1 nolu yazim komisyonu tutanaklari iÇİndekiler



Yüklə 8,47 Mb.
səhifə41/111
tarix18.05.2018
ölçüsü8,47 Mb.
#50715
növüYazi
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   111

23.10.2012 Tarihli Toplantı

BİRİNCİ OTURUM

Açılma Saati: 11.12

BAŞKAN : ATİLLA KART (Konya)

-----o-----

ATİLLA KART (Konya) – Değerli arkadaşlarım, hoş geldiniz hepiniz.

İyi günler diliyorum, iyi çalışmalar diliyorum, yararlı, verimli bir çalışma olmasını diliyorum.

Siyasi partilerimizin temsilcileri hazır. Uzman ve danışman arkadaşlarımızdan Profesör Doktor Yavuz Atar, Profesör Doktor Hasan Tunç, Profesör Doktor Ali Akyıldız, Meral Danış Beştaş, Özgür Sevgi Göral, Taylan Barın, Tarık Olcay, Dilek Kumcu, Mustafa Kemal Çiçek, Oğuz Turhan ve Yusuf Buzgan hazırlar.

Çalışmalarımıza başlıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, dün vatandaşlık maddesinin tartışmasına başlamıştık. Burada bakıyorum, bugün basında, medyada “Vatandaşlık maddesinin madde başlığında bile anlaşamadılar; onun için içeriğe giremediler.” şeklinde bir değerlendirme var. Tabii, biz başlıkta anlaşamadık. Umarım, dilerim ki ilerleyen süreçlerde bir mutabakat sağlanacak ama içeriğin tartışmasına başlamıştık, bugün de gene o tartışmayı sürdüreceğiz ağırlıklı olarak. Yani bugünkü mesaimizde tahmin ediyorum başka bir konuyu, kavramı dile getirmeye gerek olmadığı düşüncesindeyim. Bugün tüm mesaimizi yine vatandaşlık maddesi üzerine hasredelim diye düşünüyorum. Yani herkes düşüncesini olabildiğince en net şekliyle, en rahat şekliyle ifade etsin, kayıtlara geçirsin diye değerlendiriyorum. Bu anlayışta çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

Söz almak isteyen arkadaşlarıma sırasıyla söz vereceğim.

Ali Bey, buyurun.

PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Efendim, sorunun özü “Türk” kavramının, Anayasa’da geçen “Türk” kavramının etnik bir terim mi olduğu yoksa hukuki bir terim mi olduğu noktasındadır. Tabii, MHP’nin savunduğu görüş -ki, bizim de savunduğumuz görüştür bu- buradaki “Türk” kavramının kesinlikle bir etnik terim olmadığı, tamamen bir hukuksal terim olduğudur. Gerçekten de ulus devletin, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulma sürecinde tabii ki bu toprakların adı “Türkiye”dir, dolayısıyla buradaki millete de bir isim vermek gerekmiştir. Türkiye’deki, “Türkiye” denilen bir topraktaki milletin adı da hâliyle “Türk milleti” olmuştur. “Türk milleti” kavramı bir etnisiteyi ifade eden bir kavram değildir. Bu kavram, tarihin derinliklerinden itibaren gelen bir kültür selinin, bir kültür ırmağının çeşitli kollarla beslenerek, büyüyerek geliştiği ve günümüze ulaştığı, ebediyete kadar da uzanacak olan bir ırmağın adıdır. Türklüğe böyle bir benzetme yapmak mümkündür, bir kültüre aidiyettir “Türklük” kavramı. Sayın Bakanım Faruk Bal, bunu dünkü konuşmasında gayet güzel izah ettiler. Gerçekten de bu ırmağa çeşitli kollar katılmıştır. Özellikle Balkan savaşları sonrası, Kafkas savaşları sonrası ve Birinci Dünya Savaşı sonrası kendisini bu kültüre ait hisseden bütün etnik gruplar -bunların tek tek sayılması bile uzun bir zaman alabilir- birer küçük ırmak olmuşlar, birer dere olmuşlar kendilerini bu toprakların koruyuculuğuna, bu topraklardaki kültürün ve milletin koruyuculuğuna bırakmışlar, aidiyeti burayı görmüşler, buraya ait olduklarını görmüşler ve buraya gelmişlerdir. Buraya Balkanlardan gelmişlerdir. Bu Balkanlardan gelenlerin bir kısmı zaten buradan gitmişlerdir. Kafkaslardan gelmişlerdir, coğrafyamızın her tarafından gelmişlerdir. Dolayısıyla, “Türk” kavramı bütün bu birlikte haşr olmuşluğun adıdır.

ATİLLA KART (Konya) – Ne olmuşluğun?

PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Haşr olmuşluğun, birlikte haşr olmuşluğun, birlikte mecz olmuşluğun adıdır. Bu bir kültürün adıdır, bu bir aidiyetin adıdır ve bu yepyeni bir milletin adıdır, Anadolu’da birbiriyle kucaklaşmış bir milletin adıdır. Dolayısıyla, ırmaklardan, derelerden oluşan bu büyük ırmağın, bu Türklük ırmağının tekrar derelere, ırmaklara bölünmesi, milletin çözülmesi, sadece ve sadece emperyalistlerin işine yarayacaktır ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundaki o şanlı mücadelenin inkârı anlamına gelecektir. Bunun aksini hiçbir hukuksal gerekçeyle izah etmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla, burada “Türklük” kavramına illaki bir etnik anlam yükleyerek tartışmayı bu noktanın üzerine çekmek anlaşılabilir bir durum değildir. Bunu Sevr’de yapmaya çalıştı birileri ama bu millet bütün etnik gruplarıyla birlikte bu Sevr tuzağına düşmedi. Bugün de o günlerin torunları, o günlerin kahramanlarının torunları olarak bizlere düşen görev bu ruhu devam ettirmektir. Yani bu bir Yörük değildir, ne diyelim, bir Gagavuz değildir, bir bilmem ne değildir. Türklük bir kültürün, bir aidiyetin adıdır, hiçbir şekilde bir etnisite değildir. Onun için, Anayasa’dan “Türk” kavramının kaldırılması, vatandaşlıkta olsun, egemenlikte olsun, başka yerlerde olsun hem dünya örneklerine de uygun değildir, iddia edildiğinin aksine dünya örneklerine, özellikle bizim coğrafyamızdaki örneklere hiç uygun değildir hem de bu tarihî altyapıya, tarihî geri plana hiç uygun değildir. Onun için, biz bu maddenin başlığının ve içeriğinin Türk vatandaşlığı olarak düzenlenmesinde ısrarlıyız.

Gerekçelerimizi böylece tekrardan özetlemiş oluyoruz efendim.

ATİLLA KART (Konya) – Evet, konuşma isteğinde olan?

ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Söz alabilirim.

ATİLLA KART (Konya) – Buyurun efendim.

ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Şimdi, şöyle ilginç bir şey oluyor dünden beri vatandaşlık konuşurken: Herkes kendi argümanının doğru olduğunu söylerken karşıdakinin argümanının hukuki temeli olmadığını söylüyor. Şimdi, bence ya argümanların ikisinin de hukuki temeli var, yani Türklük ve Türkiye vatandaşlığı, ya da ikisinin de hukuki temeli yok çünkü ikisi de aslında belirli bir mantığa dayanıyor, bir mantık silsilesine dayanıyor. O mantık silsilesinde birincisi diyor ki: “Türk milleti” terimi etnik bir vurguyu içermez, bu topraklardaki bütün halkları kapsayan bir hukuki terimdir.

FARUK BAL (Konya) – Sosyolojik anlamda, anayasal anlamda da hukuki tanım.

ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Evet, yani “hukuki bir terimdir” dedi Ali Hocam.

Şimdi, öbür taraf da diyor ki. “Hayır, ‘Türk’ ifadesi etnik bir terimdir, herkesi de içeren bir terim değildir.” Bunlardan ikisi de benzer bir argümantasyonla ilerliyorsa bence gerçekten ikisinin ya bir hukuki temeli var ama farklı iki hukuki yaklaşım ya da ikisinin de hukuki temeli yok. Bir de birisine “hukuki temeli yok” deyince o zaman geriye elimize mutlak, değişmez, tek doğru olarak öbürü kalıyor, zaten tartışmaya gerek yok o zaman. Yani hukuki bir temeli yok çünkü “Türk” bunu içerir. O zaman zaten bu, bu olmak zorundadır fakat Türkiye’de bununla ilgili bir tartışma var, yani bununla ilgili çok uzun süredir devam eden bir tartışma ve üstelik yeni bir tartışma da değil. Bununla ilgili tartışma da üstelik, örneğin sadece BDP’nin ya da sadece Kürt yurttaşlarımızın itirazları yok. Elimde SETA’nın “Yeni Anayasaya Doğru Vatandaşlık Raporu” var. Uzun uzadıya anlatmış vatandaşlık tanımları, kavramları, anayasalarda nasıl kullanılmış, 21’de, 24’te, 61’de, 82’de, diğer ülke anayasalarında. Sonra şöyle kısa bir sonuç paragrafı yazmış. Yani SETA’nın herhâlde bir sürü konuda BDP’yle benzer falan düşünmediğini herkes biliyordur burada. Diyor ki: “Mevcut Anayasa’nın baştan aşağıya Türklük –tırnak içinde- ve Atatürkçülük –tırnak içinde- renkleriyle boyalı bir anayasa olduğu gerçekliği karşısında yeni anayasada anayasal vatandaşlık anlayışını hâkim kılabilmenin temel gereklerinden biri, bu türden ayrıştırıcı kavramlara yer vermekten kaçınmaktır.” Yani SETA’ya göre “Türklük” sadece etnik bir tanım değil, aynı zamanda Atatürkçülükle birlikte ayrıştırıcı bir tanım. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan bütün yurttaşların katılmadığı, benimsemediği bir tanım. Dolayısıyla, deniyor ki: Yeni anayasal vatandaşlık tartışmalarında bu tip ayrıştırıcı ifadelerden kaçınmak, tıpkı dünya anayasalarında olduğu gibi çok daha nötr tanımlarla devam etmek gerekir. İki tane daha araştırma var elimde, bir tanesini Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Sosyoloji Bölümü yapmış, bir tanesi de Profesör Hakan Yılmaz, Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Vakfı birlikte yapmış. İkisinin de söylediği şey, Türkiye’deki yaşayan yurttaşların kendi aidiyetleriyle ilgili, kendi kimlikleriyle ilgili soru sorulduğu zaman verdikleri en geniş, en kapsayıcı cevap Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, Türk olmak da değil, başka bir etnik köken de değil, hiçbiri değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak. Şimdi, demek ki kapsayıcı olanın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak olduğu bizim görüşümüze her zaman yakın olmayan farklı kurumlar tarafından da dile getirilmiş, belirtilmiş bir durumda.

Şimdi, ben gerçekten şeyi anlamakta zorluk çekiyorum, neden nötr bir yurttaşlık tanımı –ve gerçekten bunu dinlemek istiyorum yani- bölünmeye yol açıyor? Şimdi eğer bu böyleyse o zaman AKP’nin önerisi de bölünmeye yol açacak demektir sadece BDP’nin önerisi değil. Biz yalnız değiliz nötr bir yurttaşlık tanımı ileri sürmekten, AKP de bizim… O zaman AKP de Türkiye'nin bölünmesine hizmet edecek bir öneri getiriyor demektir burada.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Bizi karıştırmayın.

ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL – Ama sizin öneriniz de Türk vatandaşlığı değil.

Hani şunu demek istiyorum: Yani Türkiye toplumunun belirli kesimlerini temsil eden bir partisi diyelim, Barış ve Demokrasi Partisi, epey bir kesimi temsil eden bir partisiyle birlikte nötr bir yurttaşlık tanımı getiriyor. Buna verilen cevap, gerçekten anlamak için soruyorum bunu, “Bölünme emperyalistlerin işine yarar.” Yani şimdi biz neden anayasamızda nötr bir vatandaşlık tanımı getirince bölünmüş olacağız? Dünyanın bir sürü üniter devletinde yurttaşlık, vatandaşlık tanımı hiçbir dinsel, etnik, farklı bir aidiyet içermeksizin nötr bir şekilde tanımlanınca bölünmüyor da neden buraya gelince bölünüyor? Anladığım kadarıyla onun mantığı da şunda yatıyor: “Özellikle bizim coğrafyamızdaki örnekler.” dedi Ali Hocam. Biz, Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafya nedeniyle ya da içinde bulunduğu kimi özgün koşullar nedeniyle ya da kimi başka gerekçelerle… Bunun aslında sosyal bilimlerde “sui generis”lik diye altı çizilir. Yani, biz diğer toplumlara, diğer devletlere benzemeyiz, kendine has bir toplumsal yapıyızdır, kendine has bir devlet yapısıyızdır. Bunun bir adım sonrası da kendine has düzenlemeler gerektirir bu. Bunlar da genelde daha otoriter, daha farklı, demokrasinin kazanımlarının daha gerisinde düzenlemelerdir. Biz, Türkiye toplumunun demokrasi birikiminin, Türkiye toplumunun birlikte yaşama birikiminin, Türkiye toplumunun demokrasi kültürünün bu tip kaygıları gerektirmeyecek kadar ileri bir noktada olduğunu, dünyanın diğer örnekleri, hani bizim coğrafyamıza benzemeyen örneklerinde yaşayan yurttaşlar ne tip haklar ve özgürlüklerden bir bütün olarak yararlanıyorlarsa Türkiye’de yaşayan her gruptan, her toplumsal kesimden insanın da benzer haklarda yaşamayı hak ettiğini ve bu yüzden ötürü de bir korku duymanın yersiz olduğunu düşünüyoruz çünkü eğer bu akıl yürütmeden devam edersek -kimse bunu burada kastediyor diye söylemiyorum, ben kendim bunu üzerine akıl yürütüyorum- zamanında yabancıların “doğu için iyidir” dediği, “bon pour l’orient” dediği, bizim için uygun yönetim sistemlerine gideriz. E, bunun da nereye gittiği hakikaten bu sefer coğrafyamıza baktığımızda belli, yani Baas’çılıktan tutun da bir dizi otoriter yapılanmaya gider. Biz, Türkiye toplumunun demokrasi birikimin bunu gerçekten çok aştığını düşünüyoruz.

Bir de şeyi son olarak merak ediyorum. Şimdi, bir şey dediğimizde başka birisi de diyorsa ki: “Ben onu öyle algılamıyorum.” Ona vereceğimiz cevap “Yok, öyle olmalı.” mı yoksa onun neden öyle algılamadığını anlamak mı olmalı? Benim için mesela, yani “Türk” teriminin etnik bir terim olduğunda hiçbir beis yok. Zaten, aslında, 24, 61 anayasalarında bunu geçirenler de Meclis tutanaklarında söylüyorlar zaten bunu: “Evet, Türklük etnik bir terimdir. Biz zaten Türkiye’de yaşayan diğer kavimleri, diğer etnik kökenleri, diğer milletleri de bu terimin altında toplamak istiyoruz, yani onları da bu terimle kendilerini ifade eder hâle getirmek istiyoruz.” Şimdi, bir etnik kesimden insanlar diyorlar ki: “Biz bunu kabul etmiyoruz.” Buna verilecek cevap “Ama hayır, bu kapsayıcı bir şey. Sen gel bunu kabul et.” Yani etmiyor ama yani zaten otuz yıldır tartışmanın temeli bu, “anayasal yurttaşlık” dediğimiz temel bu. Eğer Türkiye’de yaşayan bütün toplumların, bütün milletlerin -kardeşseler de- eşit olduklarını kabul edersek o zaman birisinin büyük ırmak, birisinin küçük ırmak olduğunu kabul etmeyiz, deriz ki: “Onların hepsi eşit ırmaklardır.” Sadece Türkler ve Kürtler de değil, 19’uncu yüzyılda sayıları Osmanlı İmparatorluğu’nda milyonlarla ifade edilen gayrimüslim topluluklar da bu ülkenin eşit yurttaşlarıydı, bu ülkenin o büyük kültürlerinin oluşmasında… O büyük kültür herhangi bir etnik şeyle tanımlanamaz ortak paylaştığımız kültür, ortak paylaştığımız bir kültürdür, tıpkı Türk milleti gibi, tıpkı Kürt milleti gibi onların da katkıları vardı. Biz bunu birbirinin aynısı, küçük ırmaklar ya da büyük ırmaklar neyse, biri neyse öbürlerini de o olarak görüyoruz, biriyle diğerlerinin arasında bir üstünlük ilişkisi olmadığına inanıyoruz, eşitler arası ilişki de bunu gerektirir ve daha önce, dün de çok fazla vurgulamıştı Meral, Türkiye toplumundaki zaten politik krizin temelinde de bu anayasal vatandaşlık tanımının yattığını düşünüyoruz. Bunda atılacak bir olumlu adımının Türkiye toplumunun politik gündemini çok ciddi bir biçimde etkileyeceğini, belirleyeceğini, bir barış ikliminin oluşmasına çok faydası olacağına inanıyoruz.

Şimdilik bu kadar söylemiş olayım.

ATİLLA KART (Konya) – Buyurun.

FARUK BAL (Konya) – Teşekkür ediyorum.

Arkadaşlar, iyi bir gün diliyorum ben de. Gerçekten bu dileğe de ihtiyacımız var birbirimizi iyi anlayabilmemiz için.

Tabii, birbirimize tarih, coğrafya, sosyoloji dersi verecek hâlimiz yok ya da “Yanlış düşünüyorsun, benim söylediğim doğru. Gel bu doğruyu kabul et.” diyecek hâlimiz de yok, daha ziyade, siyasi fikirlerin kristalize olmuş hâlinden bir sonuç çıkarmaya çalışacağız. Bu sonucu çıkarırken bizim düşüncelerimizin açık, seçik ve doğru anlaşılması ve algılanması amacıyla konuşuyorum ve biraz yine tarihe gideceğim.

Osmanlı Devleti küçük bir kayı boyunun küçük bir dalı olarak, Söğüt’te, 400 çadırlık bir aşiret tarafından kurulmuş. Bu, o çağın değerlerine o derecede uygun bir kuruluş olmuş ki neticede Avrupa’nın ortalarına kadar yayılabilmiş ama yayılmasında en önemli unsur zannedildiği gibi kılıç, at, top değil, aksine, adaletli bir yönetim sistemini oralara taşıyabilmesidir. Buna inanıldığı, buna güvenildiği için, Avrupa’nın o çağlarda içinde bulunan etnik ve mezhep çatışmalarında mağdur ve mazlum olanlar Osmanlıyı davet etmiş, Osmanlıya, kendilerini korumaları, himaye etmeleri konusunda talepte bulunmuş ve bu talebin doğal neticesi olarak da Osmanlı oralara gerek hükümranlık olarak, gerekse himayesi altına aldığı topraklar olarak gitmiş.

Burada kurucu ve iskelet unsur olarak Türk unsuru var iken, güçlü bir hâle gelebilmesi için farklı alanlarda da destek almış. Örneğin, kültürel açıdan, Bizans kültürünün yönetim açısından etkilerine açık olmuş, dil bakımından Arapçaya açık olmuş, devlet yönetimi bakımından Farsçaya veya Pers geleneklerine açık olmuş, netice itibarıyla o çağın global bir gücü hâline gelmiş. İşte, bu global güç, kuruluş felsefesiyle arasında herhangi bir çelişki olmadığı için, gittiği her yerde din, dil, ırk, soy, sop ayrımı gözetmediği için de o çağının üzerinde bir standardı yakaladığı için de alt dinamikler tarafından beslenmiş. Gittiği ülkelerde, özellikle Avrupa’da Katolikler birbirlerini, Ortodokslar birbirlerini boğazlarken Osmanlı onlara din ve vicdan hürriyetini rahat yaşayabileceği imkânlar sunmuştur.

Çöküş devrine geldiğimiz zaman, bu yükselme bitmiş, Osmanlının büyümesindeki argümanların tam tersi ama olabildiğince vahşi dinamikler ortaya çıkmış ve Osmanlı kendisini himaye ettiği, koruduğu veya adalet götürdüğü grupların isyanları ve onları teşvik eden devletlerle birlikte savaşa tutuşmaları gibi birtakım olumsuzluklara tabi olmuştur.

Bunu son döneme yaklaştırdığımız zaman, çağın, daha doğrusu o dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olan Wilson, çöken hasta adamın yerine yeni bir dünya düzeni ilan etmiştir “Wilson Prensipleri” adı altında, 18 maddelik, aynen bugün Büyük Orta Doğu Projesi gibi. Wilson Prensiplerinin iki tanesi, ne Osmanlıyla ne de onun dünyasıyla ilgili değildir. Biri Türklerle ilgilidir, biri de Türkiye’yle ilgilidir. Türklerle ilgili olanı “Türklerin Anadolu dışında hâkimiyet hakkı kalmamıştır.” maddesidir. Türkiye’yle ilgili olanı ise -Anadolu’yu kast ediyor- “Türklerin burada yönetim yetkisi vardır, ancak diğer milletler kadardır.” Bunun anlamı: İleride bunun üzerine oturacak Sevr Anlaşması’na göre Anadolu’da kurulacak küçük devletleri ifade etmektedir.

Şimdi, bugüne taşıyıp nasıl değerlendirirseniz değerlendirin. Osmanlı toprağında Wilson Prensipleri’ni Savunanlar Derneği oluşmuştur. Osmanlı yaşama mücadelesi verirken, mandacılık konusunda İngiliz mandasını savunan İngiliz Muhipler Cemiyeti oluşmuştur, Amerika’nın mandasını savunanlar oluşmuştur. Elhasılı velkelam, bu çözülme, bu çökme sadece cephelerde, ekonomide, teknikte, siyasette değil, toplumsal ayrışmada da olmuştur.

Sonuçta -ben isterseniz sizlere dağıtabilirim- Osmanlı isyanlarını inceledik, o isyanların da katkısıyla Osmanlının Söğüt’ten çıkıp cihanşümul bir imparatorluk kurmasından sonra, global gücü çökmüş, kendisine dinamik katan, genişlemesine enerji katan unsurların ayrışmasıyla her şey bitmiş, payitahtı işgal altına alınmış -onların işte hikâyesini anlatmayacağım- elde avuçta bir şey kalmamış. Anadolu’da da isyanlar var, Rum Pontus isyanı, Ermeni isyanı, efendim, Doğu’daki aşiretlerin isyanı vesairesi, Kürt isyanı vesaire.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Konya isyanı, Konya, Bozkır, Delibaş, Yozgat, evet.

FARUK BAL (Konya) – Var, bunların nedeni farklı tabii. Yani din kökenli, etnik kökenli, mezhep kökenli birtakım hareketler olmuş.

Şimdi, elde avuçta bir şey kalmamış, koskoca imparatorluk, cihanşümul imparatorluk dağılmış, o imparatorluğun kurucu unsuru üç aşamalı bir düşünceyi tarih süreci içerisinde yaşadıktan sonra, Osmanlıcılık, İslamcılık ve arkasından da Türkçülük, üç aşamalı bir şeyi aştıktan sonra Kurtuluş Savaşı’na gelmiş. “Osmanlıcılık” dediğimiz fikir, Osmanlı milletinin tanımına uygun, o tebaa içerisinde, o padişahın hükümranlığını kabul etmiş olan herkesi millet kavramında alıyor ve onu tebaa görüyor, onu reaya görüyor, onu kul görüyor, bunu kabul edenleri de vatandaş görüyor, daha doğrusu o zamanki adı vatandaş değil.

Şimdi, Balkanlar çökerken, çok hazindir, Bulgar yayılmacılığı, Rus destekli Bulgar yayılmacılığı sırasında Makedonlarla konuşulurken zamanın Osmanlı temsilcisi “Biz ‘Osmanlı milleti’ dediğimizde, masanın karşısındaki isyancıların kulağına hiçbir şey gitmiyordu. Onlar ‘Kendi topraklarımızı isteriz.’ diyorlardı.” diyor. İşte bu, Osmanlının, Osmanlıcılık fikrinin artık hayat bulmayacağına ilişkin vardığı son nokta ve onun üzerine de Sultan Abdülhamit İslamcılık düşüncesini geliştirmeye çalışıyor. Onun da önünde birtakım sorunlar oluyor, birtakım hayalperestler ortaya çıkıyor. Bu da olmayınca, geriye bu devletin efendim bakiyesi üzerinde bir devlet yaratma düşüncesi ortaya çıkıyor. İşte Anadolu’da kurulan devletin adı bu şekilde tarihte yerini alıyor, siyasette yerini alıyor ve birlikte -dün anlattığım gibi- Osmanlı topraklarından gelen, efendim, sosyal grupların da Türk milleti çerçevesi içerisinde kurmuş oldukları Osmanlı İmparatorluğunun, daha önce kurmuş oldukları Selçukluların, ondan önceki beyliklerin, ondan daha önce Anadolu’ya yerleşenlerin kültür ve medeniyetine ait duygusuyla bu devleti kurmuşlar.

Şimdi, burada bu kadar geniş anlatmamın sebebi, bir hikâye ile bağlayarak bugüne taşımak istiyorum sonucu. İngilizler, Hindistan’a ve dünyanın bütün ülkelerine gittiklerinde küresel sömürüyü sıfır bedelle gerçekleştirebilmek için iki önemli çatışmayı gündeme getirdiler: Bunlardan bir tanesi etnik çatışma, diğeri de inanç çatışmasıdır. Hedef aldığı ülkelerde bu çatışmaları yarattıktan sonra iki taraf da İngilizlere muhtaçtır. Birisi akıl yönünden muhtaçsa, diğeri silah yönünden muhtaçtır; birisi aş, ekmek konusunda muhtaçsa, diğeri başka bir nedenden dolayı muhtaçtır. İşte yıllarca üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk, bu temel siyaset ile var olmuştur ve gün gelmiştir, aynı çatışmaları orada bırakarak geri de dönmüşlerdir. İşte Hindistan bunlardan birisidir. İngilizler, Hindistan’a güya bağımsızlığını altın tepsi içerisinde sunarken –Hindistan’ı sömürdükten sonra- son atadıkları vali orayı terk ediyor ve bir törenle terk ediyor. Terk ederken oradaki Hindistan yetkilisinin bu, canını sıkıyor. Diyor ki: “Ya, geldiniz, işte, kast dediniz, inanç dediniz, etnik grup dediniz, dil dediniz, bizi paramparça ettiniz, birbirimizle kavga ettirdiniz. Şimdi de bize bunu, bağımsızlık sunarmış gibi geri gidiyorsunuz. Geride kalan tortuda da hâlâ biz bu çatışmalara devam edeceğiz.” Buna İngiliz Valisinin verdiği cevap çok dikkate değerdir, çok manidardır, belki bu masada da anlaşılması gerekecek kadar önemlidir: “Siz de buna çok müsaittiniz.”

İşte değerli arkadaşlarım, kısa kısa anlatmaya çalıştığım, Osmanlının çöküş dönemi içerisinde İngiliz Muhripleri Derneği’ni kuran, Amerikan mandasını isteyen, İngiliz mandasını isteyen, Wilson Prensiplerini savunanların derneğini vesairesini kuran bir anlayışa rağmen oradan bir güç neşvünema buldu, bu ülkeyi, bu milleti, bu değerleri yarattı. Biz şimdi bu değerler üzerine bir anayasa yapıyoruz. Bu tartışmaları tekrar başlatarak değil, bu tartışmalar bitti. Türkiye Cumhuriyeti devletine bir anayasa yapıyoruz. Biz 12 kişi kimiz? Hangi hakkımız var, hangi yetkimiz var? Bu devleti kuranların döktüğü kan, çektikleri acı, ızdırap, yaşadıkları sorunların üzerine inşa edilmiş bu devlete bir anayasa yapılıyor. Bu devletin adı “Türkiye Cumhuriyeti devleti”dir. Bu devleti kuran ise, o kültür ve medeniyete ait olduğunu hisseden herkesle birlikte Türk kültür ve medeniyetidir. Bunun adı da –vatandaş olarak geldiğimizde- Türk’tür. Biz nasıl ispatlayalım? Yemin mi edeyim ben? “Vallahi, billahi, tallahi bu etnik grup değildir.” diye yemin mi edeyim yani? Bu böyledir, bu bir anayasal tabirdir, bu bir hukuki bağdır, sosyolojik anlamda ise bir aidiyet duygusudur, ait olduğu alan Türk kültür ve medeniyetidir. Bunu biz böyle desek de böyledir, demesek de böyledir. Bunu Faruk Bal olarak söylemiyorum, MHP olarak söylemiyorum, tarih söylüyor bunu. Dün anlattığım, Balkan Savaşı’ndan göç nedeniyle niye buraya geldi Balkanlardan gelen insanlar? Niye galip devletlerin yanında olmadı? Niye Kuzey Kafkasya Ruslar tarafından boşaltılırken, efendim, bu insanlar Anadolu’ya geldi? Geldi de çok iyi oldu. Hiç olmazsa Osmanlıyı biraz daha yaşatabildi o insanlar gayretleriyle, çabalarıyla vesairesiyle. Saddam’dan kaçanları niye buraya geldi? İşte o kültür ve medeniyete aittir, aidiyettir. Bunun adı da Türk’tür.

Şimdi, “Türk, etnik bir kimliktir.” denildi. Ben şaşırıyorum yani birbirimizi kandıracak hâlimiz yok. Hukuki anlamını bir kenara bıraktığımız zaman, eğer Türk etnik bir kimlik ise, etnik kelimesine verilen anlam itibarıyla oradaki yani Türkiye’deki çoğunluk nedir? Yani bir şeyin etnik olarak tanımlanabilmesi için, bütün uluslararası literatürde, antropolojisinden sosyolojisine hangi bilim dalına sorarsanız sorun, dil, din, ırk, siyasi düşünce, felsefi inanç bakımından çoğunluktan farklı hissedenler etniktir.

ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL - Öyle değil Vekilim.

FARUK BAL (Konya) – Öyledir efendim. Siz tanımı da değiştirmeyin.

Şimdi, eğer etnik buysa, çoğunluk nedir? Bunun anlamı, siyasi bir hile-i şer’iyyedir. Bu kültür ve medeniyeti çözüp, o kültür ve medeniyete renk ve şekil veren grupların içerisinden birisiymiş gibi kabul sonucunu doğurmak için bu tarihî süreç içerisinde kendiliğinden oluşmuş Türk kelimesine etnik kelimesinin verilmesinin anlamı budur. Onun için de sayanlar hep öyle sayıyorlar: Türk, Kürt, Çerkez, Çeçen vesaire, vesaire… Elbette bunlara bizim saygımız sonsuz ama bunların hepsi o kültür ve medeniyetin içerisindedir.

Değerli arkadaşlarım, anayasadan “Türk” kelimesinin çıkarılmasına karşıyız, karşı olacağız. Bu -yine tarihe gitmek istemiyorum- bir yüzyıl boyunca Anadolu’dan Türk kelimesinin çıkarılması için mücadele edilmiştir, Haçlı seferleri sırasında binlerce insan, kanını dökmüş, canını vermiş, bu sonucun elde edilmemesini sağlamıştır. Selçuklu Sultanı Kılıçarslan’dan Selahaddin Eyyubi’ye kadar nice insan kanını dökmüş ise, Anadolu’dan Türk kültür ve medeniyetini silinmesine karşı dökmüştür. Bunun, tarih olarak bize yüklediği bir vebal vardır, bunun bir de sorumluluğu vardır. Bu düşünce tarih boyunca hiç değişmemiştir. Avrupa’nın ortaya koymuş olduğu “oryantal sorun”, “Doğu sorunu” dediğimiz sorun, Osmanlının suların öbür tarafına geçip, boğazların öbür tarafına geçip Batı’ya yayılmasından itibaren, onları önce Avrupa’dan, sonra da Anadolu’dan atmaya yöneliktir. Bunun son geldiği nokta -aradaki hikâyeleri bırakıyorum- Çanakkale Savaşı’ndan sonra -Çanakkale Savaşı’na niçin geldiklerini hepimiz biliyoruz- Mondros Mütarekesi, efendim, Sevr Anlaşması ve ondan sonra da bugünlere kadar geldiğimiz süreç içerisinde, o Türk kültür ve medeniyeti çerçevesi içerisinde ifade etmeye çalıştığımız muhteşem terkibi, “mozaikler” adı altında, “etnisiteler” adı altında bölüp, parçalayıp tekrar Osmanlının çöküş dönemine benzer, Türkiye’yi bir çöküş dönemine sürüklemektir. Geldiğimiz süreç içerisinde de bunun gizli saklı bir tarafı yoktur. Artık şehir devletlerini istiyor global güçler, şirket gibi devletler olmasını istiyor global güçler. Bu şirket gibi devletlerin oluşması, onların daha kolay sömürülmesi, daha kolay yönetilmesini sağlayacaktır. Hepimizin aklı var, izanı var. İngiliz Valisinin Hindistan yöneticisine söylediği gibi biz de o küresel güçlere, tuzaklara müsait bir pozisyon, tavır almayalım.


Yüklə 8,47 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   111




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin