MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Buradaki tek sorunumuz şu olabilir, belki onu şey yapabiliriz… Yani eskiden olduğu gibi, şöyle yapıyoruz, usul, 3 parti bir şey söylüyorsa onu yazıyoruz, diğerini paranteze alıyoruz.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Aynen bunu söylüyorum.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Burada benim tereddüt edişimin sebebi: Cumhuriyet Halk Partisi “’Vatandaşlık’ da, ‘Türk vatandaşlığı’ da olabilir.” dediği için burada “3 parti bir şey diyor, 1 parti başka bir şey diyor.” şeyi yok. İsterseniz şöyle soralım o zaman: “’Vatandaşlık’ yazıp ‘Türk vatandaşlığı’nı paranteze almak mı doğrudur, yoksa bu şekilde ‘İkisi de olabilir.’ anlamında, slash’la yapılan ayrımı mı benimseyelim?” diye konuşalım geçelim yani.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – İşte “Ona Cumhuriyet Halk Partisi karar versin.” diyoruz çünkü Cumhuriyet Halk Partisi’nin görüşü belirleyici.
ATİLLA KART (Konya) – Bu aşamada o tartışmaya girmeyi ben pratik olarak doğru bulmuyorum. Bunu ilerleyen süreçlerde değerlendireceğiz, tartışmalar olgunlaştıkça değerlendireceğiz ama bu aşamada biz kendi metnimizin, kendi ifademizin bu şekilde geçmesini istiyoruz.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – O zaman bu şekilde kalır.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Yanına bu yazılmaz mı? Kırmızıyla, yeşilin üzerinde belirtiyorduk ya.
TBMM KANUNLAR VE KARARLAR BAŞKANLIĞI BAŞKAN YARDIMCISI İBRAHİM HALİL TAVAŞ – Şöyle efendim: Şimdi, CHP’nin başlığı da bu olduğu için, artık biri yeşil, biri kırmızı…
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Hayır, hayır; yeşil, kırmızıdan demiyorum Sayın Başkan, her zaman iki tane şey yazdığımız ya da kırmızıyla yazdığımızda yanına parantez açıp hangi partinin neyi söylediğini yazdık; usulümüz oydu.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Ama yeni bir yöntem geliştirdik ya burada. Burada iki…
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Yok, biz onu yazalım.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Şöyle: Şimdi, normalde aslında burada bugüne kadar uyguladığımız bir yöntem vardı; kabul edilenler normal, bir parti ya da iki parti farklı öneri yaparsa o da parantez içinde kırmızı olarak yazılıyordu ama şimdi görüldüğü gibi, az önce Başkanın da ifade ettiği gibi, CHP karar veremediği için 2’ye 2 bir durum var.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Ama Yavuz Hocam, önemli değil, ona CHP kendi adına karar verir. Bizim standart bir kararımız var, MHP’nin de öyle. Kimin ne dediği burada gözüksün.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Özgür Hanım’ın dediği doğru yani bunlardan hangisini hangi parti öneriyor?
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Kim ne diyor, o belli olsun.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Ha, o belli olsun.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Tabii.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Tabii.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Yeşil falan demiyoruz.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Yeşil, kırmızıdan vazgeçtik.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – O zaman “Vatandaşlık”ın önüne bir parantez açıp “AK PARTİ ve BDP” yazılacak, diğerine de…
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Diğerine de “CHP, MHP” yazılacak.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Ama CHP ikisini de söylüyor.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Ona onlar karar verirler, nereye yazılacağına.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Ona “CHP” de denilecek.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ona işte “CHP karar versin.” diyoruz.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Yavuz Bey, ona CHP karar versin.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – İşte, vermiyor CHP, sorun orada.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ona CHP karar versin, nasıl yazılacağına karar versin.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Vermiyorsa kalırız, siz onların yerine bence karar vermeyin.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Tamam, işte, nasıl yazılsın?
ATİLLA KART (Konya) – Gayet açık. Nedir? CHP’nin yanına “Vatandaşlık tire Türk vatandaşlığı” yazılsın.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – CHP’ninkini ayrı yazıyorsunuz.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Ama siz “Vatandaşlık”a da katılıyorsunuz, o zaman birincinin içine de yazılmanız lazım.
ATİLLA KART (Konya) – Hayır, ayrı ayrı yazalım; o tam anlaşılamaz.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ayrı ayrı yani CHP’ninkini ayrı yazalım.
ATİLLA KART (Konya) – “Vatandaşlık tire Türk vatandaşlığı” yanına “CHP.”
PROF. DR. YAVUZ ATAR – O çift şeyi CHP için özel olarak yazacağız demek ki.
ATİLLA KART (Konya) – Evet.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Yani CHP’nin ayrıyeten yazıyoruz.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – İlk defa böyle bir şey ortaya çıkmış oluyor.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Olabilir yani yeni bir durum çıkmışsa ortaya...
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Ama bu şimdi… Ben teknik bir şey söyleyebilir miyim Atilla Bey?
ATİLLA KART (Konya) – Buyurun Hocam.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Şimdi, burada bu kamuoyuna böyle yansırsa, CHP karar vermiş… Normalde bu platforma -ben teknik bir şey söylüyorum tabii, siyasi bir şey değil; yanlış anlaşılmasın- bugüne kadar her parti kendi kanaatini netleştirip bu masaya öyle getiriyordu. İlk defa siz…
ATİLLA KART (Konya) – Sevgili Hocam, biz onun gerekçelerini anlatırız, siz oraya takılmayın.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Yok yok, takılmıyorum. Yani bunu…
ATİLLA KART (Konya) – Biz bunları gerekçelendiririz, gerek yok.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Bunu sadece ifade etmek istedim.
ATİLLA KART (Konya) – Ne demek istediğinizi anladım.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Evet, tamam.
ATİLLA KART (Konya) – O bizim sorumluluğumuzda, o bizim değerlendirmemiz…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – “CHP’yi CHP’den fazla düşünmeyin.” diyorsunuz yani.
ATİLLA KART (Konya) – O bizim sorumluluğumuz.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Yok, yok, ben bu masadaki teknikle ilgili bir şey söyledim, tamam, geri alıyorum.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Şimdi, o zaman birinci fıkranın… Ha, birinci fıkra, tabii, “cümlesi” diyeceğim ama değil, herkeste bir cümle olarak birinci fıkra zaten. Birinci fıkrayı yazalım.
Yazamıyoruz yani ben baktım da.
ATİLLA KART (Konya) – Burada, tabii, konunun özelliği gereği bence tümü üzerinde konuşmalar yapalım.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Olur aslında yani zapta geçirilecek, kayda geçirilecek.
ATİLLA KART (Konya) – Ondan sonra fıkralar üzerinde…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Buyurun, sırayla gidelim.
Aşırı naziğiz bugün. Önce sizden…
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Şimdi, tabii, fark etmez; biz her zaman hazırız.
Şimdi, değerli arkadaşlar, vatandaşlıkla ilgili konu Türkiye’de uzun zamandır tartışılan bir konu. Vatandaşlık meselesi bir konu, mesele olarak modern bir meseledir, aşağı yukarı 19’uncu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Ondan önce, vatandaşlık, bugünkü anlamıyla bir vatandaşlık tanımı ve bir hukuki statüsü yok. Devletle o devlete bağlı olan kişiler arasında daha farklı birtakım hukuki ilişkiler kurulmuş.
Bizim tarihimizde de Osmanlıda da bu var ve ağırlıklı olarak, daha çok din çerçevesinde, kişinin diniyle ilgili olarak bir ilişki kurulmuş. Genel anlamda vatan şeyi Osmanlı hukukunda dinle bağlantılıdır. Bir İslam vatanı, yurdu vardır; bir de İslam yurdu olmayan yer vardır. Arada birtakım tarifler de koyuyorlar Osmanlı hukukçuları. Ama Müslüman olan bir kişi, mesela Osmanlıda -doğal bir vatandaşlık- Hindistan’da da yaşıyor olsa Osmanlıya geldiğinde bugünkü anlamıyla -tırnak içinde vatandaşlığı kullanıyorum- vatandaştır; yabancı muamelesi -yine bugünkü teknik anlamıyla- görmez. Müslüman olmayanlar ise, gayrimüslimler ise ikiye ayrılıyor bu anlamda; bir İslam ülkesi vatandaşı olanlar var, bunlara “zimmi” deniliyor. Biz, tabii, eski tabirleri biraz karikatürize ederek kullanıyoruz ama onlar hukuki tabirlerdir, “zimmi” zimmet meselesinden geliyor. Yani “devletin ve o İslam ülkesi vatandaşlarının bir başkasına ait temel hakları garanti etmeyi üstlenmesi” anlamına geliyor; zimmi bu, “zimmet sözleşmesi” deniliyor buna da. Yani bir İslam ülkesinde yaşayan, bugünkü anlamıyla -yine tam hukuki statü değil ama- vatandaş kabul edilen gayrimüslimlere “zimmi” deniliyor. Bir de vatandaş olmayan gayrimüslimler var, bunlar da bugünkü anlamıyla, tırnak içinde, “yabancı” dediğimiz kişiler. Bunların da bazı, tabii, haklarıyla ilgili durumlar var; birçok detay falan, bunlara girmek istemiyorum. Yani ceza hukuku bakımından, temel haklar bakımından tanınmış olan birtakım asgari standartlar var. Bir şeyi, yalnız, ifade edeyim: Bu anlamda Osmanlı hukukunda bir asgari standart vardır. Yani bu standardın temelinde mütekabiliyet bir belirleyici kriter değildir. Yani bir başka devlet Osmanlı ülkesi vatandaşlarına birtakım hakları tanımıyor olsa bile bir asgari standart içerisinde, yabancılara Osmanlı Devleti’nin tanıması gereken bazı haklar var. Bu kendi hukuk düzeninden kaynaklanan şey.
Neyse, netice itibarıyla vatandaşlık meselesi, 19’uncu yüzyılda daha çok, önemli hâle geliyor. Bizde ilk düzenleme biraz da büyük ölçüde dış baskılarla, Tâbiiyeti Osmaniye Kanunu’yla yapılıyor, 1284, 1869’da yani yapılıyor. Burada, “vatandaş” tabiri yok, “tebaa” tabiri. Tabii, “tebaa” tabiri de küçültücü bir şey değil, o tür karikatürize ifadeler, değerlendirmeler var. “Tebaa” tabi olmaktan geliyor yani “Osmanlı Devleti’ne tabi olan kişi” anlamına geliyor tebaa, daha doğrusu “kişiler”, çoğul. Daha sonra, 1876 Anayasası’nda yine aynı ifade var, “tebaa” ifadesi kullanılıyor. Daha sonra, 1924 Anayasası’nda, aslında “vatandaş” ifadesi geçiyor metinde, başlığı olmasa da. Hatırlarsınız, oradaki, 1924 Anayasası’ndaki hüküm şöyle: “Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı gözetilmeksizin vatandaşlık cihetiyle Türk ıtlak olunur.” Bu aslında 1876’daki tanımın, orada “Osmanlı ıtlak olunur.” yerine “Türk” koymak suretiyle benimsenmiş hâlidir. Daha sonra 1929’da bizde Türk Vatandaşlığı Kanunu diye bir kanunla daha ayrıntılı düzenlemeler yapılıyor. Bugünkü Anayasa’yla aynı olan o “Türkiye Cumhuriyeti devletine -veya Türk devletine- vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” ifadesi 61 Anayasası’nda giriyor, 82 de aynı tanımı benimsiyor.
Şimdi, dünya anayasalarına baktığımızda, aslında vatandaşlık konusunun birçok anayasada anayasal konu olarak ele alınmadığını görüyoruz. Yani bakabildiğim, kesin bir istatistik rakamı değil söyleyeceğim ama aşağı yukarı yarısında vatandaşlıkla ilgili hiçbir hüküm yok; bu iş kanuna bırakılmış bir iş. Geriye kalanlara da baktığımızda, bunların da aşağı yukarı yarısında bir tanım içermiyor, işte, bizim burada önerdiğimiz gibi bunun bir hak olduğu falan gibi bir ifade, sanıyorum Belçika Anayasası’nda böyle bir şey var -sadece bir örnek olarak söylüyorum- ama bunun dışında, tanım içeren anayasalar da var.
Şimdi, burada bizim tabii kendi görüşümüzü, partimizin görüşünü söylüyorum: Aslında AK PARTİ’nin kuruluşundan itibaren, vatandaşlıkla ilgili benimsenen ifade “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı”dır, 2001’den bu yana. Bu, birçok şekilde birçok belgede de dile getirilmiştir. Buradaki problemi biz şu 61 Anayasası döneminde benimsenmiş olan ifadeyle ilgili olarak buluyoruz.
Ben Türk hukuk tarihi çalışmış birisi olarak birkaç şey söyleyeceğim. Benim bilgilerime göre -bu, tarihçiler arasında da tartışılan bir husustur, konuşulan bir husustur- “Türk” ifadesi bir etnisite için kullanılmıyor, bir etnisiteyi anlatmak için kullanılan bir ifade değil. Bugünkü anlamda bizim “Türk” dediğimiz grup “Türkmen” olarak ifade ediliyor Osmanlılarda. Türkmen gruplarının bir üst ifadesi olarak “Türk” var. Tarihçilerin, bu konuda çalışan tarihçilerin bunun bir isim değil de sıfat olduğu yönünde daha yaygın bir kanaati var. Çok uzatacak bir konu değil bu, bir şeyi sadece söyleyeyim…
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Çok uzatacak bir konu.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Konuşuruz tabii ki. Ben sadece kendi başlıklarımı söyleyeyim, bir şeyi söyleyeyim: İsmet İnönü’nün hazırlamış olduğu Şark Raporu’nda -daha çok bu Doğu Anadolu’da- şöyle bir ifade var: “Burada yaşayan Kürtler Türk olmaya çok hevesliler.” diyor.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – O, Bitlis için söylüyor, bir de Mardin ve Midyat için.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Ağrı, Kars bölgesinde yaptığı şeyde de var.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Mardin, Midyat ve Bitlis.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Bunu diyor. Şimdi, burada, şöyle yani İsmet İnönü açısından düşünelim konuyu, bakalım…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – “Türklüğe hevesli” diyor.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Hevesli, evet.
Şimdi, şöyle…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Hâlen de öyleler bunlar, hâlen de Türklüğe heveslidirler, kişilik problemleri var çünkü.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Hayır, öyle değil.
Şimdi, burada şunu demek istiyorum: Eğer İsmet İnönü bu raporu yazan kişi olarak Kürtlükle Türklüğü aynı anlamda, yani farklı etnisiteleri ifade eden kavramları olarak düşünüyor olsaydı böyle bir ifade kullanmazdı. Çünkü etnik olarak Kürt olan bir kişinin Türklüğe heves etmesinin bir anlamı yok; bu olmayacak bir şey.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Bunlar Arap işte, sorun orada. Söyledikleri, hepsi Arap. Aynen cümle bu: “Türklüğe hevesli Arap şehirleri.” Aynen, raporun orijinali, “Türklüğe hevesli Arap şehirleri.”
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Benim dediğim, Ağrı civarında seyahati var.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – İbare bu, orijinali bu.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – O bölge değil, Ağrı civarında, burada kullandığı ifade bu.
Şimdi, şunu demek istiyorum: Yani herhâlde İsmet İnönü de etnik olarak Kürt olan, anası babası Kürt olan bir kişinin Türklüğe heves etmek suretiyle Türk olabileceğini düşünmüyordur. Şunun için bunu söylüyorum…
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Tam da öyle düşünüyor.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Bir dakika, lütfen… Burada, Türk olmaktan veya Türk olmaya heves etmekten, Türklüğe heves etmekten kastettiği şey, kültürel bir şey orada onun aslında. Yani ben bu tabirin daha 1930’lu yıllara kadar “Türk” ifadesinin bir etnisiteyi ifade etmek için, ona karşılık olarak kullanılmadığı kanaatindeyim. Ancak tabii ki kelimelerin, kavramların da bir hayatı vardır, bunlar da değişirler elbette. Bunlar zaten kendi başlarına bir mana, birçok şey ifade etmez; bir anlam yüklenir bunlara. Yüklenen anlamda değişiklikler olabilir, bunları kabul edersiniz, etmezsiniz; ayrı mesele ama bugün itibarıyla Türkiye’de bu kelimenin bir etnisiteyi ifade etmek için kullanıldığına dair bir eğilim, bir kanaat var. Bunun yüzde 100 böyle olduğunu da düşünmüyorum ben yalnız, yani herkesin böyle benimsediğini de düşünmüyorum.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Yüzde kaç düşünüyorsunuz, gerçekten?
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Efendim?
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Yani sizce etnisite…
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Ben 61’den itibaren, Türkiye’de 27 Mayıs darbesinden itibaren… İsterseniz bir iki şey daha söyleyeyim: 27 Mayıs 60, biliyorsunuz, Türkiye’de aslında ikinci cumhuriyettir. Bu bir değerlendirme falan değil, bizzat yapanların ifadesidir. Resmî Gazete’ye bakın, hükûmetlere bakın, “ikinci cumhuriyet hükûmeti” falan. İşte, birçok hocanın, akademisyenin değerlendirmesi var. İsmet Giritli’nin kitabı var bu konuda, “İkinci Cumhuriyet” diye. Dahasını söyleyeyim ben: Anayasa, Temsilciler Meclisinden geldikten sonra Millî Birlik Komitesinde tartışılırken ilk konu, “Bu anayasa ‘ikinci cumhuriyet anayasası’ olsun, böyle isimlendirilsin.” şeklinde bir talep var. Bu tartışılıyor, enine boyuna tartışılıyor, deniliyor ki: “Böyle olsun mu, olmasın mı?” ve gerçeğin bu olduğu, yani birinci cumhuriyetin sona erdiği, ikinci cumhuriyetin kurulduğu ama bunun bu şekilde ifade edilmesinin bir meşruiyet problemi doğuracağına dair bir yaklaşım var.
Ben Türkiye’de devletin, resmî ideolojinin, milletin 27 Mayıs 60 sonrasında yeniden tanımlandığı kanaatindeyim ve bizim… Daha önce yok mu? Tabii var, Osmanlıya kadar götürebiliriz bölgeyle ilgili sorunları, işte, Kürt isyanlarını falan götürebiliriz ama meselenin kronik hâl alması 27 Mayıs 60 sonrasındadır. Devletin temel politikalarının, devlet merkezindeki o ideolojiye sahip çıkan bürokratik yapının temel politikalarının ben bu sorunu kronik hâle getirdiği kanaatindeyim. O tarihten itibaren… İşte, Cemal Gürsel’in birçok şeyi vardır, sözü vardır, afişler vardır, bayramlarda asılan şeyler vardır o dönemde. Bunların bir taraftan bu kelimenin anlamını dediğimiz şekilde değiştirerek, bir etnisiteye isim hâline çevirerek; bir taraftan da farklı etnik kökene bağlı olanların bu kimliklerini provoke ederek, bunları bir mesele hâline getirmek için devletin yanlış politikalar izlediği kanaatindeyim.
Şimdi, geldiğimiz bu noktada bizim aslında “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” ifadesine de bir itirazımız yok ama burada bizim yaptığımız öneri, dünyada birçok anayasada da olduğu gibi, burada bir tanım içermeyen bir ifade. Bunun bir hukuki ilişki olduğuna sadece bir atıf yapıyoruz, kazanılması ve kaybıyla ilgili de kanuna gönderme yapıyoruz. Burada yapılacak bir tanımın, bir vatandaşlık tanımının Türkiye’de üzerinde mutabık kalınabilecek bir tanım olmadığını da düşünüyorum. Tabii, bir şeyi daha burada ekleyeyim: Yani burada, zaman zaman gazetelerde de görüyoruz, “’Türklük’ tabiri anayasadan çıkarılıyor.” falan. Bu bence çok… Söylenebilecek bir şeydir ama doğru, yerinde bir ifade değildir. Neden? İşte, Osmanlı Devleti diyelim ki -bu anlamda söylüyorum- Türklükle alakası yok o zaman, yani anayasasında böyle bir ifade geçmiyor.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – 1876’yı bir hatırlayın.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – İşte, anayasada yok, Osmanlı olarak…
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Türkçe bilmeyeni milletvekili bile kabul etmiyorlar.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Tabii, memur olarak da kabul etmiyor ama anayasada vatandaşlık tanımında “Türk” ifadesi yok, “Osmanlı” demiş mesela.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Orada farklı bir eksenden hareket ediyor tabii.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Yani bu bakımdan, hani vatandaşlık tanımında bu ifade geçmiyor diye böyle bir değerlendirme Osmanlı açısından yanlış.
OĞUZ TURHAN – Biz de o coğrafyaya erişirsek tekrar…
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Aslında coğrafya konusu da ayrı bir konu, ona girmeyeyim ben. 1913 seçimlerine bakarsak, Osmanlı coğrafyasının, beşerî coğrafyasının dağılımı konusu da enteresan.
Neyse, buradaki mevzu… Mesela Selçuklular değil mi? Bu açıdan baktığımızda, buradaki meselenin anayasadaki bu tanımla, yani modern bir kavram olan bu tanımla doğrudan alakalı olduğu kanaatinde değilim ve bu toprakların üzerinde yaşayan bu millet bin yıldan fazla bir zamandır yaşıyor burada ve burada kendisine ait bir kimlik inşası var. Etnisitenin dışında, onların üstünde, bu toprakları vatan kılan bir anlayışımız var bizim, bir arada yaşamaya yönelik paylaştığımız çok büyük temel değerler var. Bu değerlerle ilgili olarak, tabii, zaman zaman Türkiye’de sıkıntılar yaşanmış. Bu ülkeye, bu devlete, bu topraklara ve birbirimize olan bağlılığımızı kıracak birtakım politikalar, yani üzerinde oturduğumuz dalı kıracak birtakım politikalar uygulanmış; bunların sonucu olarak ortada böyle bir tablo var ve bu bakımdan, bu vatandaşlıkla ilgili düzenlemenin hukuki bir mesele olduğu, bunun dışında bir boyutunun da bulunmadığı kanaatindeyim.
Bizim önerimiz, oradaki öneridir ama “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” önerisi de bizim tarafımızdan kabul edilebilir bir öneridir.
Kısaca böyle özetleyebilirim.
ATİLLA KART (Konya) – Sırayla gideceğiz herhâlde.
Ben de düşüncelerimi, tabii, biraz da kendi özelimi de katarak kayıtlara geçirmek istiyorum.
“Vatandaşlık” kavramının öncelikle bir hukuki bağı olduğu görüşündeyim ama bunun yanında bir siyasi boyutu da var, bu da ayrı bir tarihî gerçek, ayrı bir siyasi gerçek. Şimdi, burada şunu görmek gerekiyor: Tabii, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda bir ulus devlet inşa etmek anlayışı vardı, bu da ortada olan bir tablo. O noktada biz cumhuriyetle birlikte aslında demokratikleşmenin temellerinin atıldığına inanıyoruz. O “birey” kavramıyla birlikte, “laiklik” kavramıyla birlikte bir sürecin başladığını biliyoruz. Ancak, kabul etmek gerekir ki cumhuriyetin o değerlerinin, o anlamdaki tercihinin demokrasiyle içi doldurulamamıştır. Orada, tabii, bakıyoruz, işte 1920’li yıllardan itibaren isyanlar döneminin başladığını görüyoruz; giderek birbirini olumsuz bir şekilde tetikleyen ve giderek Kürt kimliğini görmezden gelen, dönem dönem reddeden ve zaman içinde asimile etmeyi amaçlayan politikaların egemen olduğunu görüyoruz. Genel tablodan söz ediyorum, çok ayrıntılara girmenin yeri değil diye düşünüyorum.
Burada bu süreç de enteresandır yani şunları artısıyla, eksisiyle görmek gerekir diye düşünüyorum: Bakıyorsunuz, o cumhuriyetle birlikte çok partili sisteme geçmeden evvel de Parlamentoda genellikle böyle, âdeta gizli bir el Kürt kimlikli insanların beşte 1 seviyesinde Parlamentoda temsilini sağlamış. Bu, çok partili sistemden önce de böyle, sonra da böyle; böyle bir aritmetik tablo var ama tabii haklı olarak şu denilecek: “O insanlar kendi kimliklerini ifade edemediler, kendi kimlikleriyle orada görev üstlenemediler.”
Devlet bir taraftan bu süreci zaman içinde geliştiriyor ama yine bakıyorsunuz şunu görüyorsunuz -daha evvel de bir toplantıda ifade ettim- yatırım anlamında şunu görüyorsunuz: Bakıyorsunuz, Marmara’ya 100 birim üzerinden 30 yatırım yapılmış -bu özellikle 1960’lı yıllardan sonra- Doğu, Güneydoğu’ya plan ve yatırım çerçevesinde zaman zaman 40-45 yatırım yapıldığı ortaya çıkıyor. Ama, tabii, temel sorun şu: Türkiye demokrasiyi inşa edememiş. Oraya yatırımı aktarmışsın, o yatırımın istihdama dönüşmesini sağlayamamışsın, onun eğitime dönüşmesini sağlayamamışsın, onun sağlığa dönüşmesini sağlayamamışsın. Bunun devamında, doğal olarak, sosyokültürel olarak o bölge gerçekten daha farklı dinamikleri yakalamaya başlamış. Böylesine bir Türkiye fotoğrafıyla karşı karşıyayız.
Tabii, burada 1960 ihtilaliyle ilgili de şunu değerlendirmek isterim: O olayın siyasi boyutunun analizine girmiyorum ama kabul etmek gerekir ki temel hak ve özgürlükler anlamındaki fikrî tartışma düzeyini Türkiye büyük ölçüde 1961 Anayasası’yla yakaladı, Kürt sorunu da 1961 Anayasası’yla birlikte daha organize bir şekilde dile getirilmeye başlandı. Bu anlamda, evet, o 60 ihtilalini yapanların “Kürt” kavramına -Cemal Gürsel’den başlayarak- çok farklı, gerçekten “temel hak ve özgürlükler” kavramıyla bağdaşmayan tutumları olmuştur ama genel iklim olarak Kürt sorunu, Kürt kimliği 1960 ihtilalinden sonra tartışılmaya başlanmıştır. Bu temel gerçeği de inkâr etmek bana gerçekçi gelmiyor, tarihe uygun gelmiyor.
Ne olmuştur? Özellikle Türkiye’deki proje 1980 ihtilaliyle şekillenmeye başlamıştır. İşte o Yeşil Kuşak Projesi’nin de katkısıyla, tesiriyle orada yeni bir dönemin başladığını görüyoruz. İnsanımızın birey olmaktan çıkarak tamamen bir ümmet anlayışıyla, bir tarikat anlayışıyla, cemaat anlayışıyla yeni bir projenin hayata geçtiğini görüyoruz, Türk-İslam sentezi çerçevesinde. Cesaretle bunu sorgulamamız gerekiyor, bunun Türkiye’yi getirdiği noktayı görmemiz gerekiyor.
Şimdi, burada yine kayıtlara doğru intikal etmesi için ifade etmek gereğini duyuyorum çünkü hemen bunun üzerinden tasniflerin yapıldığını biliyoruz. Ben kişisel olarak -ve parti politikamızın da bu yönde olduğunu biliyorum, bunu her zeminde de ifade ettim- cemaat ve tarikat anlayışına uzak olan birisiyim. Ha, nedir? Ama cemaat ve tarikat anlayışı bir Türkiye gerçeğidir, bin yıllık gerçeğimizdir, sosyolojik bir gerçektir ve bunu fikir ve düşünce özgürlüğü anlamında da ben saygıdeğer bulurum. Katılmam o anlayışa ama bu, fikir ve düşünce özgürlüğü anlamında, temel hak ve özgürlükler anlamında bir vakıadır ve saygı duyarım.
Tabii, burada Türkiye 1980 ihtilaliyle birlikte, orada o fikir ve düşünce özgürlüğünü, o çoğulcu yapıyı, 60-80 arasında nispi olarak oluşan, göreceli olarak oluşan o çoğulcu yapıyı tümden geriye götüren bir süreci yaşamaya başladı. Bugün geldiğimiz noktada işte bunu görüyoruz. Yani o cumhuriyetin hedefi tek tipleştirme değildi çünkü cumhuriyet aklı, bilimi esas almıştı. Onun uygulanmasındaki sakatlıklar, yanlışlıklar, değerlendirmeler; o ayrı bir bahis ama geldiğimiz noktada… Ve cumhuriyet aslında bunu büyük ölçüde yarattı. Bugün Türkiye’yi yöneten kadrolar işte bir anlamda bunun ispatıdır. Bu noktada haksızlık yapılmaması gerektiği düşüncesindeyim, bu noktada 1980 ihtilali ve sonrasının daha bilimsel, daha objektif değerlendirilmesi gerektiği düşüncesindeyim.
1980’le birlikte nedir? O Türk-İslam sentezi içinde, o cemaat ve tarikat kültürü içinde asıl tek tipleştirmenin ben bu dönemde başladığı kanısındayım. Öyle ki burada, bu devleti ele geçirmek -devleti yönetmek değil, devleti ele geçirmek- anlayışıyla Türkiye giderek tırmanan bir süreci yaşıyor, böyle bir dönemi yaşıyor. Bu, çoğulcu yapıyı yok etmektir ki beraberinde kaçınılmaz olarak bir ayrışma duygusunu getiriyor. Bu giderek tırmanıyor. Türkiye'nin bugün yaşadığı temel sorun budur. Yani böyle bir dönemde, bakıyorsunuz -tabii, bir siyasi projedir bu- bunu TOKİ’siyle yaşıyorsunuz, Kamu İhale Kurumuyla yaşıyorsunuz, kentsel dönüşümüyle yaşıyorsunuz. Bütün o demokrasi, şeklî anlamda demokrasiyi ifade eden kavramlar hep duruyor, hep ifade ediliyor ama o kavramların hep içi boşaltılıyor. Ne oluyor? Türkiye'nin merkezî anlamda, mutlak anlamda bir yetkiyi Ankara’ya taşıdığını görüyorsunuz. Bu yetmiyor; mutlak yetki talebi öylesine cazip bir talep ki şimdi yerelde de bunu yok ediyorsunuz, yerelde
Dostları ilə paylaş: |