3. Kur'ân'ı Anlama ve Yorumlama
Kur'ân'ı anlama ve yorumlama (tefsir ve te'vîl) bir takım istisnalar dışında dilsel bir metni anlamaktan bağımsız değildir. Buna göre burada ele alınmaya çalışılacak konu az önce bahsi geçen anlama ve yorumun nasıllığı ile ilgili anlatılanların devamı niteliğindedir. Ancak anlama ve yorumla ilgili beşerî metinler hakkında söylenen hususların Allah'ın kitabı hakkında da aynen geçerli olduğu düşünülmemelidir. Zira metnin yazarı-söz-muhatap arasında kurulan anlam ilişkileriyle ilgili teorileri Kur'ân hakkında kurmak mümkün değildir, çünkü Kur’ân’ın yazarından söz etmek mümkün değildir. Bununla birlikte birtakım teorik ve usûlî bilgilerin, bağlantı kurma yönlerinin sahih olması durumunda Kur'ân'ı anlamaya zenginlik katacağı söylenebilir.
Kelâm ekolleri, düşüncelerini delillendirmede Kur'ân'ı vazgeçil'mez bir referans olarak gördükleri için nassları yorumlamada ister istemez mezhepleri doğrultusunda bakmak durumunda kalmışlardır. Mezhepler, ileri sürdükleri ya da savundukları görüşleri nasslarla desteklemeye çalışırlarken sonuçta onların Kur'ân tefsirleri ortaya çıkmış olmaktadır. Onların Kur'ân'ı farklı yorumlamalarına rağmen, Kur'ân lafzında hiçbir bozulma olmadığı için gerekli şartlar gözetildiğinde her zaman manayı aslına uygun anlama imkanı var demektir. Kur'ân-ı Kerim'in lafzının sıhhatinde bir sorun olmadığına göre çözümlenmesi gereken problem yorumların sıhhati meselesidir.
Hz. Ali'nin, insanların değil Allah'ın hakem olması gerektiği söylendiğinde dile getirdiği "Kur'ân iki kapak arasında yazılmış bir yazıdır. O durduğu yerde konuşmaz, onunla ancak insanlar konuşurlar, Kur'ân ancak kullar aracılığıyla konuşur" sözü 178 Kur'ân'ın bir yönüyle kaçınılmaz olarak beşer anlayışı ve yorumuna bırakılmış bir kitap olduğu işaretlerini vermektedir. Ancak bu, anlamadaki başıboşluğu da beraberinde getirmemelidir.
Kur'ân-ı Kerim ilahî bir kitaptır, söz ve lafızlar Allah'a aittir ama dil/lisan Araplara aittir, beşer dili ile indirilmiş ilahî bir kitap söz konusudur. Sözün dilinin beşerî olması ve kitabın beşere gönderilmesi onun ifade ve anlamlarının, beşer zihninin kalıplarını belirlediği bir dil içerisinde gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında verilmek istenen anlamın ve ulûhiyete ilişkin yüksek bilgilerin beşerî lisanın içine sıkıştırıldığı ve Kur'ân'ı anlama sorununun ortaya çıktığı görülmektedir. Bu bağlamda Kur'ân'ın özellikle Allah'la ilgili verdiği bilgilerin nasıl anlaşılacağı üzerinde ihtilâf edilmiştir. Meselâ en uç noktada antropomorfist (teşbihi) anlayışa düşenlerle, kadimlerin teaddüd edeceği gerekçesiyle sıfatları nefyedenler ortaya çıkmıştır. Öyleyse Kur'ân'da geçen Allah Teâlâ ve sıfatları ya da fiilleri arasındaki ilişkiyi anlama ve yorumlamada mantıksal gramer kurallarını aşan hususların, belagatın/edebiyatın ve ulûhiyet fikrine ilişkin temel yaklaşımların varlığını da hesaba katmak gerekmektedir. Tabii kî kur'ân'ın tamamını göz önünde bulundurmak ve anlam bütünlüğünü hesaba katmak anlama/yorumlamanın olmazsa olmazıdır. Kur'ân'ın Sahih olarak anlaşılabilmesi için ilk dönem Arapça'sını başlangıçtan en koruma ve kaydetme çabaları olmuş, ayrıca belagat ile ilgili pek çok kitap telif edilmiştir. Kur'ân'da zahiri, tek bir anlama geldiği halde delille başka bir anlamın işaret edildiği yerler olduğu gibi herkesçe kolay anlaşılabilecek yerler de vardır. 179 Kâdi Abdülcebbâr Kur'ân'ın anlaşılmasında lafzın işaret ettiği ilk anlam demek olan zahirin öncelikle ve kesinlikle kabul edilmesi gereken anlam olduğunu söylemektedir. Önce hitabın zahirine hamli mümkünse öyle yapılmalıdır. Zahirin anlaşılmasında hâs ya da âmın hangisi uygunsa o olmalıdır. Delilsiz olarak zahir terk edilmemelidir. 180 Halku'l-Kur'ân görüşüne uygun şekilde Arap dilinin genişliklerinden yararlanan Kâdi Abdülcebbâr, zahirden delille ayrılmak gerektiğinde başka bir zahir ibarede gelen görünürdeki benzerlikten dolayı, öncekinde yapılan işlemin diğerinde yapılamayacağını, benzer gözüken ikinci ibarenin, zahirinden uzaklaşmayı gerektirici bir delil olmadıkça ayrılmamak gerektiğini söylemektedir. Meselâ ona göre, muzarinin başına nün harfinin gelmesi en nekûle lehû kün feyekûn lafzında istikbal ifade ediyor diye diğer muzarilerde de böyle olması gerekmemektedir. 181
Kâdî Abdülcebbâr'ın verdiği misal, mezhebi anlayışın ilke olarak esas, ona uygun gelmeyen nassın tahsis ve takyid edilişini açıkça gözler önüne sermektedir. Bu ayetin Kâdî Abdülcebbâr için delil olabilmesi şöyle anlaşılmasına bağlıdır:
"Şey"e "ol!" denildiği söz kadîm değildir; esasen ayette kastedilen, şeyin, gelecekte Allah tarafından fiil edilirken bizzat var kılınmasıdır; bu anlamı sağlamak üzere fiilin, muzari oluşuna delâlet eden kelimenin başındaki nün harfinin burada istikbal (gelecek) anlamı taşıması gerekmektedir. Zahir bu olmalıdır, zahirin böyle olmasını belirleyen faktör Allah'ın kelâmına delâlet eden sözün kadîm olmamasıdır, işte bu faktör, muzarinin o şekilde anlaşılması gerektiğini ve zahir anlamın bu tarzda olduğunu sağlamaktadır. Kâdî Abdülcebbâr, burada muzarinin başındaki nün harfinin istikbal ifade etmesinden hareketle diğer muzarilerin de istikbal ifade etmesi gerekmediği, bunların zikredildikleri yerlerdeki uygun anlama göre davranılması gerektiğini, gerekirse istikbal gerekirse hâl olarak anlamak durumunda olunduğunu belirtmektedir. Bu durumları belirleyen ana unsur ise mezhebin genel ilkeleri olmaktadır.
Esasen dil, imkân verdiği müddetçe bu tarz yorumlara karşı çıkmamak gerekmektedir. Çünkü -herhangi bir mezhep adına konuşmaksızın-eğer mezheplerin Kur'ân ve hadîslerin bütününü göz önüne alarak bir düşünce ve anlam sistemi kurduklarını var sayarsak, ilâveten, tüm nassların aynı doğrultuda ve düz/çizgisel bir tabir kullanmadıklarını göz önüne alırsak meselâ insanların tamamen hür olduklarını belirten nasslarla Allah dilemedikçe bir şey dileyemeyeceklerini belirten nassların her ikisini de mutlak olarak anlama durumunda değilsek zorunlu olarak aynı konuyla ilgili nassların bir yerinde şu şekilde alınan hususun, benzer lafızların geçtiği diğer konularda veya yerlerde aynı tahsis ve takyitle alınması gerekmemektedir. Her konunun kendi bütünlüğü içinde dilin imkân verdiği oranda sistem bütünlüğünü korumaya yönelik yorumların yapılması yanlış değildir. Ehl-i Sünnet'in de nasslar karşısındaki tutumu bundan farklı değildir. Yine de, aynı konuda nassların zahirlerinin ifade ettiği farklı gözüken anlamları korumada Ehl-i Sünnet'in hassasiyeti Mu'tezile'den daha fazladır. Zira onlar nassların kendi içindeki bütünlüğünden bir sistem çıkarmışlar ya da belirlemişlerken Mu'tezile önceden akılla belirlenmiş ilkeleri de devreye girdirdiği için nassların kendi içindeki bütünlüğü üzerine bir sistem kurma yerine esas alınan aklî ilkelerle nasslar arasında bütünlüğü sağlayıcı bir çaba içine girmişlerdir, tercihleri aklın önceliği olunca karşıda duran nassın o ilkeye uygun hale getirilmesi gerekmektedir. İşte bundan dolayı, Ehl-i Sünnet'in ise akimi, nassların kendi içindeki bütünlüğü sağlamaya yönelik işlettiğini kabul ettiğimizde Mu'tezile'den daha çok nassların zahirine bağlı olduğunu söylemek daha doğru gözükmektedir.
Zahirin bırakılıp da başka anlamın kabul edilmeyeceği ilkesi hakkında mezheplerin görüş birliğinden söz etmek mümkündür. Çünkü akıl esasen bundan başkasını kabul etme durumunda değildir. Bâkıllânî, Cüveynî, Gazzâlî, Nesefî, Râzî gibi Sünnî kelâmcı ve usûlcüler de Mu'tezilî Kâdî Abdülcebbâr gibi zahire tutunmanın gerekliliğini ısrarla vurgulamakta ve zahir anlamdan delilsiz olarak ayrılmanın caiz olmadığını söylemektedirler. Hatta Nesefî, iki zahirden biri diğerine göre daha açıksa, açık olanı bırakıp delilsiz diğerini almanın ilhad olduğunu söylemektedir. Bu âlimlere göre aynı kelime birkaç anlama gelebiliyorsa anlam, karine ile en açık ihtimalli olana hamledilir. Bazen karinenin ihtimalinden dolayı her iki anlam da kastedilmiş olması muhtemeldir. Zahir imkânsız olduğunda, Allah'ın muradı zahirden kastedilen olmadığı kesin olursa te'vîl taraftarları te'vîl, caiz görmeyenler ise tefviz yöntemini benimsemektedirler. 182
Bununla birlikte Kur’ân’ın tefsir edicilere ihtiyaç duyması, zahirinden kastedileni bilme imkânını yok etmez. Sonradan gelip de ilk dönemdeki dil ve nassın tabiî bağlamını bilmeyen kimselere Kur’ân’ın anlamını açık hale getirmek amacıyla tefsir çabaları olmuştur. 183
Kur'ân'ı anlama ve yorumlamada Hz. Peygamber ve sahabe dönemindeki yorum dikkate alınmalıdır. Kur'ân'ı tefsir ederken yine bizzat Kur'ân ile tefsir, sünnetle, sahabe kavliyle tefsir etmek ve hatta tabiûnun yaklaşımlarından bağımsız yorumda bulunmamak gerekmektedir. İbn Teymiyye mücerret rey ile Kur'ân yorumunda bulunmanın caiz olmadığını söylerken 184 Kâdî Abdülcebbâr, Arap dilini, nahvi, rivayeti bilme; şer'î hükümleri ve sebeplerini bilme demek olan fıkıh ile usûlünü bilme gibi Sünnî tarafın da reddedemeyeceği hususları zikretmekle birlikte Kur'ân'ı yorumlamada esas şartın Allah'ın tevhid ve adaletini bilmek; sıfatları, Allah için caiz olanla olmayanı bilmek; Allah'ın fiillerinden güzel olanı ile çirkin olan şeyleri bilmek gibi hususlar olduğunu zikretmektedir. O, nassın gösterdiği anlamın, dil-düşünce ilişkisinde önceden akıl tarafından belirlenmiş olup bu aklî ilkelerle Kur’ân’ın ancak anlaşılabileceği tezini ileri sürmektedir. Bu niteliklere sahip kişiler muhkem ve müteşâbihi ayırıp, yorum yapmaya ehliyet kazanmış olmaktadır. Aksi takdirde ona göre, sadece gramer ve dil bilmekle Kur'ân tefsir ve te'vîline gidilmemelidir. 185 Esasen Kâdî Abdülcebbâr’ın Kur'ân-ı Kerim'in anlaşılması ile ilgili yaklaşımlarını İbn Teymiyye'nin dikkat çektiği mücerret rey ile tefsir türüne girdirmek zor gözükmektedir. Çünkü nassın anlaşılmasında dil-düşünce ilişkisinin önceden zaten akılla belirlenmiş ve bilinmiş olması ile bunun üzerinde toplumsal uzlaşı sağlanmış olduğu varsayımı, Kâdî Abdülcebbâr’ın Kur'ân'ı anlama teorisinde aklın nassın anlamını belirleme önceliğini göstermiş olmakla birlikte, bir yöntem olarak karşımıza çıkan bu durumun mücerret akıl ya da rey tefsin olarak değerlendirilmesi insaf sınırlarını zorlamak olur. Nitekim Kâdî Abdülcebbâr, anlam araçları tamamlandığında hitabı hakkıyla anlamanın önünde engelin olmadığını söylemektedir. 186 Onun aklın öncelenmesi ile ilgili nass anlama teorisi, daha geniş olarak akıl-nakil meselesi ile şâhid-gâib ve diğer konularla birlikte ele alınacaktır.
Gerçek şu ki, Allah Teâlâ muradını ancak kelâmı ile tanıtır, ifşa eder. 187 Allah'ın muradını ve hitapla kastedileni anlaması mümkün olan herkes anlar. 188Allah'ın kitabında açık olmayan ve bilinmeyen bir tahsisin ya da istisnanın olması caiz değildir. 189 Allah'ın muradının gizli olması, kapalı ve bilinemez olması caiz değildir. Aksi takdirde Allah'ın kelâmı hiçbir şey anlatmıyor anlamına gelecek ve hitabı var olmasına rağmen yok hükmünde olacaktır. 190 Aynı şekilde hitapla kastedilen muradın muhtaç olunan durumdan sonra olması ve ihtiyaç anında bulunmaması caiz değildir. 191 Allah'ın insanla konuşması, ona hitapta bulunması, bir iletişim aracı olarak insanın geliştirdiği dilin yetersizliklerine rağmen doğru anlamanın varlığına da işaret etmektedir. Gramer kuralları doğru anlamayı sağlayan önemli bir unsurdur ve söylemlere konuları kurallardır. Dil, bu katı anlam içinde düşüncenin çözümleninesidir. 192 Ancak dilin yapısı sadece gramer yapısı içinde aranmamalıdır. Bütüne bakmak için dilin sınırlarını aşmak gerekmektedir. 193
Kur'ân da sonuçta dilsel bir nitelik arz ettiği için Arap dili içerisinde anlaşılma durumundadır. Kur'ân'ı anlamada lafızların indiği dönemdeki Kur'ân Arapça'sını esas almak gerekmektedir. Arap dili bu konuda hakemdir. Dilcilerin bir kelimenin ne anlama geldiğine ilişkin sözleri Kur'ân'ı anlamada başvurulması gereken tür yöntemdir. 194 Yanlış anlama bir yönüyle, nasslarda geçen kelimelerin, ilk dönemlerde ifade ettikleri anlamlarından kaymaya uğratıldıklarında ortaya çıkmaktadır. 195 Kelimelere yüklenen anlamlara zaman içinde bazı yeni anlamların girmesi, kelimenin bazı anlamları yitirmesi ya da ifade ettiği anlamlar arasında takdim tehir yapıldığı bilinen bir husustur. 196 Yanlış anlamanın önüne geçmek için Kur’ân’ın nazil olduğu dönemdeki lafız ve onun işaret ettiği anlamı öne almak ve metnin manasını öncelikle bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekliliği kendini göstermektedir. Kur’ân’ın lafzında ve lafzın delâletinde bulunmayan Kur'ân'a isnat etmek kesinlikle doğru değildir. 197
Kur'ân'ı anlamada dört unsurdan söz etmek mümkündür:
1- Anak isteyen özne (anlayan),
2- Anlaşılmak istenen Kur'ân (anlatılan),
3- Kur'ân'ı vahyeden Allah (anlatan),
4- Allah'ın muradı (anlaşılması gereken). Anlamanın gerçekleşmesi için öncelikle müşterek dil gerekmektedir, sözün söylendiği ortam ve diğer unsurlarla birlikte metni harfi, lafzı mana çerçevesinde anlamaya çalışmak, sözün sahibinin maksadını anlama Kur'ân bütünlüğü içinde ve yine Kur'ân nasslarının belirlediği genel ve ilgili ayetlerin belirlediği özel amaçlar doğrultusunda olmalıdır. 198 Kur'ân'ı anlamada ve yorumlamada üç temel alan vardır:
1- Kur'ân nassının içinde bulunduğu tarihî alan, nüzul öncesi dönem, nüzul dönemi ve sonraki dönem
2- Kur'ân ve anlayanın yaşadığı zaman dilimi
3- Dilbilimsel alan, kelime ve terkiplerin etimolojik ve semantik incelenmesi, Arap dili ve edebiyatı acısından ifadelerin tahlili. 199
Kur'ân-ı Kerim kendisiyle ihtilâf etmeyen bir kelâmdır, sözlerinin bir kısmı diğer kısmını yalanlamaz, onunla çelişmez. Birbiriyle çelişir gibi gözüken ayetler bir hakikatin değişik yönlerini sunmakta olup bütünlük içinde bakıldığında eşyanın hakikatini göstermede yol göstericidirler. Onu parçacı lafizcı bir tarzda okumaya tâbi tutmak sadece okuyanın niyetini Kur'ân'a tasdik ettirmesi işlemi olarak kalır, Kur'ân'ı anlama işlemi gerçekleşmiş olmaz.
Nassları bütünlük içinde yeniden okumayanlar bir yerde, zaten düşündükleri şeyleri o metin içinde okumaya, görmeye mecburdurlar. Yeniden okumayı savsaklayanlar her yerde aynı anlamı görmek durumundadırlar. 200 Öyleyse Kur'ân'ın fikri yapısının iskeletini anlayabilmek için ilk önce ekollerin ve yorumların zihinde oluşturdukları çerçeveden bağımsız olarak onu kendi bütünlüğü içinde okumak gerekmektedir. 201
Ayetlerin delâlet sınırlarını belirlemede indiği ortam oldukça önemlidir. Sebeb-i nüzul bilgisi ayetin anlamını tayin eder. 202 Ancak nassın anlamını sebeb-i nüzul ile sınırlandırmamak gerekir. Sebeb-i nüzul bilgisi ilgili nassın manasına vakıf olmada ve anlamada müşkil gelen hususun giderilmesini sağlamada önemli bir işleve sahiptir. Bir ayetin ilk muhataplarına ne dediğini ve gerçekte ne demek istediğini -eğer varsa- sebeb-i nüzul bilgisini bilmeden tayin etmek oldukça zordur. Bu açıdan bakıldığında sebeb-i nüzul bilgisi Kur'ân'ı anlamada oldukça önemlidir. 203 Bununla birlikte bazı ayetlerin nüzul sebeplerinin olması, bu sebeplerin olmaması durumunda ilgili ayetlerin de indirilmiş olmayacağı anlamına gelmemektedir. Nüzul sebebini bilmeyi ayetin anlaşılmasında olmazsa olmaz bir şart değil, ayetin daha kolay bir şekilde anlaşılmasını sağlayıcı unsur olarak değerlendirmek daha doğru gözükmektedir. 204 Diğer açıdan bakıldığında bir ayetin belli bir olay üzerine inmiş olması, o ayetin tarihsel olduğu anlamına gelmemektedir. 205
Kelâmullâhın, Allah ile peygamber arasındaki söylem ortamından çıkarak yazıya dönüştüğünde, sözlü bir diyalog ortamına ait olmasından kaynaklanan desteklerden birini kaybetmesi ve kendini yorumcunun insafına terk ederek tarihselciliğin içine girmesi 206 tehlikesi vardır. Bundan dolayı sözlü ortamın, anlamın sınırlarını belirlediği ortam ve şartlarının yazılı metni anlamaya çalışırken manayı ifşa edici sorularla devreye girmesi gerekir. Oradaki sözün ne dediği, kime ve hangi durumdaki kişilere, hangi ibarelerle, hangi zamanda dediği gibi sorular önem arz etmektedir.
Bazı modern araştırmacıların düşüncesine göre Kur'ân, İslâm kültür tarihinde ana merkezi temsil eden dilsel bir metindir. Beşeri metin tahlillerine ilişkin yöntemler, beşerî olmayan Allah'ın kelâmına da uygulanır. Zira Allah Teâlâ beşere gönderdiği kelâmın onların dili ile olmasını murad etmiştir. Vahyi anlamada dilsel metot insanî biricik metottur. 207 Esasen Mu'tezile de dilsel yönteme özel önem vermektedir. Hatta dilsel unsur, onların Kur'ân tefsirinde en çok başvurdukları yollardan biridir. 208 Kur'ân'ın dilsel bir metin olup anlambilim ile ilgili geliştirilen teorilerden yararlanma düşüncesini genel olarak kabul etmekle birlikte geliştirilen teorik şablonu mutlak olarak ilahî kelâma uygulamak doğru değildir. Ancak, modern dilbilimin verilerinden faydalanacak kelâm ilmi, her iki tarafta da neticede anlamaya konu dilsel bir metin var diyerek beşeri metin için geçerli olan tüm hususları ilahî kelâmla eşitlemek ve ilahî olanı beşerî olana indirgemek durumunda olamaz. Açmak gerekirse, metni anlarken okuyucunun kendini yazarın yerine koyarak metni anlama çaba ve yöntemiyle Allah'ın kelâmını anlama nasıl gerçekleşecektir? Çünkü bir kimsenin kendini Allah'ın yerine koyarak Kur'ân'ı anlama gibi bir iddiasının olması imkânsızdır. Meselâ Derrida'nın yapı çözümündeki metnin, sahibinden daha iyi anlaşılabileceği iddiasını; metnin içinde öncelikle kendi konumunu pekiştiren ve diğer elemanları, karşı hakimiyet kuran anlam hiyerarşisini yıkmak ve önceki yapıda denetimi sağlayan terimin kurduğu yapıyı bozuma uğratmak ve bu terimin yerini değiştirmek suretiyle yapı çözüm yöntemini 209 Allah'ın kitabına uygulamak mümkün değildir. Çünkü Allah'ın muradını, Kur'ân nazmının yapısında öne çıkarılan şeylerin yerini oynatmak suretiyle elde etmek, onu daha iyi ve ötede anlamak değil, anlamı tahrife uğratmak demektir. Beşerî metinler için söz konusu olabilecek, burada bile sahih oluşu tartışılacak bir yöntemle Allah'a ait lafzm/nazmın/mananın O'ndan daha iyi anlaşılabileceği iddiası zaittir. Derrida'nın böyle bir iddiası ve derdi olmamakla birlikte ondan anlaşılan şeyin dinî metinlere uygulanmasını var saymak son derece tehlikeli ve yanlıştır.
Konuşanın muradı ile realite her zaman aynı olmayabilir. Bu bakımdan insan söz konusu olduğunda muhatap, konuşanın sözünü ondan daha iyi anlayabilir. Çünkü insanın gerçekliği tümüyle ihata etmesi mümkün değildir. Diğer yandan bilgisi ile her şeyi tamamen ihata eden Allah'ın kelâmı ile realite birbiriyle örtüşür. Bu bakımdan kelâmullâhı anlama çabasında incelenmesi gereken iki ayrı alan (konuşanın muradı ve realite) yoktur. İnsan realite hakkında ne kadar çok bilgi edinirse Allah'ın kelâmını o oranda iyi anlamış olur. Ancak realite hakkında bilgi edinmeksizin kelâmullâhı kendisinden yola çıkarak anlamak mümkün olmadığı gibi gerçeklik dünyasından hareketle kelâmullâhın anlamını tüketmek de mümkün değildir. Çünkü kelâmullâh, sadece realite hakkında insana bilgi sunmaz, aynı zamanda realiteye, realitede bulunmayan ilâve anlamlar yükler. Allah'ın sözleri sadece bir bilgi nesnesi olarak insanın zihnine giren bir 'şey' değildir; o, aşkın bir varlıktan aldığı destekle insanın kalbine, davranışlarına, tarihine ve kültürüne sessizce giren ve etkileyen bir şeydir. Allah'ın sözleri kendi içinde mutlak doğruları barındırır. Fakat kelâmullâh her zaman herkese aynı şeyleri söylemez. Kelâmullâha yönelik her mazbut ve metodolojik anlama çabası övgüye layıktır. Ancak bunların hiçbirisi kelâmullâhın kendisi olamaz, kelâmullâh tek bir şeydir, oysa kelâmullâhtan anlaşılan şeyler çoktur. 210
Yorumbilim olarak nitelenebilecek ve teolojik; filolojik, hukuksal ve felsefî gibi kısımları olan hermenötik (hermeneutique)in teolojik olanı, kutsal yazıların doğru anlaşılmasını temine yöneliktir. Böylece kutsal alana ait olanın, özellikle kutsal ve otoriter iradenin ölümlüye, yani dinleyene uygun şekilde açıklanma etkinliği olmuştur. 211 En kaba bir biçimde anlamın yorumu olarak tanımlanabilen bir hermenötiğin, doğrudan tefsir ve fıkıh etkinliğinin ana hareket noktasını oluşturduğunu, dolayısıyla İslâm kültür tarihinde bu disiplinler kadar eski bir tarihe sahip olduğunu söylemek mümkündür. 212
Kitab-ı mukaddesin anlamını iyice tespit etme amacında olan hermeneutique bilimi, amacının aksine vahyi tahrif etmiştir. Çünkü yorumlardan her biri kişisel anlayış içine kapanmaktadır. 213 Dilthey'in metin yorumuna ilişkin söylediği hermeneutique'nin hedefinin, bir yazarı, onun kendini anladığından daha iyi anlamak olduğuna dair sözlerini 214 teolojik hermenötikte hele Kur'ân nassının anlaşılmasında düşünmek mümkün değildir. Kur'ân'ın bir metin yazarı olmadığına ve kimsenin kendini Allah yerine koyamayacağına göre bu anlamıyla modern yorumbilimden Kur'ân adına faydalanmak mümkün değildir. Ama anlamayı sağlayıcı unsurlardan, eğer geleneksel ilim yapımızın üzerine konacak bir yöntem ya da bilgi varsa, İslâm'ın kendi özüne uygun bir faydalanmayı reddetmenin haklı bir gerekçesi olamaz.
Anlama ve yorumun niteliğiyle ilgili teorik bilgilerden sonra, nasslardan delil getirilirken kullanılan yöntemlerin neler olduğu hususu önem arz etmektedir. Ehli Sünnet ve Mu'tezile'nin istidlal yollarını araştırırken delil kelimesinin kavramsal çerçevesi de konu bütünlüğü açısından önemlidir.
Dostları ilə paylaş: |