ALTAN TAN (Diyarbakır) – İşte, bunda da olmazsa ne olacak, sorun o.
PROF DR. ALİ AKYILDIZ – İşte burada durduk, burada tutunduk, bunu koruyalım.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Niye mesela diğerlerinde tutunamadık, Osmanlıda, Müslümanlıkta niye tutunamadık? Kabahat Müslümanlıkta mıydı?
PROF DR. ALİ AKYILDIZ – Hayır, çağı geç okuduk. Türklüğe geldiğimizde, aslında sadece Türklükte durmadık. Demokrasiyle, çağa uygun bir yönetim sistemiyle, vatandaşlık hukukuyla birlikte bunu ele aldık yani Türklüğü böyle bir etnisite olarak asla düşünmedik ve bütün bu hukuk sistemi içerisinde birlikte bunu aldık. Dolayısıyla vatandaşlık bağı olarak, bağının adı olarak bunu aldık ve bu noktaya kadar getirdik. Şimdi, burada, bütün bu verilmiş mücadeleleri yok saymayalım, sayamayız. O yıllarda Kürt diye nitelendirdiğimiz işte Kırmançiler, Zazalar, vesaire bu insanların özellikle o Süleymaniye, Erbil, Kerkük kısımlarında İngilizlerle yapılan mücadelede ne tür kahramanlıklar yaptığının hikâyelerini ben çok okudum, bunlar doğrudur. İşte bu bile bu milletin birlikte bir şeyler başardığını gösteriyor ve burada bir tek milletin olduğunu gösteriyor. Yani, bu, bir etnisitenin inkâr edilmesi anlamına da asla gelmiyor.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – O zaman Kürt milleti diyelim ona, madem etnik bir şey ifade etmiyor.
PROF DR. ALİ AKYILDIZ – – Büyük ırmak var ya…
Şimdi, demek ki bu bir etnisite değildir, Türklük kavramı da sadece yalın kullanılmış bir şey değildir, bir hukuk sistemi değişikliğiyle birlikte tebadan vatandaşlığa geçişte vatandaşlığın adı olarak kullanılmıştır diyorum ve Hasan Hocama sözü bırakıyorum.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Şimdi, özellikle ele aldığımız konu… Hani ben bir anayasa hukukçusu olmam hasebiyle bir anayasal mühendislik adına konuyu biraz böyle farklı bir mecrada ifade etmek istiyorum. Sosyolojik bir yaklaşımı ifade ediyor. Oysaki vatandaşlık kavramı sosyolojik bir kavram değil tamamen hukuki bir kavramdır ve bu yönüyle vatandaşlık kavramının doğumu, hepimizin bildiği gibi, emperyal devletlerin yani imparatorlukların sona erip özellikle millî devletler dediğimiz veya ulus devletler denilen devletlerin doğumu sonrası ortaya çıkan bir kavramdır ve devletin kendi egemenliği altındaki insanlar ile dışarıdan gelenler, hariciler diyebilirsiniz veya o devlete tabii olmayanlar, ne derseniz deyin, arasındaki farkı belirleyen bir kavram olarak ortaya çıkmıştır. Temel sebebi de şudur: Devletin sağladığı imtiyazlardan, devlet olmanın, o egemen gücün sağladığı imkânlardan yararlanacaklar ile yararlanmayacak kitleleri ayırmak için kullanılan bir kavramdır. Onun için, vatandaşlık, devlet ile ferdî birbirine bağlayan hukuki ve siyasi bağdır deriz ve bu anlamda bütün bu algı içerisinde olaya yaklaştığımızda, biraz önce… Dün de söylenmiştir mutlaka, ben bir mazeretim nedeniyle yoktum. İşte, bir sürü eserde de bu var, birtakım anayasalarda bunun açıkça tanımı var, bir kısmında hiç yaklaşılmıyor, bir kısmında genel ifadelerle yetiniliyor ama vatandaşlık bu anlamda hiçbir şekilde sosyolojik bir tanım veya kavram olarak değil, tamamen, biraz önce ifade ettiğim hukuki çerçeveyi belirleyen bir kavram olarak ele alınmıştır, ki bizim anayasal sürecimizde konuya yaklaştığımızda, Özgür Hanım, biraz önce, yanlış anlamadıysam, geçmiş anayasaların bu tanıma ilişkin gerekçesinde tüm Türkleri birleştirmek gayesi gibi bir laf etti, ben, hiçbir anayasanın gerekçesinde öyle bir kavrama rastlamadım.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL– Yanlış anlamışsınız.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Olabilir yani öyle bir yaklaşım da yok. Dolayısıyla, buradaki, bu hukuki ve siyasi kavramla ilgili genel, dünyadaki anayasalara baktığımızda, işte, bunun en katı örneği, hepimizin bildiği gibi, çok fazla ayrıntıya girmek istemiyorum, Alman Anayasası’nın 116’ncı maddesidir. Tamamen ırki bir tanım ortaya koymuştur ve bu Anayasa anlamında “Alman” demiştir ve Alman soyundan olmayı vatandaşlığın temel esası kabul etmiştir. Bunun bir farklı versiyonu Fransa’da kısmen belirlenmiştir. Aynı yaklaşımlarla, işte, farklı İspanyol Anayasası’nda, bilmem Amerikan Anayasası’nda bile 14’üncü değişiklikte buna benzer birtakım ifadelendirmelere gidilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla, bu yönüyle konuya yaklaştığımızda, ki anayasalar bu tanımı yapıyorsa devletin adıyla bu kitleyi yani kendi imtiyazından yaralanacak kitleyi devletin adıyla anıyor. Burada, hiçbir şekilde, işte şu şundan farklı, bu bunun üstünü, şu şunun altı diye bir şey yok. Bunlar tamamen o ülkenin sosyal, kültürel yapısının ürettiği kavramlar veya durumlar, sonuçlardır. Bu manada bunun değişik zamanlarda kötüye yönelik uygulamaları söz konusu olmuş mudur, olmuştur. Tabii ki, özellikle 80 askerî darbesi sonrası o yaklaşımları hiçbirimizin kabul etmesi zaten mümkün değildir ama buradan hareketle bu kavramı tamamen yok edelim ve bu hukuki kavramı ortadan kaldıralım yaklaşımının da en az o darbeci zihniyetin yaklaşımı kadar tehlikeli ve hukuki olmayan bir yaklaşım olduğu kanaatindeyim. Kaldı ki, mesela, işte bizim Anayasa’da “Türk” kelimesi -bakın, bu konuda benim bir özel çalışmam da var, makale şeklinde yayınladım da- 32 yerde geçiyor, Türk milleti, Türk toplumu, Türk ailesi gibi kavramlar 32 yerde geçiyor. Alman Anayasası’nda German veya Alman kelimesi 38 yerde geçiyor, Fransız Anayasası’nı açın 70 küsur yerde geçiyor, İspanyol Anayasası’nı açın en az onun kadar aynı kavrama yer verdiği görülüyor. Dolayısıyla, bu genel, toplayıcı ve o hukuki statüyü belirleyen kavramı bir öcü gibi ortaya koymanın, böyle bir yaklaşım içerisinde anayasa yazmanın bir kere bu anlamdaki anayasal mühendislik açısından veya anayasa hukuku biliminin temel verileri açısından çok doğru olmadığı kanaatindeyim ve bu yönüyle…
İşte, şöyle bir yaklaşım da çok doğru değil: Biraz önce Altan Bey gerçi, o konudaki çekincesini de bildirdi. Yani, yok efendim, birileri, demokrasi sayılar rejimidir, birileri 3 milyon, birileri 40 milyon, bu buna tabi olacak. Böyle bir şey de yok. Böyle bir anlayış zaten o etki-tepki niteliği içerisinde farklı sonuçları da beraberinde getirir. Burada ortaya konulan tamamen bir anayasal mühendislik yaklaşımı olmalıdır. Bu yaklaşım içerisinde de temel kabul… Ki bunu farklı şekilde ifade eden, o geçmişte işte Meclise sunulan teklifler olduğu gibi, bu şekliyle ifade eden yüzlerce teklif de var. Mesela, ben size çok ilginç örnekler vereyim. Aynen 66’ncı maddedeki teklifin kabulü veya devamı noktasında Çağdaş Demokrasi Vakfı, Ehlibeyt Vakfı, İş Dünyası Vakfı, Kayseri Barosu, bilmem Niğde Üniversitesi, Özyeğin Üniversitesi, Rize Barosu, Sivas Dernekler Federasyonu gibi, bunların yüzlercesi var. Aksi de var, yok değil, bende hepsinin listesi de var, bunları tek tek çıkardım zaten. Mesela, Patrikhane var, çok ilginçtir ve bu, özellikle azınlık dediğimiz, gayrimüslim unsurlar dediğimiz unsurların bu yönde çok ilginç teklifleri var ve bu açıdan konuya yaklaştığımızda bu kavram bölücü, böyle tasnif edici bir kavram olmaktan çok, hukuki anlamda toparlayıcı ve genel anayasal hukuku verileri açısından olması gerekeni ortaya koyan bir kavramdır. Yani biz vatandaşlık tanımını anayasada yapacaksak bunun dışında bir yaklaşım söz konusu olamaz. Ha, vatandaşlık hiç olmasın, o başka bir yaklaşım ama böyle bir tanım varken bu tanım şöyle olsun böyle olsun tarzı yaklaşımların bana göre anayasa hukuku bilimi açısından doğru veya uygun yaklaşımlar olmadığı kanaatindeyim.
Teşekkür ediyorum efendim.
ATİLLA KART (Konya) – Evet, Sevgi Hanım, buyurun.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Hasan Bey’in söylediği şeyden sonra bir açıklama yapma gereği duydum. Anayasa’nın gerekçesinde bu yazıldı…
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Yok, vatandaşlık tanımlarıyla ilgili öyle anladım ben.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Ben yanlış ifade etmiş de olabilirim, haklısınız, netleştireyim, tabii ki öyle bir şey söylemedim, Anayasa’nın gerekçesinde kimse böyle bir şey yapmaz, niyeti bu olsa da yazmaz zaten sonuçta. Benim burada söylemeye çalıştığım şey aslında bu dediğim gibi SETA’nın bu Yeni Anayasaya Doğru Vatandaşlık Raporu’nda çok güzel açıklanmış, deniliyor ki: “1924 Anayasası vatandaşlık tanımı itibarıyla 1876 ve 1921 Anayasalarından bir kopuşu simgelemektedir.” Zaten 24 Anayasası’nın vatandaşlık maddesi tartışılırken Meclis tutanaklarında da böyle tartışılıyor, bu bir kopuşu simgelemektedir ve evet bir kopuşu simgelemek gerekir çünkü Türk terimini ifade etmek gerekir. Bu alanda çalışan bir sürü anayasa hukukçusu, bir sürü sosyal bilimci bu raporda detaylarıyla geçiyor, şimdi çok uzun uzadıya anlatmak istemiyorum. Şunu söylüyorlar: Yani 1920 ile 1923 arasında hem yasal mevzuatta hem Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadelerindeki Türk kelimesinin kullanım biçimi ve daha nötr Türkiye devleti, Türkiye toplumu gibi bu tip kavramların kullanılmasının 1920 ile 1923 arasında çok daha yaygın olduğunu, 1924’teki bu ifadenin bundan bir kopuşu ifade ettiğini… Hatta, bu 88’inci madde, 1924 Anayasası’nın ilk versiyonunda deniliyor ki: “Vatandaşlık itibarıyla kaydı bulunmuyordu.” Şöyleydi ilk versiyonu: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk ıtlak olunur”du. Sonra Genel Kurula geldiğinde bu madde sert bir şekilde eleştirilere uğradı. Eleştiriler gayrimüslimlerin Türk olarak isimlendirilmesinden duyulan rahatsızlık noktasında odaklaşmaktaydı. Bunun üzerine gayrimüslim unsurların Türk olarak kabul edilmeyeceği itirazları üzerine uzun uzadıya tartışıldı bu Genel Kurulda, bu sefer madde metnine “vatandaşlık itibarıyla” ibaresi konuldu. Şimdi, takdir edersiniz ki bu Türk vatandaşlığı bu kadar sorunsuz bir ifade olsaydı bu cümlede bu kadar dolayıma gitme gereği duyulmazdı zaten. Önce deniyor ki “Türkiye ahalisi” yani dolayısıyla bir Türkiye toplumuna vurgu yapılıyor. Sonra deniyor ki “din ve ırk farkı ıtlak olmaksızın…” Demek ki farklı dinler ve farklı ırklar var. Sonra bu da çok sert bir biçimde eleştiriliyor Genel Kurula geldiğinde. Bunun üzerine, tartışmaların üzerine deniyor ki… “Vatandaşlık itibarıyla” ibaresi ekleniyor. Böylece, diyor SETA’nın raporu… Dün Mustafa Hocam itiraz etmişti benim söylediğime, “Bu biraz aşırı okuma olur.” demişti. Mesut Yeğen’den ben referans vermiştim. Aynı dün Mesut Yeğen Hoca’nın söylediğini…
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Yani bu ifadeden…
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Yo, yo, bu ifadeden yola çıkarak diyor ki: Böylelikle gerçek Türkler ile vatandaşlık itibarıyla Türkler arasında bir ayrım yapılmış olur.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Toplantıda olup olmadığınızı test etmek için ama bu sefer her zamanki gibi…
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Şimdi bizim de fikrimiz bu yönde yani gerçek Türkler…
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Ama bunların hepsi yorum Özgür Hanım.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Ama sizin söyledikleriniz de yorum Hasan Bey.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Benim yorum değil.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Hayır, böyle bir tartışma olabilir mi? O zaman niye burada müzakere ediyoruz? Sizin söylediğiniz bilimsel hakikati temsil edecek, bizim söylediğimiz bir yorum olacak, böyle bir şey olmaz.
PROF. DR. HASAN TUNÇ – Ben hukuki olanı değil, sosyolojik olanı söylüyorum.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Hukuki ya da sosyolojik. Buradaki tartışma da hukuki. Yani burada da o madde metnindeki “ıtlak olunur” ifadesi vatandaşlık itibarıyla… Şunu demek istiyorum: İki taraf da olarak da bir yorum yapıyoruz. Biz de bir yorum yapıyoruz, siz de bir yorum yapıyorsunuz. Tabii ki siz kendi yorumunuzun hakikate daha yakın olduğunu düşünüyorsunuz, biz de kendi yorumumuzun hakikate daha yakın olduğunu düşünüyoruz.
Bir de ben gerçekten diğer partilerin ne düşündüğünü merak ediyorum ya. Bu tartışmayla ilgili diğer partilerin görüşlerini de dinleyebilir miyiz?
ATİLLA KART (Konya) – Tabii, tabii.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – MHP ile BDP’nin tartışması değil bu; bütün Türkiye’yi ilgilendiren, çok önemli bir tartışma. Çok ciddi bir politik önemi var. Hani o nedenle gerçekten diğer partilerin…
PROF. DR. HASAN TUNÇ – O zaman biz susalım, onlar konuşsun.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Yo, yo, estağfurullah, olur mu öyle şey?
ALTAN TAN (Diyarbakır) – MHP ve BDP açısından kifayeti müzakere.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Ben gerçekten merak ediyorum ne düşündüklerini. Onu da bir hatırlatmak istedim.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Dün burada değil miydiniz Özgür Hanım?
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Buradaydım ama bugün devam ettiği için tartışma…
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Bugün ne düşündüğümüzü mü…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Belki değişmiştir de bugün.
ATİLLA KART (Konya) – Belki ikna olmuş olabiliriz, tabii, evet.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Ben daha sonra konuşacağım. Bir şey bakıyorum da.
ATİLLA KART (Konya) – Ben de o zaman değerlendirmemi yapayım.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, ben Ali Hocamın bir sözünden başlayacağım. Zamanın ruhundan söz etti Değerli Hocam. “Zamanın ruhu 1789’da değişmiştir.” dedi söz gelişi. Oraya atıfta bulundunuz. Evet, “zamanın ruhu” kavramı soyut bir kavram değil, aslında “zamanın ruhu” kavramı, tarihî unsurları da, sosyolojik unsurları da olumlu ya da olumsuz anlamda içinde barındıran bir kavram. Orada 1789’la birlikte artık kamu yönetimlerinde, işte, adalet, eşitlik gibi kavramlar konuşulmaya başlandı, tartışılmaya başlandı. Geldiğimiz noktada neyin tartışmasını yapıyoruz? Nerede tutunabiliriz? Hangi kavramda tutunabiliriz? “Türklük” kavramında tutunabilir miyiz? Bunu da ifade ettiniz. Onu tartışıyoruz aslında.
PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Onu ama 20’li yıllar açısından söyledim. Biz orada tutunmuşuz.
ATİLLA KART (Konya) – 20’li yıllarda tutunmuşuz. İşte, doksan yıl geçmiş aradan.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – İşte şu an sallanıyoruz.
ATİLLA KART (Konya) – Yani o doksan yıl evvelki tarihî, psikolojik, siyasi sebeplerin tartışması ayrı bir bahis ama geldiğimiz noktada kabul etmek gerekir ki sıkıntılar var, sorunlar var. Bunu açık yüreklilikle görmemiz gerekiyor, okumamız gerekiyor.
Şimdi, tabii, bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra şunları ifade etmek isterim: Şimdi, İslamiyet kavramı, efendim, Türklük kavramı, bunlar tarihimizde çok temel unsurlar, çok temel dinamikler. Dönem dönem çok etkili oldular, egemen oldular. İslamiyet kavramı daha da farklı unsurları, daha da bütünleştirici unsurları barındırıyor ama tabii şunu görmemiz gerekiyor: Artık günümüzde demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri ağırlıklı olarak konuştuğumuz bir süreci yaşıyoruz. Bu süreçte de en önemli dinamiklerin şu olduğu kanısındayım: İnanç çoğulculuğu. Bunu ne ölçüde hayata geçirebiliyoruz? Etnik çoğulculuk yani birine imtiyaz tanımadan, bir etnik yapıya imtiyaz tanımadan bunu ne ölçüde hayata geçirebiliyoruz? Kültürel çoğulculuğu ne ölçüde hayata geçirebiliyoruz? Tabii, etnik çoğulculuk deyince hemen tartışmanın özüne dönüyoruz. İşte, efendim, Türk kavramı etnisiteyi temsil ediyor mu, etmiyor mu? Yani burada da, geldiğimiz noktada, toplumda böyle bir olgu var artık. Bu, algının ötesinde, bir olguya dönüşmüş. Bunun sebeplerini, bunun analizini ayrıca yapabiliriz ama bu olguyu görmezden gelemeyiz. Bu, bütün dinamikleriyle, bütün sonuçlarıyla Türkiye toplumunu etkileyen boyutlara ulaşıyor, toplumsal barışımızı tehdit eden boyutlara ulaşıyor.
Şimdi, burada Altan Bey’in, tabii, o tarihe yönelik analizlerinden şahsen yararlandığımı ifade ediyorum yani gerçekten çok geniş bir perspektifle olayı ifade ettiniz. Geldiğimiz noktada, bu sürecin devamında biz ne yapacağız? Bu sorunun cevabını arıyoruz biz. Yani o demin söylediğim kavramlarla bağlantılı olarak söylüyorum. Biz ne yapacağız? Bizim önümüzde ya zorla bir şeyler yapalım… Yok artık, bunun tartışılacak bir yönü yok. Zorla kimse kimseye bir şey yaptıramıyor. Bu bir çözüm değil. Biz birbirimizi ikna edeceğiz, anlayacağız yani burada bu yaklaşımı sergilemek durumundayız, bu yaklaşımın içine girmek durumundayız.
Yine Altan Hocama atıfla ifade ediyorum: Kürtlerin Irak’ta federasyonları var. Bunları göreceğiz. Suriye’de işte bir statü talepleri var, Türkiye’de de Kürtlerin talepleri var.
FARUK BAL (Konya) – İran’da da olacak.
ATİLLA KART (Konya) – İran’da da olacak.
Şimdi, şu efendim: Tabii, burada, Türkiye’deki taleplerini değerlendirirken ben orada şu ilaveyi yapıyorum… Siz sordunuz Faruk Bey, “Terörü ne yapacağız?” dediniz. E, teröre de… Bunu hiçbir başka yoruma girmeden, artısıyla eksisiyle hiçbir bir analize girmeden kendi, o noktadaki, parti olarak düşüncemizi söylüyorum: Teröre karşı elbette tavır alacağız. Yani terörü Türkiye'nin meşru savunma dinamikleriyle eş değer görmek gibi bir yaklaşımın içine girilmemesi gerektiği düşüncesindeyiz. Bunu çok açık olarak ifade ediyorum.
Bu anlamda, tabii, o terörü yaratan sebepler, onun da ayrı bir analizini yapmak mümkündür ama onun ötesinde şunu söylüyorum: Terör olayında tamamen o emperyal amaçların, odakların, faktörlerin etkili olduğunu bu coğrafyada, bunu hepimiz, sizler de bir şekilde ifade ettiniz, bu boyutuyla görmek gerekiyor. Orada, işte, o terörle mücadele, terörün dinamikleri, ona karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin politikası ayrıca sorgulanmalıdır, ayrıca irdelenmelidir ama biz onların dışında demokrasi anlamında neyi inşa edebiliriz, buraya yoğunlaşmalıyız, bunu sağlamalıyız. Bu noktada neyi yapabiliriz?
Burada, geldiğimiz noktada, biz işin esasını demokrasi kavramında görüyoruz ve burada da şimdi, İslamiyet anlamında ya da Türklük anlamında, büyük ırmak, küçük ırmak tartışmasına girdiğimiz zaman burada da bence bir uzlaşmayı, bir ortak noktayı yakalamamız mümkün değil. Orada da doğal olarak, kaçınılmaz olarak, o küçük olmayı, efendim, küçük bir kol olmayı kabul etmemek düşüncesi gündeme gelecektir. Yani buradan bir sonuca varamayız, buradan biz Türkiye’de bir ortak paydayı yaratamayız.
Sonra, İslamiyet’in elbette önemini ifade ediyorum, kabul ediyorum ama peki geldiğimiz noktada -tabii, İslamiyet’in temel bir dinamik olduğunu ifade ettik ama- neden bu coğrafyada demokrasiyi inşa edememişiz, Orta Doğu coğrafyasında, Müslüman dünyada, bunu da görmemiz gerekiyor. Geldiğimiz noktada, İslamiyeti bu anlamda, kamu yönetimi anlamında -onu kastediyorum, yoksa temel hak ve özgürlükler anlamında, bireysel özgürlük anlamında, onun tartışmasına girmiyorum, onun değerlendirmesine girmiyorum- bunu kamu yönetimi anlamında çok temel bir dinamik olarak göz önüne aldığımız zaman hangi İslamiyet diyeceğiz? Hemen bu soru geliyor: Hangi İslamiyet? Hangisini esas alacağız? İşte orada da yaşanan kavgaları, ihtilafları görüyoruz ve tabii, bugün Türkiye’de, maalesef -yani yurt dışı dinamikleriyle bağlantılı olarak, Ilımlı İslam Projesi, Yeşil Kuşak Projesi adı altında- bunun belirli bir mesafe kazandığını da görüyoruz. Anayasa yapmak sürecinde bu temel dinamiğin, bu temel gerçeğin mutlaka tartışılması gerekiyor.
Burada bunu yaptığımız içindir ki –nedir- devlet yönetiminde kamu yönetiminde personel yapılanmasında bu ölçüleri esas aldığımız içindir ki bir taraftan aslında toplumsal barışımızı zedeleyen o ayrışma süreçlerini beraberinde getiriyoruz. Bu sebepledir ki bu dinamikleri öne çıkarmadan ama yine, bir taraftan da tabii, elbette, Türk kavramına… Türkiye kavramında mutabık kalıyoruz, dün de ifade ettim. Bununla bağlantılı olarak, bununla ilintili olarak, elbette coğrafyadan, tarihten, sosyolojiden bir çizgi çekercesine kopmak da mümkün değil. Burada gerçekten vatandaşlık anlamında bir Türk olgusunu kullanabiliriz ama onun ötesinde, eşitlik temelini, insan haklarını esas alan bir düzenleme içinde olmamız gerekiyor. Bu yaklaşım içinde de ben “Türk anne babanın çocuğu Türk’tür.” ya da işte, efendim, “Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür…” E, bunları aşmamız gerekiyor artık. Yani orada bir kere “herkes Türk’tür” yerine bir vatandaş kavramını, bunu artık bir ortak kabul hâline getirmemiz gerekiyor. Sonra “Türk anne-babanın çocuğu Türk’tür.” E, Kürt anne babanın çocuğunu ne yapacağız? Yani onun devamında bunları ifade etmek, o müştereki yakalamak noktasında ciddi bir handikabı getiriyor beraberinde.
Bunların hepsini görerek bir değerlendirme yapmak gerekir diye düşünüyorum. Benim de şimdilik ifade etmek istediklerim bunlar.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Şimdi, değerli arkadaşlar, fazla uzun konuşmayayım. Dün 2 kez ben de bu konunun geneliyle ilgili görüşlerimi açıklamıştım. Burada şunu bir daha, belki, ortaya koymak lazım: Türkiye’de ilk Anayasa, 1876 Anayasası, orada “Osmanlılık” diye bir tabir kullanılıyor vatandaşlık için. 1924 Anayasası’ndaki ifade: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı gözetilmeksizin vatandaşlık cihetiyle –veya itibarıyla- Türk ıtlak olunur.” diyor.
Burada yapılan tartışmalar var müzakerelerde yani “Türk” ifadesinin belli bir sosyal, toplumsal grubu, bir etnik kökeni ifade ettiği, bu kökenden olmayanlara -özellikle gayrimüslimler üzerinden yürütülmüş bir tartışma bu- Türk demenin yanlış olacağı, bir iltibasa yol açacağı, her ne kadar bu bir vatandaşlığın ifadesi olarak kullanılsa da başka anlamı da bulunduğu için bunun yanlış olacağı söylenmiş. Bu minval üzerinde yürüyen tartışmalar neticesinde, “Türk” ifadesi kullanılmakla beraber metinde, bu birçok kayıtla kontrol altına alınmış, yumuşatılmış tabiri caizse. Birisi, işte, “Türkiye ahalisi” diye herkesi kapsayacak bir ifade. Yine bu ahali içerisindeki farklılıkların da dikkate alınmaması için “din ve ırk farkı gözetilmeksizin” diye bir ifade. Yine, bu “Türk” demenin bir etnik kökeni ifade etmediği, hangi bakımdan denildiğini de göstermek için “vatandaşlık cihetiyle” ayrı bir baraj ifade konulmuş. Bir de “Türk’tür” de denmemiş, “Türk ıtlak olunur” denmiş yani “Türk’tür” başka, “Türk ıtlak olunur” başka yani “Türk” kabul edilebilir, “Türk” diye vasıflandırılabilir anlamında kullanmış.
Bugünkü metin 61 Anayasası’nın metnidir. 82 Anayasası’nda bu metin aynı şekilde benimsenmiştir. Hatta burada tartışılacak iki husus vardır ki tartışılmıştır bu iki husus. Bunlardan birisi, mesela, “Türk devletine” diyor burada. Hâlbuki Anayasa muhtelif yerlerinde “Türk devleti” tabirini kullanmıyor, mesela 1’inci maddede “Türkiye devleti” diyor, 2’nci maddede “Türkiye Cumhuriyeti” diyor, 3’üncü maddede “Türkiye devleti” diyor. Burada “Türk devleti” denenmiş.
Mesela bunu tartışmışlar 82’de. Kemal Dal, o zaman sözcü olarak kendisi bulunmuş, diyor ki: “Bunu biz de tartıştık, bu bir galat olmuştur -61 Anayasası’ndaki ifade aynen- bu bakımdan, bunu, “Türkiye devleti” değil de “Türk devleti” koyuyoruz ama “Türkiye devleti” anlamında kullanıyoruz.”
Mesela şöyle teknik bir itiraz da var mesela, bir emekli general bunu yöneltiyor, diyor ki: Şimdi, tek Türk devleti biz değiliz veya şu anda biz olsak da ileride başka Türk devletleri de olabilir. O zaman “Türk devletine” dediğimizde “Türkiye Cumhuriyeti devleti” anlaşılmayabilir diye bir teknik itiraz var. Böyle bir tartışma da yürütülmüş. Ama biz bunu işte yazıyoruz, gerekçede falan bunlar halledilir diye. 1961 Anayasası’ndaki metni değiştirmeyelim, üzerinde bir tartışma yaşanmamış metindir diyorlar 61’den bu yana. 82’de bu aynen benimseniyor. Buradaki ifade, “Türk’tür” ifadesi de 1961’de Anayasa’ya girmiş bir ifade.
Şimdi, burada şunu ifade etmek lazım: Bu devleti kuranlar -ki onu da dün ifade etmeye çalıştım yani cumhuriyetin kuruluşunu, 1923’ü esas aldığımızda- Anayasa’daki bu ifadeyi kullanmamışlardır. Bu devleti kuranların kullandığı ifade, 24 Anayasası’ndaki ifadedir. Yani en azından bu konuda bir –kronolojik olarak- mutabık olmalıyız. Şimdi, 1923 sonrasındaki kullanılan ifade bu. 61 ve 82’de kullanılan ifade önümüzdeki ifade. Dolayısıyla, bu 27 Mayıs 60 sonrasında benimsenen bir anlayışı yansıtıyor. O anlayış, bence, dün de ifade ettim, Türkiye’de yeni bir resmî ideoloji getiriyor, devletin yeniden inşası, bu da onun tezahürü anlamında.
Şöyle biraz meseleyi sadeleştirelim: Bu maddeyle biz ne yapmak istiyoruz? Bu maddeyle biz vatandaşlık bağını bir hukuki bağ olarak ifade etmek istiyoruz. Yani bu maddede biz herhangi siyasi bir kavramı, bir kuralı, bir sosyal, bir kültürel, bir etnik kuralı ifade etmek istemiyoruz. Burada ifade etmek istediğimiz, sadece, vatandaşlıkla ilgili hukuki düzenlemelerin temelini teşkil edecek bir madde, bir hüküm. Öyleyse burada maksadı daha doğru ifade edebilecek bir şey bulamaz mıyız? Çünkü bakıyoruz, 82, 61’de böyle ama 1924’te de bunu daha farklı bir şekilde, birtakım endişelerle farklı bir şekilde ortaya koymuşlar.
Meselenin gramatik tartışmaları da yapılabilir. Mesela başka ülkelerde bu kullanılıyor, Hasan Hocam da ifade etti, mesela, Almanya’yla ilgili ifadenin daha çok coğrafyaya atıf yapan bir ifade olduğunu, etimolojik kökeni itibarıyla söyleyebiliriz yani ilk defa 1300’lü yıllarda kullanılmaya başlanmış, Latince kökenli “germanus” kelimesinden gelen bir ifade bu. Almanya zaten, bizim bildiğimiz gibi, aslında, her ne kadar Hitler dönemi Almanya’sında birtakım ırki mülahazalar olmuş olsa da tiplerine baktığımızda tek bir ırktan gelmeyen bir topluluktur yani kuzeyiyle güneyindeki insanlara baktığımızda tamamen birbirinden farklı, saç renginden, göz renginden ten rengine kadar farklı ve yine Almanya’da gittiğiniz her şehir aslında bir devlettir. Ben geçen, işte, gittim tekrar, kızımı götürdüm gezmeye, orada bakıyorum, gidiyoruz: “Başşehre hoş geldiniz.” Her yer başşehir. Niye? Çünkü her yer şehir devleti olarak kurulmuş. Sonra, işte, state’lerin üzerine Almanya bir federal devlet olarak inşa edilmiş.
Dostları ilə paylaş: |