Ahmet Akgündüz Bilinmeyen Osmanlı



Yüklə 3,77 Mb.
səhifə37/83
tarix12.01.2019
ölçüsü3,77 Mb.
#95873
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   83

Cephelerde kaybeden Osmanlı Devleti, sosyal, hukukî, iktisadî ve özellikle de mağlubiyetlerin birinci sebebi sayıldığından askerî ıslâhatları düşünmeye başladı. Zira devlet, dış düşmanlara karşı vatanı müdafaa ederken, iç durum hiç de iyi değildi. Anadolu'da derebeyleri, Rumeli'de a'yânlar ve cephelerde savaşan yeniçeri grubu, devlet için büyük bir belâ haline gelmişti. Osmanlı ordusunun ve hatta bütün devletin yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. Osmanlı Devleti, gerileme devrini tamamlayarak artık yıkılmanın sancılarını çekmeye başlamıştı. Bu yıkılış emarelerinin sebeplerinin Kur'ân'a aykırı olarak yaşanan sefâhet, halkın vergi yükünün altında ezilmesi, müminlerin kalbinden devlete muhabbetin çıkması ve yardım duygulan yerine kin ve nefret duygularının fışkırmaya başlaması olduğunu, aklı başında olan herkes biliyordu. Osmanlı Devleti, nizâm-ı cedîd tabir edilen yeni bir düzenlemeye muhtâc idi. Ancak bu nasıl yapılacaktı? Bu konuda tamamen mevcut düzeni değiştirmek isteyenlerin görüşü esas alındı ve 24 Şubat 1793'de Nizâm-ı Cedid resmen bir Hatt-ı Hümâyûn ile ilan edildi. Bunun üzerinde ayrıca duracağımızdan ayrıntıya girmiyoruz.

Nizâm-ı Cedid de fayda vermedi. Osmanlı Devleti devamlı kan kaybediyordu. 400 yıldır dost devlet olarak bilinen Fransa'nın başına geçen General Napolyon Bonaparte, 1797 yılında Venedik Cumhuriyet'ine son vererek Osmanlı Devleti'ne komşu haline gelmişti. Bununla da kalmadı ve harp ilan etmeden Mısır İskenderiye önlerine

ii:


226

BİLİNMEYEN OSMANLI

geldi (Temmuz 1798). Görünürde, Padişaha itaat etmeyen Memluk Beylerini cezalandırmak için gelmişti; ancak buradan Kahire'ye hareket etti. Mısır Beylerbeyisi Ebu Bekir Paşa ile yaptığı Ehramlar Muharebesini de kazandı. Bunu gören Osmanlı Devleti, Eylül 1798'de Fransa'ya harb ilan etti. İngilizler de tabiî müttefik oldu. Şubat 1799'da Filistin'e doğru ilerleyen ve Gazze ile Yafa'yı teslim alan Bonaparte, Akka'da Cezzâr Ahmed Paşa tarafından durduruldu. "Akka'da durdurulmasaydım, bütün şarkı ele geçirirdim" diyen General, İstanbul'dan bir ordunun Mısır'a doğru geldiğini duyunca Paris'e döndü. Haziran 1801'de Mısır'ın Tahliyesi Mukavelesi imzalandı ve Osmanlı ordusu Mısır'a girdi. Böylece III. Selim'e de Gazi unvanı verildi. Bunu, Nizâm-ı Cedidci Gâlib Paşa'nın Haziran 1802 tarihinde imzaladığı Paris Mu'âhedesi takip etti.

Bu arada Arabistan'da ortaya çıkan Vehhâbîlik hareketi de Osmanlı Devleti'ni ciddi manada rahatsız ediyordu. Bunu ayrıca inceleyeceğiz. Mısır'da Memluk Beyleri nasıl bertaraf edilir diye düşünülürken, Mısır'a gittiğinde (1799) asla Arapça bilmeyen ve Arnavud olan Mehmed Ali Ağa, bu beylikleri bertaraf etmek ve Hicaz'daki problemi çözmek için kullanıldı. Vehhâbileri bertaraf etmek ümidiyle kendisine Temmuz 1807 yılında Mısır Beylerbeyiliği verildi.

Bu arada, Fransız ihtilâlinin milliyetçiliği tahrik etmesi sebebiyle 1806 yılında Sırplar ihtilâl çıkardılar. Bunda yeniçerilerin Hıristiyan tebe'aya kötü muamelesinin de etkisi vardı. Zaten Rumeli'de hâkim olan da devlet değil, a'yân denilen zorbalar idi. Vidin'de Pazvandoğlu Osman Ağa, Ruscuk'da Tirsiniklioğlu İsmail Ağa ve benzeri zorbalar büyük güç kazanmışlardı. Bunların üzerine gönderilen ve kısa zamanda haklarından da gelen Kadı Abdurrahman Paşa geri çekilince, hem halk rahatsız oldu ve hem de Sırp İhtilâli azıttı. Avusturya bu ihtilâli kışkırtıyordu. Ancak lider Kara Yorgi, 1804'de Ruslara yanaştı. Aralık 1806'da Belgrad'ı ele geçirdi ve Rusya da, Kaynar-ca'daki hakkını kullanarak Osmanlı Devleti'ne harp ilan etti. Bender, Hotin, Akkerman ve Kili işgal edildi. Resmen Osmanlı-Rus Savaşı başladı. Silistre valisi Alemdar Mustafa Paşa, Rusları iki defa yenince, İngiltere Rusların yanında savaşa girdi. Şubat 1807'de İngiliz donanması İstanbul önlerine kadar geldiyse de, hemen geri döndü ve bu sefer Mısır'a yönelerek İskenderiye'yi işgal etti (Mart 1807). Mehmed Ali Paşa İngilizleri durdurdu. Diğer taraftan Rus cephesine gönderilmek istenen Nizâm-ı Cedid askerlerini kapıkulu ocağı neferleri kabul etmiyordu. Düşman vatanı işgal ederken, ordu birbirine girmişti. Ordu, devletin başına belâ olmuştu.

Önceleri Nizâm-ı Cedid'e taraftar olan ve en azından ses çıkarmayan âlimler, Nizâm-ı Cedid ricalinin suiistimallerini ve ahlaksızlıklarını görünce, aleyhe geçmeye başladılar. Kasım 1806'da Şeyhülislâm olan İshak-zâde Mehmed Atâullah Efendi, âlimleri Nizâm-ı Cedid grubuna ve hatta Padişah'a karşı tahrik etti. İş çığırından çıktı ve Padişah, İslama aykırı bazı fiilleri yapmakla (mesela ney üflemesi ve tanbur çalması, kız kardeşlerinin ve hanımlarının Avrupai bir hayat yaşamaya başlamaları gibi) suçlandı. 25 Mayıs 1807'de Kastamonulu Kabakçı Mustafa denilen bir neferi kendilerine reis tayin eden yeniçeri yamakları, 19 yıl sürecek olan bir iç isyanı başlattılar. III. Selim hâlim ve selim birisi olduğu için, kan dökmeğe değil taviz vermeğe taraftardı. Bu sebeple 28 Mayıs 1807'de Nizâm-ı Cedid'i ilga etti ve bir gün sonra da kendisi tahttan indirildi. Yerine Padişahın amca-zâdesi olan IV. Mustafa tahta çıkarıldı.

KADIN EFENDİLERİ: 1- Nef-i Zâr Baş Kadın Efendi. 2- Hüsn-i Mâh Baş Kadın Efendi. 3- Zîb-i Fer1 İkinci Kadın Efendi. 4- Âfitâb Üçüncü Kadın Efendi. 5- Re'fet Dör-

I'İLI


BİLİNMEYEN OSMANLI

227


tele

pıca


düncü Kadın Efendi. 6- Nûr-i Şems Kadın Efendi. 7- Gonca-nigâr Kadın Efendi. 8- Dem-hoş Kadın Efendi. 9- Tab'-ı Safa Üçüncü Kadın Efendi. 10- Ayn-ı Safa Kadın Efendi. 11- Mahbûbe Kadın Efendi. İKBALLERİ: 12- Meryem Hanımefendi. 13- Mihribân Hanımefendi. 14- Fatma Fer'-i cihan Hanım Efendi. Çocukları olmadı134.

136. III. Selim'le başlayan yenilik hareketlerinin esası nedir?

i

ire


Osmanlı Devleti'nin idarî teşkilâtında icranın ve sınırlı yasama yetkisine sahip organın başı padişah olmasına rağmen, asırlarca Divan-ı Hümâyûn isimli yüksek kurul, İslâm hukukunun tavsiye ettiği şûra meclisinin fonksiyonlarını ifa etmiştir. XVII. yüzyılın sonlarına doğru Divan-ı Hümâyûn'un önemi azalmaya ve icra yetkilerinin çoğu padişah veya sadrazamın şahsında toplanmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti'ni bir zamanlar en yüksek devlet haline getiren esaslar, yavaş yavaş terk ediliyor ve sözde kalıyordu.

Bu kötü gidişe Nizâm-ı Cedid= Yeni Düzen devrini açarak dur demek isteyen III. Selim (1789-1808)'in gayretleri de, istenen neticeyi vermemiştir. Sadece devletin siyasî, malî ve hukukî yapısında önemli değişiklikler yapılmaya çalışılmıştır. Bunları özetle şu şekilde toparlayabiliriz:

Divan-ı Hümayun'un önemini kaybetmesinin tehlikesini sezen ve devletin sadece padişaha, sadrazama, Şeyhülislâma, vezirlere (sudûr-ı kiram) ve ileri gelen devlet adamlarına ait olmadığını ve halkın da devlet idaresine en azından fikirleriyle katılması gerektiğini samimiyetle savunan III. Selim, Saltanat erkânı ile devletin ileri gelenlerinden oluşacak bir meclis-i meşveret'in (danışma meclisi) kurulmasını ve kendi başkanlığı altında toplanmasını istemiştir. Meclis-i meşveretin ilk gayesi askerî alanda bazı yenilikler yapmaktır. Avrupa tarzında modern bir ordunun tanzimi için eğitime de büyük önem vermiştir. Kara mühendisliği (1210/1795 tarihli Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn) ve Topçu okulları ile Donanmay-ı Hümâyûn hakkındaki nizâmlar (1222/1808), bu gayretlere verilecek en güzel misâllerdir. Ancak, yeniçeri ocağını kaldırma teşebbüsleri, III. Selim'in de sonu olmuştur135.

137. Osmanlı Devleti'nde III. Ahmed devrinden II. Mahmûd döneminde imzalanan Sened-i İttifak'a kadar (1703-1808) yaklaşık yüz yıl derebeyler ve a'yânların hâkim olduğu ve halka zulm ettikleri söylenmektedir. Bu doğru mudur?

Osmanlı taşra teşkilâtının temelini eyâlet, sancak ve kaza üçlüsü teşkil etmektedir.

134 Asım Tarihi, c. 1, sh. 349 vd., c. 2, sh. 34 vd.; Cevdet Paşa, Târih, c. IV, sh. 242-521; c. V, sh. 4-455; c. VI, sh. 4-318; c. VII, sh. 4-492; c. VIII, sh. 4-456; Mustafa Nuri Paşa, Netâyic'ül-Vukû'ât, IV, sh. 21-46; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. IV, Kısım I, sh. 546-634; Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, "Kabakçı Mustafa İsyanına Dair Yazılmış Bir Tarihçe", Belleten, c. VI, sayı 23-24(1942), sh. 253-261; Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, sh. 116-118; Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, c. II, sh. 242-244; Necib Asım, "Üçüncü Selim Devrine Alt Vesikalar", TTEM, nr. 12(89), sh. 395-401.

135 Karakoç, Serkiz, Küliyât-ı Kavânin, III. Selim Devri Belgeleri, nr. 2781, 2381, 6050; Karal, Enver Ziya, III. Selim'in Hatt-ı Hümâyunları, Ankara 1942, sh. 113 vd.; Okandan, Recai Galip, Âmme Hukukumuzun Anahatları I-II, İstanbul 1977, c. I, sh. 51-55; Cevdet Paşa, Tarih, c. IV, sh. 238 vd.; Karal, III. Selim'in Hatt-ı Hümâyunları, sh. 112 vd. "¦¦;•¦'¦¦

228


BİLİNMEYEN OSMANLI

BİLİNMEYEN

Eyâletin başında beylerbeyi (sonradan eyâlete vilâyet ve beylerbeyine de vali denmiştir) ve sancakların başında ise sancak beyleri (sonradan sancak beyi yerine mutasarrıf tabiri kullanılmıştır) bulunmaktadır. Beylerbeyiler ve sancak beyleri, merkezdeki sadrazamlar gibi devletin kanunlarını icra ile mükelleftirler. İşte Osmanlı Devle-ti'nin cephelerde arka arkaya sıkıntılara maruz kalması, hazinenin malî krize girmesi ve devlet adamlarının ehil olmayanlardan seçilmesi ve benzeri sebeplerle, hukuk devleti anlayışını devam ettirememesi, vilâyetlerdeki valilerini ve sancaklardaki mutasarrıflarını ihmâle ve gevşekliğe itmiştir. Valiler ve mutasarrıflar, bazan tayin edildikleri yerlere gitmeden kendi adlarına yetkili kıldıkları mütesellimler ve yargı konusunda yetkili olan voyvodalarla işi yürütmeye başlamışlardır. Her şehir ve kasabada, ahali tarafından seçilen bir de a'yân (yani halkın ileri gelenleri) bulunmaktaydı. Memleketin idaresi ve emniyetin temini valiler, mutasarrıflar, müteselllimler ve voyvodalara; hukukî meseleler ve narh işleri kadılara; devlete ait gelirlerin tahsili ve icab eden yerlere harcanması için tevzii işleri vali ve mutasarrıflara muhatap olan a'yânlara havale edilmişti. A'yânlar da bu işleri, bulundukları vilâyet veya sancağın ileri gelenleri ile bir araya gelerek yürütmeye başladılar. Böylece a'yânlar ahalinin vekili ve hâkim ile ahali arasında vâsıta haline geldiler.

A'yânlar bulundukları memleketin haysiyet ve nüfuz itibariyle en etkili şahısları olmaları hasebiyle, valilere ve mutasarrıflara, umduklarından fazla menfaatler temin ederek mütesellimliği ve voyvodalığı haksız yere almağa başladılar. İçlerinden liyakat ve dirayeti bulunanlar, hem valileri ve hem de kadıları hoşnud etmekle, bütün gayretlerini servetlerini arttırmaya, otoritelerini sağlamlaştırmaya sarfettiler ve neticede halka zulm etmeye başladılar. Kendileri vefat ettiğinde, aileden birileri bu makamlara gelmeye başladılar. Bunların içinde iyiler bulunmakla beraber, devletin sahipsizliğinden dolayı, kötüler de yer aldılar. Zamanla valileri ellerine alarak vilayet ve sancak idaresini bizzat yürütmeye başladılar; kendilerini devlete kabul ettirip seferde ve hazarda bazı güzel hizmetler de ifa ederek günden güne müstakil hükümetler haline geldiler. Artık kendilerine karşı gelenleri kati etmeye, hakları olmadığı halde hür insanların mallarını ve hatta terekelerini müsadere etmeye ve kısaca tarihe geçen derebeyliği icra etmeye başladılar. İşte devletin hukukî ve idarî açıdan zaafa uğramasından dolayı, vilâyetlerde ve sancaklarda idareyi ele geçiren; hatta bazı yerlerde devletin kendilerini vali veya mutasarrıf olarak tayin ettiği bu yerli idarecilere, Rumeli'de a'yân ve Anadolu'da ise genellikle derebeyleri denmiştir.

Mesela I. Mahmûd zamanında Arnavutluğun bir tarafı önce a'yân iken sonradan vali olan Tepedelenli Ali Paşa ve bir tarafı ise İşkodra Valiliğine kadar yükselen Kara Mahmûd Paşa hanedanının idaresi altında; Siroz ve Selanik tarafları Sirozlu İsmail Bey uhdesinde ve Rumeli'nin diğer beldeleri de a'yân denilen mütegallibe (zorba) İerin emri altındaydı. Cezâyir-i Garb Ocakları diye bilinen Tunus ve Cezayir bölgelerinde dayılar denilen derebeyleri artık Osmanlı valilerini dinlemez hale gelmişlerdi. Haremeyn Vehhâbîlerin işgali altında; Mısır Mehmed Ali Paşa'nın hâkimiyetinde; Bağdad Memlüklü beyleri ve paşalarının idaresinde; Kürdistân eyâletleri Kürt beyleri denilen asilerin ellerindeydi. Anadolu'nun Bozok tarafları Cabbâr-zâdelerin (Çapanoğulları); Aydın tarafları Karaosman-zâdelerin (Karaosmanoğulları) ve diğer şehir ve beldeler de derebeyleri tabir edilen mütegallibe zorbaların istilası altındaydı. Osmanlı Devle-ti'nin merkezden tayin ettiği valiler ve mutasarrıflar, sadece eyâlet merkezi olan yerler-

de oturuyor ve 0 Kısaca den

ri dönemini i

Bu dert zadeler ile Siro mirlerim icraya i fermanı ile ke.-< dan Süleyman i Ağa ve kardeşi! yüzden bunları İ Celâlüddln! dan Zaten sened-IB vükelây-ı devlet j Sened-i İttifıM mak açısından! Osmanlı sınırianl mektir. Buna, s Adâletnâmelenr.; rumak için çere d

138. NizâmıQ

dinmiş?'


Bir ı

tutarak vatani karşı savunma; memleketin te| imzaladığı K bozukluklar, i, Abdülhamid, İl tenleri yaj

Birincili yapmak ve I manii asken4 olan veni fc özellikte tieH nizâm-ı i mana ani

III. S bu

Paşa, TSİ, c| Tarihi,'

BİLİNMEYEN OSMANLI

229

de oturuyor ve bunlara yağcılık ederek çoğu menfaat celbi ile günlerini geçiriyorlardı. Kısaca derebeyler ve a'yânlar, eskilerin tavâif-i mülûk dediği Anadolu Beylikleri dönemini hatırlatıyorlardı.



Bu derebeyler ve a'yânlardan bazıları ve mesela Cabbâr-zâdeler, Kara Osman-zâdeler ile Sirozî İsmail Bey, hem a'yânın ileri gelenlerinden ve hem de Padişahın e-mirlerini icraya önem veren itaatkâr gruptan idiler. Seferlerde Osmanlı Padişahının fermanı ile kendi askerleriyle bulunurlar ve çok hizmetler ifa ederlerdi. Çapanoğulların-dan Süleyman Bey Rus-Avusturya seferinde ve Karaosmanoğullarından Hacı Mehmed Ağa ve kardeşi Ömer Ağa ise 1787 harbinde büyük yararlılıklar göstermişlerdir. Bu yüzden bunları tasfiye yerine, Osmanlı devleti bazılarına, mesela Cabbâr-zâde Ceialüddin Bey ve Kara Osman-zâde Ya'kub Ağa'ya vezirlik payesi de vermiştir. Sonradan sadrazamlığa kadar yükselen Alemdar Mustafa Paşa da, Rusçuk ayânındandır. Zaten sened-i ittifak ile devlete bir düzen vermek isteyen Osmanlı Devleti, bu senedi vükelây-ı devlet yanında a'yânlarla da bir araya gelerek imzalama yoluna gitmiştir. Sened-i İttifak, a'yânlar ve derebeylerinin Osmanlı tarihinde oynadıkları rolü anlatmak açısından önemli bir belgedir. 1808'de imzalanan Sened-i İttifak'dan maksat, Osmanlı sınırları içinde varlığı herkesçe kabul edilen a'yân ve devlet ikiliiiğine son vermektir. Buna, ancak Tanzîmât ile kısmen muvaffak olunmuştur. Osmanlı Devleti'ndeki Adâletnâmelerin çoğunluğu bu derebeyler ve a'yânların zulümlerine karşı re'âyâyı korumak için çevre eyâletlere gönderilmiştir136.

pı Isı


138. Nizâmı Cedid ne demektir? III. Selim bu yeni düzenle neyi gaye e-dinmiştir?

Bir devletin iki temel vazifesi vardır: Birincisi, memleket içinde adaleti ayakta tutarak vatandaşların haklarını korumak ve ikincisi de, vatanın sınırlarını düşmana karşı savunmaktır. III. Selim tahta çıktığında yani 1789 yılında, Osmanlı Devleti, memleketin her tarafına yayılan derebeylik ve a'yânlar idaresiyle birinci vazifesini ve imzaladığı Küçük Kaynarca Andlaşması ile de ikincisini yapamaz hale gelmişti. Bütün bu bozukluklar, Lale Devrinden beri devam edip gidiyordu. I. Mahmûd, III. Mustafa ve I. Abdülhamid, bunların farkına varmalarına rağmen, yeniçeri engelinden dolayı istenilenleri yapamadılar.

Birincisini yapabilmenin şartı hukukî, idarî ve iktisadî hayata ait köklü ıslâhatlar yapmak ve ikincisini yerine getirmenin şartı da, artık savaş yapamaz hale gelen Osmanlı askerini yani kapıkullarını yeniden düzenlemek idi. İşte bu alanlarda yapılacak olan yeni düzenlemelere ve ıslâhata nizâm-ı cedîd adı verildi ve bu düzenlemelerden özellikle askerî alanda yeniden tertip edilen ve Avrupa usulü eğitilen düzenli orduya nizâm-ı cedîd askerleri denmesi hasebiyle, bu tabirden birinci derecede bu ikinci mana anlaşılmaya başlandı.

III. Selim, tesis ettiği güzel bir adetle Meclis-i Meşveret ile devleti yönettiğinden, bu problemi de aynı yolla çözüme kavuşturmak istiyordu. Bunun için henüz seferden

136 BA, Ali Emiri - I. Abdülhamid, nr. 4, Belge: 810, 842, 997, 1264; Mühlmme Defteri, nr. 178, sh. 344; Cevdet Paşa, Târih, c. IX, sh. 2-10, 332-338; Mustafa Nuri Paşa, Netâyic'ül-Vukû'ât, c. IV, sh. 98-101; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. IV, Kısım I, sh. 316-319, 603-618.

230


BİLİNMEYEN OSMANLI

dönmek üzere olan Sadrazama ve yetkili zatlara, Osmanlı Devleti'nin zaafa uğrayan askerî meselelerini ve buna ilâveten diğer problemlerini çözme tekliflerini ihtiva eden lâyihalar hazırlamalarını ve bu layihaların tartışılarak en iyi metodun tesbit olunarak hemen uygulamaya geçilmesini emreden hatt-ı hümâyûnlar gönderdi.

Burada önemle belirtmemiz gereken bir husus vardır. Bazı tarihçiler (Yılmaz Öztuna ve Enver Ziya Karal gibi), açılan bu teklifin bütün Osmanlı Kanunlarına şamil olduğunu zannetmişler ve netice olarak da, değişikliğe karşı çıkanları mürteci, taraftar olanları radikal ve devrimci ve ortada olanları da bazan muhafazakâr diye İsimlendirmişlerdir. Halbuki bu tamamen yanlıştır. Tartışılan İslâm Hukukunun hükümleri değil, İslâm Hukukunun ülü'lemre verdiği yetkiye dayanılarak tedvîn edilen ve Kanuni devrinde kemâlini bulan kanun hükümleridir, kanunnamelerdir. Dolayısıyla, III. Selim'i yüzünü batıya çeviren ve şerî'attan yüz çeviren bir padişah olarak vasıflandırmak mümkün değildir.

III. Selim'in fermanı üzerine ikisi yabancı olmak üzere 21 mütehassıs Osmanlı askerî kanunları ve diğer örfî kanunları üzerinde kanaatlerini açıklayan lâyihaları hazırladılar. Bunların arasında, muhafazakâr diye bilinen Rumeli Kazaskeri pâyelisi Tatarcık Abdullah Efendi, o zaman Defterdar olan Şerif Efendi, Sadrazam Yusuf Paşa, Çavuşbaşı Râşid Efendi, Sadr-ı Âli Kethüdası Mustafa Reşîd Efendi (Köse Kethüda) ve Muhâsebe-i Evvel Hacı İbrahim Efendi gibi şahsiyetler bulunmaktadır. Bunların tamamının ittifak ettiği nokta, yapılacak yeni düzenlemelere ordudan başlanmasıdır. Ancak tekliflerin ayrıntılarında farklılık vardır. Bunları üç grupta toplamak mümkündür:

1) Tatarcık Abdullah Efendi'nin başını çektiği bir grup, Yeniçeri ocağına Kanuni kanunlarındaki gibi itibar edilmesini ve ancak Avrupa'daki yeni harp teknolojisinin ve eğitim usullerinin bu kanunlara adapte edilerek alınmasını savunmuşlardır.

2) Sadrazam Yusuf Paşa'nın başını çektiği bir grup ise, yeniçeri ocağının ıslâhının mümkün olmadığını; tamamen yeni bir ordu tanzim edilerek ve Avrupa orduların-daki yeni eğitim metotları da esas alınarak mevcut sistemin değişmesini müdâfaa etmektedirler.

3) Muhâsebe-i Evvel Hacı İbrahim Efendi ve Reisül-Küttâb Abdullah Berrî Efendilerin başını çektiği bir grup ise, askerin mutlaka tanzim edilmesini, ancak bunun için yeniçeri kanunlarının iptali yönüne gidilmesinin doğru olmadığını arzu etmişlerdir.

Bu üç görüşten de anlaşılacağı gibi, herkes bu düzenlemenin yapılmasında müttefiktir. Ancak usullerde ayrılmaktadır. Bu görüş ayrılıkları, tamamen, askerî hukuk ve teşkilât ile yani kanunnamelerdeki hükümlerle alakalıdır. Bunu, bütün bir Osmanlı hukuk sistemine teşmil ederek, düzeni değiştirmeyi, Osmanlı Devleti'nin esas kabul ettiği Şer'-i şerifden taviz manasına almak ve muhalif olanları irtica ile suçlamak, tarihi anlamamak demektir.

III. Selim, ikinci şıkkı esas almış ve Osmanlı ordusunun tamamen şirazeden çıktığını bildiğinden dolayı, Şubat 1793 yılında bütün lâyihaları özetleyerek bir Risâle'de toplatmış ve temel olarak şu kararları almıştır: a) Mevcut asker nizâmı yeniden düzenlenecek; b) Avrupa'daki eğitimli askerler benzeri yeni bir ordu kurulacak (nizâm-ı cedid askeri) ve c) Savaş teknikleri ve askerî eğitim yeniden tanzim olunacak. İşte nizâm-ı cedid deyince akla gelmesi gereken bunlardır.

Bu nizâm-ı cedid rüzgarı bununla da kalmamıştır. Gerçekten 1206 ve 1207 hicrî

(ya-.;

BİLİNMEYEN OSMANLI



231

yıllarında yeni düzenlemeler olmak üzere gördüğümüz bir dizi ıslâhat yapılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:

1) Taşradan İstanbul'a olan göç yeniden düzenlenerek teftişi sıkı kurallara bağlanmıştır. 2) Gemicilik mesleği teşvik edilmesi için nizâmnâme yapılmıştır. 3) Resmi elbiseler ve protokol kaideleri yeniden tanzim olunmuştur. 4) Yeniçeri ocağının ıslâhı için tedbirler alınmıştır. 5) Asker maaşları düzenlenmiştir. 6) Bahriye Zabitleri Kanunu çıkarılmıştır. 7) Yargı Islâhatı yapılmıştır. 8) Topçu ve Arabacı Kanunları kabul edilmiştir. 9) İrâd-ı Cedid Hazinesi kurulmuştur. 10) Asâkir-i Mu'alleme Kanunu çıkarılmıştır.

Bu ıslâhat, aklı başında olan hiç kimse tarafından reddedilemezdi. Ancak uygulanmasında problemler çıkmış ve III. Selim'in tahtına ve canına mal olmuştur. Yoksa, Nizâm-ı Cedid Islâhatından kasıt, rejim değişikliği demek değildir. Nitekim konuyu daha sonra tekrar ele alan Ahmed Cevdet Paşa, nizâm-ı cedid nizâmının şer'an ve aklen gerekli olduğunu, ancak hakikat-ı halden habersiz bir takım rezillerin bu askerlere dil uzattıklarını ve maalesef III. Selim'in de şefkatinden dolayı bu rezilleri cezalandırmayarak sonunda canından olduğunu gayet açık anlatmaktadır137.

139. Kabakçı İsyanı, bir irtica hareketi midir? III. Selim'in hal' edildiği İkinci Edirne Vak'asının asıl sebebi nedir?

Üzülerek ifade edelim ki, Cumhuriyet döneminde kaleme alınan tarihlerin önemli bir kısmında Kabakçı Mustafa isyanı, sadece bir irtica hareketi olarak ele alınmaktadır. Halbuki olay, öyle anlatıldığı gibi değildir. Meseleyi olduğu gibi aktaran muteber Osmanlı kaynaklarından özetleme yoluna gideceğiz.

Yeniçeri teşkilâtının tamamen çalışmaz hale geldiği, yeni usul tâlim ve terbiyeye de yeniçerilerin rıza göstermek istemeyerek işi yokuşa sürdükleri, bu askerle Osmanlı Devleti'nin bir adım müsbet adım atmasının mümkün olmadığı herkesin kabul ettiği gerçeklerdir. Yani Avrupa usulü eğitimli askere Osmanlı Devleti acilen muhtaç durumdadır; bunu Kaynarca Andlaşması ile sonuçlanan son seferde yeniçeriler de itiraf etmişlerdir. III. Selim, evvela yeniçeriyi eğitmeyi amaçlamış ise de, söz verdikleri halde buna yaklaşmamışlardır. Bunun üzerine Şubat 1793'de Levend Çiftliğindeki Bostancı Ocağına bağlı olarak, Avrupa usulüne göre eğitimli asker yetiştirecek Nizâm-ı Cedid kurulmuştur. Yeniçerilerin bütçesine dokunmamak üzere, İrâd-ı Cedid Hazinesi de bu maksatla tesis edilmiştir. Yeni vergilerle zenginleştirilen bu hazinede 1212 senesi itibariyle 60.000 kese toplanmış ve bu da hem Nizâm-ı Cedid Askerinin çoğalmasına ve hem de yeniçerilerin gözlerine batmasına sebep olmuştur. Günden güne başarılarının artması, yeniçeriler gibi halkı rahatsız eden hallerinin görülmemesi ve asâkir-i şâhâne a-dıyla anılmaya başlanmaları, aradaki rekabeti iyice arttırmıştır.

"Eski köyde yeni âdet, ne kadar yerinde olursa olsun, avâm-ı nâsın ondan

I

137 Asım Tarihi, c. 1, sh. 349 vd., c. 2, sh. 26-31; Cevdet Paşa, Târih, c. V, sh. 107-109, 113, 125, 171-183, 187-253, 268-269, 279-280, 438-453; c. VIII, sh. 20; Karal, Enver Zıya, Osmanlı Tarihi, c. V, Ankara 1988, sh. 55-76; Karal, Enver Ziya, "Osmanlı Tarihine Dair Vesikalar. Bonneval'in Osmanlı Bahriyesine Dair Raporu- Nizâm-ı Cedid Hakkında Vesikalar- Osmanlı Devleti'nin Durumuna Dair Rapor", Belleten c. IV, sayı 14-15(1940), sh. 175-189; Öztuna, Yılmaz, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 464-467.



232

BİLİNMEYEN OSMANLI

BİLİNMEK'

nefreti bu âlemin bir eski âdetidir" kuralınca, bir takım hayır ve şerri birbirinden ayıramayan, devlet ve millet gayreti gözetmeyen bazı cahiller, bu yeni sisteme şer'-i cedid ve kâfirleri taklid nazarıyla bakarak, hem nizâm-ı cedidin ve hem de yeni vergilerin aleyhinde konuşmaya başlamışlardır. Halbuki ilim ve hakikat ehli olanlar, itiraz edilen Avrupa usulü giyim ve hatta tranpet çalmanın dahi dinen caiz olduğunu açıklayarak bunları susturmuşlar; gayr-i müslimlere teşebbüh ile onlardaki ilim ve fennin alınmasını birbirinden ayırmışlardır. Bu arada nizâm-ı cedid sebebiyle ikbal ve itibar sahibi olan insanları kıskananlar da boş durmamışlardır. Nizâm-ı Cedid askerleri belli bir meblağa ulaşınca, devletin hazinesini boşaltmaktan başka bir işe yaramayan yeniçeri güruhu, aleyhteki telkinlerin tesiriyle, "Moskof olurum, nizâm-ı cedid olmam" diyerek işi istismar etme fırsatı bulmuşlardır.


Yüklə 3,77 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin