MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Çünkü Kürtler oradaydı, bölünmüştü.
FARUK BAL (Konya) – Canım, sen onları izah etmeye kalkma, ben sonucu görüyorum. Sen kendine göre izah edeceksin Meral Hanım.
500 binin üzerinde insan bu kültür ve medeniyet bağını bildiği için buraya geldi. Burada da sıcak, misafirperver bir muamele gördü. Herkese devlet elinden gelen yardımı yaptı ama dikkat ederek. İşte, o projeyi yapan, küresel projeyi yapan, büyük Orta Doğu projesini yapan Amerika 5 bin tanesini aldı götürdü, eğitti, bugün elinde silah olanların bir kısmı da onlar. Fransa 500 tanesini götürdü, diş kontrollerini yaparak, sağlık kontrollerini yaparak götürdü. Aradaki fark bu: Biri bir kültür ve medeniyete aidiyet ve ona karşı kardeşlik duygusu, diğeri de onu taşeron olarak, güç olarak kullanma amacıyla hareket eden küresel gücün farkı. Bu iş tabii ki tarihin bize ifade ettiği, tarihin bize ortaya koyduğu bu muhteşem terkibin adı Türk kültür ve medeniyetidir. Bizim anladığımız da bu medeniyet Türk medeniyetidir ve buna aidiyettir. Irk değildir, etnisite değildir, ırkçılık değildir, etnisiteçilik değildir.
Şimdi, bu kültür ve medeniyet, dağılan imparatorluğun parçaları gelmiş, bir yerde buluşmuş, bir devlet kurmuş. Bu, dünyada bir ilktir; böyle bir örnek yoktur. Devleti olmadan, payitahtı işgal edilmiş, toprakları paylaşılmış bir ülkede insanlar kalkıyor ve “Kurtuluş savaşı vereceğiz.” diyor. İşte, Atatürk’ün başlattığı Kurtuluş Savaşı’nın mübarekliği, mukaddesliği de budur. Bu kadar mübarek ve mukaddes olan bir mücadelenin unsurları olan Kürt’ü, Türk’ü, Çerkez’i, Çeçen’i de o bin yıllık kardeşlik hukukuyla bu savaşı vermiştir. Bu, bu kadar basit iken tek gözünü kapatıp tek bir açıdan bakarak bu muhteşem terkibi mozaiklere bölüp, parçalara bölüp dağıtmak bize neyi hatırlatıyor Meral Hanım? Bize geçmişte yaşanan iki boyutlu bir gerçeği anlatıyor. Birinci boyutu: Eğer ekonominiz güçlüyse, eğer askerî varlığınız güçlüyse, eğer teknolojiniz güçlüyse, eğer hayatın her alanında güçlü bir devletseniz size hiç kimse bir şey yapamaz, işte size örnek Amerika Birleşik Devletleri. Amerika diye bahsedilen o büyük devletin geçmişi dört yüzyıllıktır. Dört yüzyıl önce öyle bir toprak olduğunu bilen yoktu. Dört yüzyıl önce o topraklarda, koskoca topraklarda, koskoca kıtada Kızılderili, İnka, Maya yaşıyordu. Şimdi var mı Maya, var mı İnka, var mı Kızılderili? Nereye gitti bu insanlar? Bunlar kıtır kıtır kesildi. Kim kesen? Belçikalısından, Hollandalısından, Danimarkalısından, Portekizlisinden, İspanyol’undan tutun, Irish’ine, İngiliz’ine, Fransız’ına kadar… Zenciler de orada Afrika’dan tavşan gibi yakalanıp, zincirlere vurulup götürülen esirler, köleler. Bu Amerika dediğimiz ülke, Türkiye’ye şimdi sınır çizen, dört tane kaynaktan beslenen, büyük Kürdistan yaratmaya heveslenen bu ülke, İnka’ların, zencilerin, Kızılderililerin hesabını verememiş bir ülkedir, vermeyi de düşünmeyen bir ülkedir. Daha 1960 yılına kadar beyazların girdiği lokantaya zenciler giremezdi, okullarında okuyamazdı, bundan otuz kırk yıl öncesine, elli yıl öncesine kadar. Biz birinci boyutunda güçlü bir ülke olduğumuz zaman bunu görüyoruz. O zaman, din, dil, ırk, soy, sop farklılığı hiç sorun olmuyor.
Geliyoruz birinci boyutun ikinci versiyonuna, Avrupa’ya. Avrupa’nın tarihi, değerli arkadaşlarım, kan ve gözyaşı üzerine kurulmuştur. Kanın ve gözyaşının temeli de etnik ve mezhep savaşıdır. Daha sonra da Osmanlı’ya karşı ya da İslam’a karşı Haçlı seferleriyle doludur. Bitmek tükenmek bilmeyen bir kan revan tarihidir Avrupa’nın tarihi. Şimdi, bu iki kutup yani ekonomik, siyasi, askerî yönden küresel güç hâline gelmiş iki kutup bu tarihî tecrübelerden de hareketle bir evrensel değer yaratmış, biz de Osmanlı medeniyeti, Türk medeniyeti olarak bu değere katkıda bulunmuşuz. Osmanlı döneminde bir sokakta üç tane dinin ibadethanesini bir araya getirerek, yetmiş iki buçuk millete din, dil, ırk ayrımı gözetmeden bir arada adil bir şekilde hükmederek bu değerlere değer katmışız. İşte o evrensel değer diyor ki: “Herkes eşittir, kimse arasında herhangi bir ayrımcılık yapılamaz.” Orada buluşacağız, herkes ve hiç kimsenin anlamı “biz” demektir. “Biz” dediğimiz, biraz önce anlattığım muhteşem terkip demektir. Yoksa “ben” dersek, ben etnisiteye dayalı hâle gelirse bu ülkenin olacağı yer, en yakın tarihte gördüğümüz Yugoslavya’dır, şimdi Irak’ta gördüğümüz olaydır, Lübnan’da gördüğümüz olaydır. Suriye’yi de altıya bölecekler, göreceğimiz olaydır. Mısır’da bir Hristiyan Kıpti devleti yaratacaklar beş yıl, on yıl, yirmi yıl sonra -yaşarsak göreceğiz- odur, Doğu Timur’da yaptıkları gibi. Dolayısıyla biz bu tarihî süreç içerisinde birtakım tuzaklar içerisine düşmeyelim. Biz kardeşiz, bu kardeşlik hukukuna riayet edelim, etle tırnak gibi, farklı renk ve kokularda bu muhteşem terkibin bahçesi olarak gördüğümüz bu medeniyet değerlerini… Benim kısaca ifade etmeye çalıştığım husus budur.
Bu arada size, bütün heyete bir tavsiyede bulunacağım. 1994 yılında “Sevdalinka” diye bir kitabı okurum diye almıştım. Okudum, pek beğenmedim yani o tarihte çok şey gelmedi bana ama oradaki hikâyeleri görünce yeniden okumaya karar verdim, iki gündür o kitabı okuyorum. Yugoslavya’nın çözülüşü ile Türkiye'nin gidişatını oradan değerlendirebilirsiniz. 1994 yılında bunlar yoktu Türkiye’de yani daha doğrusu şu ortam yoktu Türkiye’de. 1994 yılında yazılmış bu kitap, Yugoslavya’nın çözülüşünü açık seçik bir işaretini orada bulmak mümkün.
Evet, biz buradan, sonuç olarak, Anayasa’nın 66’ncı maddesine baktığımızda, buradaki “Türk” kelimesi bir etnisiteyi ifade etmemektedir, bir ırkı ifade etmemektedir. Buradaki “Türk” kelimesinin tek anlamı var, o da devlet ile vatandaş arasındaki anayasal, hukuki bağı ifade etmektedir. Bu anayasal hukuki bağı ne kadar açık derseniz, gerekçeye o kadar açık yazarız ama isimsiz vatandaş olmaz. Dünyanın bütün ülkelerinde vatandaşın ismi vardır. İngiliz vatandaşı İngiliz’dir; Irish’i vardır, Wales’i vardır, efendim, farklı diğer kökenleri vardır. Fransız vatandaşı Fransız’dır; Katalan’ı vardır, Bask’ı vardır, Korsikalısı vardır, Norman’ı vardır. Alman vatandaşı Alman’dır, farklı etnisiteleri vardır. Türk vatandaşı da Türk’tür, farklı etnisiteleri elbette vardır.
Teşekkür ediyorum.
BAŞKAN – Sayın Tan, buyurun.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Şimdi, sevgili arkadaşlar, tabii, Meral Hanım’ın bir ikazıyla bu konuşmayı yapma ihtiyacı hissediyorum.
Tabii, şu madde önemlidir, bu madde önemsizdir anlamında değil ama Türkiye'nin yeni bir anayasa yapma ihtiyacını doğuran temel sorunları var. Bu sorunlarla direkt ilgili maddeleri böyle işte yeterince konuşmadan, tartışmadan geçmek bir ittifakı da sağlamaz, bu müzakerelerden hasıl olması beklenen neticeleri de çıkarmaz. Onun için, bazı konuları -ki bunun içerisinde bu vatandaşlık tanımı da var- biraz derli toplu ve derinlemesine konuşmakta fayda var.
Şimdi, ben Ali Hocamın tasnifiyle başlayayım. Yusuf Akçura’nın, bildiğiniz gibi, “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesi son yüzyılımıza damgamızı vuran yani siyasi analiz itibarıyla çok önemli bir makale. Osmanlı aydınları önce içine düştükleri sıkıntıyı, Batı karşısındaki askerî, siyasi, kültürel yenilgileri çözmeye çalıştılar ve önce Osmanlılık fikri -uzun uzadıya da bunlara girmek istemiyorum, kısa hatırlatmalarla- ondan sonra Osmanlılık fikrinin devleti yaşatamayacağını gördükleri zaman da İslamcılığa sarıldılar, özellikle Sultan Abdülhamit. Daha sonra da İttihat Terakki’nin özellikle 1912’den sonra yani Balkan Savaşı ve sonrasında ulusçuluk üzerine yani Türkçülük üzerine kurulu bir siyasi felsefesi gelişti. Bu tarihî sürecin nasıl geliştiğinde aşağı yukarı müttefikiz yani bunları hepimiz iyi kötü okuduk, teferruatlarıyla okuduk. Ama İttihat Terakki öyle bir noktaya geldi ki Kurtuluş Savaşı’nı yapamayacak bir duruma geldi yani İttihat ve Terakki’nin 3 büyük kurucusu Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşa Ankara’ya gelemediler. Çerkez Ethem devreye girene kadar Ege’de patpat patlamadı ve Kemal Tahir’in işte o sinemaya çekildikten sonra TRT arşivlerinde yakılan meşhur eserinde de belirtildiği gibi halk şöyle diyordu: “Ha Yunan gâvuru, ha ittihatçı gâvuru, hiçbir farkı yok.” Gelinen nokta da bu oldu yani o İttihat ve Terakki’nin… Ve sırf bu tespitlerle –ki Kemal Tahir’in kendisi İslamcı da değil, böyle bir kimliği de yok ölene kadar da- o eser Türkiye’de filme çekildikten sonra, bugünün parasıyla milyonlarca dolar TRT para harcadıktan sonra yakıldı ve bir nüshası bile bırakılmadı bize intikal eden kaydıyla, devletin kendi arşivlerinde varsa bilmiyoruz.
Şimdi bu hatırlatmadan sonra gelelim bir büyük yanılgıya, tarihî yanılgıya. Sık sık bu cümle kullanılıyor. Mesela Cumhuriyet Halk Partisi de bunu kullanıyor, bazen AK PARTİ de… Ben şahsen hayret ediyorum, AK PARTİ bilerek mi kullanıyor, bilmeyerek mi kullanıyor, takiye mi yapıyor. Yine hüsnüniyet gösteriyorum, diyorum ki: Vallahi çok çekiniyorlar, hâlâ biraz takiye yapıyorlar yani bir art niyette bulunmak istemiyorum. “Cumhuriyetin kurucu iradesi, kurucu irade şöyle istedi…” Mesela biraz evvel Yavuz Bey’in bir şeyini yazmışım ben. “Cumhuriyeti kuran irade…”
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Ben kesinlikle öyle bir kelime kullanmadım. Cumhuriyeti kuran irade değil. Cumhuriyeti kuranlar Osmanlı’da yani Kanuni Esasi’de “Osmanlı” tanımı vardır, cumhuriyetten evvel de…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Tamam, aynı şeyleri söylüyoruz yani sizin söylediğinizi söylüyorum.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Cumhuriyeti kuranlar koydular da kalsın, o anlamda mı söylüyorum?
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ben şimdi geleceğim, oraya geleceğim.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Ben Türk milletiyle ilgili söylüyorum.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Hayır, ben şimdi yani ifadeleri söylüyorum.
Şimdi, sevgili arkadaşlar, bu cumhuriyeti kim kurdu? Bakın, şöyle bir tarihî tartışma girelim yani istemeyerek girelim. Sık sık şu söyleniyor ve biz bunu konuştuğumuz vakit de, gündeme getirdiğimiz vakit de özellikle benim şahsım üzerinde de “Ya, bu adamın acaba ne alıp veremediği var? İkide bir işte kurucu irade, Mustafa Kemal, Atatürk üzerinden bir tartışma başlatıyor.”
Sevgili arkadaşlarım, Türkiye Büyük Millet Meclisinin Ankara’da kurulması 23 Nisan 1920. Bunda bir ihtilaf var mı? O güne kadar Anadolu’da yani işin resmîleşmesi, mesela Sivas Kongresi, Amasya Tamimi, Erzurum Kongresi süreçlerinden sonra 23 Nisan 1920’ye gelene kadar ve yine aynı şekilde 23 Nisan 1920’den 29 Ekim 1923’e kadar -bu mücadelenin içinde olan kadroları yani Mustafa Kemal Atatürk de dâhil, Mehmet Âkif Ersoy da dâhil, Kâzım Karabekir de dâhil, hepsini kastediyor; düşünceleri farklı olanlar, aynı olanlar, hepsini- bir tek kelime, hilafetin kaldırılmasıyla ilgili bir ifade var mı? Tek bir ibare bana gösterin, ben bütün söylediklerimden eski tabirle istinkâf edeceğim. Tek bir cümle var mı? İki: Türk ulusçuluğuyla ilgili bir tek cümle var mı? Şimdi, kurucu iradeden bahsediyoruz. Kurucu irade kim? Kurucu iradenin 23 Nisan 1920’de yaptığı, Ankara Hacıbayram’da cuma namazını kılıp tekbirlerle, salavatlarla, mevlit okuyarak, dualarla Hacıbayram’dan Meclise kadar gelip Meclisi açması. Bunun bütün bilgi, belge, evrak, doküman, konuşma, o günün şartlarında fotoğraf, film, ne varsa devletin arşivinde; bu bir. İki: Bütün ifadeler, ki biliyorsunuz, Ankara’daki Birinci Büyük Millet Meclisi, İstanbul’daki son Meclisi Mebusanın, son Meclisin İngilizler tarafından basılıp, yarıya yakın üyelerinin tevkif edilip Malta’ya götürülmesi sonucunda artık orada toplanabilme imkânı kalmadıktan sonra tutuklanmayan, İngilizlerden kendini kurtarabilenlerden yarısının Ankara’ya gelmesi ve eksik kalanların da yerine tespitler, seçimler yapılarak oluşturulmasıyla kuruldu. Bunda da bir tartışma yok; açık seçik, net şeyler bunlar. Şimdi, o Meclisin bütün faaliyetlerini ve zabıtlarını inceleyiniz. Bugün elimizde bu zabıtlar var yani Türkiye Büyük Millet Meclisinin o dönemdeki zabıtları şu an Meclisin arşivlerinde var. 22 Temmuz 1922 tarihli bir celsede -bir celsede, bakın- 24 sefer “Kürdistan” ifadesi geçiyor -milletvekillerinin konuşmaları bunlar- 24 sefer. Tarih de veriyorum, gizli celse zabıtları. Yine aynı şekilde -yani bu etnik olarak hadisenin bir yanı- inanç olarak, dinî olarak sürekli halka söylenilen iddia şu: Memleketi düşman işgalinden kurtaracağız. Halifeyi İngiliz egemenliğinden kurtaracağız. Dini mübîni, İslam’ı halas edeceğiz. Söylenen cümleler bu, yazılan bütün mektuplar bu. Yani Nutuk’ta Mustafa Kemal Atatürk’ü değişik, o dönemdeki Kürt meşâhiri ve ağaları, beyleri dâhil, yazdığı mektupların tamamının muhtevası bu. Yani dolayısıyla bir kurucu irade, bu kurucu irade geldi, laik, Kemalist, ulusçu bir cumhuriyet kurdu; böyle bir şey yok. Bu, 1924’ten sonra -yani “uydurulan” diyeceğim, belki biraz ağır gelecek ama- oluşturulan bir paradigma. Varsa, bunun tarihî belgelerini… Tekrar söylüyorum: 23 Nisan 1920’den 29 Ekim 1923’e, hatta hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924’e kadar -yaklaşık dört yıllık bir zaman dilimidir, az buz bir zaman dilimi de değil- bunun bütün Meclis gizli kayıtları, açık kayıtları, celseleri, hepsi arşivdedir; çıkarırız, koyarız, yok böyle bir şey. Peki, neyi anlatmaya çalışıyorum? Bu milletin kuruluş iradesinde bir, İslam var; iki, Türk ve Kürt kardeşliği başta olmak üzere bütün anasırın İslam dininin gereği olarak birlikte dinî ve eşitliğini savunan bir mücadele var. Bu, 24 Temmuz 1923’teki Lozan Anlaşması’nda da böyle. İsmet Paşa’nın kendi yazdığı hatıratı, o da Meclis Kütüphanesinde var sayfasıyla, cildiyle… “Biz buraya Türklerin ve Kürtlerin ortak temsilcisi olarak geldik.” diyor İsmet Paşa’nın kendisi, yani bu cumhuriyeti kuran, oluşturan, o bahsettiğiniz bütün geniş kadronun en önemli şahsiyetlerinden birisi. Dolayısıyla etnik olarak da, dinî olarak da bugün sık sık atıf yapılan kurucu irade hikâyesi 1924’ten sonra -ki “Türk ıtlak olunur.” ibaresinin konulduğu tarih de 1924’tür- o Birinci Büyük Millet Meclisi 1 Nisan 1923’te feshedildikten sonra ve içindeki 61 tane İslamcı kadro tasfiye edildikten sonra -bunların içerisinde Mehmet Âkif Ersoy da vardır, İstiklal Marşı’nı yazan şahıs da İkinci Meclise girememiştir- oluşturulan bir paradigmadır. Şimdi, doğrudur, yanlıştır; bu da ayrı bir tartışma, ben şu ana kadar yorum yapmadan sadece tarihi anlatıyorum. Tersi bir şey varsa, bilgiyle, belgeyle, celseyle, zabıtla lütfen koyunuz.
1924’te bu cumhuriyetin o günkü kadroları yani o dört yıllık geçmişteki ekibi tasfiye eden ekip şöyle bir karar verdi. İşte oradan başlayabiliriz. Bu cumhuriyeti bir ulus devlet olarak inşa etti -hani önce tarihlerde bir anlaşalım, olan da biten de bir anlaşalım- böyle bir karar aldı. Niye aldı? Doğru muydu, yanlış mıydı? O günün dünya şartları neydi? O kadroların siyasi tecrübeleri neydi? Bunlar ayrı bir tartışma ama o tarihten itibaren bunu şekillendirmeye başladı. Şimdi, bize göre, yani bazılarına göre o gün bu doğruydu ama bugünkü şartlarda bunun o şekliyle devam ettirilmesi yanlış. Bir değişim lazım, dönüşüm lazım. Bize göre o gün de yanlıştı ama şimdi “O gün de yanlıştı, bugün de yanlıştı.”; bunu da bir kenara bırakalım yani mesafe alalım. Bugün geldiğimiz noktada artık bu esas… Yani ben onun için Ali Hocama teşekkür ederim. Diyor ki “Bir ulus devlet kuruldu, bunu devam ettireceğiz.” Biz de diyoruz ki: Doğru da olsa yanlış da olsa -ki bize göre yanlıştı, dinî anlayışı da yanlıştı, etnik bakış açısı da yanlıştı ama- bugün bunu böyle devam ettirmeyelim. Peki, ne yapalım? “Biz bu yapıya dokundurtmayız, dokunmayız...” O zaman 12 Eylül Anayasası kalsın, devam edelim. Eğer biz yeni bir paradigma arayışında değilsek, dünyanın bugün geldiği siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, tarihî şartlara uygun bu cumhuriyeti, bu yönetimimizi eğer yeniden formatlamayacaksak bu anayasayı niye yapıyoruz? İşte tam da bu noktada belki aramızdaki farklılık o. Biz diyoruz ki bu laikçi -yani “laik” de demiyorum- jakoben laiklik anlayışını -Fransızlardan alınan, sürdüren- ulus devlet anlayışını bundan sonra sürdürebilmek ülkeyi parçalar. Bunu dindar Müslümanların da bu şekilde kabul etmesi mümkün değil, Kürtlerin de artık bunu kabul etmeleri mümkün değil. Devletle milleti barıştıracak bir yeni konsensüs, uzlaşma, sözleşme -ki bu yeni anayasadır- yapacağız, dinî olarak da bu sorunları tekrar günümüz şartlarında değerlendireceğiz. Kürt meselesi açısından da yeni bir vatandaşlık kavramı, yeni bir demokratik cumhuriyet formatıyla bu işi toparlayacağız. Ha bunu yapabilir miyiz, yapamaz mıyız? Vallahi yapabilirsek işimiz kolaylaşacak; yapamazsak bu saatten sonra ne Alevileri bu şekliyle ikna edip “Tamam, hiçbir hakkınız yok, artık, olana razı olun.” ne dindar Müslümanları “Vallahi böyle geldi, böyle gider. Siz de sesinizi çıkarmayın.” ne de Kürtleri ikna etmek veya tutmak mümkün değil. Onun için, mesela, Said Nursi’ye “Sen İttihat ve Terakkiyi destekliyordun. Ne oldu şimdi onlarla yolun ayrıldı?” diye soruyorlar 1912’den sonra. Diyor ki: “Biz Sultan Selim’e verdiğimiz biat üzereyiz.” Yani “Sultan Selim’e verdiğimiz biat” dediği 1514 Çaldıran’da 25 Kürt beyinin verdiği biat. Hâlen de eğer o biatin şartları geçerliyse biz biatimizin üzerindeyiz ama İttihatçılar bunu bozdular. Şimdi bugün de bu tartışmalar 1915-16’da Suriye’de de oldu. Mesela, Cemal Paşa’nın… Faruk Bey diyor ya, mesela bazı şeyleri yirmi yıl sonra okuduğumuz vakit hakikaten insan… Mesela, ben de şimdi yeniden tekrar okuyorum hepsini ve Cemal Paşa’nın o Suriye Valiliği dönemi var. Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” eserinde de -ki Falih Rıfkı’yla dünya görüşlerimiz ve siyasi kanaatlerimiz ayrı olsa bile- çok yalın bir dille anlatılmıştır yani o günkü Arap toplumu, Suriye, Lübnan… Cemal Paşa’nın özel kalemindedir o tarihte Falih Rıfkı Atay. Tartışma şu yani o dönemdeki Arap aydınlarının istediği özerklik, mahkeme ilamlarının Arapça yapılması, Arapça savunma, üçüncüsü de okullarda Arapça eğitim. Bugün Kürtlerin yaptığı tartışmaların aynısı. Efendim, işte “Araplar öyle yaptılar, ayrıldılar…” Ama Prens Sabahattin o tarihlerde de -Sultan Abdülhamit’in kız kardeşinin oğludur, Sultan Abdülhamit dayısıdır- ademimerkeziyet, teşebbüsi şahsiyi savunuyor. Reşit Rıza yani İslam düşüncesinin o dönemdeki en büyük şahsiyetlerinden birisi, Muhammed Abdül ve Cemalettin Efgani’nin talebesi. Bunlar çırpınıyorlar yani acaba o Arapların haklı sesine kulak vermediği için mi yıkıldık, yoksa Araplar Arapça mahkeme ilamı, yerinden yönetim ve Arapça eğitim istedikleri için mi Osmanlı yıkıldı ve Araplar gitti? Bunları bugün de eğer tartışmazsak bu kadar soğukkanlı bir şekilde bir yere varmamız mümkün değil.
Dolayısıyla, sonuç itibarıyla şunu söyleyebilirim bu safhada… Geçenlerde Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu bir beyanatta bulundu yani ulus devlet anlayışı uzunca bir dönemdir… Yani benim tasvip edebileceğim tek konuşması. Bu dönem kapanmıştır. Yani nasıl başladı, nasıl oldu, ittihatçılar ne yaptı…
FARUK BAL (Konya) – Ahmet Bey mi kapatmış?
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Hayır, bana göre diyorum, benim görüşüme göre. Ahmet Bey’le de orada örtüşüyoruz yani.
Türkiye yeniden kendini dizayn edecek bölgede, işte, ekonomide, serbest piyasada, dışarıyla ilişkilerde, ithalatta, ihracatta, Kürt meselesinde, İslam’la, Alevilikle olan münasebetlerinde. Bunu yapabilirsek bu bir fırsattır; yapamazsak yani en azından ben Müslüman ve demokrat bir Kürt olarak söylüyorum yani şahsım olarak da bu İslami uygulamaları da bu şekliyle kabul etmem mümkün değil, Kürt meselesini de kabul etmem bu şekilde mümkün değil. Parti olarak da bizim sunduğumuz tam bir demokratikleşme ve vatandaşlık tanımında da Türkiye vatandaşlığıdır yani bu aşamada sanırım bu kadar ifade yeter.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Başkanım, söz istemiyorum, tek bir şey söyleyeceğim.
BAŞKAN – Buyurun.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Ali Bey “Bir Genelkurmay Başkanının öyle bir ifade kullandığını zannetmiyorum.” dedi. Onun dokümanını buldum, 22 Mart 2005’te Genelkurmay Başkanlığının yayımladığı bir basın açıklaması bu: “Hiçbir değerden nasip almamış bir grup tarafından, insanlığın ortak değeri olan baharın gelişi kutlamaları adına düzenlenen yüce Türk ulusunun simgesi, her zerresi şehit kanıyla bezenmiş şanlı Türk Bayrağı’na saldırı densizliğinde bulunulacak kadar ileri götürülmüştür. Türk milleti engin tarihinde iyi ve kötü günler görmüş, sayısız zaferler yanında ihanetler de yaşamıştır ancak hiçbir zaman kendi vatanında kendi sözde vatandaşları tarafından yapılan böyle bir alçaklıkla karşılaşmamıştır.” Bu ifadeye karşı Türkiye Çağdaş Hukukçular Derneği suç duyurusunda bulunuluyor, bir ay sonra da bu Hilmi Özkök’ün açıklaması, diyor ki: “Bu sözler yanlış anlaşıldı, Genelkurmay Başkanı ‘sözde vatandaşlık’ ifadesini belirli bir kesim için kullanmadı.”
Ali Bey demişti ki: “Ben duymadım, olduğuna da inanmıyorum.” Burada var, “sözde vatandaşlık” terimi kullanılıyor.
PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Hayır, ben orada… Sosyal konseptinden koparmadan söylemek lazım değil mi? Orada anlaşılıyor ki Türk Bayrağı yakılmış, Türk Bayrağı yakılmışsa…
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Ya, öyle ya da böyle “sözde vatandaşları” diyor.
PROF. DR. ALİ AKYILDIZ - …o tabii ki sözde vatandaş…
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Vatandaşlık konseptten konsepte, özde ya da sözde olmaz.
PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Hayır, konseptten koparırsak anlam ifade etmez.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Hayır, siz “Öyle bir şey olduğuna inanmıyorum.” demiştiniz, burada yazıyor.
PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Ben inanmıyorum, hâlâ da inanmıyorum.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – İşte, burada açıklama.
PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Hayır, Genelkurmay Başkanının ifadesi değil o, oraya yazılmış…
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Genelkurmay Başkanlığının açıklaması ama.
PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Başkanlığın açıklaması başka…
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Onun imzasıyla yazılıyor ama.
PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Hayır, yanlış yani yine de yanlış.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Neyse, önemli değil.
PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Genelkurmay başkanlarımız teröristlikten de tutuklandı yani…
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Sayın Başkan, ben Altan Bey’e kısa bir cevap vermek istiyorum.
BAŞKAN – Yavuz Bey, buyurun.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Altan Bey benim ismimi zikrederek kurucu iradeye atıf yaptığımı söyledi ama benim yaptığım atıf “Kurucu irade artık temelleri belirlemiştir, biz bunun dışına çıkamayız.” bağlamında bir atıf değildi. Biz burada elbette anayasa yapıyoruz. Dolayısıyla da -ha, devlet kurulmuştur, elbette ama- anayasa yaparken biz burada “Anayasa içerisinde kurucu irade şu ilkeleri belirledi, bunu değiştiremeyiz.” diye bir iddiada değilim. Aksine, tam aksini savunuyorum. Biz, bu anayasada her şeyi müzakere edebiliriz ve değiştirebiliriz.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Şahsım adına sevindim bu açıklamanızdan.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Tamam, o böyle, siz yanlış anladınız. Ancak, şu var: Zaten bizim önermiş olduğumuz vatandaşlık maddesinde görüyorsunuz ki son derece nötr. Sözümün, yani toplantının başında ben açıklamıştım, bu vatandaşlık meselesini getirip de bir etnisite kavramı üzerine oturtmaya gerek yok. Bu sebeple, nötr. Birçok demokratik anayasada olduğu gibi, nasıl kazanıldığını belirtip kabul etmek yeterli olur demiştim.
Bu “Türk milleti”nden ben bahsetmiştim. Elbette ki bir coğrafyada yaşayan topluluk, tarihî, sosyolojik ve kültürel olarak başka milletler tarafından bir şekilde adlandırılabilir. Orada ben, buna da dikkat etmemiz gerektiğini ifade ettim. Yani, bu, olsa olsa başlangıçta belki… Hani Amerikan Anayasası’nda, başka birçok anayasada var. İşte, “Biz Amerikan halkı” gibi bir tabir elbette bizim anayasamızda da olabilir. O zaman, başka uluslar, başka milletler bizi nasıl adlandırıyorsa, biz kendimize bu adı vermekten de imtina etmemeliyiz.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – İşte, biz imtina ediyoruz, katılmıyoruz çünkü Kürt milleti de var bu işin içinde.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Hayır, şimdi, buradaki, işte tam da yani, eğer bu maddeye koyarsak, söylediğiniz gibi, etnisite sorunu çıkabilir ama başlangıçlar, ki bizim görüşümüze göre, başlangıçlar anayasanın metninden olmamalı ve o anayasa yapanların bir beyanı yani müşterek bir beyanı, ortak sözleşme yaptığını anlatan bir beyandır. Böyle olunca da…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – O beyanı da doğru bulmuyoruz biz.
PROF. DR. YAVUZ ATAR – Tabii, orada tartışılması gereken bir şey. Yani, bugün burada, bütün bu tarihî perspektif, bütün farklı açıklamalar, farklı yaklaşımların yerinin orası olduğunu düşünüyorum. Vatandaşlık önerimiz son derece açıktır, nettir, herhangi bir etnisite vurgusu içermemektedir. Yani, farklı endişelerin de burada tabii dile getirilme sebeplerini anlıyorum ama burada “Türk” kelimesinin olmamasının, sözü edilen endişelere, bazı arkadaşlarımızın ileri sürdüğü endişelere yol açmayacağını düşünüyorum ve başlangıçta bunları ele almak yararlı olacaktır. Orada, yeri geldiğinde, tabii, görüşlerimi ben açıklarım.
Dostları ilə paylaş: |