1 nolu alt komisyon tutanaklari iÇİndekiler



Yüklə 2,81 Mb.
səhifə20/39
tarix27.12.2018
ölçüsü2,81 Mb.
#87124
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   39

  • İşleyişte şeffaflık ve hesap verebilirlik meselesi birçok açıdan önem taşıyor. Sadece mali hususlar bakımından değil ama mali hususlar bakımından da tabii bu geçerli fakat idari işleyiş bakımından da. Türkiye örneğin, 2003-2004 yıllarında Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’nu kabul etti ki bu önemli bir ayrıcalık Türkiye vatandaşları açısından çünkü benim bildiğim kadarıyla dünyada mevcut devletlerin dörtte 1’inin sahip olabildiği bir hak mekanizmasıdır bilgi edinme hakkı. Dolayısıyla, Türkiye o kulübe girdi, bu önemli fakat uygulanmasındaki etkililik ve istisna hükümlerinin manzumesi de bu hükmün daha doğrusu bu mekanizmanın, bu Kanun’un tam layıkıyla uygulanmasına imkân veremeyecek bir profil ortaya koydu yaklaşık sekiz yıldır. Dolayısıyla, bunun daha etkili kılınabilmesi lazım, şeffaflık mekanizmasının etkili kılınabilmesi lazım. Aynı husus hak arama yollarında da geçerlidir. Mesela, devletin hangi hak arama yol ve usullerine başvurulacağı konusunda bilgi verme yükümlülüğü bir de Anayasa değişikliğiyle, sanıyorum 40’ıncı maddeydi, getirildi Anayasa’ya fakat bu konuda bizim Türkiye Adalet Akademisiyle de üç yıllık süren Bilgi Hukuk Fakültesi olarak bir eğitim çalışmamız olmuştu. Seminerler biçiminde, üç yıl, yılda 4 kez düzenledik, benim orada da çok farklı yargı çevrelerinden gelen sayın hâkimlerle, savcılarla yaptığım görüşmelerde, mesela bu hükmün hiç uygulanmadığı yönündedir bana verilen bilgi, izlenim. Şimdi bunların biraz daha zannediyorum bu konuda ümitliyiz, yeni dönem itibarıyla daha şeffaf kılınabilmesi lazım. Buradaki temel kasıt şu, altını çizmek istediğim temel husus şu: Bireyin idare karşısındaki konumunu resmeden bir grafik, bir şema vardır, hep bunu örnek gösterirler, o da şudur: Mesela, vergi dairesine gideceksiniz ve vergi borcunuzu ödeyeceksiniz diyelim. Vezne karşısındasınız. Bugün gerçi elektronik vesaire, başka yollardan da ödeme mümkün ama bu çok şematize eden bir ilişki biçimidir, onun için ben sizlerle paylaşmak istiyorum. Veznenin tasarımı acaba nasıldır? Yani bir devlet idaresinin ajanı olarak ya da temsilcisi olarak karşınızda duran o kamu görevlisi ile siz vatandaş acaba nasıl ilişkiye giriyorsunuz, bedeninizi eğip bükmek zorunda mısınız mesela? Yani arada bir cam paravan var, aşağıda küçük bir ses deliği var, dolayısıyla siz oraya eğilerek mi o kamu görevlisiyle konuşmak zorundasınız? Bu mesela, devlet-birey ilişkilerini şematize eden çok sembolik bir örnektir çünkü niçin? Siz orada kamu idaresi karşısında belinizi bükerek onunla ilişki kurmak gibi bir tasarımla karşı karşıyasınız. Burada hiçbir kötü niyet olmayabilir ama şimdi bu sembolü aslında bütün devleti işleyişi bütün devlet faaliyetleri açısından dikkate almamız gerekiyor yani asimetri meselesi yani asimetriyi simetriye çevirebileceğimiz bir ilişki meselesi çünkü devletin faaliyetlerinin gerçekleşmesinde bütün organları itibarıyla, yargı, yürütme ve yasama açısından yurttaşların bir asimetrik ilişki içinde kalmaya zorlandığı çok farklı durumlar olabilir, gözaltı süresini çok uzun tutabilirsiniz, işte tutukluluk meseleleri tartışılıyor, belki bir iyileşme meydana gelebilecek vesaire veyahut siyasi katılım konuları yani siyasi hayata katılımın zorlaştırıldığı örnekler, bunlar ortaya çıkabilir, kadınlar açısından çıkabilir, daha küçük siyasi oluşumlar açısından kendini gösterebilir vesaire. Acaba bütün bu işleyişte bu şeffaflığın ve katılımcılığı artırabilecek eşit simetrik ilişkinin var olabilmesi tasarımı devletin teşkilatlanmasına da nasıl hâkim kılınmalıdır? Altını çizmek istediğimiz husus bu çerçevede.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Hocam, ayırdığımız süre dolmak üzere, birkaç dakika içerisinde toparlayabilirseniz çünkü daha sonra beklediğimiz kuruluşlar var, zamana dikkat etmek zorundayız.

  • İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ DEKANI PROF. DR. TURGUT TARHANLI – Zaten son husus, toparlıyorum.

  • Son olarak bu son slayt, şöyle toparlayayım bunu, çok ayrıntısına girmek istemiyorum, muhtemelen bu tabii sizin sorumluluğunuz dâhilinde bir husus değildir ama bizim önemli bulduğumuz bir diğer husussa şu: Anayasa hazırlık sürecine hâkim olan tartışma dili ve söyleminin öyle zannediyorum ki bütün siyasi partiler ve bütün toplumsal örgütler ve medya ve Türkiye toplumu olarak yapıcı ama yıkıcı değil, yaratıcı, kurucu anlamda bir eleştirellik ve şeffaflık içinde sürdürülmesi gerekiyor. Bu sorumluluk hepimiz açısından olduğu kadar öyle zannediyorum ki bu sürecin yürütülmesi sorumluluğu kendi uhdesinde bulunan siyasi oluşumlar ve tabii en başta Türkiye Büyük Millet Meclisi bakımından da önem taşıyor. Bu noktada bir toplumsal iletişim duyarlılığının herhâlde altının çizilmesinin de önemli olduğu kanısındayım.

  • Çok teşekkür ederim bu fırsatı İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve tabii üniversitemiz adına bize tanıdığınız için.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Biz de teşekkür ederiz Sayın Hocam. Tabii, sizin Meclis Başkanlığına göndermiş olduğunuz öneriler paketi daha geniş. Size çok özet hâlinde temel değerleri izaha çalıştınız, biz de büyük bir dikkatle dinledik. Kuşkusuz ki Komisyon olarak mayıs başından itibaren yeni anayasa yapım sürecine başladığımızda bütün bu önerileriniz Komisyonumuzca göz önünde bulundurulacaktır. Ben katkılarınız sebebiyle, zahmetleriniz sebebiyle size çok teşekkür ederim.

  • Şimdi, Komisyon üyesi arkadaşlarımızın söyleyecekleri olabilir.

  • Rıza Bey, buyurun.

  • RIZA TÜRMEN (İzmir) – Teşekkür ederim efendim.

  • Ben üç konu üzerinde durmak istiyorum. Bir tanesi, haklar rejiminden söz ederken uluslararası anlaşmalardan ve bu anlaşmalardaki standartlardan söz ettiniz. Özellikle Birleşmiş Milletler Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin altını çizdiniz. Tabii, şu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir Türkiye'nin koyduğu çekinceler var. Bu uluslararası anlaşmalara katılmanın etkisini zayıflatıyor. Mesela, Çocuk Haklı Sözleşmesi’ne koyduğu çekince var. İkincisi, aşağı yukarı herkesin taraf olduğu ve Türkiye'nin taraf olmadığı uluslararası anlaşmalar var. Mesela, Azınlıklar Çerçeve Sözleşmesi gibi Avrupa Konseyinin. Bunlara taraf olması gerekiyor mu anayasa yapım süreci bakımından; bir.

  • İkincisi, yasama organında bir ön denetim kurulsun, 90’ıncı maddenin son paragrafıyla ilgili olarak. Tabii, bu çok önemli bir düşünce. Peki bu yasama organında kurulması öngörülen ön denetim, kanun hükmündeki kararnameleri de kapsamalı mı sizce?

  • Bir de tabii sosyal haklardan hiç söz etmediniz.

  • İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ DEKANI PROF. DR. TURGUT TARHANLI – Metnimizde var ama çok ayrıntıya girmek istemedim.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Tunca Hocam…

  • TUNCA TOSKAY (Antalya) – Hocama çok teşekkür ediyoruz. Kendi şahsında hukuk fakültesinin değerli öğretim üyelerine de teşekkür ediyorum. Gayet kapsamlı, güzel bir çalışma olmuş. Mutlaka bizim redaksiyon aşamasına geçtiğimiz zaman büyük katkı sağlayacak. Ben bunun dışında bir şey yapmak istemiyorum, çok teşekkür ediyorum efendim.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Süreyya Bey, buyurun.

  • SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Ben de teşekkür ediyorum. Sanırım metnin tümünü incelediğimizde çok daha faydalanabileceğimizi umuyorum. Bu şekliyle bile bugüne kadar yapılmış en özenli çalışmalardan birisi gibi duruyor. Tekrar teşekkür ediyorum.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Sayın Türmen’in beyanlarıyla ilgili kısa bir değerlendirme yaparsanız seviniriz.

  • İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ DEKANI PROF. DR. TURGUT TARHANLI – Öncelikle teşekkür ederim.

  • Taraf olunmayan öncelikle çekinceler meselesi. O çekinceler evet, Çocuk Hakları Sözleşmesi, ekonomik, sosyal, kültürel, medeni, siyasi haklar sözleşmelerinde büyük ölçüde Kürt meselesiyle ilgilidir o çekinceler. Dolayısıyla, Türkiye'nin belki bunu dikkate alması lazım ve hatta, Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde bence çok isabetli bulmadığım bir çekincedir eğitim hakkıyla ilgili olanı çünkü eğitim hakkının iki bileşeni vardır, eğitime erişim ve eğitimin içeriği. Eğitimin içeriğinde mesela çocuğun dünyadaki farklı kültürlerde insanların yaşadığını ve insan haklarına saygı esasına dayalı bir eğitim alması gerektiği gibi bir hükme de çekince koymuştur Türkiye. Bu tabii, 95 yılında onaylandı. Dolayısıyla, ben doğrusu anlamakta zorlanıyorum böyle bir çekinceyi. Oradaki tabii esas vurgu, çocuğun ana babasının kültürüne sahip olma ve bunun geliştirilmesi meselesidir. Bunun artık bugünün Türkiye’sinde ve dünyasında çok yadırgatıcı bir şey olmadığı kanaatindeyim yani ana babasının kültürünü yaşatmak veya onun bilgilenmesi, o bağlamda bir eğitimin söz konusu olması, aslında var olması gereken bir şey fakat bu konuda çok kronik aslında bir Türkiye politikası var Türkiye devletinin çünkü 1954’deki Demokrat Parti döneminde de mesela, Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne koyduğu yegâne çekince, ana babanın kendi ahlaki, dinî, vesaire inancına göre çocuğuna gerektiğinde eğitim verme ya da verdirmeme özgürlüğüne ilişkin bir çekinceydi. 54 yılında Demokrat Parti döneminin koyduğu yegâne çekince budur Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde, başka çekince yoktur. Aynı çekince, 2003 yılında Ağustos ayında, bu defa Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 14’üncü maddesine de kondu. Bu konuyla ilgili yani eğitim verdirmeyle ilgili olarak. Zannediyorum, bu konuda biraz daha bir kere güvenmemiz gerekiyor birbirimize, bu önemli bir husustur. Zannediyorum bu çekincelerin tabii o sözleşmelerin kabulü sürecindeki Genelkurmay Başkanlığının özellikle Dışişleri Bakanlığıyla olan ilişkilerindeki sert görüşmeler Meclis tutanaklarında yer alır. Ben Meclis tutanaklarından bu bilgiye sahibim yani 2003 yılında Medeni, Siyasi Haklar Sözleşmesi ve Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin onayını uygun bulma kanunlarının Meclisteki görüşme tutanaklarında milletvekillerinin ortaya koyduğu kaygılardır bunlar. Üstelik hem de yanlış hatırlamıyorsam bir CHP milletvekilidir yani bu kaygılar nedeniyle üç beyan, üç deklarasyon dercedilmiştir ve Türkiye çok garip beyanlar ortaya koymuştur. Bu sözleşmelere taraf olmak suretiyle Birleşmiş Milletler Kurucu Antlaşması’nın 1’inci ve 2’nci maddelerini ihlal etmeme yükümlülüğünü dikkate almak falan gibi, herhâlde yani bunlar hukuken korunmaması gereken çünkü korunmasına gerek dahi, ihtiyaç dahi göstermeyen hükümlerdir. Dolayısıyla, benim naçizane görüşüm, Türkiye’deki bu restorasyon süreci olarak eğer adlandırmak mümkünse yeni anayasa sürecini, bu çekincelerden arınmak politikası belki önemli adımlardan birini oluşturabilir bu restorasyon sürecinde. Bu çünkü çok zor bir iş değildir de yani yasama külfeti açısından da büyük bir zorluğu da yoktur ve bunun anlatılması ve uygulanması açısından da uygun bir zeminin yaratılması da düşünülebilir, uygun elverişli şartları düşünülebilir. Bu uygun elverişli şartlara ilişkin aynı bağlamda Avrupa Konseyinin çerçeve sözleşmesi veya bölgesel ve yerel diller şartı açısından baktığınız zaman mesela ana dilin eğitimi meselesi, altı farklı katmanda tartışılıyor. Anaokulu, ilköğretim, ortaöğrenim, mesleki eğitim, yükseköğretim, mezuniyet sonrası eğitim, vesaire. Bunların hepsi düşünülebilir. Teknik eğitim mesela. Bunların hepsi düşünülebilir ve bunların dolayısıyla bu bağlamda zannediyorum kamu düzeni kaygıları olmaksızın insanı gören politikaları geliştirme babında önemli yapı taşları, önemli adımlar olduğunu dikkate almak düşünülebilir fakat bölgesel ve yerel diller şartı Avrupa Konseyi bünyesinde de tabii çok az devlet tarafından onaylanmış bir antlaşma. Çerçeve sözleşme değil ama diğeri Avrupa’nın de pek itibar etmekte biraz zorlandığını gördüğüm bir anlaşma.

  • Ön denetim meselesi, eğer hak ve özgürlüklerle ilgili olacaksa kanımca, kanun hükmünde kararnameler bakımından çünkü 90’ıncı madde demin izah ettiğim son fıkra, kanunlar ve antlaşmalar arasında bir mukayeseyi ön planda tutar ama kanun hükmünde kararnameler de bir anlamda kanun hükmünde kararnamelerdir, adı üzerinde. Dolayısıyla, aynı sürece dâhil edilmelerinde yarar olduğu kanısındayım bir tutarlılık açısından.

  • Sosyal haklara temas etmedim çok ayrıntıya girmek istemediğim için ama bu onları ihmal ettiğim anlamına gelmiyor çünkü sosyal haklar özellikle günümüzde ekonomi ve ticaretin piyasa regülasyonları üzerinden yürütüldüğü bir dünyada özellikle bu piyasa regülasyonu ve hak bağının kurulması bağlamında önem taşıyan bir husustur sosyal ve ekonomik haklar yani ekonomik ve ticari yatırımların sadece piyasa dinamizmi üzerinden tasarlanmaması ama hak kavramı üzerinden de bu ilişkilerin kurulmasının önemli bir gerçekle bizi karşı karşıya bırakacağı kanısındayım ve bu tabii mevcut Anayasa’nın 65’inci maddesindeki o ekonomik ve sosyal haklara ilişkin mazeret hükmünün de yeni anayasada herhâlde o hâliyle ve o biçimde ve belki de hiç yer almamasını gerektireceği düşüncesindeyim çünkü bu 1961 Anayasası’nda vardı ama Türkiye elli yıl öncesinin Türkiye’si artık değil, çok daha güçlü bir Türkiye ekonomik bakımdan da siyasi bakımdan da. O bakımdan böyle bir mazeret hükmünün hele ki ekonomik, sosyal haklara ilişkin uygulamalarda veya hizmetlerdeki uygulamalardaki gelişmeler de dikkate alınacak olursa ben hiç gerek olmadığı kanaatindeyim. Ama bu şu demek değildir: 82 Anayasası biraz korporatif bir yapı içerisinde esnaf, sanatkârlar, köylüler, çiftçiler, gençler, bunun gibi belli sektörel zümreler ekonomik sosyal haklar bünyesinde yer alması gibi bir yaklaşım içindeydi. Bence böyle bir anlayıştan tamamen uzak durulması ve oradaki asıl meselenin ekonomik ve sosyal hak meselesi olduğunun altının çizilmesi gerekir kanısındayım.

  • Çok teşekkür ederim.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Ben de teşekkür ederim Hocam arkadaşlarım adına. Başka vesilelerle tekrar görüşmek dileğiyle lütfen selamlarımızı götürün efendim.



  • Efendim, tekrar, hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.

  • Türkiye Büyük Millet Meclisinde, bundan üç ay kadar önce çalışmaya başlayan Anayasa Uzlaşma Komisyonu, başta siyasi partilerimiz olmak üzere, anayasal kuruluşlar, sivil toplum örgütleri ve vatandaşlarımızdan bu süreçle ilgili öneriler, teklifler elde etme, veri toplama çalışmalarına devam ediyor. Bu çalışmalarımız bizim, nisan sonuna kadar devam edecek, mayıs başı itibarıyla da kamuoyundan gelen, sizlerden gelen bu öneriler istikametinde, inşallah, Komisyon olarak sivil, Türkiye'nin ihtiyaç duyduğuna inandığımız çağdaş bir anayasayı yapmaya gayret edeceğiz.

  • Siz de yazılı görüşlerinizi Meclis Başkanlığına ilettiniz ama aynı zamanda da sözlü olarak Komisyonumuza bilgi vermeyi düşündünüz ve bu münasebetle, şu anda birlikteyiz.

  • Biz, Komisyon olarak sizleri dinliyoruz. Değerlendirmelerimizi –demin ifade ettiğim gibi- mayıs ayında çalışmalarımıza başladığımızda kendi aramızda yapacağız. O nedenle, herhangi bir karşılıklı değerlendirme, Komisyon olarak yapmıyoruz.

  • Şimdi sizi, Sayın Elçi, dinlemeye hazırız.

  • Buyurun.

  • KATILIMCI DEMOKRASİ PARTİSİ GENEL BAŞKANI ŞERAFETTİN ELÇİ – Teşekkürler.

  • Sizleri ve sayın Komisyon üyelerini saygıyla selamlıyorum.

  • Süremizde bir kısıtlama var mı?

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Şimdi, kırk dakikadır süremiz. Demek ki, şu anda saat iki buçuk, üçü on geçene kadar zamanımız var.

  • KATILIMCI DEMOKRASİ PARTİSİ GENEL BAŞKANI ŞERAFETTİN ELÇİ – Sayın Başkan, değerli Komisyon üyeleri; elbette sizler zaten bu konularda yetkin kişilersiniz. Önünüze pek çok görüş geldi. Hemen hemen, tahminime göre, söylenmesi gereken her şey, bu konularda, söylenmiştir ama mademki biz burada bu iş için davet edildik, ben de kendimin ve partimin görüşlerini, KADEP’in görüşlerini arz etmeye çalışacağım.

  • Şimdi, anayasalar çok önemli metinlerdir. Yani, devletin temel yapısını, kuruluşunu, yönetim biçimini, organlarını, bu organların birbirleriyle olan bağlantıları, yurttaşların devlete karşı hak ve hukukunu, devletin yurttaşlara karşı görevlerini düzenleyen temel metinlerdir. Şimdi, Anayasa, eğer, gerçekten… Anayasalar siyasi düzen açısından son derece gerekli olduğu için, anayasaların değiştirilmeleri bütün dünyada zorlaştırılmıştır. Bu nedenle, anayasayı düzenlerken anayasayı değiştirmenin zorluğu da dikkate alınarak daha titiz davranılması gerekir.

  • Bana göre ve zannedersem anayasa uzmanlarına göre de anayasanın her şeyden önce dikkat etmesi gereken iki temel ilke var:

  • 1) Anayasalar toplumsal yapıya uygun olmalı. Âdeta, anayasa, toplumun fotoğrafı olmalı ve her vatandaş kendini anayasada görmeli, “Bu benim anayasamdır.” diyebilmeli. Biz, çağdaş dünya ile uyum içinde olma, onlarla kendimizi çağdaş dünyanın içinde bulduğumuza göre, yapacağımız anayasanın çağdaş, modern dünyanın anlayışıyla da uyumlu olması lazım. Bu konuda, son derece, hem dünyadaki gelişmiş ülkelerdeki modern anayasaların ve hem de bu anayasaya hayatiyet veren, özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarının son derece dikkate alınması lazım. Tabii, bunun yanında, bir de anayasa koyucularının bir şeye dikkat etmesi lazım. Anayasalar, çabuk çabuk, kolay değiştirilmeyen metinler olduğundan, gelecekteki gelişmeleri de dikkate alarak, yalnız günün ihtiyaçlarına değil, dünyanın gelişme trendi nedir, nereye gidiyor, buna göre, anayasa koyucunun anayasayı yaparken buna da dikkat etmesi gerek.

  • Şimdi, ne yazık ki bizde anayasalar bugüne kadar bu dediğim prensiplerin tamamen dışında, sadece egemen olanların ideolojik ütopyalarını yaşama geçirmenin bir aracı olarak anayasalar düzenlenmiştir. Yani, toplumun yapısı, toplumun ihtiyaçlarından ziyade, egemen olan, devleti yönetenlerin kendi kafalarındaki ütopik anlayışlarına göre bir anayasa düzenlemesi yoluna gidilmiştir ve bu nedenle de, anayasalar nedeniyle toplumla devlet arasında sürekli sürtüşme. İşte, bundan kaçınmak lazım. Onun için yani toplumsal yapıya çok dikkat etmek lazım.

  • Malumunuz -tekrara gerek yok- Türkiye'nin toplumsal yapısı, çoğulcu bir toplumdur yani homojen bir toplum değil, heterojen bir toplum. Şimdi, böylesine bir toplumda, işte, bu toplumsal yapıya uygun çoğulcu bir anayasa gerekir, herkesin kendini içinde görebileceği. Bu nedenle toplumumuzun yapısına uygun olarak, benim kanaatime göre, anayasada şöyle bir hüküm bulunmalı: Türkiye Cumhuriyeti toplumu, Türk ve Kürtler ile diğer azınlıklardan oluşan bir toplumdur. Bu, toplumun çoğulcu yapısının ifadesi olur. Ben, böyle bir görüşün anayasada yer almasını son derece yararlı görüyorum. İnsanların tatmin olması, hem bu temel halkın göz önünde bulundurulması ve diğer bütün azınlıkların -ister din, dil, etnik, hangi inanç grubu, hangi açıdan- farklı olanların da hakkının hukukunun güvence altına alınmasının anayasada yer alması gerekir.

  • Şimdi, tabii, modern anayasaların yani dünyadaki modern anayasanın üç temel özelliği var:

  • 1) Özgürlükçüdür.

  • Şimdi, özgürlükçü anlayışta yani bu temele dayalı anayasalarındaki sisteme göre, özgürlükler esastır, özgürlüklerin kısıtlanması istisnadır. Ancak, bu özgürlüklerin kısıtlanması da temel hak ve hürriyetlerin özünü zedeleyici nitelikte olmamalı. Ona da çok dikkat edilmesi lazım gerekir anayasada.

  • Diğer ikinci özellik: Çoğulculuktur.

  • Artık günümüzde yani 20’li, 30’lu yılların tekilci, faşizan dünya anlayışı tamamen terk edilmiş, çoğulculuk ön planda ve bu çoğulcu anlayışa göre de en ufak bir birimin de varlığını koruması, varlığını geliştirebilmesinin imkânları anayasayla sağlanmalıdır.

  • Diğer üçüncü özellik, modern anayasaların diğer üçüncü özelliği: Katılımcı olmaları.

  • Artık çağımızda, gelişmiş toplumlarda insanlar temsilî demokrasiyle yetinmemekte, kendilerini ilgilendiren önemli konularda mutlaka doğrudan doğruya yönetime katılmayı arzulamaktadırlar. Bu da katılımcı bir demokrasiyi gerektirir. Demokrasinin özüne, yapısına daha uygundur. Zira, hem kendisini ilgilendiren konularda karar verebiliyor, kendisini yönetenleri yakından denetleyebiliyor ve kontrol edebiliyor.

  • Bir de çağımızda artık insanlar şunun farkında: Hiç kimse, insanın kendisinden fazla, çıkarını koruyamaz. Onun için, o yani politikadaki mühendislik anlayışı, tepeden “Halk kendi çıkarını koruyamaz, bilemez. Bizim bunun çıkarlarını yönetmemiz konusunda öncü olmamız…” gibi bir anlayış dünyamızda terk ediliyor. Bu nedenle de yani anayasanın mutlaka katılımcı olması lazım. Katılımcılık, bir kere, işleyebilmesi için, merkezî olmayan, ademimerkeziyetçi bir sistem gerekir. Bu mutlaka gereklidir.

  • Eğer biz katılımcı demokrasiyi benimseyeceksek mutlaka yerinden yönetimi formüle eden bir anayasa yapmamız lazım. Bunun değişik versiyonları olabilir, yerinden yönetimin. İşte, eyalet sistemidir, özerk bölgelerdir, federatif sistemdir. Bizim partinin benimsediği model federatif sistemdir çünkü dünyadaki gelişmeye de bakarak yani çoğulcu toplumsal yapıya sahip olan devletlerin bünyesini, yapısına en uygun model federatif sistemdir. Şimdi, federatif sistemi biz böylesine önemsediğimiz için, müsaadenizle, yani biraz bu, haddini aşmak olmasın…

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Estağfurullah, buyurun, çok rahat konuşabilirsiniz.

  • KATILIMCI DEMOKRASİ PARTİSİ GENEL BAŞKANI ŞERAFETTİN ELÇİ – Çünkü, Türkiye’de –biliyoruz- federal sistem hakkında olabildiğince bilgi kıtlığı var ve federal sistem âdeta öcü gibi karşılanıyor.

  • Şimdi, siyaset bilimiyle, uluslararası hukukla meşgul olanlar bilirler ki federal sistem, bir kere, kesinlikle devletin bölünmesi değil, devletin iç yönetimiyle ilgili bir modeldir ve federal sistem, olabildiğince, farklı olanların kendilerini ifade edebilme, kendileriyle ilgili konularda yetki sahibi olabilme imkânı tanıyor.

  • Şimdi, bizim Türkiye’de bir de başka bir yanlış anlaşılma var. Biz zannederiz ki üniter devlet mutlaka merkeziyetçi devlettir. Hâlbuki yanlış. Yani, dünyada bugün, üniter devlet olmasına rağmen içinde özerk bölgeler barındıran pek çok devlet var. Hatta bu üniter devletlerde özerk bölgelere bazen federal sistemde bile var olmayan haklar devredilir.

  • Yalnız federal sistem ile üniter devlet arasında önemli şu fark var: Üniter devlette merkezî yönetimin yetkilerinin devri söz konusu. “Yetki devri” denir buna. Ama, şu sakıncası var: Merkezî yönetim, yetki devrettiği için, istediği zaman, tek taraflı, merkezî iradeyle bu yetkileri geri de alabilir çünkü özerk bölgelerde yetkilerin mutlaka anayasayla düzenlenmesi gerekmeyebilir, yasalarla da düzenlenebilir ama federal sistemde böyle bir sakınca yok. Federal sistemin temel karakteri yetkilerin paylaşımıdır.

  • Şimdi, egemenlik açısından üniter devletle federal devletler arasında yetkinin kaynağı açısından bir fark yok, ikisinde de yetkinin temel kaynağı halkın özgür iradesidir ancak iktidarı kullanma açısından bir farklılık var. İktidar, federal devletlerde paylaşılıyor, iktidarın kullanımı ve bu da anayasayla düzenleniyor ve bir altlık, üstlük yok. Federe sistemlerde merkezî yönetim ile federe yönetimler eşit düzeydedir, bir altlık, üstlük durumu söz konusu değil ve federe bölgelerin arzusu, rızası alınmadan merkezî yönetimin tek başına anayasayı değiştirme hakkı ve yetkisi de yok. Ancak, şu var: Federe bölgelerin anayasaları da esas, merkezî yönetimin anayasasına uymak zorunda, onunla uyumlu olmak zorunda, federal merkezî yönetimin anayasasına aykırı bir hüküm vazedemezler. Şimdi, bu nedenle federal sistemlerde bir güvence var.

  • Ayrıca, bir yanlış anlaşılmayı gidermek için ufak bir parantez açayım. Bizim Türkiye’de zannedildiği gibi, federal sistemde bölgeler devlet değil. Amerika’daki “State” adından, yanlış olarak biz, federe bölgeleri federe devlet olarak… Hâlbuki devlet değil, onlar bölgedir. Tek başına, ne merkezî yönetim ne de federe bölgelerin yönetimi devleti oluşturmuyor, hepsi birlikte devleti oluşturuyor yani federal yönetimle federe yönetimler birlikte devleti oluşturuyorlar. Bu bakımdan, zannedildiği gibi, bir kere, bölünme de değil ve adı da “devlet” değil; esas, bölgedir onlar, federe bölgelerdir ama bazı yanlış tercümeler sonucu Türkiye’de federe bölgelere “federe devlet” denir. Bence o yanlıştır.

  • Şimdi, bu anayasalarla ilgili genel açıklamadan sonra, bizim önümüzdeki anayasa süreciyle ilgili bazı sıkıntılara, problemlerimize değinmek istiyorum.

    Yüklə 2,81 Mb.

    Dostları ilə paylaş:
  • 1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   39




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

    gir | qeydiyyatdan keç
        Ana səhifə


    yükləyin