyle bir mesai ortaya koymasını düşünemeyiz diye düşünüyorum. Bu, egemenlik açısından bir sorun çıkarmaz çünkü zaten günümüzdeki egemenlik anlayışı dünyada ve modern demokrasilerde mutlak egemenlik değildir. Bu. özellikle haklar rejimi bağlamında, haklar ışığında sınırlandırılmış bir egemenlik anlayışıdır. Bu, meşruiyetin de bir gereği olduğu için kanımızca, böyle bir yaklaşım etkili olur düşüncesindeyiz. Dolayısıyla, 90’ın son fıkrasındaki o teknik formül önemlidir ve altının çizilmesi gerekir fakat başka birtakım hususlar var ki mevcut Anayasa’da yok aslında, böyle bir değişiklik de yapılmadı bu yönde, daha önceki anayasalarda da yoktu. Örneğin, farklı sınırlandırma rejimine tabi haklar arasındaki çatışmalar meselesi; örneğin, yaşam hakkı ve sağlık hakkı, mesela. Bunlar iç içe geçebilen haklar olabilir hatta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin sadece bu gerekçeyle sınır dışı etmeyi engelleyici kararlar verdiğini biliyorum. Yani sağlıktan yeterince kendi ülkesinde yararlanamayacağı düşüncesiyle kendi ülkesine… Mesela, Britanya’ya girmiş bir Haiti vatandaşı, diyelim, yasa dışı yolla Britanya’ya girmiş ama sınır dışı edilebilir, herhangi bir şey değil, bir mülteci değil, sığınmacı değil fakat adam ciddi, ağır bir AIDS vakası –böyle bir dava var Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde- ve iade edilmesinin o 3’üncü madde ihlali olarak, Sözleşme’nin 3’üncü maddesinin ihlali olarak gayriinsani muameleye yol açabileceği gerekçesiyle Britanya’yı sorumluluk altında bırakacak. Dolayısıyla, demek istediğim, ekonomik, sosyal, kültürel vesaire haklarla medeni, siyasi haklar örtüşebilir. Dolayısıyla, farklı sınırlandırma rejimine tabi. Yani yaşam hakkı mutlak korumayı gerektirir, sağlık hakkında belirli sınırlandırmalardan söz etmek mümkündür veya diğer başka kişisel haklarda da. O zaman bunlar arasında böyle bir çelişmenin ortaya çıkması veya sürtünmenin ortaya çıkması hâlinde bunun nasıl giderileceğine dair, anayasa koyucunun kanımca, anayasada bir çatışma giderici norma yer vermesi lazım. Bu, bazı durumlarda tabii, değişiyor. Mesela, eğitim hakkı, evet, herkesin eğitime erişme ve eğitimden yararlanma içeriği çerçevesinde hakkı var fakat “eğitimde haklar” dediğiniz zaman o eğitimin hakkını nasıl, hangi çerçevede yerine getirildiği ile ilgili bir gerçekle karşılaşıyorsunuz. Dolayısıyla, burada yine söz konusu olan husus, bağlantılandırma, ilişkilendirme meselesidir. Özellikle, ekonomik, sosyal, kültürel haklar meselesi çünkü devletin sorumluluklarını mali yönden de dikkate almayı gerektirdiği düşüncesiyle biraz çekinceli ve mesafeyle yaklaşılan bir hak manzumesini ifade eder fakat aynı zamanda, hakların bütünselliği ilkesi çerçevesinde insan hakları hukukunun medeni, siyasi haklardan da kopuk değildir. Dolayısıyla, bu bütünselliğin dikkate alınması sanırım yeni bir anayasaya yenilik vasfını kazandırmada önemli bir husus olacaktır kanısındayım.
Tabii, burada bir başka teknik husus, hakların korunması meselesi. Hakların korunmasında tabii ki hak arama özgürlüğü çerçevesinde yargı teşkilatının bünyesinde yer alan koruma usulleri çok önemli bir yapı oluşturuyor fakat o çerçevede de… Ben yaklaşık on yıldır insan hakları eğitimi projelerine katılıyorum, sizin Bakanlığınız döneminde de Bakanlıkla gayet iyi ilişkilerimiz oldu, sizden önceki ve sonraki bakanlarla da Adalet Bakanlığıyla ilişkilerimiz gayet iyi oldu fakat yine de bir devlet politikası olarak ve bunun ölçülebilir olması yani çıktıların da, yargının işleyişindeki çıktıların da dikkate alınması da gerektiği kanısındayım. Elbette ki buna ilişkin çok uygulama var, çok deneyim var, özelilikle Avrupa Konseyinin CEPEJ raporları bu konuya ilişkin çok ciddi veriler sunuyor veyahut bunun dışında dikkate alınması gereken bir başka husus, işleyişte belli haklara uygunluğa işaret eden parametreler var. Mesela, Türkiye’de cumhuriyet savcılıklarının açmış oldukları davaları biz beraatla sonuçlanıp sonuçlanmamasına göre 85’ten bu yana istatistiklerini inceledik yaklaşık yüzde 50’dir rakam, yani yüzde 47-52 arasında gider, gelir. Bunun Avrupa Birliğindeki standardı yüzde 6-7 civarındadır, Yunanistan, hemen komşumuz, o civarlardadır. Türkiye’de yüzde 50 olması, bunun ortaya çıkarttığı toplumsal maliyeti düşündüğümüz zaman ciddi bir rakamdır, Bu da insan haklarıyla ilgili bir meseledir aslında baktığınız zaman çünkü yargısal süreçte sanık veyahut mağdur olarak yer alan
mağdur olarak yer alan kişilerin o süreç içerisinde ve dolayısıyla etrafı, işleri, vesaire, buna ayrılan mali yatırım, şu bu, hepsinin, bunun bir hesabı yapılmış değil ama ortaya çıkan toplumsal maliyet ciddi bir rakamdır ve dolayısıyla bunun olmaması lazım. O bakımdan, yargının çok önemli bir işlevi olduğu tartışmasız, ilk derece mahkemelerinden üst derece yüksek mahkemelere kadar.
Tabii, bu bağlamda bu tür hazırlıklar olduğunu biliyorum. Yargı dışı denetim ve izleme yolları, Türkiye İnsan Hakları Kurumu veya kamu denetçiliği mekanizması veya ayrımcılıkla ilgili böyle bir müessesenin orada yer alması, bunların ilişkilendirilmesi, kadınlarla ilgili belki böyle bir özel yapılanma, bunlar hepsi bir kurum içerisinde de düşünülebilir ama bu tür yargı dışı denetim yollarının da katkısının büyük olacağı kanısındayız ancak burada bir husus var, o da bunlara ilişkin de standartlar belirlenmiş durumdadır yani yargı dışı denetim yollarına dair, etkili izleme yollarının yöntemleri ve usullerine dair ilkesel bir çerçeve belirlenmiştir, gerek Birleşmiş Milletler içerisinde gerek Avrupa Konseyi gerek Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı bünyesinde. Bunların dikkate alınması gerektiği kanısındayız o çerçevede yapılacak bir çalışmada.
Diğer hususlar metinlerde de yer aldığı için ben daha ayrıntıya girmiyorum. Diğer bir, bu defa daha organik yapıya ilişkin temas etmemiz gereken hususlar var. Devletin temel organları arasında ve organların kendi içlerinde yetki ve görev ayrılığı meselesi, haklar rejimi ve devletin temel organlarının işleyişi arasındaki bağlar, işleyişte şeffaflık ve hesap verebilirlik meselesi. Şimdi, bunun tabii çok farklı boyutları var yani bizim çoğulcu bir demokrasi dediğimiz yaklaşım içerisinde zaten bu başlık ve önceki başlık altında tartışılabilecek birçok husus var. Bunun aynı zamanda bir başka ilke ki muhtemelen yeni anayasada da korunacağını tahmin ediyoruz, hukuk devleti ilkesi bağlamında da tartışılması gereken yönleri olduğu kanısındayım. İlk parametre açısından baktığımızda, devletin temel organları arasında ve organların kendi içlerindeki yetki ve görev ayrılığı meselesi, aslında hukuk devleti açısından da olması gereken bir ilkedir yani idarenin tüm eylem ve işlemlerinde hukuka uygun hareket etmesi ilkesi malum hepimizin bildiği, dolayısıyla bu organlar arasındaki yetki ve görev ayrılığı meselesinin aslında bir hukuk devleti ilkesi olarak taşıdığı değeri de ortaya koyacaktır. Bizim rahmetli oldu şimdi, hukuk fakültesinde bir hocamız, sanıyorum sizlerin de tanıdığınız, siz de İstanbul Hukuktansınız yanlış hatırlamıyorsam, Lütfi Duran, bize derslerde şunu söylerdi, idare hukuku hocasıdır rahmetli: Mesela, göreve yeni atanmalar nedeniyle bir bakanın mesela Yargıtay Başkanı veya Yargıtay Başkanının kalkıp bir bakanla veyahut diğer kuvvet komutanlıklarına vesaire yani devleti üst düzeyde temsil eden birimlerin, idarelerin başkanları, müdürleri, bakanlarının dahi bu tür ziyaretlerde yapmaması beklenir kuvvetler ayrılığı ilkesi çerçevesinde. Belki bu bugün çok katı bir yorum olabilir, bilmiyorum ama burada belirleyici olanın hukuk devleti ilkesi olduğu sanırım çok fazla altı çizilen bir husus değil, onu dikkate alacak olursak bunun bir güçler arası devletin organik teşkilatlanmış yapısı içerisindeki ya da kuvvetler, güçler ayrılığı, erkler ayrılığı ilkesi bağlamında ama bir güç ilişkileri değil fakat bir erkler arası ilişki veyahut temel organlar arasında bir ilişkinin bir hukuk devleti ilkesi olduğunu aslında ortaya koymanın daha yumuşak bir zemin oluşturacağı kanaatindeyiz. Bu tabii bazen aynı yapı içerisinde de söz konusu olabiliyor. Mesela, yargıyı ele alalım, yargının diğer devlet organlarıyla belli bir demokrasiye uygun mesafe içerisinde faaliyetini sürdürmesi önemlidir ama yargının kendi içerisindeki alt-üst ilişkileri yani ilk derece yargı ile yüksek yargı arası ilişkiler bakımından da bunun dikkate alınması önemli bir husustur. Hele ki Türkiye sisteminde yargıçların sahip olduğu ilerlemelerine ilişkin hususlar bakımından da etkisi olabilen bir mekanizma söz konusuysa o teşkilat bünyesinde. Dolayısıyla, sadece yatay olarak devletin organları arasındaki ilişkiler bakımından değil ama dikey olarak da bunun dikkate alınmasının önemli olduğu kanaatindeyiz.
Bir başka husus bu çerçevede altı çizilebilmesi mümkün görünen şu: Genellikle anayasaların o haklar rejimine ilişkin kısmı ile devletin organlarının işleyişine dair hükümleri birbirinden çok yalıtılmış, kalın duvarlarla ayrılmış birer hükümler manzumesi gibi mütalaa edilir. Bunun tabii ki isabetli olmadığı çok açık çünkü sonuçta bir devlet teşkilatının işleyişinin haklar rejiminden uzak, hele ki insan haklarına dayanan, insan haklarına saygılı veya dayanan tartışmasına girmek istemiyorum ama kanımca bu hükümle bile çok şey yapılması mümkündür insan hakları politikası açısından 82 Anayasası’nın fakat bu çerçevede, hele belki insan haklarına dayanan bir devlet olma şiarının biz Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımlamada yeni anayasada altı çizilmesi gereken bir kavram olduğu görüşündeyiz. Dolayısıyla, her iki anayasa başlığının hem devlet teşkilatının işleyişi hem haklar rejiminin etkili bir biçimde kurulması ve yürütülmesi bakımından birbiriyle olan bağlarının öyle zannediyorum ki birbirinden yalıtılmış iki ayrı düzenin yapı taşları olarak değerlendirilmemesi gereği önem taşıyor. Burada tabii birtakım revizyon çalışmalarına ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz. Bizim görüşümüz, mesela yargıyla ilgili alanlarda askerî yüksek yargı kurumlarının lağvedilmesi yönündedir. Mevcut sivil yargı organlarının gerek Yargıtay gerek Danıştay, hem Askerî Yargıtayı bünyesinde barındırabilecek niteliktedir hem Askerî Yüksek İdare Mahkemesi gibi pek fazla emsali olmayan bir yapının da Danıştay bünyesinde ki 72 öncesi dönemde de böyleydi zaten Türkiye’de, onu da herhâlde dikkate almak gerekecektir düşüncesindeyim. Dolayısıyla, burada da özellikle hem devletin organlarının işleyişinde hukuk devleti ve demokrasiye uygun bir mimarinin kurulması ve yeni tasarımının ortaya konulması kadar bunun haklarla bağlarının, haklar rejimiyle bağlarının da kurulması, altını çizmek istediğimiz bir diğer husus.