1 nolu yazim komisyonu tutanaklari iÇİndekiler



Yüklə 8,47 Mb.
səhifə42/111
tarix18.05.2018
ölçüsü8,47 Mb.
#50715
növüYazi
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   ...   111

Teşekkür ediyorum.

BAŞKAN – Altan Bey, buyurun.

ALTAN TAN (Diyarbakır) - Evet, Hasan Bey eğer kısaysa dinleyeyim sizi, sonra başlayayım.

PROF. DR. HASAN TUNÇ - Yok estağfurullah.

BAŞKAN – Buyurun Altan Bey.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Şimdi, böylesine çok önemli bir maddeyi tartışırken tabii ki tarihe, siyaset bilimine, sosyolojiye başvuracağız. Yani onun içindir ki işte dünden beri bu madde çerçevesinde neredeyse bütün bir Anadolu tarihi, Selçuklu, Osmanlı tarihi, cumhuriyetin kuruluşu ve Orta Doğu’daki bütün gelişmeler tekrar tekrar gündeme geliyor. Bu doğal yani bunda bir anormallik görmüyorum ben çünkü maddenin hassasiyeti, önemi bunu gerektiriyor. Tabii burada bu tarih okumasında, bu sosyoloji okumasında, üzerinde ittifak ettiğimiz mevzular var, bir de aynı düşünmediğimiz mevzular var, zaten farklılık da buradan kaynaklanıyor. Yani aynı sonuca varamayışımızın sebebi, bu farklılıklardan dolayı.

Şimdi, tabii, birinci büyük farklılık ne? Bütün bir Orta Doğu’daki gelişmeleri ve Anadolu’daki varlığı Türklük ile ifade etmektir, bu birinci büyük yanlıştır. “Türklük büyük ırmaktır.” dedi Ali Bey, diğerleri küçük ırmaklar. Şimdi tabii ki büyük bir coğrafyada, birçok farklı etnik, dinî, mezhebi ve sınıfsal farklılıkları olan topluluklar eğer bir tarihî birliktelik meydana getirmişlerse ve bir kader birliği yapmışlarsa burada bir havza vardır, bu doğrudur. Bütün havzalara olduğu gibi bu havzaya da farklı ırmaklar, dereler, sular, yağmur suları, yer altı suları -yani bir su mühendisi ifadesiyle konuşursak- akmıştır, akması da normaldir, hâlen daha akmaktadır. Fakat burada bizim katılmadığımız, bu havzanın tanımlanmasıdır. Eğer böyle bir büyük ırmaktan, büyük bir havzadan, büyük bir gölden veya denizden bahsediyorsak, bunun ana ismi İslam’dır. Yani bu Anadolu coğrafyasını da, Orta Doğu coğrafyasını da çok uzunca bir dönem -işte İslamiyet’in ortaya çıkışından itibaren- oluşturan temel dinamik, temel faktör İslam dinidir. Ne Türklüktür tek başına ne Kürtlüktür ne de Araplıktır.

Kılıçarslan’la Selahaddin’i yan yana getiren de aynı şeydir. Yani burada bir etnik havzadan, bir etnik endişeden veya bir etnik kimlik veya bir etnik kimlik veya kavim kimliği -yani o günkü itibariyle- onun üzerinde bir havzalaşmadan ve beraberlikten bahsedilemez, bu da çok açık seçik ve net.

Yine aynı şekilde, ondan sonraki dönemlerde, yani o Haçlılardan sonraki dönemlerde de yine bu coğrafyanın temel kültürünü İslam dini oluşturmuştur. Hatta öyle bir noktaya gelinmiştir ki birçok yazar ve birçok sosyolog gibi Hasan Bülent Kahraman’ın da şöyle bir tespiti vardır: “Bu coğrafyadaki gayrimüslimler bile kültürel olarak Müslüman’dırlar.” demiştir. Bu çok önemli bir tespittir, benim de katıldığım bir tespittir. Ne demektir kültürel olarak Müslüman olmak? Yani bir Hıristiyan eğer Hıristiyan’sa Hıristiyan’dır, Yahudi’yse Yahudi’dir. Peki kültürel olarak nasıl Müslüman olur? İşte bu, bu büyük havzanın bin küsur yıl içerisinde oluşturduğu düğünler, taziyeler, dostluklar, komşuluklar, alışveriş ilişkileri vesaire, vesaire, vesaire… Giyim kuşamdan, yemek kültüründen müziğe kadar bir ortak kültür ve kimlik inşasıdır. İşte onun içindir ki bu coğrafyada yaşayan bizim gayrimüslimlerimiz yani özellikle de Ermeniler ve Süryaniler, Süryaniler derken de yine aynı tarihî köken içerisinde birbirinden farklılaşan ama aynı tarihî kökene ve inanca sahip olan Asuriler, Aramiler, Keldaniler, Nasturiler, bunların tamamını kastediyorum, Lübnan’da Maruniler. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki bu kültürel birliktelik bugün kendini Avrupa’da bile hissettirmektedir. Yani Avrupa’ya göç eden -işte bütün bu Nasuri, Asuri, Keldani kimlikleriyle beraber tamamını kastediyorum- Süryaniler Hıristiyan olan İsveçlilerle, Norveçlilerle veya Almanlarla bir diyalog, bir komşuluk, bir sosyal ilişki geliştirememekteler; yine Orta Doğu’dan geldikleri coğrafyanın Türkleri, Kürtleri, Arapları, Persleriyle sosyal ilişkilerini devam ettirmektedirler. Çünkü bir kültür oluşmuştur o kadar zaman içerisinde.

Şimdi, bunları niye anlatıyorum? Bunları şunun için anlatıyorum, baştaki cümlemi tekrar söylüyorum hüküm cümlesi olarak: Eğer burada büyük bir havzadan bahsetmek gerekiyorsa bu, İslam havzasıdır. Ve 1924 Anayasa’sında bile -dün de benden başka söz alan konuşmacılar tarafından da dile getirildi değişik partilerden- “Devletin dini İslam’dır.” ibaresi vardır 1924 Anayasa’sında bile. Laikliğin Türkiye Cumhuriyeti anayasalarına girmesi 1937’dir. Bugün 21’inci yüzyılda yapılan bütün Orta Doğu anayasalarında, buna Irak ve Mısır da dâhil, “Devletin dini İslam’dır.” ibaresi vardır. Yeni yapılan anayasalardır bunlar yani bir kısmı bir yıllıktır, bir kısmı beş yıllıktır, bir kısmı yedi yıllıktır. Yani böyle bir havzayla karşı karşıyayız ve kaldı ki bizim dışımızdaki Orta Doğu ülkelerinde bizden çok daha fazla sayıda gayrimüslimler vardır. Mesela Suriye’de bu oran, yani Suriye’de ve Mısır’da yüzde 10’lar civarındadır. Ciddi bir rakamdır ülke nüfusu olarak. Bizde ise bu rakam yüzde yarımında altındadır. Çok çok hatta yani çeyreğin altındadır, yüzde çeyreğin altındadır.

Şimdi, nereye varmak istiyorum? Şuraya varmak istiyorum: Dolayısıyla “Bütün bu coğrafyanın hâkim havzası, hâkim kimliği, hâkim rengi ve hâkim kültürü Türklüktür, Türk kültürüdür.” ifadesine ve tanımlamasına şahsen ben katılmıyorum. Türklüğün de içinde olduğu, Kürtlüğün, Araplığın da içinde olduğu bir büyük havzadan ve bir büyük kültürden bahsediyorum. Ama bugün hiç kimse bu masada “Yahu madem ki Mustafa Kemal Atatürk de 1924’ten 1937’ye kadar bu Devletin dini İslam’dır.” dedi, hadi biz de anayasaya ‘Devletin dini İslam’dır.’ yazalım, bizi bir arada tutan en büyük faktör budur.” demiyor. Daha nötr bir ifade kullanıyor inançlarla ilgili de. Bunu da daha demokratik bir laiklik anlayışı olarak ifade ediyor bütün partiler bu masada oturan. İşte bunun içindir ki etnisitede de, nasıl ki din de bugün bir nötr kavram geldiğimiz dünyada herkesi kapsayacak, bütün inanç ve fikirleri içine alacak, demokratik bir laiklik anlayışını partiler savunuyorsa, Türklük meselesinde de böyle bir yaklaşımın daha doğru olacağına inanmaktayız.

Şimdi, oradan biraz daha bugüne ve sonuca doğru gelelim. Osmanlı Devleti’nin işte niye parçalandığı, neden 622 yıl süren büyük bir siyasi geleneğin sonrasında tarumar olduğu bütün dünya tarafından tartışılıyor, sadece bizim tarafımızdan değil. Çünkü 622 yıl, zaten dünyanın bilinen yakın, yazılı tarihi aşağı yukarı 5 bin, 6 bin yıllık bir tarihtir yani Sümerlerden bu yana. Bu 5-6 bin yıllık tarih içerisindeki son 622 yıl tabii ki önemlidir, yani her bakımdan önemlidir. Bütün herkes bunu inceliyor ve buna verilen cevaplar da çok farklı farklıdır. Ama burada, mesela, özellikle MHP’li arkadaşlarımızın tezi şöyle sonuçlanmaktadır: Büyük bir birlikteliğimiz vardı, emperyalistler bunu zararlı gördüler, bizi yıkmak istediler, aramıza fitne koydular, bu coğrafyayı sömürmek istediler…

FARUK BAL (Konya) – Diğerleriyle birlikte bu da var, tek bakış değil.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – …ve kademe kademe bu senaryolarını uygulayarak bizi paramparça ettiler. Şimdi, bu doğrunun bir yüzüdür, doğrudur bu. Hani şimdi, efendim, işte dünyada emperyalistler yok, sömürü yok, işte İngilizler, Fransızlar… Fransız’ın Antep’te ne işi vardı? Maraş’ta ne işi vardı? Kebap yemeye, dondurma yemeye gelmemişti herhâlde. Çok açık ve net.

PROF. DR. ALİ AKYILDIZ - İsot tarlalarına girmeselerdi bir şey olmayacaktı.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Evet.

Şimdi, ama madalyonun öbür tarafı vardır. Peki, biz ne yaptık? Yani biz acaba tarihi doğru okuyabildik mi? “Biz” derken, bütün Orta Doğu’luları kast ediyorum, sadece Türkleri, Kürtleri, Arapları… Hepsini kastediyorum yani. Hatta Ermenileri, Süryanileri, Ezidileri, hepsini, tamamıyla. Mesela, Ermeni siyasetçileri, Taşnak ve Hınçak, hiçbir yerde çoğunlukta bulunmadıkları altı vilayette, kendi hükümranlıklarında, bağımsız bir ulus devlet kurma projesi ortaya koydular, kendi halklarını yok ettiler. Yanlış bir proje. Şimdi, biz ne yaptık? Bütün bu halklar, Türkler, Kürtler, Araplar, biz acaba dünyada bu gelişmeler olurken, işte İspanyollar bütün bir Latin Amerika’yı sömürgeleştirirken, küçücük bir Portekiz, Brezilya’yı, Endonezya’yı –biri dünyanın bir tarafında, biri bir tarafında, “Alın, gemiye binin, gidin.” deseniz biz altı ayda yolumuzu bulamayız- 500 sene evvelki şartlarda nasıl elde ettiler? Bu doğruydu, yanlıştı. Neler oldu? İşte, Afrika’da neler oldu? Üretim, tüketim ilişkileri nasıl değişti? Bilimde, teknolojide, reformda, Rönesans’ta neler oldu? Uzun bir tartışma konusu. Peki, biz bunun neresindeydik, biz Orta Doğulular?

Yani dolayısıyla, “Biz çok iyi insanlardık, her şeyi doğru yaptık ama birileri geldi, bizi paramparça etti.” tezi bizi doğru bir noktaya götürmüyor.

FARUK BAL (Konya) – Öyle bir tez yok yani bizi kast ederseniz.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Buradan hemen yani Osmanlının son dönemine geliyorum. Acaba Osmanlı, dün de konuştuk. Mesela Cemal Paşa’nın Suriye’deki tartışmalarını konuştuk, Arapların isteklerini konuştuk, Tunus’lu Hayrettin Paşa’dan dün bahsetmedik ama daha önce Sayın İyimaya da sık sık bahseder ki Tunus’u devirmesine rağmen bir Çerkez köledir. Yani esas Çerkez’dir ama Tunus’ta büyük bir siyaset adamı olmuştur. Osmanlı’da sadaret makamına gelmiştir. Sait Halim Paşa’yı konuştuk. Yani son devrin büyük simaları. Prens Sabahattin’i konuştuk. Yani bir çok insan kafa yormuştur. Acaba ne yapmak lazım, bizim gittiğimiz yol doğru mudur? Mesela, Sultan Abdülhamit, bir kesime göre Kızıl Sultan’dır, bir kısma göre de Necip Fazıl’ın meşhur “Ulu Hakan Abdülhamit Han kitabı ben -600 küsur sayfa bir kitaptır- neredeyse ezbere okurdum ilk gençlik yıllarımda. Ama Sultan Abdülhamit acaba eski yapıyı restore etmek ve ayakta tutmaktan başka bir reform yapabilmiş midir, bir çözüm arayabilmiş midir, bir atak yapabilmiş midir?

Dolayısıyla, şuraya gelmek istiyorum: Şimdi, neticede bu Orta Doğu’daki bütün bu tarihî havza yani İslam’ın belirlediği ve bin dört yüz yıllık bir zaman diliminde oluşan tarihî havza bugün de tarumar olmuş durumdadır yani siyasi olarak, kültürel olarak, ekonomik olarak, sayabiliriz bunları. Birçok ulus devletler ortaya çıkmıştır. Bırakınız yani Osmanlının veya Türklerin diyelim –tırnak içinde- parçalanmasını, dini, dili, ırkı, coğrafyası, kültürü, müziği bir olan Araplar yirmi iki devlete bölünmüştür. Yani bunun herhangi bir izahı, herhangi bir tarihî veya sosyolojik bir gerekliliği var mıdır? Yoktur.

Şimdi, buradan şuraya varmak istiyorum: Bana göre -ki dün de konuştuk evvelsi gün de konuştuk- ciddi hatalarımız olmuştur yani Orta Doğulular olarak Türkler, Kürtler, Araplarla biz çağın mantığını, zamanın ruhunu… Bu zamanın ruhu da çok farklı farklı tartışılıyor.

FARUK BAL (Konya) – Tuz ruhu gibi bir şey mi?

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Yok yani, işte konjonktür diyorlar, vesaire. Doğru okuyamamaktan ve gereğini yapamamaktan doğan neticelerle… Tabii, bu neticeler de felaket ve mağlubiyetler olarak önümüze çıkmıştır. İşte, en son Irak’ta bir buçuk milyon insan ölmüştür, Suriye’de bugün bir kan gölü… Uzağa gitmeyelim, kendi ülkemizde bugüne kadar bir Kürt meselesinde 50 bin insan ölmüştür. 50 bin insan bir büyük savaşta bile ortaya çıkacak bir kayıp değildir.

Şimdi, neticede bu zamanın ruhunu, ihtiyaçları, yapılması gerekeni doğru olarak tespit edemezsek bu sıkıntı bugün de vardır.

Şimdi, Tüklerin Anadolu’dan atılmaları, dolayısıyla Müslümanların Anadolu’dan atılmaları bin yıllık bir hikâyedir yani bin yıldır Papa’nın yapmak istediği veya Haçlı dünyasının yapmak istediği proje budur. Peki, burada en son işte Anadolu’da nasıl tutunabilmiştir? Yani arkadaşlar –hakkımızı yemeyin- Kürtler olmasaydı bu da olamayacaktı yani “Türkiye Cumhuriyeti Projesi” dediğiniz bir Türk-Kürt konsorsiyumunun eseridir. Belki ifade çok doğru oldu mu, yerine oturdu mu, bilmiyorum ama bu iki ortaklık… Ve Sevr’i yırtan Kürtlerdir.

ATİLLA KART (Konya) – Biraz, böyle iş adamı kimliği sanki ağır bastı yani…

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Gibi oldu evet, tabii o da biraz zamanın ruhuna uygun Sayın Başkan.

FARUK BAL (Konya) – Ama İhale Kurumundan döner o iş.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Şimdi, Sevr’i yırtan Kürtlerin kendisi olmuştur, Bediüzzzaman Said Nursi olmuştur, Kürt Teali Cemiyetinin Başkanı Seyit Abdülkadir olmuştur. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkış tarihi 19 Mayıs 1919’tur; 21 Mayıs, iki gün sonra Şeyh Mahmut Berzenci İngilizleri Süleymaniye’den atmıştır, Hindistan’a sürülmüştür, sonra dönmüş Madagaskar’a sürgün edilmiştir, ölene kadar da Bağdat’ta esir kalmıştır, 1956’ya kadar yani bunu Kürtler yırttı attı. Yoksa Kürtler o Sevr’in altına imzayı koysaydı o günün şartlarında -ordu yok, asker yok, bir şey yok- acaba bakalım Türkler Anadolu’da ne yapabileceklerdi? Yani bunu bir minnet olsun, bir bilmem ne olsun diye demiyoruz, tarihî vakalar bu ve bunu severek, isteyerek yapmıştır yani kendi geleceği için yapmıştır, birlikteliğini beraber inşa etmek yapmıştır ve Lozan’da da –dün de defaatle söyledim, İsmet Paşa’nın kendi ifadesiyle “Biz buraya Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olarak geldik.” demişlerdir. Ziya Gökalp’in makalesini okudum size. Türk milleti, Kürt milleti, iki ayrı millet, uzun uzadıya anlatıyor ve bu Ziya Gökalp’in ölmeden iki sene evvel yazdığı bir makaledir, 1922. ve o tarihte Büyük Millet Meclisinde milletvekilidir.

Şimdi, nereye gelmek istiyorum? Oradan şuraya gelmek istiyorum: Eğer bugünden ileriye de, “Efendim, Orta Doğu’yu yeniden dizayn etmek istiyorlar.” doğru; “Şehir devletleri kurulmak isteniyor.”, doğru; İsrail rahat etsin, neoliberal politikalar daha iyi işlesin, doğru; “Bizi parçalamak istiyorlar.” doğru. E, peki biz ne yapacağız yine yüz yıl önceki gibi, bizim projemiz ne yani biz bu işi toparlamak için ne yapacağız? Yani Sünni’yi, Alevi’yi, Şii’yi… Bakınız, Irak’ta, Bağdat’ta yarısı Şii, yarısı Sünni, ikisi de Arap, ikisi de Arapça konuşuyor, aynı lehçeyi konuşuyor. Bunlar sokakta birbirlerini öldürüyorlar.

PROF. DR. HASAN TUNÇ – İşte Yugoslavya, hepsi aynı, sadece din farkı var, mezhep farkı var.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Hayır, bunun dili de bir, dini de bir, coğrafyası da bir, mezhebi ayrı sadece.

PROF. DR. HASAN TUNÇ – Yugoslavya da aynı.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Boşnak, Hırvat ve Sırp, kökeni, etnik kökeni bir, Hırvatlar Katolik…

PROF. DR. HASAN TUNÇ – Diğerleri Protestan.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – …Sırplar Ortodoks, Boşnaklar Müslüman.

Şimdi, biz ne yapacağız peki yani Bağdat’taki Arap ”Vallahi, İngiliz verdi elime silahı, ben de vuruyorum kardeşim.” mi diyecek? Veya bugün Suriye’deki bu şey yani şimdi niye bu Irak’tan, Suriye’den bahsediyorsun? İşte, kapımızda, biz de içindeyiz. Bizde de yine Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-dindar, solcu-sağcı, geçmiş dönemde.... Peki, biz bu bütünlüğü sağlamak için yeni bir misak diyelim, yeni bir anlaşma, yeni bir ittifak, yeni bir dinamizm ortaya çıkarmak için bu ülkenin Sünnileri, Alevileri, dindarları, laikleri, solcuları, sağcıları, Türkleri ve Kürtleri ne yapacağız? Yani biz bugünkü paradigmayı aynen devam ettirirsek arkadaşlar, bu iş kırılmaya gidecek.

Ben son bir iki cümle söyleyip burada, en azından bu turda bitirmek istiyorum söylediklerimi. Şimdi, önümüzde bir netice var, sabahtan akşama kadar tartışalım. Bir grup diyor ki; “Bu Türklük, kültür vesaire benim anladığım gibidir, senin anladığın gibi değil. Bu hepimiz kapsıyor, gel bunu kabul et.” Öbürü de, Kürt de diyor ki: “Ya kardeşim, Kürt de olacak. Haydi diyelim ki Türk kimliğini de kabul ettik, Türk’ü de kabul ettik. Peki, bu Kürt’ü ne yapacaksın, eritecek misin? Bunu bir halk olarak bir kavim olarak kabul ediyor musun, bunun ana dille eğitim hakkını tanıyor musun, bunun dilinin kamusal alanda kullanılmasını tanıyor musun?”, “Hayır, bunları yaparsan bölünürüz.”

Şimdi, buna ikna olmayan bir Kürt kitlesi var. Tırnak içinde buna hain deseler de, bölücü deseler de, terörist deseler de, sapıtmış deseler de, Türkiye’de nereden bakarsanız bakın önemli bir kitle… Yani rakamlar üzerinde de çok fazla oynamak istemiyorum- üç milyon, beş milyon, yedi milyon, on milyon, hangi rakamı alırsanız alın, isterseniz beş milyonu kabul edin, isterseniz on milyon, isterseniz üç milyon. Mesela ben bu sabah gazetelerde Bask seçimlerini okuyordum, “Bir buçuk milyon seçmen, iki buçuk milyon nüfus var.” diyor. Kürtleri nereden alırsanız, dünyadaki Kosova’dan da, Makedonya’dan da, Arnavutluk’tan da, üç misli, beş misli bir nüfus var ama rakam üzerinde de tartışmıyorum. Ciddi bir kitle diyor ki: “Ben senin anladığın gibi anlamıyorum.” İster haklı, ister haksız. Ne yapacaksınız bunu? İki yolu var: Ya buna zorla kabul ettireceksiniz. “Kardeşim, benim dediğim gibidir, ben seni gerekirse döve döve yola getiririm.” E, dövüyorsun, otuz senedir, elli senedir, seksen senedir dövüyorsun. Dövdükçe daha beter azıyor bu iş.

İki: İkna edeceksin yani ne istiyorsa onun hakkı hukuku, beraber bir yeni dünya inşa edeceksin. Bizim fikrimiz yeni bir dünya inşa etmektir, önce Türkiye’de, sonra bütün bir coğrafyamızda. Çünkü biz Kürt’üyle, Türk’üyle ne Kerkük’ten vazgeçebiliriz ne Suriye’ye yüzümüzü dönebiliriz ne “Balkanlar, Kafkaslar, Batı Trakya bizi ilgilendirmiyor, Bulgaristan’dan bana ne.” diyebiliriz. Çünkü bu miras bütün her şeyiyle, Türk’üyle, Kürt’üyle, Müslüman’ıyla, Alevi’siyle, Sünni’siyle, dindarıyla, laikiyle bize kalmıştır yani ya tamamıyla bir reddimiras edeceksiniz, her şeyi, istinkâf edeceksiniz bütün, babanızdan ne kalmışsa… “Babamın bana malı da lazım değil…

PROF. DR. HASAN TUNÇ – Mirası red.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Borcu da lazım değil.” deyip. İşte reddimiras o. Veyahut da “Kardeşim, babamın borcu da benim borcum, malı da benim malım.“ deyip gereğini yapacaksınız.

Şimdi, burada da sonuç olarak Kürtlerin bugün Irak’ta bir federasyonları çıktı ortaya. “Nasıl çıktı, ne oldu, niye çıktı?”, ona girmiyoruz. Suriye’deki Kürtler bugün bir statü elde etmeyle yüz yüze yani Baas rejimi kalsa da, gitse de artık Suriye’deki Kürtlerin bir statüsü olacak. Türkiye’deki Kürtlerin de önemli bir kısmı –bakın, hepsi de demiyorum yani isteyen olur istemeyen olur, asimile olmuş olan olur, vesaire, vesaire yani o sayısal, rakamsal tartışmalara girmiyorum ama ciddi bir rakam yani milyonlarla ifade edilen bir rakam, üç milyon, beş milyon, on milyon, neyse yani- bunlar diyor ki: “Kardeşim, bizim ayrı bir etnik kimliğimiz var, dilimiz var. Biz bununla okumak, yazmak istiyoruz, biz bunu kamusal alanda kullanmak istiyoruz yani ikinci resmî dil olarak, bulunduğumuz yerlerde, Türkçe birinci resmî dil olsun.” Ne yapacaksınız bunu? Biz imhanın, zorun, zorla kabul ettirmenin bir çare olmadığına inanıyoruz. Çare bunu tarihî referans…

FARUK BAL (Konya) – Terörle kabul ettirmenin çare olduğunu düşünüyor musunuz?

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Terörle kabul ettirme yani tabii terör kavramını ben tırnak içine alıyorum. Şiddetle diyelim, karşılıklı kabul ettirmenin bir faydası yok, doğru düzgün komşu bile olamazsınız o zaman yani ayrılsanız bile… Bir iyi komşu var, kötü komşu var, komşu olamazsınız. Yani onun için şiddet geleceğinizi dinamitler, yüz yüze bakmayı bozar. Bırakınız kardeşliği, komşuluğu imkânsız hâle getirir.

Onun için, bugün bu yeni anayasa bir fırsattır. Biz “Dinî anlayış olarak da nötr, bütün inançları kapsayacak bir anlayışı yani siyasi partiler olarak yeri geldiğinde koyalım ve yine aynı şekilde bu etnik meselelerde de yine nötr vatandaşlığı koyalım, yine o tarihte olduğu gibi bu büyük havzanın kültürel dokusuna uygun olarak millet, yani en geniş anlamıyla milleti Türk’üyle, Kürt’üyle, Arap’ıyla, Sünni’siyle hatta gayrimüslimleri de katarak bir yeni paradigma inşa edelim. deriz. Onun için de sonuç olarak biz BDP olarak bu vatandaşlık tanımının “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” gibi, “Türkiye vatandaşlığı” gibi nötr bir kavramla ifade edilmesinin geleceğimizin inşasında daha doğru olacağına inanıyoruz ve ısrar ediyoruz.

FARUK BAL (Konya) – Ben Altan Bey’in ifadesindeki bizim görüşlerimizin yanlış anlaşıldığı noktasını düzeltmek istiyorum Sayın Başkan. Altan Bey “Bu havzada yani Osmanlının, Selçuklunun ve Arap Yarımadası’ndaki, efendim, geçmişteki devletlerin bulunduğu havzasındaki tanımın, rengin etnik olarak Türk değil, İslam.” olduğunu ifade etti. Elbette ki bu doğrudur. Ancak Türkler de Müslüman’dır ve tarih sahnesinde hükümran olduğu devletleri yönetirken gerek Selçuklular gerek Anadolu Beylikleri gerekse Gazneliler, efendim Karahanlılar, vesaire, en sonunda Osmanlılar olarak, İslam’ın bayraktarı olarak bu coğrafyada hükümran olmuşlardır. Dolayısıyla “Türk değil, İslam’dır.” şeklindeki bir ifadeyi ben sadece demagojik bir tanım olarak gördüm.

Teşekkür ediyorum.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Tabii, keşke “demagojik” lafı kullanılmasaydı… Ben de bir cümleyle tamamlayıcı bir şeyde bulunacaktım, yine bulunayım. Doğrudur, Selçuklular, Gazneliler tabii daha uzak, Afganistan tarafında, tabii o da bu havzanın içindedir. Osmanlılar, doğru, bunlar hepsi var ama Kürtlerin Mervanileri var, Eyyubileri var; Arapların Emevileri var, Abbasileri var. Ondan sonraki, işte, Fatımiler var Mısırda, vesaire, vesaire. Yani aynı şeyleri söylüyoruz, çok farklı siyasi hâkimiyet alanları değişik tarihlerde doğmuştur. “Benim kılıcım seninkinden keskindi, sen yüz sene hükümranlık kurdun, ben beş yüz sene kurdum.” Bu tartışmalardan da bir şey çıkmaz yani bugünden sonrasına bir şey çıkmaz, o bir fayda olmaz. Evet, bu kadar.

ATİLLA KART (Konya) – Evet efendim.

FARUK BAL (Konya) – Biz şimdi, tabii Emevilere, efendim, Arap Yarımadası’ndaki bir devlete anayasa yapmıyoruz.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Emeviler de buraları yönettiler yani buralar derken…

PROF. DR. HASAN TUNÇ – Emeviler Türk devleti miydi? Yapmayın lütfen.

FARUK BAL (Konya) – Doğrudur, doğrudur da biz Türkiye Devletine bir anayasa yapıyoruz, konumuz bu havzayla sınırlı.

Teşekkür ediyorum.

ATİLLA KART (Konya) – Hasan Hocam, siz konuşmak istemiştiniz.

FARUK BAL (Konya) – Bir de sizleri dinleyelim yani biz şimdi burada karşılıklı…

ALTAN TAN (Diyarbakır) – O kadar güzel konuşuyoruz ki artık başka lafa hacet yok.

PROF. DR. HASAN TUNÇ – Sayın Başkanım, Ali Hocam tarihsel özet yapacak, ondan sonra ben sadece hukuki bir yaklaşımını ortaya koyacağım.

PROF DR. ALİ AKYILDIZ – Kısa bir özet şey yapmak istiyorum.

Şimdi, öncelikle Altan Bey’i tabii biz bu masaya gelmeden önce televizyonlardan falan tanıyorduk. Bugün, o tanıdığımız Altan Bey’in nihayet döndüğünü gördüm yani şöyle döndüğünü, karşımızda bulunduğunu gördüm. Bunu şu manada söylüyorum.

ATİLLA KART (Konya) – “Dönme”yi biraz daha açarsak… (Gülüşmeler)

PROF DR. ALİ AKYILDIZ – Yani “Geldi karşımıza.”, bu manada söylüyorum.

ATİLLA KART (Konya) – Yani çünkü yanlış anlaşılabilir.

PROF DR. ALİ AKYILDIZ – Çok kapsayıcı ve perspektif verici bir şey.

ATİLLA KART (Konya) – Olumlu anlamda yani diyorsunuz.

PROF DR. ALİ AKYILDIZ – Tabii, olumlu anlamda söylüyorum ve özellikle de bir su mühendisi olarak tanımladılar kendilerini ve oradan hareket ettiler. Bir su mühendisinin böyle bir tarihsel, sosyolojik ve kültürel yorum yapabilmesi onu daha da taçlandırıyor yani bunu söyleyebilirim.

Şimdi, bu Orta Doğu coğrafyası başta olmak üzere buranın tabii ki bir İslam havzası olduğu, İslam medeniyetinin burada doğup, neşet ettiği ve büyük gelişmelere, büyük galibiyetlere, askerî anlamda söylemiyorum sadece, bilimsel anlamda, hukuki anlamda…

ATİLLA KART (Konya) – Hocam, galibiyetlere, onun devamında da ayrışmalara, onu da ifade edelim yani.

PROF DR. ALİ AKYILDIZ – Tabii, oraya geleceğim.

Bunlara da imza attığı bir gerçektir. Tabii, bunu uzun uzun anlatmak çok zor ama işte Paul Kennedy’nin “Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri” diye bir kitabı var, bu coğrafyada birdenbire alevleniyor güç, bir heyecan olabiliyor ama aynı hızla da geri düşebiliyor.

Bizim söyleyeceğimiz şeyler aslında, bu perspektifle çok yabancı değil, bu perspektifin üzerine bina edilmiş şeyler. Osmanlıya geldiğimizde… Hemen Osmanlıya geliyorum; Osmanlıda uygulanan ve –özellikle Fatih’in İstanbul’u fethetmesinden sonra- adına bugün millet sistemi dediğimiz bir anlayış vardır. Bu millet sistemi –Sayın Mustafa Hocam da dün söyledi- dinsel temeli esas alan bir anlayıştır ve daha ziyade mezhepsel boyutta, mezhepsel ırki anlamda yani kilise bazında örgütlenen yabancıları kendi dinsel önderlerinin etrafında onlara kamusal yetkiler vererek yaşatmaları. Herkes mutlu, Osmanlı da rahat. Neden? Bir yönetim kolaylığı sağlıyor. Bu yönden hiçbir problem yok ama zamanın ruhunu okumak burada tabii ki bir sorundur. Zamanın ruhu 1789’lara geldiğimizde değişmiştir ama Osmanlı millet sistemini devam ettirmiştir. O zaman Fransız İhtilaliyle doğan ulusçuluk akımları kendilerinin neşvünema bulacağı çok güzel bir sosyolojik ortam bulmuşlardır. Yönetim kolaylığı sağlayan sistem, parçalanma kolaylığı da sağlamıştır aynı şekilde. Bunu hangileri için söylüyoruz; özellikle Hıristiyan kökenli Osmanlı tebası bakımından. Araplarla ilgili veya Müslüman kökenli kesimler biraz daha farklı. Oralarda bir tahlile girmeyeceğim ama nerede tutunabilirizi, işte, Osmanlıcılığı kurtarmaya çalıştık olmadı, Müslümanlığı kurtarmaya çalıştık olmadı, Türklükte durduk. Hiç olmazsa burayı kurtaralım ama Türklüğü de kesinlikle bir ırki anlamda almıyoruz.


Yüklə 8,47 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   ...   111




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin