Tevekkül, Tefviz ve Teslim
Şeyh Hüseyin Behrani
İnsan bu işlere bakmadıkça ve bundan nasiplenmedikçe imanın tadına varamaz. İman ehlinin gerçi bu gibi hususlarda bir takım dereceleri vardır ve bununla uyumlu olarak yüce Allah’a yakınlıları farklılık arz etmektedir. Allah şöyle buyurmuştur: “…ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.”1
Şair ne de güzel demiştir: “Ey Allah’ım! Bir grup senin korkundan ağlıyor
Senin dergâhında ağlayan herkesin bir günahı var demek değildir.
Onların sana yakın olmak için gözyaşları döktüğünü görürsün
İman, İslam’a oranla daha üst mertebede olduğu için birtakım makamları elde etmeye bağlıdır ve o makamlarla yakın bir bağ içindedir. Araplar iman iddiasında doğru olmadıkları için Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Bedeviler, “İnandık” dediler, de ki: “İnanmadık fakat İslam olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi.”2 Dünyada mümin olarak adlandırılan ve kendi zannınca müminlerden sayılan bir kimsenin kıyamet günü iman iddiasının reddedilmesi ne kadar utanç vericidir. Gerçekten de şu şiire layık biri haline gelecektir.”Nefsin sana yalan söylemiş, sen âşıklardan değilsin.
Zira âşıkların bir takım nişaneleri ve alametleri vardır.”
Keşke şu uyarılar da bizi uyandırmaya yetseydi: “Bir topluluğu istiyorsan onların yolunda yürü. Şüphesiz onlar sadece ilgilerini kestiği için hedefe ulaştılar.”
Nitekim Allah’ın da şöyle buyurduğunu duymaktayız: “Eğer iman etmişseniz Allah’a tevekkül ediniz.”1
Hakeza Allah-u Teala’nın şöyle buyurduğunu işitmekteyiz: Hayır, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar. 2
Anlaşıldığı üzere iman; tevekkül, teslim ve tefviz ile yakın bir ilişki içindedir. Dolayısıyla bu imanın merkezi konumunda olan şeyleri güçlendirmek için büyük bir gayret göstermeliyiz. Zira iman ve imanın gerekleri hakkında Kur’an-ı Kerim ve sünnette yer alan bütün bu teşvikler imanın yüksek bir makamına erişmek içindir. Allah-u Teala, “Ey iman edenler! İman ediniz…” 3
İnsan ancak imanın bu yüce mertebesine ulaştığı takdirde kâmil bir yaratılışa sahip olabilir ve iman etmiş sayılabilir. Zira imanın en düşük mertebesi bütün müminlerde vardır ve bunu teklif etmek birle yersizdir. O halde bütün bu teşvikler imanın orta derecesinde bir makam edinmek içindir. Bu derece kâmil yaratılışa sahip bir varlık mesabesindedir. Yakin sahibi bir insan mutlak işlere itaat makamında bulunmaktadır. Güya maksat daha alt düzeyde makamların varlığı şek ve şüphe edilir bir konumdadır. Elbette eğer daha üst mertebeler elde edilecek olursa şüphesiz bu daha kâmil olacaktır. İmanın orta derecesi; imanın gerekleri olan tevekkül, teslim ve tefviz sıfatlarına sahip olan mertebedir. İmanın daha düşük mertebelerde kullanımı ise mahiyetinin doğruluğu açısındandır. Ama asıl maksat daha üst mertebeler olduğu için bu dereceler iman sayılmamaktadır. Şimdi bu konuda düşündüğüne göre imanın zikre değer bir aşamasını elde etmen için harekete geçmelisin, büyük bir çaba göstermelisin. Öyle ki iman hakikatiyle tecelli etsin ve ondan ayrılmasın.
İmam Sadık (a.s) Kuleyni’nin nakline göre bu konuyu beyan etmek için şöyle buyurmuştur: “Marifet elde etmedikçe salih olamazsınız. Tasdik etmedikçe marifet elde edemezsiniz. Teslim olmadıkça da tasdik edemezsiniz. Teslim, tasdik, marifet ve salah kapısını dövünüz ki ilkleri sonları olmaksızın güzel değildir. Sadece üç kapıya sahip olan kimse ise sapmış ve uzak bir sapıklığa düşmüştür.”
Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Kuleyni’nin nakline göre bu konuda uyarıda bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: “İmanın dört esası vardır: Allah’a tevekkül, işleri Allah’a havale etmek, Allah’ın takdirinden hoşnut olmak ve emrine teslim olmak.” İmam Kazım (a.s) Tuhef’ul Ukul’da yer aldığına göre şöyle buyurmuştur: “Herkim Allah’ın izzetini derk edecek olursa Allah’ın rızkını uzak görmemeye ve Allah’ı kaza ve kaderinde itham etmemeye layıktır.”
Daha sonra kendisine yakin hakkında sorulunca İmam Kazım (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’a tevekkül etmeli, Allah’a teslim olmalı, Allah’ın takdirinden hoşnut bulunmalı ve işlerini Allah’a havale etmelidir.”
Aynı şekilde Allah Resulü de (s.a.a) imanın gereklerinden olan ve marifet sayılan sıfat ve haletler ile bu sıfatların evliyaların derecesine oranla eksiklikleri hakkında Kâfi’de yer aldığı esasınca şöyle buyurmuştur: “Her kim Allah’ı tanır ve yüce sayarsa dilini boş konuşmaktan, karnını fazla yemekten alıkoyar ve nefsini oruç ve ibadetle ıslah etmeye çalışır.” Ashab şöyle sordu: “Ey Allah’ın Resulü! Babamız ve annemiz sana feda olsun! Bu kimseler Allah’ın velileri midir?” Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah’ın velileri sessizliği seçer ve onların sessizliği zikirdir. Onlar bakar ve onların bakışı ibrettir. Onlar konuşur ve konuşmaları hikmettir. İnsanlar arasında yürür ve yürüyüşleri berekettir. Eğer ecelleri belli bir zamanla belirtilmemiş olsaydı şüphesiz azap korkusundan ve sevap şevkinden dolayı ruhları bedenlerine sığmazdı.”
Hakeza İmam Seccad (a.s) Tebersi’nin İhticac’da naklettiğine göre bir şiir kalıbında imanın gereklerinden olan ve marifet sayılan sıfatları şöyle beyan etmiştir: “Kim Allah’ı tanır ve de marifetullah onu müstağni kılmazsa, o kimse azgındır. İnsan servet izzetiyle ne yapabilir ki bütün izzet Allah’ındır.
İtaat eden insan Allah yolunda gördüğü zorluklardan bir zarar görmez.
Bütün bu bereketlerin esası bütün hallerde Allah’a teveccüh etmektir. Öyle ki sürekli Allah’a teveccüh etmelisin. Nitekim Allah da sürekli sana bakmaktadır. Bu Allah Resulünün (s.a.a) Ebuzer’e buyurduğu şu sözün ta kendisidir: “Allah’a görüyormuşsun gibi ibadet et. Şüphesiz sen onu görmesen de o seni görüyor.”
Bazı hadislerde şöyle yer almıştır: “Eğer Allah’ın seni gördüğünü bildiğin halde günah işliyorsan onu görenlerin en düşüğü karar kılmış olursun.”
Eğer Allah’a teveccühü devam ettirir ve seni bundan alıkoymaya çalışan bağları kesersen Allah’ın lütuf, inayet, şefkat ve bağışını müşahede edersin. Allah’ın senin kötülüklerini nasıl da iyiliğe çevirdiğini ve günahlarını kat kat iyiliklere dönüştürdüğünü açıkça görürsün. İşte bu durumda Allah’ın sevgisi kalbine yerleşir ve bedeninin organları ona itaat için harekete geçer. Nitekim sen sana ihsanda bulunan herkese karşı böyle davranmaktasın. Zira insanın kalbi kendisine iyilik eden kimsenin sevgisiyle dolar. Nerede kaldı ki yüce ve şefkat sahibi Allah insana iyilik etmiş olsun.
Bu yüzden senin nefsin Allah’ın rızasına aykırı işlerden el çeker. Allah’ın senin kötülüklerine iyilikle cevap vermesinden dolayı utanır veya Allah’ın kalbinde azametle tecellisinden korkuya kapılırsın veya şairin de dediği gibi Allah’ın sana vermiş olduğu nimetlerini geri alacağından endişe edersin: Eğer nimetlere boğulacak olursan kendine dikkat et; zira günahlar nimetleri ortadan kaldırır.”
Aynı şekilde eğer Allah’ın mukaddes zatına teveccüh edecek olursan diğer bütün failler (etkenler) gözünden kaybolur. Allah dışında hiçbir varlığın fayda ve zarar veremeyeceğini anlarsın. Bütün varlıklar sadece Allah’ın izniyle varlık âleminde bir tasarrufta bulunabilir. İnsanın kalbi münezzeh olan Allah’tan gaflet edince sebeplerin sebebini unutmakta ve faydasız birtakım sebeplere yönelmektedir. Zira gerçekten de kalp tümüyle Allah’a teveccüh ettiği takdirde sebeplere teveccühün hiçbir anlamı kalmamaktadır. Bu akıl sahipleri için fıtri bir husustur. İnsan daha güçlü bir varlık varken daha zayıf bir varlıktan asla yardım almaz. İnsan kendi gözünde bir hiç olan varlıklardan medet ummaz. Özellikle de zayıf varlığa teveccüh edildiğinde daha güçlü varlıktan yardım alınamayacağını anladığı takdirde şu şirin reel bir örneği haline gelir: “Bela anında Amr’a sığınan insan sıcaktan ateşe sığınan kimse gibidir.”
Bu yüzden Cebrail (a.s) mancınık içine konulup ateşe doğu atılmak üzere olan İbrahim’e (a.s) şöyle buyurmuştur: “. Ey kardeşim İbrahim! Bir hacetin var mıdır?” İbrahim (a.s) cevap olarak şöyle buyurdu: “Senden bir şey istemiyorum.” Bunun üzerine Allah ateşi ona esenlik kıldı ve hakkında şöyle buyurdu: “İbrahim çok vefalı biriydi.”1
O durumda kendi makamına oranla Allah’a teveccüh eden herkes artık sebepleri görmez, gözü sadece sebeplerin sebebine yönelir. Bunun doğru olduğunun nişanesi ise kalbin güven içinde olması ve sebepler olmadığı takdirde bile ıstıraptan uzak bulunmasıdır. Öyle ki sebeplerin varlığı ve yokluğu kendisi için eşit olmalıdır.
Bir arif hakkında –Allah makamını iki âlemde yüce kılsın- işittim ki bazen sebepler ortaya çıktığında büyük bir endişeye kapılıyor, panikleniyordu. Bu sebepler ortadan katlığı zaman ise kalbi güvene eriyor ve bütün endişeleri ortadan kalkıyordu. İşte bu tevekkül makamlarının en üstünü ve en doğrusudur. Sebepler ortada olduğu takdirde endişelenmenin kaynağı şudur ki bu durumda Allah’ın emri sebepler mülahazasıyla ortaya çıkmaktadır. Zira sebeplerin mülahazası ve riayeti onlara itimat edilmeksizin gerekli ve istenilen bir mülahazadır. Kalp ister istemez sebepleri düşündükçe ve ona teveccüh ettikçe dal budak salmaktadır, ama sebepler ortadan kalkınca kalp tek bir yöne yönelmektedir. Bu yüzden huzura ermekte ve Allah’ın zikriyle itminana kavuşmaktadır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Onlar iman etmişlerdir ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşur. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura erebilirler.”1
Aynı şekilde doğruluk nişanelerinden biri de şudur ki bir kimseden bir şey ister ve o da kendisine olumlu cevap vermezse üzülmemelidir. Aksine arif insanın hâkimlerden birine yazdığı mektuptaki gibi olmalıdır. Bu arif Allah’ın emanet olarak o hâkime vermiş olduğu şeylerden bir bölümünü istemek için yazmış olduğu mektubunda şöyle diyordu: “Eğer istediğim şeyleri bana verecek olursan gerçekte Allah vermiştir ve bu hayrı senin elinle cari kılmıştır. Ve eğer bana vermezsen Allah engel olmuştur ve senin bu konuda bir suçun yoktur. Dünyadan nasibini unutma ve Allah’ın sana ihsanda bulunduğu gibi sen de iyilik et.” Sebeplerin sebebine göz diken ve diğer sebepleri Allah’ın emri altındaki araçlar olarak gören bir kimse onlardan dolayı asla üzülmez ve onlara öfkelenmez.
Evet, hayır vasıtasının hakkını eda etmek gerekir. Allah’ın elinde bir araç olduğu bahanesiyle vasıtanın bu hakkı düşmez. Zira ihsanın sahibi olan Allah aynı zamanda teşekkür etme hakkını da sana gerekli kılmıştır. O vasıtayı takdir etmeyi sana gerekli görmüştür. Hatta nimetlerine karşı yaptığın şükrü bile, hayra vesile olan kimseye teşekkür ettiğin takdirde kabul buyurmaktadır.
Bu bazı takva sahibi kardeşlerin gaflet ettiği büyük bir ilkedir. Onlar tümüyle Allah’a teveccüh ettiklerinden dolayı Allah’ın hayır ulaştırmada vasıta kıldığı kimseler için bir hak olduğundan gaflet etmektedirler. Bu büyük bir yanlışlıktır. Ehl-i Beyt’in (a.s) metodunu tanımamaktır. Hakikatleri olduğu gibi bilmemektir. Ehl-i Beyt’in metoduna aykırı olduğunun delili ise Kâfi’de Ali b. Hüseyin’den (a.s) nakledilen şu rivayettir:
“Allah kıyamet günü kullarından birine şöyle buyurur: Falan kimseye teşekkür ettin mi? “O şahıs şöyle der: “Ey Allahım! Ben sana şükrettim.” Allah şöyle buyurur: “Eğer ona teşekkür etmemişsen, bana da şükretmemiş olursun.” İmam (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: “Sizin Allah’a en çok şükredeniniz herkesten daha çok insanları takdir edeninizdir.”
Bu hayali şüphenin gerçeğe aykırı olduğu hususunda ise şöyle demek gerekir: “Bu şüphenin temeli düşmanlarca ortaya atılmıştır. Zira nimetin aslı elbette münezzeh olan Allah’a aittir. Allah o nimeti Muhammed ve Ehl-i Beyt’i (a.s) eliyle cari kılmıştır. Dolayısıyla düşmanlar aslında şunu söylemek istemektedir: “Ey Allahım! Biz sana şükrederiz, vasıtalar için hiçbir hak tanımıyoruz.”
O halde Allah onları reddetmiş, şükürlerini kabul etmeyi feyiz ve rahmet vasıtalarını takdir etmeye bağlı kılmıştır. Onların veli nimet olduğunu itiraf etmeyi ve onlara teşekkür etmeyi kendisinin bir şükrü saymıştır. Allah onları kendine doğru bir kapı kılmıştır. O halde herkim kapıdan girmezse kovulacaktır. Marifetler ve itaatler hususunda da Ehl-i Beyt düşmanları Hz. Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) vasıtası olmaksızın Allah’a yönelebileceklerini zannetmişlerdir. Dolayısıyla Allah onları reddetmiş ve onlardan hiçbir şeylerini kabul etmemiştir. Onlar, kabul görmeleri için Allah’ın velilerine teslim olmalı, marifet ve hükümlerini onlardan almalıdırlar ve onlara yönelmelidirler. Dolayısıyla inanç, amel, itaat ve ibadetler gibi şeyler o büyük insanların aracılığı olmadığı takdirde sahibine geri döndürülür ve omuzlarında bir yük haline dönüşür.
Hayır ve bereket yolları olan salih insanların hakkını inkar etmek, bazı iyi dostlarımızın da kalbine giren uğursuz bir şüphe konumundadır. Elbette onlar bu işin aslına ve kökenine dikkat etmemişlerdir. Ama biz burada bunun üzerindeki belirsizliği ortadan kaldırmaya ve hakikati göstermeye çalıştık. Böylece onların bu şüpheden kurtulmaları ümit edilir. Şüphesiz koruyucu Allah’tır.
Burada konuyla ilgili olarak Tuhef’ul Ukul’da yer alan çok ilginç ve kamil bir hadisi nakletmek istiyorum. Bu eşsiz kitap, eski Ehl-i Beyt alimlerinden değerli bilgin Hasan b. Ali b. Şube tarafından telif edilmiştir. Şeyh Mufid de (r.a) arada bir bu kitaptan hadis nakletmiştir. Aktarmak istediğim hadis şudur: “Birisi İmam Sadık'ın (a.s) huzuruna vardığında İmam ona: “Kimlerdensiniz?” diye sordu. O da: “Sizi sevenlerden ve sizi takip edenlerdenim.” Dedi. İmam Sadık (a.s) buyurdu ki: Allah-u Teâla kendi dostluk ve velayetini kabul etmedikçe bir kulu sevmez ve kimi dost edinirse cenneti ona farz kılar.
Daha sonra buyurdular ki: “Bizi sevenlerin hangi kısmındansınız?” Adam, susup kaldı. (İmam’ın (a.s) ashabından olan) Sedir: “Ey Resulullah’ın oğlu sizi sevenler kaç gruptur?” diye sordu. İmam (a.s) da şöyle buyurdu: “Bizi sevenler üç gruptur. Birinci grup, bizi (sadece) açıkta sever, gizlide değil. Bir grup da bizi gizlide sever, açıkta değil. Diğer bir grup ise, bizi hem gizlide sever, hem de açıkta; işte bu grup en üstün olandır. Bunlar tatlı ve bol kaynaktan susamışlıklarını gideren Kur’an’ın tevil ve tefsirini bilen, hakkı batıldan ayırt eden ve sebeplerin sebebini (Allah’ı) tanıyan kimselerdir. Bunlar toplulukların en üstün olanıdır. Fakirlik, yoksulluk ve çeşitli belalar, atın süratinden daha hızlı bir şekilde onlara yönelmektedir; onlar şiddet ve çilelere uğrar, sarsılıp işkence görür; bir kısmı öldürülüp bir kısmı yaralanır ve uzak şehirlere dağılırlar. Allah, onların hürmetine hastalara şifa verir, fakirleri ihtiyaçsız kılar, size yardım eder, yağmur gönderir ve sizi rızıklandırır. Sayıları azdır; ama Allah katında değer ve mertebe bakımından pek yücedirler. İkinci grup (üsteki sıralamada ilk grup) grupların en aşağısıdır. Açıkta (dilde) bizi severler, ama padişahların yolundan giderler (onların yaşayışları gibi yaşarlar.) Dilleri bizimledir, kılıçları ise bizim aleyhimizedir. Üçüncü sınıf ise (üsteki sıraya göre ikinci sınıf oluyor) vasat olan sınıftır; gizlide bizi severler, fakat kendilerini muhafaza etmek için sevgilerini açığa vurmazlar. Canıma andolsun ki eğer onlar, gerçekten bizleri gizlide seviyorlarsa gündüzleri oruç tutarlar, geceleri ibadet ederler ve çehrelerinde zahitlik eseri görünür. Yine onlar sulh ve itaat ehli olurlar.”
O adam: “Ben sizi hem gizlide ve hem de açıkta sevenlerdenim” dedi. İmam (a.s) buyurdular ki: Bizi gizlide ve açıkta sevenlerin bazı alametleri vardır. Onlar, bu alametlerle tanınırlar.” Adam: “Bu alametler nelerdir?” dedi: İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Bunlar bir kaç özelliktir; ilki (şudur): Onlar tevhidi hakkıyla kavramışlardır. Tevhid ilmini sağlamlaştırmışlardır. Allah ve sıfatlarına iman etmişlerdir ve daha sonra imanın sınırını, hakikatini, şartlarını ve tevilini bilmişlerdir.”
Sedir: “Ey Resulullah’ın oğlu! Şimdiye kadar imanı böyle vasf ettiğinizi duymamıştım” dedi. İmam (a.s) dedi ki: “Evet ey Sedir! İmanın kimde olduğunu bilmeden önce “iman nedir” diye sormaya kimsenin hakkı yoktur.” Sedir, “Ey Resulullah’ın oğlu! Eğer uygun bulursanız bu sözü açıklayın” dedi.
İmam (a.s) şöyle buyurdular: “Her kim Allah’ı kalbi tevehhümlerle tanırsa O’na ortak koşmuş ve kim Allah’ı manayla değil de isimle tanırsa eksikliğini kabul etmiştir. Çünkü isimler hâdistir; sonradan meydana çıkmıştır; (Allah’ın mukaddes künhü ise kadimdir.) Kim isim ile manaya (birlikte) taparsa (ismi) Allah’a ortak koşmuştur. Kim manaya, idrak vasıtasıyla değil de sıfat vasıtasıyla ulaşırsa, imanını gayb olan bir şeye atfetmiştir. 1
Kim sıfat ve mevsufa2 taparsa, tevhidi batıl etmiştir. Çünkü sıfat, mevsuftan ayrıdır. (İkilik tevhitle uyuşmaz)
Kim mevsufu sıfata izafe ederse (sıfatla mevsufu tanımak isterse), büyüğü küçültmüş ve Allah’ı layıkıyla tanımamıştır.”
- “Öyleyse tevhide ulaşmanın yolu nedir?” diye sorduklarında şöyle buyurdu: “Araştırma yolu açıktır ve bu çıkmazlardan kurtulmak da mümkündür. Hazırda olan bir şeyi tanımak, sıfatını tanımaktan öncedir.3 Ama gaybın sıfatını tanımak, onun kendisini tanımaktan öncedir. (Allah-u Teâla hazır olduğu için ilk önce Allah’ı tanımak gerekir, daha sonra diğer varlıkları.)
- “Hazır birisinin şahsını, sıfatından önce nasıl tanıyabiliriz?” dediklerinde de şöyle buyurdu:
“İlim ve idrak önce O’nun şahsına taalluk eder ve daha sonra (O’nun kudretinin bir eseri olan) kendini de O’nun vesilesiyle tanırsın. Kendini kendi vasıtan ve kendi vücudunla (Allah’ın vücudundan müstakil olarak) tanıyamazsın. Bilmelisin ki vücudunda olan her şey O’nun içindir ve O’na bağlıdır. Nitekim Yusuf’un kardeşleri, Yusuf’a şöyle dediler: “Şüphesiz ki sen Yusuf’sun. Yusuf da: “Evet ben Yusuf’um ve bu da kardeşimdir dedi.1 Yusuf’un kardeşleri Yusuf’u, onun kendi vasıtasıyla tanıdılar, başkasının vasıtasıyla değil. Onlar Yusuf’un Yusuf olduğunu, kendi vehim ve hayalleri vesilesiyle tespit etmediler.
Allah’ın “Bahçelerin bir ağacını dahi bitirmek sizin için mümkün değildir.”2 diye buyurduğunu görmüyor musunuz? Yani kendi tarafınızdan bir imam seçmeye ve kendi iradeniz ve isteğinizle onu hak sahibi olarak adlandırmaya hakkınız yoktur.
Daha sonra şunları ekledi: Kıyamet günü Allah-u Teâla üç grupla konuşmayacak, onlara (rahmet gözüyle) bakmayacak, onları (günahtan) temizlemeyecek ve onlar için elemli bir azap vardır.
A- Allah’ın bitirmediği bir ağacı diken kimse; yani Allah’ın tayin etmediği bir kimseyi imam olarak belirleyen kimse.
B- Allah’ın seçtiği bir imamı inkâr eden kimse.
C- Ve bu iki grubun İslam’da bir payı olduğunu sanan kimse.
Allah-u Teâla şöyle buyuruyor: “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer; seçmek diğerlerine ait bir hak değildir.”3
İmanın manası, ikrar etmek ve bu ikrarla Allah’ın karşısında boyun eğmek, O’nun katına yaklaşmak, tevhit ve Allah’ı tanımaktan başlayarak itaat edilmesi gereken bütün farzları, sonuna kadar sırasıyla küçük veya büyük olsun hepsini yerine getirmektir. Bunların hepsi birbirleriyle bir arada ve birbirine bağlıdırlar. Vasfettiğimiz şekilde bildiği ve öğrendiği farzları eda eden kimse mümin sayılır, imanlı olma sıfatını hak eder ve sevaba da layık olur. Çünkü imanın bütün manası ikrardır; ikrarın manası da itaatle tasdik etmek ve boyun eğmektir. Böylece küçük ve büyük itaatlerin birbirleriyle birlikte olmalarının manası açıklanmış oldu.
Mümin bir kimse, iman sıfatını gerektiren şeyleri; yani büyük farzları eda edip büyük günahları işlemeyi terk edip onlardan uzaklaştığı sürece iman sıfatından çıkmaz. Büyük farzları terk etmedikçe ve büyük günahları işlemedikçe küçük farzları terk etmek ve küçük günahlara duçar olmakla insan imandan çıkmaz. İnsan büyük günahlar işlemediği müddetçe mümindir. Çünkü Allah-u Teâla buyurmuştur ki:
“Nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin diğer suçlarınızı da örteriz ve sizi onurlu ve üstün bir makama ulaştırırız”1
Yani küçük günahlar affedilir. Ama insan büyük günahları işlerse (o zaman) küçük ve büyük bütün günahlarıyla sorguya çekilip cezalandırılır ve azap görür. İşte bunlar imanın ve sevaba layık olan müminin özellikleridir.”
Bu hadisin devamı da vardır. İsteyenler, söz konusu kitaba müracaat etmelidirler. Bu değerli hadis Ehl-i Beyt sevgisini diğer hadislerde görülemeyecek bir şekilde İmam başlığı altında ele almıştır. Ayrıca bir hadiste beyan edilmeyen diğer bir çok konuları da içermektedir. Elbette diğer hadisler, birbirine eklendiği zaman, bu hadisin anlamını elde etmek mümkündür. Zira hidayet İmamlarının (a.s) rivayetleri birbirinin açıklayıcısıdır. Aralarında bir çelişki yoktur. Eğer bazen aralarında bir ihtilaf olduğu sanılırsa da bunun kökeni hadisin söylendiği ortam ve münasebetler hakkındaki bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Şüphesiz her hadis, bir takım münasebetler içermektedir ki herkesin nasiplenmesi için diğer münasebetlere sadece bir işarette bulunulmaktadır.”Hani Musa kavmi için su istedi de kendisine, “Elindeki değneği şu taşa vur” dedik. Bunun üzerine o taştan on iki tane pınar fışkırıvermişti. Her grubun hangi pınardan su içeceği belirlenmişti”1
Allah’a Doğru Giden Yol
Şeyh Hüseyin Behrani
Her zor iş, daha zor olan işe oranla kolaylaşmakta, hatta yok denecek dereceye gelmekte ve unutulmaktadır. Örneğin bir kimsenin bedenine bir diken saplanmakta, sonra da akrep ısırmakta. Şüphesiz böyle bir şahıs, diken batmasını unutur. Allah-u Teala, her şeyi bir üst şeyin altında kılmıştır.
O halde bir baksana! Müminlerin Emiri (a.s), bütün azamet, kahramanlık, cesaret ve sahip olduğu kemalle, Hz. Muhammed’in (s.a.a) adı anılınca küçüklük izharında bulunmakta ve kulluğunu itiraf etmekte ve şöyle demektedir: “Ben, Muhammed’in (s.a.a) kölelerinden biriyim.”
Bu beyan edilen şey, hissedilir bir kaide olarak bütün varlıklarda söz konusudur. O halde dünya sana zor geldiği zaman ondan daha zor olan şeylere dikkat et. Bir düşünsene, eğer sorunların artacak olsaydı ne yapacaktın? Bu durumda şimdiki zorluk, daha büyük zorluklara oranla sana kolaylaşır ve şöyle derdin: “Bana işleri zorlaştırmayan Allah’a hamd olsun. Eğer o isteseydi, şüphesiz zorluklarım daha da artardı.”
Aynı zamanda amellerini iyi sayarak, gurura kapılmaktan ve böbürlenme sebebi olan sevinçten kurtulmak istiyorsan, senden daha iyi kimselerin yapmış olduğu güzel amellerle kıyasla veya kendin gelişir ve daha üstün bir manevi makama erişecek olursan o övündüğün amelini özür dilemen gereken günah ve kusurlarınla mukayese et. Bu durumda iyi amellerini kendine isnat etmekten utanç duyacaksın; nerde kaldı ki böbürlenip, üstünlük taslayasın! Eğer sen yüce Allah’ın dileği ile bu halete alışacak olursan, sürekli olarak Allah’a doğru hareket eder ve her an biraz daha Allah’a yakınlaşmış olursun. Zira Allah’ın sevgisinin sonu ve nihayeti yoktur. Ahlak ve amelden bir üstün dereceye ulaşacak olursan, ondan daha üstün ve daha aydın bir makam müşahede edersin. Eğer onu son durak olarak kabul edecek olursan, bil ki orası da durulacak bir yer değildir. Orası elde edilince durulacak bir makam değildir. Eğer ilerlemekten ve Allah’a daha fazla yakınlaşmaktan geri kalacak olursan, o zaman da yolunda hiçbir engel olmadığı halde böyle bir işe başvurman, hiç de doğru değildir. Zira Allah, lütuf, rahmet ve keremiyle seni kendisine davet etmektedir. O halde onun yerine neyi geçireceksin ve ondan yüz çevirerek kime doğru yöneleceksin?
Ey Allah’ım! Senden başkasını beğenen ve seni terk eden bir kimse, mutsuz kalır ve asla hedefine ulaşamaz. Senden yüz çeviren kimse mutlaka zarar etmiştir.
Aklın açık hükmü gereğince şu gerçek açıklığa kavuşmuş oldu ki, kurtuluşa ermek için tek yol, sadece Allah’a itaat etmek ve sürekli olarak Allah’a harekete geçmektir. Bilmen gerekir ki bu iş ise sadece itaati sona erdirdikten sonra başka bir itaate yönelmen ile mümkündür. Şüphesiz Allah müstehap amelleri sevmektedir. Nitekim farzların yapılmasını ve haramların terk edilmesini istemektedir.
Allah, Kendisini sevmeyi dileyen kimselere bu kapıyı açmıştır ki müstehap ameller yaparak Allah’ın sevgisini elde etsinler. Zira ibadetler, zatı gereği böyledirler. İnsanın tabiatından kaynaklanan bitkinlik ve ibadetten usanmışlık korkusunun olduğu her yerde onu (müstehap amelleri) terk etmek caizdir. Zira bu durumda o ibadetin terk edilmesi de ilineksel olarak Allah’ın sevgisini kazanma nedenidir. Dolayısıyla kul, fiil ve terk edişinde kendisini yüce Allah’ın sevgisine mazhar kılmıştır. İşte bu boyut, çaba gösteren kimselerin himmet boyutu olmalıdır.
Bu sözün şahidi ise iki rivayet arasında var olan ihtilaftır. Bunlardan biri müminlerin Emiri Hz. Ali’den (a.s) diğeri ise İmam Hasan’dan (a.s) nakledilmiştir. Hz. Ali’den (a.s) şöyle nakledilmiştir: “İki iş arasında kalacak olursan ve her iki husus da Allah’ın rızayetini içeriyorsa bunlardan zor olanını seç.”
İmam Hasan (a.s) şöyle buyurmuştur: “O iki işin en kolayını seç.” İmam Hasan’ın (a.s) ameli, şunu ifade etmek istemiştir ki Allah farz olan amellerle (farzları yerine getirmek ve haramlardan sakınmak) amel edilmesini sevdiği gibi, mubah olan şeylerden istifade edilmesini de sevmektedir. Böylece kul, kendisini zorlamamalıdır ve bu ruhsat izin ve hediye Allah tarafından kuluna verilmiştir. Kulunun bunu kabul etmesini ve bundan nasiplenmesini istemektedir. Aynı şekilde ibadetlerde mutedil olmak türündendir ve de şu sözden kaynaklanmaktadır: “Bu sağlam ve güçlü bir dindir. O halde ona yumuşakça giriniz. Allah’ın kullarına Allah’a itaati zorla yüklemeyiniz.” Bütün bunlar, nefsi Allah’a itaate çekmek içindir. Ama müminlerin Emiri’nin (a.s) ameli ise açıktır. O da bütün bereketlerin kaynağı olan nefse muhalefettir. Her iki davranış türü de insanları hidayet ve İrşad etmek içindir. Aksi takdirde akıl sahiplerinin aklı ve düşünürlerin düşüncesi, İmamların derecelerini terk etmekten acizdir. Onlar kendi makamlarını daha iyi bilmektedir.
Aynı şekilde insan kendi iş ve düşüncesine dikkat etmelidir. Mümkün olduğu kadar işlerini en güzel şekilde yapmalıdır. İşlerini temiz ve halis bir niyet üzere yapmalıdır. Bu iş, genellikle bir fırsatı gerektirmektedir. Ama aynı zamanda dikkat etmek gerekir ki, hayırlı bir iş, ertelendiği zaman şeytan o işe tamah eder. Dolayısıyla hayırlı bir işi ertelemekte bir çok afet vardır. O hayırlı işin kaybedilmesinden korkulur.
Dolayısıyla eğer iki çelişkili durumla karşılaşacak olursan, ertelemek hususunda hayrı kaybetme tehlikesi ve acelede de şeytanın nefsanî olan bir şeyi itaat şeklinde göstermesi tehlikesi bulunduğu için, bu çelişkiden kurtuluşun yolu; şeytanın göz koyduğu ve genellikle hayrın kaybedilmesine sebep olan ertelemenin, acizlik, bitkinlik ve mal hususundaki hırstan kaynaklandığını bilmendir. Bu da insanı helak eden ihmalkârlığın ta kendisidir. Bu işin çirkinliğinde ve bu işten korunmak için çalışmak gerektiği hususunda ise hiçbir şüphe yoktur. Elbette bir işi düşünmek ve sağlıklı yapmak için ertelemek, Allah’ın da sevdiği ve istediği bir şeydir. Allah bizzat bunu emretmiştir. Dolayısıyla da pişmanlığa neden olmamaktadır. Bir hayrın kaybedilmesine de sebep değildir. Zira sen Allah’ın emrine sarılarak ihsan sahibi olmuşsun.”İhsan sahibinin ise aleyhine ise bir yol yoktur.”1
Bütün bunlara rağmen eğer işi sağlam kılmak istiyorsan, ertelemenin yanı sıra Allah’a tevekkül de etmeli ve her an seni o iş hususunda güçlü kılmasını ve yardımda bulunmasını istemelisin. Yorgunluk ve hırstan kaynaklanan hayırlı bir işi incelme hususunda Allah’a tevekkül ettiğin gibi hayrı hemen yapma hususunda da Allah’a tevekkül etmeli, Allah’tan niyetini halis kılmasını istemeli, Allah’ın sevgi ve rızasına uygun bir şekilde yapmak için sana yardımcı olmasını istemelisin.
Eğer erteleme ve acele etme hususunda bütün işlerini tevekkül ile birlikte yapacak olursan ve her birinin asıl sebebini bulmak için çaba gösterirsen, bu durumda ister acele et, isterse de o işi ertele; şüphesiz ihsan sahiplerinden sayılırsın. Zira eğer erteleyecek olursan bunun sebebinin varlığını koruma ve tembellik için olduğunu gördüğün takdirde bu huyunu yok etmeye çalışırsın ve ona asla teveccüh etmezsin. Eğer erteleme veya öne alma hususunda doğru bir sebep var ise onu hayata geçirirsin. Kur’an-ı Kerim’in de açıkça belirttiği gibi artık aleyhine hiçbir yol bulunamaz. Sen öne alarak veya erteleyerek Allah’ın rızayetini elde etmişsin. Daha önce de söylediğimiz gibi sadece itaat ederken değil; hatta terk ederken bile Allah’ın sevgisine mazhar kalırsın.
O halde eğer kul, fiil veya terk edişiyle; öne alması veya ertelemesiyle, Allah’ın sevgisini elde etmeyi başarırsa, Allah’a doğru yaptığı seyri Allah’a itaat yolunda olduğu için sürekli ve devamlı kemale doğru ilerler. Allah böyle bir insanın yüzüne yolunu kapatmaktan münezzehtir. Zira böyle bir kimse hakikatte her şeyden kopmuş, Allah’a yönelmiş ve Allah’ın kapısını çalmıştır.
Dostları ilə paylaş: |