BASK GENEL BAŞKANI RESUL AKAY – Şimdi bu kolektif haklar konusu, tabii sizin de konuyu açtığınız gibi etnik ve inanç temelli hakları kastediyoruz. Tabii ki mesleki örgütlenmeler, sosyal tabanlı örgütlenmeler bu kastımızın dışında. Yani, Türkiye’de kendisini farklı ifade eden inanç gruplarına ve etnik gruplara saygı duyulmalı yani kimse annesini babasını seçemeyeceği için bunların güvenceleri olmalı ama bu anlamda grup hakları yani kolektif biçimde bu hakların kullanılması yerine birey odaklı haklar, bireyin haklarının, özgürlüklerinin genişletilmesi, inanç grupları için de bu söylenebilir.
Şimdi, yargı bağımsızlığındaki bu yani güncel, somut olayı örnek göstermemin nedeni şuydu: Medya erkinin gücü. “Bu standart kullanılıyor mu?” Bunlar ayrı eleştiri konuları. Bu konuda tabii ki bizim de söyleyeceklerimiz var ama burada bir gücü ifade etmek için söyledim. Demek ki bu güç standart biçimde kullanılırsa pek çok konuda yürütme, yasama ve yargının hatta bazen yasama görevini de etkileyen bazı -biliyorsunuz- medyanın gücünü de görüyoruz hatta yürütmenin bazı çalışma ve çabalarını önleyen, yanlış görülen çalışmalarını önleyen medya gücünü de görüyoruz.
Yargı bağımsızlığı, tabii ki HSYK’nın, Adalet Bakanının ve müsteşarının orada daimî üye olması ve Adalet Bakanının başkan olması ve hatta önceki duruma göre de yetkilerinin biraz artırılmış olması, ister istemez bizim bürokratik sistemimizde -sizler de bürokrasiyi çok iyi biliyorsunuz, Adalet Bakanlığında da uzun yıllar bulundunuz- insanlar bundan -tabii ki yargıç da olsa hâkim de olsa bir insandır- etkileniyorlar. Onun için tabii ki yargıç teminatı, bunlar da getirilmeli. Bir defa yargıçların ücretleri belki Avrupa standartlarına yükseltilmeli, onlar herhangi bir şeye muhtaç olmamalı, daha fazla para elde etmeli, akıllarında böyle bir şey olmamalı çocukların eğitimi gibi vesaire. Her şeyin düşünülmesi lazım çünkü bir ülkede adalet çöktüğü zaman her şey çöküyor, yürütme de duramıyor yasama da duramıyor. Şimdi, şu anda Türkiye'de yıllardır tartışılan konu bu ve bizim feodal bir adalet sistemimiz var, biz her zaman haklıyız, karşı taraf her zaman haksız. Bu sorun da yukarıya doğru da yansıyor, siyasete de yansıyor. İşte bugün tartışmalara da baktığınızda, gruplar arasındaki tartışmalarda “Ben haklıyım…”, “Ben haklıyım...” Hâlbuki bir tane haklı olması lazım. O bakımdan, bu yargı bağımsızlığının, gerçekten bu anayasada -bunun formüllerini ben şimdi üretemem, bu konuda çok yeterli birisi değilim ama- mutlaka bunun üretilmesi lazım. Bunu mutlaka bilenler vardır, bunun çalışmaları Avrupa’da da vardır, nasıl oluyorsa -Hocam da bu konuda oldukça deneyimli- mutlaka bir yol bulunabilir.
Memur tanımı, dediğim gibi benim memur tanımım şudur: Şimdi, kamu erkini kullanan en üst düzeydeki yönetici müsteşarsa, müsteşarın imzaladığı bir evrakı saklayan arşiv görevlisini de kamu görevlisi saymak lazım ama işte müsteşarı taşıyan bir şoförün veya ona hizmet eden bir hizmetlinin ve çay getirip götüren birisinin veya işte Meclisteki verdiğim örneklerde olduğu gibi bu tür grupları da bir tefrik etmek lazım yani şimdi “Burada kamu gücü kullanılıyor mu kullanılmıyor mu?” diye bir oturup konuşmak lazım. Bu, 1976 yılında ya da 75 yılında yanlış hatırlamıyorsam bir çalışma yapıldı, o dönemin Hükûmeti bir kanun hükmünde kararnameyle bayağı bir ilerleme yaptılar, öyle kaldı. Ondan da yararlanarak, Türkiye'nin bugünkü koşullarına göre yeniden bir memur tanımı yapılabilir. Bunu biraz daraltmakta fayda var diye biz düşünüyoruz ama ne kadar daraltılabilir, Türkiye'nin koşullarını da göz önünde… Gerçi bu koşul her zaman her şeyin önüne geçiyor ama belki bizde alışkanlık olarak mı söylüyoruz bilmiyorum.
Kamu erkini kullanmayan kamu görevlileriyle ilgili bir şey dediniz ama ben notu herhâlde eksik aldım.
FARUK BAL (Konya) – Siyaset yapabilir mi?
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Aday olanlar istifa etmeli mi?
BASK GENEL BAŞKANI RESUL AKAY – Siyasi partilere girebilir mi? Yani, siyasi partilere girmeli. Zaten mevcut uygulamada da şöyle: Aslında, memurlar bulundukları yerlerde -bazıları en azından- hangi siyasi görüşe mensup olduklarını herkes biliyor. Zaten kendilerine de bu adı konmamış bir yöntemle, bu şekilde kişiler yönlendiriliyor yani “Git, orada bizim arkadaşımız var.” Veya kim varsa “Böyledir adı.” O şekilde, bir siyasi partiye, bir sosyal kuruluşa giden kişi kamu kuruluşlarına böyle yönlendiriliyor. Neden? Çünkü kamu kuruluşlarından hizmet alabilmek için mutlaka bir tanıdığa ihtiyaç var. Zaten en büyük sorun bu Türkiye'de yani vatandaş birisinden isim almadan bir kamu kuruluşuna gitme alışkanlığını bir türlü kaybedemiyor; bunda haksız olduğu yanlar var, haklı olduğu yanlar var. Biz bunları nasıl kaldırabiliriz? Yani kamu görevlisini, bir defa -vatandaşın üzerinde bir kişi değil- bunları iyi eğitmek gerekiyor. Yani “Vatandaşı velinimet kabul eden, onun verdiği vergiyle aylığını alan, onlara hizmet etmekle görevli kişi.” bilincini onlara baştan anlatmak lazım, aşılamak lazım ama biz ne yapıyoruz? Kamu görevlisi bizde vatandaşın üzerinde, vatandaşa her türlü ceberrutluğu yapar; o tek parti döneminden çok parti dönemine sirayet eden bir hastalık. Orada da geçmedi çünkü hangi parti gelirse öbür kendi memurunu getirerek bu süreci aynen devam ettiriyoruz. Bunun önüne geçmek lazım. Onun için kamu görevlisinin atama, yükselme, yer değiştirmesi gibi rejimlerin… Yani mesela bir vali tayin olunacaksa o ilin milletvekilleri -tabii iktidar partisi milletvekilleri- il başkanı ya da oradaki hatırlı kişiler devreye girip imza vermemeli. Yani, vali bir ihtiyaçtan değişecekse değişmeli, onun kararını kim verecekse yasalarda o vermeli ama bizde öyle olmuyor. Bir ilçe müdürü değişecekse oradaki parti yöneticisi buna karar veriyor. O parti yöneticisi kim? Bazen fotoğrafçı oluyor -yani küçümsediğim için söylemiyorum- bazen kasap oluyor, bazen kömürcü, demirci oluyor ama o “Ben bunu istemiyorum.” dediği zaman parti bunlara karşı gelemiyor. Bunların önüne geçmek anlamında söylüyorum. Dolayısıyla, bu kamu erkini kullanmayan kamu görevlilerinin yani rozet takmalarında bir mahzur olmadığını ben düşünüyorum. Yanlış yaptığı takdirde yasalar zaten bunlara müeyyide uygulayacaktır, bir sorun olacağını sanmıyorum.
Memurların istifası konusuna gelince, şimdi, bu tabii kamu erkini kullanabilir düşüncesiyle, kamu gücünü kullanır, kaynak transfer eder, kendi seçim bölgesine bir hizmet yönlendirir veyahut da bir ihaleyi başka birine yönlendirerek finansman temin eder diye çünkü şu andaki sistem yani bizim devlet sistemimizde maalesef sermaye, siyasetle bürokrasi arasında bir iş birliği var çünkü sermaye siyaseti destekliyor, siyaset bürokrasiyi atıyor, bürokrasi de kamu kaynaklarını iş adamlarına aktarıyor. Şimdi, bir defa bu zinciri kırmak gerekiyor. Bunu yaparsak zaten belki o da olabilir, istifa etmelerine gerek yok ama bugünkü düzen içerisinde eğer istifa etmemeleri durumunda birçok nahoş olaylar yaşanabilir, bu tartışmalara neden olur. O zaman “Bizim önümüzü kesiyor.” derler bazı gruplar. Bunlar da seçimlerin şaibeli olmasına neden olabilir diye düşünüyorum.
FARUK BAL (Konya) – Efendim, çok teşekkür ediyoruz.
BASK GENEL BAŞKANI RESUL AKAY – Biz teşekkür ederiz.
FARUK BAL (Konya) – Özellikle, yüksek seviyede, genel başkanlardan müteşekkil bir heyetle anayasa yapım sürecine katkıda bulunduğunuz için.
Hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
FARUK BAL (Konya) - Değerli arkadaşlar, hoş geldiniz.
Bugün, Anayasa Uzlaşma Komisyonunun alt komisyonu olarak ikinci komisyonunda bulunuyorsunuz. Diyarbakır Barosu olarak hoş geldiniz diyoruz.
Sayın Cemil Çiçek’in inisiyatifiyle oluşan uzlaşma komisyonunda toplumda oluşan bir beklentinin karşılığını bulabilmek amacıyla katılımı mümkün olduğunca yüksek seviyede tutabilecek bir çalışma içerisindeyiz. Bunun amacı da toplumun tüm kesimlerinin saygı duyacağı ve sadakatle kendine bağlı hissedebileceği bir anayasaya ulaşabilmektir. Buna katkıda bulunabilecek olan Diyarbakır Baromuza teşekkür ediyoruz ve Sayın Başkan, sözü size bırakıyoruz.
Buyurun efendim.
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI AV. MEHMET EMİN AKTAR – Teşekkür ediyorum Başkan.
Öncelikle, kendi adıma, arkadaşlarım adına teşekkür ediyorum bizim görüşlerimize de başvurma gereği duyduğunuz için.
Biz, aslında, yazılı olarak tabii bir görüş bildirmiştik ama bir ayrı çalışma da sunmuştuk, özellikle yeni Anayasa’da yer alması gereken ilkeleri kendi açımızdan ifade etmiştik. Bir de 2009 yılında yine yaptığımız özellikle Kürt meselesi konusunda “Anayasal Öncelikler Nedir?” diye bir çalışmamız vardı, o bir metin çalışmasıydı, yani anayasal metin çalışmasıydı, altı başlıkta düzenlediğimiz bir çalışmaydı.
Birincisi, öncelikle Anayasanın başlangıç kısmı konusunda toplumun tümünü kapsayacak ideolojik ve etnik referanslardan arındırılmış ya da belli bir ideolojiye yaslanmayan bir anayasaya… Diğer kısmı başlangıç kısmına ilişkindi. Tabii, orada ayrı bir tartışma konusu başlangıç hükümlerinin değiştirilip değiştirilemeyeceği meselesi bir tartışma ama bizim görüşümüz o ki sonuçta millet iradesini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisinin aslında yeni bir anayasayı yapabileceği, bu konuda yeniden yaptığında da bir kurucu irade gibi de hareket edebileceği inancı. Bu, ayrı bir tartışma zaten. Asıl kurucu irade mi, tali kurucu iktidar mı tartışması hukukçular arasında bir tartışma ama 12 Haziran 2011 seçimlerine gidilirken bugün Mecliste grubu bulunan tüm siyasi partilerimiz yeni bir anayasa vaadinde bulundular, yani Türkiye'nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunda hemfikirlerdi. Bu açıdan bakıldığında, seçmen oyunu kullanırken de aslında bu yeni anayasa vaadine de bir oy verdi. Bu nedenle de, ilk seçilen Parlamento yeni bir anayasayı yapmak konusunda da asli kurucu iktidar rolünü oynayabilir inancındayız.
Şimdi, öncelikle yeni anayasaya girerken ne yapılması gerekiyor? Bir kez, bütün toplum kesimlerini, bütün farklı kesimlerin görüşlerine başvurulabilmesi için öncelikle demokratik ve özgürlükçü bir ortama ihtiyacımız var. İfade özgürlüğünün önünde çok ciddi engellerimiz var. Bu açıdan bakıldığında, birçoğumuz konuşurken bile, sözlerimizi seçerken bile hangileri konusunda soruşturmaya uğrayıp uğramayacağımız konusunda tereddütler yaşıyoruz. Bu nedenle, öncelikle mevzuatımızdaki ifade özgürlüğünü özellikle engelleyen, örgütlenme özgürlüğünü engelleyen hükümlerin değişmesi konusunda, tabiri caizse, bir ön hazırlığın, bir ön çalışmanın Meclis tarafından yapılmasında yarar var. Bu birincisi.
İkincisi, toplumun beklentisine, bir talebe dönüşmesi açısından da toplumun değişik kesimleriyle doğrudan bir temasa girilmesi, bir diyaloga geçilmesi gerekiyor. Bugün yapılan çalışma da aslında bu temasın bir parçası, bu diyalogun bir parçası ama halkın değişik kesimleriyle belki toplantılar yapmak gerekiyor. Bu nedenle de, Diyarbakır’dan çok fazla sivil toplum örgütü ya da meslek odası çağrılmadı bildiğim kadarıyla. Belki Meclis Başkanlığına öneride bulunan, yazılı görüşlerini sunan kurumlara öncelik verildi. Baştan uzlaşma komisyonunun eğer Diyarbakır’da bir toplantı yapmayı düşünürse, Diyarbakır’daki değişik sivil toplum örgütleri, belki bölgedeki çevre illeri de kapsayacak şekilde bir çalışma, biz bu çalışmaya ev sahipliği yapmakta ve organize etmekten memnuniyet duyarız.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – O şey var galiba…
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI AV. MEHMET EMİN AKTAR – 19 Şubat mı?
FARUK BAL (Konya) - Kesin değil de planlamada var, kesinleşmedi henüz.
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI AV. MEHMET EMİN AKTAR – Bu, önce bir özgür ortam gerekiyor. Bir de biz tabii ki uzun yıllardır çatışmaların olduğu, ölümün olduğu, şiddetin kol gezdiği koşullarda yaşıyoruz. Bir kez böyle çatışmanın olduğu ortamlarda gerilim de daha fazla oluyor, toplum kesimleri arasında gerilim fazla oluyor. Türkiye'nin önemli meselelerinden biri olan Kürt meselesinin çözümü konusunda görüş bildirdiğinizde çok ciddi bir refleksle karşılaşabiliyorsunuz, tehlikeli bulunuyor görüşleriniz, bir karşıtlık yaratıyor bu hızlı biçimde birinin diğerini ötekileştirmesine yol açıyor. Toplumda ihtiyacımız olan şey birimizi ötekileştirmeden olduğu gibi kabul etmekten geçiyor. Yani, etnik kimliğimiz ne olursa olsun, dinsel inancımız ne olursa olsun, ideolojik görüşümüz ne olursa olsun bizi, birbirimizi olduğu gibi kabul etmektir. Sizlerle farklı düşünüyor olabilirim ama buraya girerken sizleri olduğu gibi kabul edersem aramızda bir çatışma da olmaz, birbirimizi anlamaya çalışırız. İhtiyacımız olan şey bu zaten bu toplumda. Bunun içinde çatışmanın kol gezdiği, her gün ölüm haberlerinin, bombalama haberlerinin geldiği koşullarda da bu tür bir tartışmayı yürütmenin çok zor olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de öncelikle bu konuda bir mesafe almak gerekiyor. Biz, tabii, Diyarbakır Barosu olarak da, kişi olarak da, ama kurum olarak da uzun yıllardır bunun sonlanması için bir çaba sarf ediyoruz. Yani toplumun sorunlarını tartışarak, çatışarak değil ama tartışarak çözmesi gerektiğine inanıyoruz. Buna bir ihtiyacımız var. Bu nedenle, tabii, özellikle Hükûmete düşen görev var bu konuda. Eğer bu konuda ciddi adımlar atar -toplumun sivil alanı konusunda- sivil alanda çalışmanın önü açılırsa hem temel özgürlükler konusunda hem ifade özgürlüğü sadece değil ama örgütlenme hakkı konusunda da belli düzenlemeler yapılırsa, ifade özgürlüğü konusundaki cezalandırma tehdidi ortadan kaldırılırsa, o zaman da sivil alan ve demokratik alan işlemeye başladığında elinde silah tutan, çatışmayı ve silahı bir hak arama aracı olarak savunanların da argümanları zayıflamış olur ama öbür türlü toplumda sivil alanı zayıflattığımızda, bunu bu alana ilişkin sınırlamaları genişlettiğimizde elinde silah tutanın, şiddeti araç olarak kullananın daha geniş bir meşru alan bulması da mümkün ve ne yazık ki şu anda o koşulları yaşıyoruz.
Üçüncüsü, anayasa tartışmalarına kırmızıçizgilerle başladığımızda o zaman biz müzakere ve uzlaşmanın yolunu kapatmış oluruz. Kırmızıçizgiler çok tehlikelidir, bizim, hepimizin, Kürtü, Türkü, Lazı, Çerkezi, Sünnisi Alevisi Müslüman olup olmayanı tümü bu ülke üzerinde bu ülkenin yurttaşları olarak yaşıyoruz başka bir ülkemiz de yok. O açıdan bakıldığında bu ülkede bir arada, farklıklarımızı da koruyarak ama bunu da kabul ederek, tahammül ederek demiyorum, çünkü tahammülsüzlük başladığında çatışma da meydana gelir, bu nedenle birbirimizi kabul ederek, birbirimizin varlığını kabul ederek, farklılığını kabul ederek yaşamayı arzuluyorsak bizim temelde ihtiyacımız olan şey birbirimize karşı kırmızıçizgiler koymadan başlamak. Ben bu ülkenin Kürt bir yurttaşı olarak eğer şu kırmızıçizgi üstünde “Bu olmazsa olmaz.” diye başladığımda tartışmanın önünü de kesmiş olurum. O nedenle buna ihtiyaç olmadığını, bunun olmaması gerektiğini düşünüyorum.
Dördüncüsü, 1982 Anayasası aslında önemli ölçüde değişti ama buna rağmen, ruhunu koruyor. Bu ruh, evet, antidemokratik ve askerî bir ruhtur. Bu nedenle de yeni hazırlanacak anayasanın kesinlikle 82 Anayasa’sından bir kopuş anayasası olması gerekiyor. Eğer bir kopuş anayasası değil bir restorasyon anayasası değişikliği şeklinde olacaksa o zaman toplumdaki temel sorunlara cevap bulamamış olacağız. Bu açıdan da toplumdaki gerilimler birbirini öteki olarak görme ya da ötekileştirme sürecek. Bizim ihtiyacımız olan, toplum olarak yani Türkiye toplumu olarak ihtiyacımız olan şey de bu değildir. Bu gerilimleri azaltacak, asgariye indirecek… Tabii ki, toplumda, demokratik toplumda, çoğulcu toplumlarda mutlaka belirli gerilimler, tartışmalar olacaktır, toplumun gelişimi içinde buna ihtiyaç vardır. Herkesin birbirine benzer aynı şeyleri söylediği yerde zaten gelişimden de söz edemeyiz. Öncelikle, bu anayasa bu şekilde.
Beşincisi, en önemlisi, bu anayasa kısa bir anayasa olmalı, yani teferruata boğulmamalı anayasa. Şu açıdan gereklidir: Eğer millet iradesini temsil ediyorsa Türkiye Büyük Millet Meclisi, yasama organı, bu açıdan bakıyorsak, yasama organının yetki alanını sınırlayacak genişlikte, hareket kabiliyetini azaltacak şekilde bir anayasa olmalı. Anayasa temel ilkeleri koymalı ama bunun dışındaki düzenleme alanını da tamamen yasama organına bırakabilmelidir.
Diğer önemli bir problem, tabii ki, herkesin tartıştığı ve itiraz ettiği bir husus vardır. Tabii ki, devlet, sonuçta bir arada, huzur içinde, mutlu biçimde yaşamanın bir aracı, bir kurum, toplum bu devleti oluşturuyor, biz bu devleti oluşturuyoruz. Bu topraklar üzerinde hiç insan yaşamazsa devletin bir anlamı olmayacak. Sonuçta, bu açıdan baktığımızda bu devletin bizim ihtiyaçlarımıza cevap veren bir devlet olması gerekiyor. Bizim bu devlet için var olmamamız gerekir, devletin bizim için var olması gerekir. Mevcut Anayasanın birçok yerinde devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ifadeleri var mesela, çok yaygın biçimde var. Devletin milleti ve ülkesi olmaz. Bir ülkenin üzerinde millet olur o milletin de bir devleti olur. Bu açıdan bakıldığında, tanımlamanın yani “millet” derken Türkiye milleti açısından baktığımızda bütün farklılıkları bir araya getiren ama bir üst kimlik olarak yine “vatandaşlık” tanımı anlamında da bir “Türkiye cumhuriyeti yurttaşlığı” tanımı çerçevesinde değerlendirmek, böyle bakmak gerekiyor. Böyle de baktığımızda bu Türkiye cumhuriyeti yurttaşları kimliğinde bütünleşen toplumun bütün farklı kesimlerinin önünde temsil edilecek “devletimdir” diyeceği bir devlet yapılanmasına, tanımlamasına ihtiyacımız var. Tabii ki, elbette, bu devlet demokratik bir devlet olacak. Bu devlet, insan haklarına dayalı bir devlet olacak. “Saygılı” ifadesi olmayacak çünkü saygının ölçüsünü biz bilemeyiz. Yani kimisine göre saygının ölçüsü geniş kimisinde dardır, o açıdan bakıldığında yeni devlet tanımlamasının mutlaka insan haklarına dayalı olması gerekiyor. Bir hukuk devleti olacak elbette, sosyal bir devlet olacak ve laik bir devlet olacak. Biz de bunu söylüyoruz çünkü öbür türlü hassasiyetler var. Laiklik tanımı konusunda net bir tanımlama getirilmeli yani neyin laiklik karşıtı olduğundan çok laikliğin neyi ifade ettiğinin de anayasada tanımlanması gerekir çünkü Türkiye’deki asıl problem alanlarından birisi de laikliğin tanımlanması ve uygulaması konusundadır.
Kuvvetler ayrılığı ilkesini, evet, net biçimde ortaya koymalıdır bu anayasa. Bizim de önerimiz, görüşümüz, Türkiye’de ihtiyaç olan şey başkanlık ya da yarı başkanlık sistemi değil, Türkiye’de parlamenter sistemin, Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşması açısından gerekli ve önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu açıdan bakıldığında da, tabii, çok katı biçimde bir kuvvetler ayrılığını parlamenter sistem içinde uygulamak zordur. Ama elden geldiğince bu kuvvetler ayrılığının yani yasama yürütme ilişkileri açısından daha dengeli oturtmak ve bunu tanımlamak, bunun sınırlarını belirtmekte ihtiyaç var. Nedir bu açıdan bakıldığında? Bir kez siyasal partiler sisteminin kökten değişmesi gerekiyor. Çünkü biz seçimlere parti genel başkanlarının belirlediği listelerle giriyoruz. Yani bir partide örgütlenen, üyesi olan yurttaşların belirlediği listelerle ne yazık ki giremiyoruz. Parti genel başkanlarının belirlediği listeler. Böyle olunca da seçilen milletvekili, eğer partisi çoğunluksa ve iktidardaysa bu açıdan bakıldığında başbakanın gözünün içine bakar parti genel başkanının söylediği talimatları doğrultusunda hareket eder. Bu nedenle de, aslında, yasama faaliyeti önemli ölçüde yürütme organının etkisi ve baskısı altında, onun şekillendirdiği yönde gelişir. Böyle bir sıkıntı var. Bunu çözmenin yolu sadece anayasayla olmaz tabii ki. Yani, buna bağlı olarak anayasada temel ilkeleri koyarak, bir zorunluluk koyarak, örneğin ön seçim gibi, yani milletvekilliği adaylığı açısından bir ön seçim önemli ölçüde örneğin. Tabii, elbette, parti genel başkanları ya da merkez organlarına birlikte çalışacakları belli konulardaki uzman kişileri de parlamentoya taşıma ihtiyaçları vardır, hükûmette görev verecekleri insanlara ihtiyaç vardır. Bu açıdan bakıldığında onlara da belli bir öncelik, belli bir yetki vermek de gerekli olabilir ama bütünün de genel başkan ve merkez organları tarafından belirlenmesi demokratik sistemin işleyişini tıkar. Bu açıdan bakıldığında bu…
İkincisi, en önemli şey, Türkiye’de siyasi partiler çok rahat kapatılmakta, buna bir son vermek gerekiyor. Bizim sunduğumuz öneride bu da var. İki şekilde; ya birincisi 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliğinde Parlamentodan geçmeyen bir hüküm var: Yani Mecliste grubu olan partilerin oluşturacağı bir komisyonun nitelikli bir çoğunlukla buna karar vermesi. Ya da bunun dışında örneğin bir tanımlama getirmesi, siyasi partilerin şiddete araç olarak asla kullanamayacakları bu türden şiddete araç olarak kullanılan, demokratik rejimi, demokratik sistemi yıkmayı hedefleyen bir merkez olması hâlinde. Bunun da ama somut vakalar ve olgularla kanıtlanması durumunda, Anayasa Mahkemesince bu tür bir tespit yapıldığında, ilgili siyasi partinin bir sonraki yerel ya da genel seçimlere girmekten yasaklanması ya da hazine yardımının kesilmesi şeklinde bir karar verilmesi. Çünkü Türkiye'nin temel ihtiyaçlarından birisi de siyasi partilerin kurumsallaşması meselesidir. Partiler sürekli kapatıldığında siyasi partiler ne yazık ki kurumsallaşamamaktadır yani bir gelenek de oluşamamaktadır. Buna da ihtiyaç var.
Bir diğeri, yürütme organı açısından baktığımızda iki başlılığa bir son verilmesi gerekiyor. Cumhurbaşkanı devleti temsil eder, hepimiz açısından, ülkenin yurttaşları açısından temsilî bir görev, temsilî bir makam. Bu açısından da evet saygın, ülke açısından, ülke yurttaşları arasında saygın bir makam konumunda korunmalı. Evet, Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler karşısında yargı yolu, yargı denetimi olmamalı sembolik olması açısından ama mevcut Anayasadaki gibi de çok geniş yetkileri olan Cumhurbaşkanının bu tür bir sorumsuzlukla donatılmasını aslında, evet, yürütme organının, denetlenebilir bir yürütme organının yetkilerinin gaspı anlamına gelecektir. Cumhurbaşkanının da yetkileri sembolik hâle getirilerek, çok sınırlı hâlde, örneğin biçimsel olarak işte büyükelçilerin atanması ya da kabulü şeklinde, örneğin üniversite rektörlerinin üniversitelerde en çok oyu alan öğretim üyeleri arasından seçildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından biçimsel olarak atanması şeklinde yetkilerle sınırlandırılması, Anayasa Mahkemesine sınırlı sayıda iki veya üç ya da HSYK’ya (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna) üye atamasıyla sınırlandırılmasında yarar var.
Şimdi, bizim, tabii, Diyarbakır’dan gelince asıl tartışacağımız meselelerden biri de Kürt meselesinin çözümü konusunda nasıl yollar alırız? Tabii Kürt meselesi konusunda değil ama Sayın Bal, ilk başta söyledi, evet, herkesin sadakatle bağlı olacağı herkesin “benim anayasam” diyeceği bir anayasa nasıl yapılabilir, nasıl yapabiliriz? Bunun tartışmasını yürütüyoruz. Bu açıdan bakıldığında, devlet yurttaşlığı açısından, yani ülkeye bağlılık bu ülkenin yurttaşı olmak anlamında da yeni bir tanımlamaya ihtiyacımız var. Her ne kadar mevcut Anayasada herkesi Türk kabul eden ifadenin bir üst kimlik tanımlaması olduğu, bir ırka vurgu olmadığı şeklinde olsa da bunun doğrusu tabii ki o etnik kimlikten gelmeyen, Türk etnik kimliğinden gelmeyen kesimler açısından ne tür bir algı oluşturduğuna bakmak gerekiyor. Bu kimlikten gelmeyen insanların önemli bir ölçüde bu algısı aslında bu vurgunun, bu tanımlamanın etnik bir tanımlama olduğu, ırka vurgu yaptığı şeklindedir. Biz de öyle görüyoruz. Bu nedenle de bu tanımlamaya ihtiyaç yok. Birçok ülkenin anayasalarında bir yurttaşlık tanımına ihtiyaç yok. Yani yasayla düzenleniyor vatandaşlık ama eğer gereklilikse Türkiye’de ki görülen o ki, inancımız da o bir gerekliliktir, Türkiye’de de vatandaşlık konusunda bu kadar tartışma yürüdükten sonra da vatandaşlığı tanımlayan bir maddeye ihtiyacımız var. Bu açıdan bakıldığında, “ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Türkiye cumhuriyeti vatandaşı olduğu” şeklindeki bir tanımlamanın ya da bu tanımlamaya hiç girmeksizin vatandaşlığın nasıl kazanılıp kaybedileceğine ilişkin genel bir tanımlamanın ihtiyaca cevap vereceği ve herkes açısından da bu anayasa benim anayasamdır, sadakatle bağlılık duygusu yaratacağı bir düzenlemeye kavuşmuş olacak.
Diğeri, önemli bir husus, tabii tartışma konusu ana dille eğitim meselesi. Tabii ki bu ülkede yurttaşların birbirlerini tanıması, birbirleriyle iletişim kurulabilmesi açısından bir resmî dile ihtiyaç vardır, yani düzenlemeye de ihtiyaç vardır. O tartışmasız ama ne yapılabilir? Ama bunun dışında resmî dili öğrenme zorunluluğuyla birlikte herkesin ana dille eğitim hakkına sahip olmasının anayasada düzenlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Şu açıdan: Bir kez, Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullarda sorunlarını aşma konusunda bir gereklidir, ikincisi, bir dezavantajı ortadan kaldırmak gerekiyor. Türkçeyi bilmeyen, annesinden başka bir dil öğrenen ve okula başladığında, birçoğumuz gibi, şu anda ben ve benimle birlikte gelen arkadaşlarımızın sanırım tümü, biz Türkçeyi sonradan öğrendik, okula başladıktan sonra öğrendik. Bu açıdan bakıldığında, pedagojik açıdan da eğitimimizi sürdürürken bir sürü sıkıntılarla karşılaşıyoruz. Örneğin kavramları resmî dille tanımlayamamak, resmî dille düşünememek gibi sıkıntılar yaşıyoruz, yaşadık hayatımızda. Bu nedenlerle bu bir ihtiyaç, bu ihtiyacı anayasa karşılamak zorunda. Anayasanın bu ihtiyacı karşılaması hâlinde inanıyorum ki Türkiye’deki önemli meselelerden birini de aşma konusunda çok önemli bir adım atmış olacağız.
Diğer taraftan, ana dille eğitim hakkı tanındığında herkes ana dille eğitimi talep edecek midir? Bu, kendisine aittir. Yani, dünyanın her yerinde, çağdaş demokrasilerin tümünde, yurttaşlar bu hakka sahip olduklarında bu hakkı kullanıp kullanmamakta özgürdürler. Örneğin Türkiye’de de birçok yurttaş çocuklarını Türkçe dışında dillerle eğitim gören, Fransızca, İngilizce eğitim gören okullarda okutmaktadır, yurtdışında okutmaktadır. Buna ilişkin de bir sınırlama yok. Ama diğer açıdan bakıldığında bu ülkenin yurttaşı olan, bu ülkede kaderde kıvançta birlikte olan, bu ülkenin kuruluşunda mücadele ederek, birlikte mücadele ederek katkı sunan, bedel ödeyen ve önemli bir nüfusu oluşturan Kürtlerin ana dilde eğitim hakkına sahip olmaması çok önemli bir problemdir, ciddi bir problemdir. Bu problemi aşıyorsak, ben, kırmızıçizgiler ifadesi baştan söyledim olmaması gerekir, sevmiyorum ama bu açıdan bakıldığında da bu çok önemli bir parametredir.
Diğer bir şey: Bu tabii ki Kürt meselesinin çözümü konusunda değil sadece Türkiye'nin idari yapısı konusunda da bir gerekliliktir. Biz, tabii, arkadaşlarımızla gelirken konuştuk da, son günlerde Fransa’da kabul edilen yasaya ilişkin tartışmalar oluyor, Türkiye’de de tabii protestolar da gelişiyor. Ben de, tabii ki, bunu diyenin de suçlanmaması, reddedenin de suçlanmaması gerektiğine inanlardanım. Yani, “Soykırım var.” diyenin Türkiye’de suçlanmaması ve yargılanmaması gerekiyor ama “yoktur” diyenin de Fransa’da ya da başka bir ülkede bununla ilgili yargılanmaması gerektiğini, buna temelde böyle bakmak gerekiyor. Ama idari yapımıza baktığımızda önemli ölçüde, hatta bütünüyle idari yapımızı Fransa’dan aldığımızı görüyoruz. Neden? Bir ulus devlet modeli oluşturmuşuz; katı, merkezî bir idari yapı oluşturmuşuz ve bugün gelinen noktada artık bu merkezî yapıyı oluşturan, ulus devlet modeli üzerinden katı bir merkeziyetçiliği uygulayan devletlerin de gevşemeye başladığı, yerinden yönetime doğru geçtikleri görülüyor. Her ne kadar nüfusu 70 milyonun üzerinde olan bir ülkede temsilî demokrasi bir zorunluluksa da ama geldiğimiz noktada toplumun çoğulcul yapısına uygun, ona o ihtiyaca cevap verecek şekilde yerinden yönetim modellerini geliştirmekte yarar var, bir zorunluluktur. Bu sadece Kürt meselesini aşma konusunda bir model önerisi değil tabii Türkiye'nin temel ihtiyaçlarını aşma konusunda da, örneğin 15 milyonluk bir İstanbul’u, bütün kararlarını Ankara’dan alan bir idari yapı sıkıntıya sokar. Birçok ihtiyacını, kararlarını yerinden alan, kendi meclislerinden, yerel meclislerinden alan bir kentin çok daha sağlıklı olacağı, ihtiyaçlarına çok daha hızlı cevap verebileceği, bu nedenle de bu yönetim modelinin toplum refahı ve mutluluğu açısından da çok da yararlı olacağını düşünüyorum. Bu nedenle de yerinden yönetimi, öz yönetimi ya da önemli ölçüde olanaklı kılacak anayasal hükümlere ihtiyacımız var.
Sona bıraktım, asıl ilgi alanımızda olan yeri sona bıraktım: Yargı meselesi. Türkiye’de yargının konumlanışı özellikle 82 Anayasası’nda önemli ölçüde yürütme organının bir görev alanı gibi düzenlenmiş. Kuvvetler ayrılığı prensibine tamamen aykırı biçimde, yürütmenin etkisine açık, yönlendirmesine açık düzenlenmiş. Her ne kadar 2010 yılında yapılan değişikliklerle önemli ölçüde HSYK’nın yapısı değiştirilmiş olsa da bugün yargı mensuplarının içinde bulunduğu zihin dünyası, bakış açıları açısından baktığımızda iktidara ve yürütmeye bu bağlılığın önemli ölçüde zihinsel anlamda da sürdüğünü görmek mümkün. Bu nedenle baktığımızda Anayasa’da millet adına, 66’ncı maddesindeki millet tanımından hareketle bu toplumu oluşturan bütün bireyler adına, karar verme yetkisi ve göreviyle donatılan yargının toplumun çoğunluğunun vicdanını rahatsız edecek şekilde kararlar oluşturması da aslında bu yapılanmanın bir sonucudur. Bu nedenle de, yargı bağımsızlığını kurumsallaştıracak ama bu yargı bağımsızlığının asıl gidermesi gereken ihtiyacı, yani bu yargı bağımsızlığını tanırkenki varmak istediğimiz sonucu da yaratacak şekilde yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Bu sonuç da yargının tarafsız davranmasını olanaklı kılmaktır. Çünkü yargıya bağımsızlık tanımamızın altındaki asıl espri, asıl sebep de yargının tarafsızlığını güvence altına almaktan geçiyor. Bugün bu güvenceden yoksundur. Bizim önerimiz Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu yerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu şeklinde iki ayrı kurula ayrılması yönünde. Diğeri: Şundan çekinmemek gerekiyor: Siyasi partilerin önemli bir ölçüde, çok yüksek sayı da olmasa da öncelikle Meclisin nitelikli bir çoğunlukla bu kurala üye atayabilmesi gerekiyor. Bugün, Yargıtay ve Danıştaydan üyeler seçiliyor, genel kurullarında seçiliyor. Bu, demokratik bir işleyiştir. Baştan bakıldığında hem yargının o yapısında o üst kurul hem çoğulculuğu olarak kurtulacak hem de siyasal denetimi de olanaklı kılan bir yapıya ihtiyacımız var. Bu nedenle Parlamentonun özellikle üst yargı organının hem Anayasa Mahkemesinden hem HSYK’da üye seçmede nitelikli çoğunlukla bir yetkiye sahip olmasında ihtiyaç var, bundan da korkmamak gerekiyor. Dünyanın birçok ülkelerinde, Avrupa Birliği ülkelerinde de bu model var.
Sayın Başkan, benim şimdilik… Soracaklarınıza da cevap verebilirim ama arkadaşlarım da katkı sunacaklar kısaca.
FARUK BAL (Konya) – Biz, tabii, sizleri dinliyoruz. Lütfen, hangi arkadaşımız söz alacaksa ismini de kayda geçmesi açısından lütfederse…
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKAN YARDIMCISI AV. SÜLEYMAN BİLGİÇ – Öncelikle herkese selam ve saygılar.
Diyarbakır’dan sıcak duygularla geldik. Yeni anayasa heyecanı bizde farklı yaşanıyor. İnsanların duygularında her derde deva bir iksir ve yine düşüncelerinde de “empatinin gelişeceği” şeklinde beklenti var. Keza, Diyarbakır yirmi altı uygarlığın geçtiği bir kent, genç insanları çatışmalarda en çok ölen bir kent. Anlaşılmamış olmaktan dertli Diyarbakır. Diyarbakır Cezaevi’nin dili olup konuşsaydı, hafızalarda kalmak için müze olmak isterdi. Diyarbakır anlaşılmak istiyor. Hep, birileri, bizler için düşünmüş, münasip görmüş. Diyarbakır bu kez kendisi olarak yeni anayasada,
Hep birileri bizler için düşünmüş, münasip görmüş. Diyarbakır bu kez kendisi olarak yeni Anayasa’da, toplumsal sözleşmede var olmak istiyor.
Diyarbakır “öteki” değil, “biz” olarak söz edilmek istiyor kendisinden ve Türkiye’de haberleri en çok dinleyen, haberleri en çok merak eden, “Acaba hangi yurttaş öldü, hangi yurttaş kaldı?” düşünmeden yaşamak istiyor. Diyarbakır gençler ölsün istemiyor; yaşamak ve yaşatmak istiyor.
Diyarbakır dilinden “anlaşılmayan bir dil” diye bahsedilmesini istemiyor, Türkçeyi de çok seviyor. Diyarbakır eğer dilinin adı anılsa Türkçeyi daha çok seveceğinin bilinmesini istiyor.
Diyarbakır yurt bayrağımız kuruluşumuzun onuru olarak dalgalansın istiyor; ötekileştirme, ayrıştırma, tehdit vasıtası olsun istemiyor. Yoksa Cezaevi’nde darbe döneminde ceza olsun diye Türkçe bilmeyen amcaya yüz adet marş ezberletilmesini hatırlıyor Diyarbakır, 17.500 faili meçhulü anımsatıyor ona, 4 bin civarında yakılmış köyü anımsatıyor ona ve yine, yerinden yurdundan edilen 1 milyondan fazla insanı anımsatıyor ona ve yine, artık JİTEM’lerde işkenceyle öldürülüp cezaevi duvarlarının altına 19 kafatası olarak sergilenmek istemiyor; Allah’ın emriyle ölüp, insan onuruyla yaşayıp ölmek istiyor.
Yine, Diyarbakır kendisine mahsus özel yasalar, özel mahkemelerle cezalandırılmak istemiyor, herkesle aynı şekilde cezalandırılıp -ki ceza işlerse- bu şekilde istiyor. Çocuğu taş atsın istemiyor ama taş atınca da çocuklarının yaşının birkaç misli cezayla cezalandırılmasından Avrupa Birliği bizi uyarmadan vazgeçilsin istiyor. Diyarbakır Özel Yetkili 4. Ağır Ceza Mahkemesi dahi bu adaletsizliği uygulamak istemezken, Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararıyla henüz bıyığı terlememiş çocuklarının onlarca yıl cezayla cezalandırılmasını istemiyor Diyarbakır; adalete güvenmek istiyor, bağımsız, tarafsız bir yargı istiyor.
Bu Anayasa’da devletin kendisini korumasını istiyor. Devletin korunmaya ihtiyacı yok; insanın korunmasını istiyor ve Diyarbakır, eğer Anayasa’nın bir değişmeyeni olacaksa, insan onuru olsun istiyor ve devletin kendisini korumasını, kollamasını isterken havadan bombalanmak istemiyor Diyarbakır.
Ankara’ya geldiğimizde, yol güzergâhında “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı” diye bir tabela görürüz hep. Bir duyarlılığı ifade ediyor bu kuşkusuz ama ne yazık ki bu, Kürtlerin duyarlılığını değil, şu yarasını depreştiriyor: Niçin Türkiye’de bir yurt içi Kürtler dairesi yok?
Evet, yani kamusal alanda “Türkiyeli Kürtler dış kapının dış mandalından ötedir ve ötekidir.” algısı gerçekliği karşısında artık mızrak çuvala sığmıyor. Zira mevcut Anayasa’nın 2’nci maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.
Şimdi ben bir alıntı söyleyeceğim: “Kürtlere eğitim, dil, bilgi, kültür ve kimlik hakkı vereceğiz. Bu, bizim cebimizden verdiğimiz bir şey değil, Kürtlerin tüm haklarını vereceğiz.” diyen Sayın Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın 10 Ocak 2012 günü basına yansıyan “Uzun Tutukluluk Süreleri Arınç’ı Kızdırdı” başlıklı haberdeki açıklamasından şu bölümü aktaracağım izninizle: “Bugün gazeteci milletvekili arkadaşımız var içeride. Her zaman söylüyorum, milletvekilinin yeri Parlamentodur. İçerideyken seçilmiş olması onun derhal tahliye edilmesini gerektirir. Lamı cimi yok, milletin oy verdiği milletvekilini hiçbir sebeple içeride tutmaya hakkınız yok.” Evet, Diyarbakır kendi seçilmişlerinin, siyasetçilerinin içeride olmasını istemiyor ve buna katılıyor.
Diyarbakır dirliğin, birliğin, kardeşliğin, inancın, Türkiye’nin gönüllü yapıtaşı olmak istiyor. Verdiği vergilerle bayındır bir Türkiye’de özgür ve mutlu yaşamak istiyor. Irak Federe Kürt Bölgesi’ndeki bir Türkmen kadar en azından hakkı olsun istiyor ve yine, Kürt meselesinin bir asayiş meselesi değil, etnik, sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, dinsel, çok yönlü bir mesele olduğunun anlaşılmasını istiyor.
Ana dilde eğitim istiyor. Kürtçenin kamusal alanda kullanılmasını istiyor. Bunun için vatandaş olarak diline kamu kaynağı desteği sağlanmasını istiyor. Yani “Git dilini öğren…” O şekilde gelişmez diller. Türkiye’nin birlik bütünlüğü içinde, yerelde kendisini yönetmek istiyor ve isteyen herkese de, sadece kendisi değil, Trabzon’da, bir başka kentte, bunların onlara da tanınmasını ve kendisinin de saygı göstermesini ifade ediyor.
Anayasa’da insan onuru istiyor, etnik ırk vurgusu istemiyor. Çağdaş demokratik ülkelerde anayasalar, iktidarların sınırlandığı, özgürlük, eşitlik ve adalet uğruna verilen uzun mücadelelerle kazanılmış hakların, temel değerlerin, ortak ideallerin somutlaştığı belgelerdir. Bu bakımdan, sadece ülkenin kuruluş düzeninin değil, insanların temel hak ve özgürlüklerinin de güvencesi olmak durumundadır anayasalar. Yani özetle, birey devlet için değil, devlet birey için var olmalıdır yeni Anayasa’da.
Düşünceyi ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller gerçekten kaldırılmalıdır. Şiddete teşvik, hakaret, nefret söylemi ve ayrımcılık dışında düşüncelerin açıklanması anayasal güvenceye kavuşmalıdır. Hatta şu anki yeni Anayasa hazırlık sürecinde bile, bir yol temizliğiyle, bunların çeşitli yasalarla bir bakıma rahatlatılması gerekiyor idi. Ne yazık ki bu henüz eksiktir.
Din ve vicdan özgürlüğü sağlanmalıdır. Bir dine inanma veya inanmama özgürlüğü korumalı, grupların kendilerinin belirlediği din ve inanışları yaşama ve bunları yayma hakları güvenceye bağlanmalıdır. Devlet inanan, inanmayan tüm görüşlere eşit mesafede olmalıdır. Çocuklara, kadınlara, engellilere, yoksullara, yardıma ihtiyacı olan tüm vatandaşlara sosyal devlet olmanın gereği yerine getirilmelidir.
Değişmeyen bir hüküm istiyorsak Anayasa’da, hukukun üstünlüğü ve insan hakları, insan onuru olmalıdır. Hukuksal yönden bağlayıcı, ekonomik, sosyal, kültürel haklar konusunda uluslararası sözleşmenin uygulanması Anayasa’da mutlak teminat altına alınmalıdır. Şimdi 90’ıncı madde var ama yeterli olmuyor ne yazık ki.
Devletin tüm kurum ve kuruluşları hesap verebilmelidir ve ideolojik ve millî gerekçelerle siyasi partilerin faaliyetleri sınırlanmamalı ve siyasi partiler kapatılmamalıdır zira sivil siyasetin önünün tıkanması insanları yasa dışı oluşumlara yönlendirmekte ve özendirmektedir.
Devletin aşırı merkezî yapısı küçültülmeli, bürokratik yapısı küçültülmeli, atanmışların ve merkezî yönetimin seçilmiş yerel idareler üzerindeki vesayetine son verilmelidir. Bölgesel düzeyde yerinden yönetim ilkesi hayata geçirilmelidir.
Ben -ana dilde eğitimi Sayın Başkan ifade etti- yine yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığına vurgu yapmak istiyorum çünkü yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının olmadığı yerde demokratik hukuk devletinden söz edilemez, demokratik hukuk devletinin olmadığı yerde de temel hak ve özgürlüklerin kullanıldığını söylemek mümkün olmaz. Türkiye’yi insan haklarına layık görmeliyiz.
Dünyayı yeniden keşfetmeye ihtiyaç yok. İnsanların ne gibi haklarının bulunduğu hem yerelde bilinmekte hem de uluslararası metinlerde zaten bunlar güvence altına alınmış, Türkiye’nin bunların çoğunda imzası var zaten.
Peki, Türkiye’nin çekince koymuş olduğu istisnalar kaldırılarak, ülke gerçekleri gözetilerek herkesi kucaklayan bir Anayasa metni olmalıdır ancak uygulamaya ilişkin sorunlar toplumda bir zihniyet değişimi gerektirdiğinden Türkiye kendi geçmişi ile de yüzleşebilmelidir ve bunları vatandaşlarıyla paylaşabilmelidir. Türkiye vatandaşıyla kucaklaşmalıdır. Yeni Anayasa herkesin, Kürtlerin de “benim” diyebileceği bir anayasa olmalıdır. Akan kanın durması için, Kürt sorunu bir asayiş sorunu olarak görülmekten artık tamamen vazgeçilerek soruna demokrasi içinde kalıcı bir çözüm oluşturulması ve üyesi olmak istediğimiz Avrupa Birliği ülkelerindeki uygulama ve çözümlerinden yararlanabileceğimiz gerçeği kabul görmelidir.
BAŞKAN – Sayın Bilgiç, tabii, biz bir program dâhilinde yapıyoruz. Yani süremiz de dolmak üzere. Ona göre toparlarsanız…
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKAN YARDIMCISI AVUKAT SÜLEYMAN BİLGİÇ – Tabii, bitiyorum.
Şimdi, özellikle unutulmamalıdır ki çocuklara ve gelecek nesillere karşı sorumluluğumuz var. 1982 Anayasası referandumda yüzde 91,5 civarında bir çoğunlukla kabul görmüştür ama bugün o Anayasa’yı hazırlayanlar hayırla anılmıyor, hatta yargılanıyor. Biz, Diyarbakır bu Meclis tarihe Türkiye’deki Kürtlerin ve tüm unsurların, tüm farklılıkların Türkiye’ye aidiyetini vicdanlara tescil eden Meclis olarak geçsin istiyor. Türkiye’nin yeni Anayasası’nın Türkiye’nin tüm renklerini yansıtmasını ve iyi bir toplumsal sözleşme olmasını diliyoruz.
Ben bir de şunu eklemeden edemeyeceğim: Özellikle yargılamanın üç sacayağından biri olan biz avukatlar ve avukatların mesleki örgütü olan barolarla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Hâkimler ve savcılar Anayasa’da var, avukatlar yok. Onlar olacaksa biz de olmalıyız; onlar olacaksa biz de olmalıyız. Bunun da bilinmesini istiyorum.
Teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum.
FARUK BAL (Konya) – Evet, biz teşekkür ediyoruz.
Değerli arkadaşlar, tabii ki burada biz dört siyasi parti olarak bulunmaktayız. Ben bu arkadaşlarımız takdim edeyim. Sırrı Bey’i tanıyorsunuz, İstanbul Milletvekilimiz. Rıza Bey’i tanıyorsunuz, Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili. Mustafa Hocam’ı tanıyorsunuz, Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekili. Ben de Milliyetçi Hareket Partisinin milletvekiliyim.
Sizleri dinledik, çok teşekkür ediyoruz. Burada Komisyonun bir usulü vardır, müzakereler, daha doğrusu sizin anlatımınızı biz tartışmıyoruz ama anlaşılamayan konu varsa üye arkadaşlarımızın onun açıklığa kavuşturulması için görüşleri oluyor.
Mustafa Bey, var mı zatialinizin?
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Vaktimiz var mı bilmiyorum.
FARUK BAL (Konya) – Vaktimiz doldu ama tamamlamak için bir beş dakika uzatabiliriz.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Ben de soru hakkımdan feragat ediyorum.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Çok teşekkür ediyorum arkadaşlar.
Biz tabii Mehmet Emin Bey’le muhtelif yerlerde, zamanlarda zaten görüşüyoruz. Bu Anayasa Komisyonuyla ilgili yapılmış bir hazırlık değil anladığım kadarıyla, uzun zamandır zaten oluşmuş birtakım düşünceler, fikirler var.
Bunlar da tabii, aslında, Mehmet Emin Bey’in de değindiği gibi -belki birçok konu olabilir ama- asıl, temelde herhâlde üç konuyla ilgili: Bir vatandaşlık, bir ana dilde eğitim, bir de yerel yönetim-merkezî yönetim ilişkisi bakımından daha ciddi tartışmalar olacak gibi tahmin ediyorum ben de. Belki herkes aynı fikirde olabilir.
Şimdi, burada vatandaşlıkla ilgili, tabii, Mehmet Emin Bey birkaç şeye değindi. Ben -içerikle ilgili değil de- şunu söylüyorum: Mesela, birçok ülkede, anayasalarda vatandaşlıkla ilgili bir tanım yok; bir kısmında var.
Şimdi, Türkiye açısından gerekli, yanlış hatırlamıyorsam, böyle bir tanımın olması doğru ama bu tanımla ilgili de mesela, beyan ederken, bir tanım değil de belki hani “Vatandaşlık bir haktır, kanunla düzenlenir.” gibi bir şeyin de olabileceğine dair bir şey var. Bu konuda belki, yani bu üç alternatiften, hiçbir hüküm olmaması, hüküm olursa bunu kanuna havale eden sadece bir hükmün olması, yani “bir haktır” şeklinde bir nitelendirme, üçüncüsü de bugünküne benzeyen, yani sadece yapı olarak bugünküne benzeyen bir içerikle bir tanımlama. Bunlar arasında ne düşünüyorsunuz? Somut olarak bunu şey yapıyorum.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Sayın Başkan, izin verirseniz ben de bu konuyla ilgili sorumu sorayım.
BAŞKAN – Evet, tabii, topluca yapalım.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Bu bitmişse eğer, vatandaşlık konusu bitmişse, vatandaşlık konusuyla ilgili ben de sorumu sorayım ki Mehmet Emin Bey ikisini birden cevaplasın.
Ben de doğru anladığıma emin olmak istiyorum Mustafa Bey’in sorduğu gibi. Şimdi, benim anladığım şu; dediniz ki: “Etnik bir tanımlama olmamalı -tamam- ama bir tanımlama olmalı.” Değil mi, “Bir tanımlama olması gerekir, Türkiye açısından bir tanımlama olması gerekir.” dediniz? Sonra dediniz ki: “Ama böyle bir tanım yapmak yerine, sadece vatandaşlık nasıl kazanılır, nasıl kaybedilir gibi bir tanımla da yetinmek mümkündür.”
Şimdi, yani, bu ikisi birden…
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Aynı şey aşağı yukarı.
Devam edelim mi diğer sorulara da?
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI MEHMET EMİN AKTAR – Ben bu sorunuza cevap vereyim istiyorsanız.
Bakın, şunu söylüyorum: Bir kez, neden ihtiyaç var? Birçok anayasada yok. Olmayabilir, ben de öyle düşünüyorum ama Türkiye’de “vatandaşlık” tanımı çok tartışıldı. Bu açıdan, bu Anayasa’da da bu “vatandaşlık” tanımının o tartışmaları sonlandıracak şekilde yeniden düzenlenmesine ihtiyaç var. Burada vatandaşlığı tanımlasanız da tanımlamasanız da olur, o açıdan söylüyorum, yani terditli bir şey söylüyorum, iki şeyli. Birincisi: Vatandaşı tanımlayabiliriz. Tanımlarsak ne diyebiliriz? Örneğin, diyebiliriz ki: “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes din, mezhep, ırk, etnik köken, cinsiyet, kültür ve benzeri hiçbir fark gözetilmeksizin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır. Hiç kimse kendi isteği dışında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılamaz.” Böyle bir düzenleme. Ya da şunu yapabiliriz: Hiç vatandaşı tanımlamaksızın, “Vatandaşlık temel bir haktır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına sahip olmada ve bu hakkın kullanılmasında dinsel, dilsel, ırksal, etnik ve benzeri hiçbir ayrım gözetilemez. Vatandaşlık hakkının kazanılmasına ilişkin esaslar kanunla düzenlenir. Hiç kimse kendi isteği dışında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılamaz.” Bu şekilde. Bizim İnternet sitesine gönderdiğimiz metinde de bu var “vatandaşlık” tanımında. Bu iki öneriyi de sunuyoruz. Bu şekilde de bir öneri olabilir, yani hiç vatandaşı tanımlamaksızın, sadece vatandaşlığın nasıl kazanılıp nasıl kaybedileceğine ilişkin, onu esaslarını belirleyen bir düzenleme olabilir ya da vatandaşlığı da tanımlayarak ama Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı üzerinden tanımlayarak da düzenlenebilir diye düşünüyorum.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – İkinci şey: Eğitim diliyle ilgili olarak da mesela, biliyorsunuz, 82 Anayasası’nda, 42’nci maddede “Türkçe dışında bir dilde eğitim öğretim yapılamaz.” diye bir hüküm var. Önceki anayasalarda böyle bir hüküm yoktu. Dünyada da birçok anayasada eğitim diliyle ilgili ayrı bir hüküm yok. Burada 82 Anayasası’nın izlediği yöntemden hareketle eğitim dili konusunda açıklayıcı bir hüküm bulunması mı -herhâlde, sanıyorum biraz buna yakın sizin söyledikleriniz- veya buradaki yasaklayıcı şeyin bulunmaması durumu mu acaba şeydir? Ben orada tam bir netlik anlayamadım yani tabii ki muhtelif açıklamalar var da.
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI MEHMET EMİN AKTAR – Ben, tabii, yirmi beş yıldır avukatlık yapıyorum; aslında, Türkiye’deki yargı ve idari pratikleri çok yakından biliyorum. Baştan bakıldığında, Türkiye’de yasada yasaklayıcı kısımların düzenlenmemiş olması yargı ve idari merciler açısından o hakkın varlığının delili olarak kabul edilmiyor, varlığının tescili olarak kabul edilmiyor. O açıdan bakıldığında, bunun açıkça düzenlenmesine ihtiyaç var, Türkiye’deki yargı ve idari pratikler açısından bunun düzenlenmesine ihtiyaç var çünkü bunu düzenlemediğimizde, yok Anayasa’da ya da yasada yok karşılığıyla karşılaşmak mümkün, uygulamada karşılaşmak mümkün. Parlamentonun, Meclisin iradesi bu yönde olmasa da, Anayasa farklı bir biçimde halkoyuna sunulduğunda önemli bir çoğunlukla kabul edilse bile… Örneğin, bunu yasaklayan 42’nci madde bize şunu diyor: “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına hiçbir dil ana dilleri olarak öğretilemez.” Bu yasağı kaldırdık diyelim. Bu, ana dilde eğitim hakkına sahip olunduğu anlamına gelmez, bunu biliyorum. O açıdan, çok açık biçimde bunun düzenlenmesine ihtiyaç var.
İkincisi, bizim önerimizde şu vardı çok açık biçimde sunulan: Türkiye’deki bazı kaygıları ve korkuları depreştirmemek adına da, buna ihtiyaç yokken de tanımladık. Bakın, Anayasa’nın 1’inci maddesine “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanan, özgürlük ve adalet değerleri üzerine kurulu, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Bizim tanımlamamız buydu. Diğerinde “Türkiye Cumhuriyeti farklı kimlik ve kültürlerden oluşan ayrılmaz bir bütündür. Bayrağı, şekli yasada belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî Marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.” Buna da ihtiyaç duyduk. Belki Anayasa’da bunlara ihtiyaç yoktur yani başkentin Ankara olduğu şeklinde tanımlamaya ihtiyaç yoktur ama bunu sırf bazı korkuları depreştirmemek adına da… Biz bundan bir rahatsızlık duymuyoruz bu ülkede, yani ay yıldızlı bayraktan, İstiklal Marşı’ndan ya da başkentin Ankara olmasından rahatsızlık duymuyoruz. Diğeri “Türkiye Cumhuriyetinin resmî dili Türkçedir. Herkes kamusal ve özel işlemlerinde resmî dilin yanı sıra kendi ana dilini kullanma hakkına sahiptir.” 3’üncü maddesindeki, bizim önerdiğimiz. Meclis İnternet sitesinde görülebilir.
Ana dilde eğitim meselesinde de ana dilde eğitim hakkının yanında resmî dilin öğrenilmesinin zorunlu olarak öngörülmesini de biz esas olarak öneriyoruz.
FARUK BAL (Konya) – Tamam mı Mustafa Bey? Sırrı Bey feragat etti.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Bir de şu üçüncü konuyla ilgili kısa…
FARUK BAL (Konya) – Buyurun.
MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Bu merkezî idare, yerel idare konusundaki mesele Türkiye’de çok eski bir tartışma konusu, yüz elli yıldır aşağı yukarı tartışılıyor ademimerkeziyetçilik, merkeziyetçilik meselesi. Biliyorsunuz, Prens Sabahattin ademimerkeziyetçidir falan. O tarihlerden beri bir tartışma konusu. Yani bu tartışmanın çeşitli tarafları filan var da burada bence çok ayırt edici, kategorik olarak önemli olan mesele şu: Tabii, sistem olarak yasama, yürütme, yargı var ve bu merkezîlik, yerellik arasındaki ayrım bu üç erk bakımından değerlendirildiğinde, yani tartışılan bu ademimerkeziyet meselesi daha çok yürütmeyle ilgili yerellik meselesi ama yargıda ve yasamada teklik veya yerellik ayrımı, işte, üniter devlet-üniter olmayan devlet ayrımına bizi götürüyor. Burada bu yerelliğin idari anlamda bir yerellik mi, yoksa -yargı tabii gene ayrı formüle edilebilir ama- yasama konusunda da yerellik içeren bir yönü var mı?
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI MEHMET EMİN AKTAR – Var tabii. Yerlilikte tabii ki bölge parlamentoları ya da il düzeyinde ya da birkaç ilin birleşmesi suretiyle yaşama geçirilmesini öneriyoruz, yani önerdiğimiz bu ama Türkiye’de temel yasalar konusunda yasama organı yetkili tabii yani ülkenin bütün yurttaşları açısından yasama faaliyetini yürütecek, Hükûmeti denetleyecek yasama organına ihtiyaç var, bu Meclis olmalı ama bir ildeki, herhangi bir ildeki, örneğin Hakkâri’deki ya da Artvin’deki trafiğin işleyişine de bu Meclis karar vermemeli tabii, ona ilişkin karar vermemeli, o yerel parlamento da kendi yerel ihtiyaçları konusunda kararlar alabilmeli, bir tür yasama faaliyetini de yapabilmeli.
Bu üniter devlete karşıtlık konusunda değerlendirmiyorum, böyle bakmıyorum, bizim bakışımız da öyle değil. Bu tartışılabilir tabii ama üniter devlet meselesi de bir Allah kelamı değil sonuçta; bu ülkede insanlar nasıl mutlu yaşıyorsa, bir arada nasıl güzel ve mutlu yaşayacaklarsa o formülasyonu birlikte bulacaklardır. Buna inanıyorum.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Yani gene bu eğitim konusunu iyi anladığımdan emin olmak istiyorum. Şimdi, ana dilde eğitim -resmî dil Türkçe, bu zorunlu olmalı, bunu anladım- konusunda talebe bıraktınız, “Talep olup olmayacağı kendisine ait.” dediniz yanlış anlamamışsam.
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI MEHMET EMİN AKTAR – Hakkını kullanıp kullanmama, yani hakkı olmalı ama…
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Peki, somut olarak nasıl olacak ana dilde eğitim, onu anlatır mısınız.
FARUK BAL (Konya) – Ben de bir soru sorayım da birlikte cevap verin.
Şimdi, anladığım kadarıyla, sunum için gelen bazı arkadaşlar, ana dilde eğitim ile ana dili öğrenme arasındaki farkı tefrik etmeden, öğrenmeyi eğitim adına şeklinde kullanıyor ama siz bilinçli bir şekilde “eğitim hakkı” diyorsunuz. Tabii, dünyadaki bütün anayasalar, her maddesi ya “herkes” diye başlar eşitlik kuralı gereği ya da “hiç kimse” diye başlar yine eşitlik kuralı gereği.
Şimdi, bu eşitliği bozduk, sizin ifadenizle, Kürt meselesini çözmek için bozduk ama bir başka söylemde, “Türkiye’de Kırk yedi tane mozaik var, etnisite var.” deniliyor. Bu da doğru olduğu takdirde ve herkes bunu hakkı olarak Anayasa’da gördüğü takdirde, herkesin de kendi ana dilinde eğitim aldığını varsayalım, o takdirde böyle bir ülkenin ekonomik, sosyal, siyasi alanı nasıl tanzim edilecek, nasıl bir birliktelik sağlanabilecek?
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI MEHMET EMİN AKTAR – Bizim önerdiğimiz metin şu şekilde… Ondan başlayarak hem Sayın Türmen’in hem de Sayın Bal’ın sorusuna cevap vermiş oluruz. “Kimse eğitim ve öğrenim hakkından mahrum bırakılamaz. Herkes ana dilde eğitim ve öğrenim hakkına sahiptir. Bu hak eğitimin ve öğrenimin tüm aşamalarını kapsar. Türkçeden başka dillerde eğitim ve öğretim yapılmasıyla ilgili esaslar demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olarak bölge meclislerince düzenlenir. Türkçeden başka ana dillerde eğitim yapan kurumlarda resmî dilin öğrenimi zorunludur. Temel eğitim bütün vatandaşlar için zorunludur ve devlet okullarında parasızdır.” Ve diğeri mevcut Anayasa’da olan hükümler.
FARUK BAL (Konya) – Şu ekstra bilgiye dikkat edelim. Bir televizyon yayınında -tabii ki bir fikir olarak ifade edildi, bizim de dikkate almamız lazım- “Lazca eğitim istiyoruz.” dedi, “Rize’nin Ardeşen Lazcası ile Pazar Lazcası da birbirinden farklıdır.” dedi. Şimdi, bunlara da bu Anayasa olduğuna göre, bunlara göre de ana dilde eğitim verilecektir. Siz “herkes” diye başlıyorsunuz, doğru. Bunlar, tabii, Türkiye’nin vatandaşı ve böyle kırk yedi ayrı etnisiteden de bahsedenler oluyor. O takdirde buradaki, yani Türkiye’deki kırk yedi farklılaştırılmış, çimentosundan ayrıştırılmış, kumlaşmış etnisiteyi nasıl bir bütün içerisinde tutabileceğiz? Yani devletin ekonomik, sosyal, siyasi, ticari alanlarında nasıl bu insanları anlaştırabileceğiz, konuşturabileceğiz? Yani kırk yedi ayrı tercümana mı ihtiyacımız olacak?
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Yani şu mudur söylediğiniz: İlkokuldan itibaren iki dilde eğitim yapılacak.
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI MEHMET EMİN AKTAR – Tabii, yükseköğrenime kadar evet, yükseköğrenim dâhil.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Örneğin, coğrafya dersi öğretilecek. Şimdi, ilkokul beşinci sınıfta coğrafya dersi çocuğa öğretilirken bu coğrafya dersi Türkçe mi öğretilecek, Kürtçe mi öğretilecek?
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI MEHMET EMİN AKTAR – Kürtçe öğretilecek.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Peki, Türkçe ne olacak?
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI MEHMET EMİN AKTAR – Türkçe ders olarak verilecek, Türkçeyi öğrenecek. Türkçeyi öğrenecek, önemli ölçüde bir müfredat yoğunluğu içinde de Türkçe öğrenilecek.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Türkçe dil olarak öğretilecek.
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI MEHMET EMİN AKTAR – Tabii, Türkçe öğrenilecek tabii.
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Ama müfredat Kürtçe olacak.
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI MEHMET EMİN AKTAR – Tabii, kendi ana dilinde müfredatı görecek.
Baştan şunu söyleyeyim, şu açıdan bakmak gerekiyor: Ben bundan, kırk yedi etnik gruptan rahatsız değilim kişi olarak ama şu: Resmî dil var, resmî dil öğrenimi de zorunlu olduğu zaman bizim anlaşacağımız bir dilimiz var, o açıdan bir sıkıntı yok.
Bir de şunu görmek gerekiyor ya: Toplum demokratik bir sistemde çoğulcu olarak bir arada daha mutlu olur diye düşünüyoruz. Bizim düşüncemiz bu. Yoksa Laz, Çerkez, Türk, Kürt olmuş, Arap olmuş, bizim için çok önemli değil yani o kimliği en azından, bu ülkenin yurttaşı olarak herkesle birlikte yaşamaya hazırız.
FARUK BAL (Konya) – Efendim, Diyarbakır Barosu Sayın Başkanı Avukat Mehmet Emin Aktar’a, Sayın Süleyman Bilgiç Bey’e, Avukat Sertaç Buluttekin Bey’e, Avukat Zülfü Demir Bey’e ve Avukat Selahattin Çoban Bey’e teşekkür ediyoruz.