“Kızılbaşlıkla suçlanan kişilerin yazıldığı defter suretleri gönderilmişti. Bu kişiler soruşturulsunlar. Kızılbaşlıkları gerçekse, idam edilsinler. Lakin, yalnız ithamla kalmışsa (Kızılbaş oldukları kanıtlanamamışsa) bunlar Kıbrıs‘a sürülsün“ (202) Alevilikle ilgili Osmanlı Belgeler/ Baki öz Syf:63
Yine 17. yüzyılın başında Şeyh Aziz Mahmut Hüdai Efendi‘nin I. Ahmet’e yazdığı raporda, Bedreddinilerin “sapkınlıklarından“ bahsederek sıraladığı önleriler, Alevilere bakışın yüzyıllardır değişmediğini gösteriyor. Şeyh Aziz Mahmut Hüdai; Bedreddini‘lerin, Balkanlarda yaygın olduklarını, Kızılbaşlar ile bir olduklarını, şeriata sünnete yer vermediklerini, fesat ve fitnenin kaynağı olduklarını şeytan tipli önder şeyhleri olduğunu her yöredeki ışık zaviyelerinde ‚fırsat şahındır‘ dediklerini söylüyor ve bunlarla mücadele etmek için de şunları öneriyor: “.. Her köye bir Sünni imam nasb oluna(atana) ışık tekkeleri yoklana ve denetlene“ (203) Osmanlı‘da Alevi Ayaklanmaları/ Baki Öz / Syf:133
Sonuç olarak Osmanlı, halka şeriat düzenini, ayaklanmaların önüne geçmek için dayatmıştı. Zulme ve sömürüye başkaldırının bayrağı haline gelen Aleviliğe karşı “ulu emre itaati“ öğütleyen şeriatı geçirmişti. “ Birgün adaletli yaşamayı, altmış yıl ibadete tercih ederim“ diyen imam Ali‘yi unutturmak için saldırıya geçmişti.
13. yüzyılda halka: “Despot bir imamla altmış yıl yaşamak, idarecisiz bir gece bile yaşamaktan iyidir“ diyen İbni Teymiye‘lerin egemene boyun eğen şeriat anlayışını kabul ettirmeye çalışmıştı. Ne var ki, ne zorun zorbalığı, ne ulemanın, sultanın gücü buna yetecektir!
KUTU: KAN İÇİÇİ BİR OSMANLI ŞEYHÜLİSLAMI: EBUSUUD!
Osmanlı Şeyhülislamlarından Ebusuud Efendi, Alevi halka karşı yürütülen baskı ve katliamların ideolojik kurmaylarından biridir. Yüzyıllarca halk düşmanlığını yürüten Osmanlı Ulemasının sembol isimlerinden biridir. Çünkü çatışmanın en şiddetli ve kanlı olduğu 1545-1574 yılları arasında görev yapmıştır, Osmanlı‘nın en uzun süre görev yapan Şeyhülislamıdır. Aslıda 1533‘te İstanbul kadılığına getirilerek, halk üzerinde terör estirmeye başlamıştır.
Ebusuud Efendi şevkle çalışmıştır ki sabah namazından ikindiye kadar 1423 fetva verecek kadar çalışkandır. Bu fetvalarda defalarca “Kızılbaşların dinsiz olduğunu, toplumca öldürülmeleri gerektiğini, kanlarının canlarının, kadınlarının helal olduğunu, onlarla savaşırken ölenlerin cennete gideceğini, tövbelerinin bile kabul olmayacağını“ söylemiştir. İşte bir Örnek:
“MESELE: İmamı Azam‘ın Kızılbaş sapkınları daha savaşa tutuşmadan onların esir alınabilecek görüşünde olduğu söylenir. Buna göre; Kızılbaş karılarını esir alıp birleşmekle, İslam askerlerine güç ve kuvvet geliyor, din düşmanları ise güçsüz düşüp aşağılanıyorsa bu görüşe dayanarak hareket etmek şeriat kurallarına uygun olur mu?
EL CEVAP: Olur“ (204) Divriği Harman Kültür- Sanat Dergisi/ Haziran 2011/ Sayı 28/ Syf: 22
Bugün Ebusuud‘ların açtığı yolda yürüyen emperyalizm işbirlikçisi halk düşmanı Suudi, Mısırlı ve değişik ülkelerden Şeyhler, Suriye‘ye saldıran kiralık katillerin, kadınlara, kızlara tecavüz etmesinin, şeriata uygun olduğuna dair fetvalar vermeye devam ediyor. Bu sapık kan içici anlayışı herhangi bir dine, mezhebe, inanca mal etmek yanlıştır. Dün Ebusuud‘ların, bugün işbirlikçi bu şeyhlerin “şeriat“ diyerek yaptıkları özünde bir dine inanca, mezhebe göre değil, tamamen sömürücü egemenlerin çıkarlarına göre fetva vermektedir. Osmanlı da ulemanın işlevi, Osmanlı zulüm ve sömürü düzenini, din adına meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Bunu en açık şekilde ifade eden de yine Ebusuud‘un kendisidir: “ Asıl gerçek, gerçeği gören padişahın görüşüdür. Onun fikri ve görüşü şeriatın senedi, dinin ise direğidir“ demiştir!
Resmi tarihin, büyük bir Osmanlı alimi olarak pazarladığı Ebusuud Mehmet Efendi (1490-1574), esasta eli kanlı bir alçaktır. Namık Kemal‘in deyimiyle “adi bir müdühin (dalkavuk)“ dır. Bu yalakalığı sayesinde Sultan Süleyman tarafından çok sevilmiş; “ halde haldaşım, sinde sindaşım, ahiret karındaşım, tarik-ı hakta yoldaşım“ (205) diye övülmüştür. 205: Divriği Harman Kültür- Sanat Dergisi/ Haziran 2011/ Sayı 28/ Syf: 18
Din adına tecavüz, katliamı, sömürüyü meşrulaştıran Ebusuudlar, hangi din ve mezhepten olursa olsun, tüm ezilen halkların katıksız düşmanıdır. İşte Sultan Süleyman‘ın Kanuni diye anılmasını sağlayan kanunları yapan Ebusuud Efendi böyle bir “alim“ dir!
AYAKLANMALARIN EKONOMİK SOSYAL NEDENLERİ
Osmanlı ekonomisinin, fetihlerden elde edilen ganimet, gayr-i Müslimlerden alınan haraç ve ağırlıkla tarım, kısmen de ticaretten alınan vergilerle dayandığını söylemiştik. 16. yüzyılın ortalarında Osmanlı imparatorluğu, gücünün sınırlarına dayanmış, çevresinde neredeyse işgal edebileceği ülke ve toprak kalmamıştı. Bundan sonraki seferler, yol ve zaman külfetiyle zaferle bile sonuçlansa, çok masraflı olmaya başlamıştı. Hazineye gelir getirmediği gibi, savaşın yününü çeken halkın açlığını, yoksulluğunu daha da büyütüyor ve tepkisini çekiyordu. İlerde değineceğimiz gibi, İstanbul‘daki halk ayaklanmalarının ve yeniçeri isyanlarının çoğu, yeni seferler ve sefer nedeniyle artan vergiler ve yoksulluk nedeniyle çıkmıştı.
Yavuz Sultan Selim zamanında Mısır‘a kadar giden ve Akdeniz ticaretini, ipek yolu ve baharat yolunu kontrolü altına alan Osmanlı, coğrafi keşiflerle büyük bir darbe daha aldı! Avrupalıların, kıtaları, denizleri aşarak yeni ticaret yolları bulması, kervanların ve dolayısıyla Osmanlı‘nın gelirlerinin hızla azalmasına yol açtı. Osmanlı hazinesi boşalırken, Avrupa, Amerika‘nın keşfiyle görülmemiş bir sermaye birikimi sağlıyordu. Osmanlı‘nın üç yüz yılda sağlayamadığı birikime otuz yılda ulaştı. Böylece kapitalizmin gelişini hızlandı, teknolojik gelişmeler birbirini izledi. Kaçınılmaz olarak ekonomik bakımdan geri kalan Osmanlı, kısa sürede askeri olarak da geriye düştü, işgal ettiği, haraç aldığı topraklardan bir bir geri çekilmek zorunda kaldı.
Osmanlı‘da hazine gelirleri azalsa da saray çevresinin masrafları, lüks ve sefahat içinde yaşamları değişmedi. Dolayısıyla Osmanlı, Kanuni Sultan Süleyman devrinden başlayarak aradaki hazine açığını kapatmanın yollarının aramaya başlayacaktı. Önce Fransızlara, daha sonra da İngilizlere ve diğer sömürgeci devletlere verilen kapitülasyonla (imtiyazlar), ihtiyaçlar çare olarak düşünülmüştü ama Osmanlı‘yı yarı sömürgeleşme sürecine sokacaktı.
Osmanlı‘nın düşündüğü diğer bir çare de azalan gelirlerin yerine halktan toplanan vergilerin arttırılmasıydı. Topraktan elde edilen gelirlerin artırılmasıydı. Bunun için Sultan Süleyman “arazi tahriri“, yani tımarların, sipahilerin elinden alınarak yeniden yazılmasını gündeme getirdi. Devlet tarafından beylerin elindeki büyük topraklara el konuldu. Geliri arttırmak amacıyla kapı kullarına dağıtıldı. Osmanlı tarih yazıcıları, geleneksel toprak düzeninin, Sultan Süleyman‘ın son dönemlerinde, Sadrazam Rüstem Paşa ile bozulmaya başladığını belirtiyorlar.
Bu bozulma; tımar sisteminin terkedilip iltizam usulüne geçilmesiyle, köylü için yıkıma dönüşecekti. “İltizam hazineye ait ve işletilmesi tımar olarak belli yasalarla belirlenmiş olan bir gelir kaynağının, belli bir ücret karşılığında ve yasal yaptırımı gevşetip kaldırarak belli kişilere devredilmesidir.“ (206) Osmanlı Gerçeği / Erdoğan Aydın/ Syf: 204 Örneğin 500 bir akçe gelir getiren arazi, tımarlı sipahiden alınarak 1,5 milyon akçe gelir karşılığı zengin mültezime verilmekteydi. Ki o da devlete ödeyeceği fazla parayı, o araziden geçimini sağlayan tüm halkın sırtından fazlasıyla çıkarmaktaydı. Bugünkü taşeron sistemine çok benzeyen bir sistemdir bu. Devlet ayrıca “ifraz“ uygulamasına başvurdu. Bu da şu demektir. Gelirleri arttırmak amacıyla, tımar gelirlerinin kütüklerde yazılı olmadan çok olduğunu tespit etmek üzere her yere yazmanlar gönderildi. Bu yazmanlar fazla geliri (ifraz) belirleyerek, toprağın bir kısmını tımarlı sipahinin elinden geri alıyor ve devlet geliri olarak yazıyorlardı.
Tüm bu uygulamalar, toprak düzeninin bozulması halkın daha ağır bir baskı ve sömürü altında ezilmesi sonucunu getirdi. Örneğin: 1572‘de‚ Sivas arazi tahririne gönderilen Ömer Bey‘in, saraya bildirdiği manzara şöyleydi:
“ a) Arazi çok pahalı, b) bu yüksek ‚külli pahayı ödeyip toprak alabilenlerin elde ettikleri ürün, ödedilkeri parayı karşılamıyor, c) erkek evlat bırakmadan ölenlerin varisleri arazide kayıtlı eski oran üzerinden vergiye tabi tutuluyor, d) halk yüksek vergileri ödeyemeyip hem arazisini, hem daha önce ödediği parayı kaybediyor, e) topraksız ve parasız kalan halk göçüyor, aileler dağılıyor“ (207) Osmanlı Gerçeği/ Erdoğan Aydın/ Syf: 209
Görüldüğü gibi dışta başka ülkeleri yağma ve talan etme olanağı kalmayan Osmanlı, içte yağma ve talanı daha da arttırmaya yönelmiştir. Halkın tek geçim kaynağı olan toprağını da elinden almıştı.
Bu uygulamalar sonucunda üretim düştü, köylü, toprağı işleyemez duruma geldi. Tımarları elinden alınan sipahiler, yoksul köylüleri de peşine takarak peş peşe isyanlar çıkarttı.
Tımarlı sipahilerin sayısı azaldı. Osmanlı ordusunun bu bölümü giderek tasfiye olurken, kapıkullarının, dolayısıyla yeniçerilerin sayısı gittikçe arttı. Doğrudan hazineden maaş alan yeniçeriler çıkarlarını korumak için yönetime daha çok müdahale etmeye başladılar.
Ekonomik bozulma, kaçınılmaz olarak sosyal çürümeyi de beraberinde getirdi. Fuzuli‘nin Nişancı Celalzade Mustafa Çelebi‘ye yazdığı mektuptaki: “ Selam verdüm rüşvet değüldür deyü almadılar“ sözü devletin o dönemki işleyişini özetliyor “ Bahçenin ….lerini bile satacak kadar“ paragöz olduğu belirtilen Sadrazam Rüstem Paşa‘yı Osmanlı tarih yazıcıları devlete rüşveti sokmakla suçlarlar. Katip Çelebi, rüşvetin yaygınlığından şöyle yakınıyor: “ Şeriatça haram olduğunda şüphe yok iken ve isim değiştirerek eskiden gizil alınır iken ‚Bunun hazineye faydası vardır‘ deyü açığa vurdular“ (208) Türk Halk Eylemleri ve Devrimler/ Çetin Yetkin/ Syf:119
Rüşvet gibi tefecilik, faizcilik de şeriata göre haramdır ama o dönem Osmanlı‘sında çok yaygındı! Çeşitli yöntemlerle, farklı adlar altında kılıfına uydurarak, örneğin mal bedeli göstererek, mübadele diyerek, borç diyerek her türlü tefecilik hem de senetli- belgeli yapılmaktaydı:
“Osmanlılar‘ da vakıflar, para ticareti yapıyorlardı XVI. Yüzyılda, büyük kentlerde birçok ‚vakıf bankaları‘ kurulmuştu. Faizcilik de yapıyorlardı. Vakıflara, faizle para işletmesi için para verildiği gibi, vakıflardan faizle para da alınıyordu. İslamsal ilkeler bir noktada göz ardı edilerek,% 10-15‘i geçmeyen faizler yasal sayılmıştı. Mahkemelerden, bu tür borçlanma sözleşmelerinin kayda geçirilmesi istenmişti“ (209) Osmanlı‘da Alevi Ayaklanmaları/ Baki Öz/ Syf: 39
17. yüzyılda, genelde 3 yıllık uygulanan iltizam usulü ‚ömür boyu‘ uygulanmaya başlanmıştı. “Malikane“ uygulaması ile özel mülkiyete benzer biçimde araziler, zenginlerin “Ömür boyu“ kullanımını sunulmuştu.
Yine İslam hukukunun açıklarından yararlanılarak bulunmuş bir mülk edinme yöntemi olan vakıflar giderek çoğalmış, genişlemiş ve toprakların çoğuna sahip olmuştur. Vakfedilen mülkiyete, padişah dahi el koyamamaktaydı. Ve çeşitli yöntemlerle mirasçılara bırakılabilmekteydi.
Sonuç olarak; Osmanlı‘nın halka karşı yağma ve talana yönelmesi, tüm kaynakları saray çevresine peşkeş çekerek kurutması, büyük bir sosyal çöküntü yarattı. Alevi ayaklanmalarının ezildiği, Alevi örgütlenmelerinin sürekli baskı altında tutulduğu 17.yüzyıl sonlarında, bu kez sipahilerin başını çektiği, yıllarca sürecek Celali ayaklanmaları başladı.
Anadolu halklarının İran’a göçmesinin de, çift bozup toprağını terk ederek dağlara çıkmasının da ekonomik, sosyal nedenleri aynıydı. Pir Sultan‘ın bir deyişinde çok güzel tasvir ettiği gibi Osmanlı‘nın yağma ve talanı, halka yaşam hakkı tanımamaktaydı.
“Bu yıl dağların karı erimez
Eser bad-ı saba yel bozuk bozuk
Türkmen kalkıp yaylasına yürümez
Yıkılmış aşiret il bozuk bozuk
Kızılırmak gibi çağladım aktım
El vurdum göğsümün bendini yıktım
Gül yüzlü ceranın bağrına çıktım
Girdim bahçesine gül bozuk bozuk
Elim tutmaz güllerini dermeğe
Dilim tutmaz hasta halin sormağa
Dört cenabın manasını vermeğe
Sazın düzen tutmaz tel bozuk bozuk
Pir Sultanım yaradıldım kul diye
Zalim Paşa‘nın elinde mi öl diye
Dostum beni ısmarlamış gel diye
Gideceğim amma yol bozuk bozuk
DÜZMECE ŞAH İSMAİL AYAKLANMASI
16. yüzyıldaki örgütlü son büyük Alevi ayaklanması,1577-78‘ deki Düzmece Şah İsmail Ayaklanmasıydı. Ayaklanma, Osmanlı‘nın 1578‘deki İran seferine denk gelmişti.
Osmanlı, her İran seferinin öncesinde ve sonrasında, Anadolu Alevilerinin Şaha bağlılığını gerekçe göstererek, geniş çaplı Alevi katliamlarına girişiyordu. Ama bu seferlere karşı yalnızca Alevi halk değil, savaş masrafları sırtına vergi olarak yüklenen tüm Anadolu halkları isyan halindeydiler. Araştırmacı Mustafa Akdağ, yıllarca sürecek Celali ayaklanmalarını yaratan bu süreci şöyle anlatıyor.
“Her tarafta, halk ile hükümet memurları arasındaki anlaşmazlıklar gittikçe büyümekteydi. Reaya, özelikle [ekabir haslarının] vergilerini toplayan memurlara karşı ayaklanıyorlardı. Bozok sancağından bildirildiğine göre, kızılbaş köylerinde Hass-ı Hümayün‘a ait vergileri vermedikleri gibi içlerine hiç bir hükümet memurunu almıyorlardı.(…) İran harplerinin açılacağı sırada olsun, harp yıllarının devamında olsun, Anadolu Kızılbaşları arasında bazı kımıldanmalar ve Şah hesabına kuvvetli bir propaganda faaliyeti vardı. Daha 1577 senesinde Suriye tarafında Şam Diyade arasındaki Türkmen aşiretlerinden bir şahıs Şah İsmail olduğunu iddia ile Güneydoğu Türkmenlerin arasında büyük bir taraftar topluluğu ile Malatya tarafında aşiretlerini ayaklandırmış, başına 50 bin kişi toplanmış idi. Kırşehir‘e gelerek Hacı Bektaş türbesindeki büyük kalabalık önünde kurban kesti. Bozok‘a yolladığı halifesi de bütün o tarafların Kızılbaşların yalancı Şahın etrafında toplanmaya davet etmekteydi“ (210)
Mustafa Akdağ‘ın, Osmanlı‘nın Mühimme defterlerinden aktardığı bilgiler, ayaklanmayı Safevilerin kışkırttığı iddiasındaydı. Oysa ayaklanmanın Osmanlı-Safevi Savaşı ile ilgisi açıkladığımız gibi Osmanlı‘nın her İran seferinde tekrarladığı katliamlara, savaş vergilerine ve asker toplanmasına halkın tepkisinden ibaretti.
16. Yüzyılın sonlarına doğru Erdebil Ocağı‘na bağlı Alevi halktan bazı önde gelenler, “şah İsmail benim “ diye halkı örgütleyerek pek çok ayaklanma çıkarmışlardı. Bu ayaklanmaların en büyüğü tarihe“ Düzmece Şah İsmail “ ayaklanması olarak geçecekti.
“Düzmece Şah İsmail“ Şam Boyadı (Diyade) Türkmen boyundandı. Bu boy, Şam‘dan gelip Maraş‘a yerleştiği için bu adla anılıyor. Yani ayaklanmanın Suriye ile ilgisi yoktu Maraş‘ta başlamıştı. Sultan Korusu ve Arslantaş(Maraş Elbistan- Sivas Gürün) bölgesinde yayılmıştı. “Şah İsmail“ Bozok‘a halifeler göndermiş, Adıyaman alaybeyinin atlarına el koyarak büyük bir ordu oluşturmuştu. Adamlarından Köse Yunus, Bozok Beyi‘nin askerlerince yakalandı. Verdiği bilgilere göre Şah İsmail, 1577 kışını Amik ovasında geçirmiş, Sivas‘ın Şarkışla, Kangal, Gürün; Malatya‘nın Hekimhan, Arguvan ve Elbistan bölgelerini dolaşmıştı. Malatya yöresindeki çok sayıda yandaş edinmişti. Osmanlı‘nın ayaklanma korkusu, fermalarına bile yansımıştı. “Malatya‘ da Şah İsmail adıyla ortaya çıkan kişiye ferdi yardımda bulunanların öldürülmesi...” buyruğunu ...en bir fermana göre ayaklanmaya; İzlü (Malatya) Arguvan(Malatya-Hekimhan, Sivas-Kangal) Eşkanlu (Malatya-Fırat Nehri sınırı), Solaklu (Malatya), Şeyh Hüseyinlü Soydanlu, Eğribüklü, Adaklu, Kalaçaklu, Bezikli (Malatya), Çakallu, (Maraş- Türkoğlu), Mihriman, Karasaz ve Kömürlü (Maraş-Antep arası) oymakları katılmışlardı. ‚Düzmece Şah İsmail‘in 50 bin kişilik bir kuvvet topladığı, Hacı Bektaş- Veli Dergahı‘na kadar gelerek kurbanlar kestiği, Alevi halkta büyük umut ve sevinç yarattığı anlaşılıyor.
Ayaklanmanın nasıl bittiğine ilişkin pek fazla bilgi yoktur. Bir kaç baskın ve çarpışmadan sonra ayaklanmacıların dağıldığı anlaşılıyor.
“Düzmece Şah İsmail, Elmalı köyü dolaylarında asker toplarken, Malatya Kadısı yönetimindeki güçlerce basılır. Topladığı güçler dağılır. Kendisi Malatya köylerinde gizlenir ve daha sonra Siverek‘e doğru çekilir. Bu baskın da, Şah İsmail‘in Veziri Han piri yakalanmıştır. İfadesinde, Malatya, Arapkir, Maraş, Sivas ve Karaman dolaylarındaki obalarda hazırlıklarını tamamladıklarını, obalarda bulunanlara “Kızılbaş taçlarını“ kendisinin dağıttığını anlatır. Elmalı yenilgisi hazırlıkları engellemiş, dahası Düzmece‘nın yanındaki Rişvanlı Kürtleriyle öteki Türk boyları da dağılmışlardır“ (211) Osmanlı‘da Alevi Ayaklanmaları/ Baki Öz/ Syf:199
“Düzmece Şah İsmail“ ayaklanmaları yıllarca devam edecekti. Yalnızca Anadolu‘da değil, artık Kızılbaşları terk etmiş olan Safevi yönetimine karşı İran’da da çıktı. Örneğin 1850‘de İran’da ki ayaklanmanın başına geçen bir kalenderi dervişi, kendisinin II. Şah İsmail olduğunu, Anadolu‘daki yandaşlarıyla birleşerek tüm Alevileri kurtaracağını söyledi. Avşarların da katıldığı bu ayaklanma 1581‘ de Safevi yönetimi tarafından bastırıldı. Benzer bir ikinci ayaklanma Lurisan‘da çıktı ve buna Kürtlerden 10 bin kişi katıldı. Üçüncüsü Taliş‘te dördüncüsü Gurlular arasında patlak verdi.
Anadolu da Düzmece Şah İsmail ayaklanmasını 1580‘de Şahgeldi Ayaklanması izledi. Şahgeldi, Antalya‘nın İstanoz bucağında, Aktaş köyünden bir Aleviydi. “Reayayı başına toplayarak“ 4-5 bin kişilik bir güçle ayaklandı. Osmanlı‘nın üstüne gönderdiği Teke yöresi ve Hamit, Menteşe ve Aydın beyleri tarafından bastırıldı.
Yine 1589‘da Kığı Sancağı‘nda, yeni bir Düzmece Şah İsmail ayaklanması çıktı. Ayaklanan Alevi Kürtler, bir beylerbeyini öldürdüler. Ama Erzurum Beylerbeyi Hızır Paşa tarafından pusuya düşürülerek dağıtıldılar.
CELALİ AYAKLANMALARI
Kanuni Sultan Süleyman döneminde uygulanan ekonomik-sosyal politikalarla, 16. yüzyılın sonlarına doğru çiftbozup toprağını terk eden köylü sayısı giderek arttı. Tımarlı sipahilerin tımarlarının elinden alınması, dışta yağma- talan ve haraç gelirleri düşen Osmanlı‘nın Anadolu‘yu talan etmesi Celali Ayaklanmalarının temel nedeniydi.
Alevi halkın öncülüğünde iktidara yönelen örgütlü halk ayaklanmaları, 16. yüzyılın ilk yarısında büyük katliamlarla bastırılmıştı. Alevilik sürekli gözetim ve baskı altındaydı. Dergahlar, Hacı Bektaş-ı Veli Dergahı‘nda merkezileştirilerek, devşirme Dede Babalar eliyle denetime alınmıştı. Kısacası Alevi halk büyük ölçüde ezilmiş, örgütlü güçleri dağıtılmış ve baskı altına alınmıştı. Bu koşullarda Düzmece Şah İsmail Ayaklanmasından sonra tüm Anadolu‘yu saran örgütlü büyük Alevi Ayaklanmalarına rastlanmadı, onların yerini Celali Ayaklanmaları aldı.
Celali Ayaklanmalarını, Osmanlı tarih yazıcıları, dağlara çıkan suhtelerin yada ipsiz sapsız kanun kaçaklarının, eski askerleri vb. eşkiyalık hareketleri“ olarak gösterirler. Osmanlı‘nın bu dönemini büyük kargaşalık ve göçlerden dolayı “kaç günlük dönemi“ olarak adlandırırlar.
Osmanlı tarih yazıcılarının da itiraf ettiği gibi Celali Ayaklanmaları; Osmanlı zulüm ve sömürüsü altında yaşama koşulu kalmayan halkın isyanıydı. Bir hak sözünün çok güzel özetlediği gibi; “Kurt bunalırsa düze iner, kul bunalırsa dağa çıkar“ Anadolu bunalmıştı. Osmanlı tarih yazıcılarından Müneccim başı, halkın güçlü olanlarının dağlara, ötekilerinin İran‘a kaçtığını yazıyor. Cevdet paşa, bürokrat-ayan-ümera (beyler) üçlüsünün halkı soyduğunu yazıyor. Selaniki ise gerçek üstü vergilerle halkın yönetimden ve dünyadan nefret eder hale getirildiğini belirtiyor.
Anadolu‘yu yağmalayan Osmanlı, bir yandan da Aleviliği yok etmek, Alevi halkı asimile etmek için saldırmaktaydı. Dini, egemenlik ve sömürü aracı olarak daha etkin kullanmak, yoksul halkı dinle uyuşturmak için her yere medrese açtı. Medreseler, yoksul halkın çocukları için hem karnını doyuracağı, hem de ilerde bir yere kapılanıp köylülükten kurtulabileceği bir umut kapısıydılar: Devlet bu okullara, toplumsal kontrol ve dönüştürme misyonu nedeniyle kapasite üstü öğrenci alımı gerçekleştiriyordu. Ancak içine girilen kriz koşullarına bağlı olarak Osmanlı’nın, bu çok büyük öğrenci yoğunluğunu besleyip, eğitip, dağıtma olanağı yitirmesiyle, düzenin bu en güvenilir ideolojik kurumları, birer ayaklanma ve soygun ocağına dönüşeceklerdir.“(212) Osmanlı Gerçeği/ Erdoğan Aydın/Syf:215
Her yere açılan Medreseleri dolduran Suhteler (öğrenciler), sonunda açlık ve bakımsızlıktan isyan ettiler. 1575‘ ten itibaren suhteler, düzene yönelmek yerine köylere saldırmaya, talan etmeye, çeteler kurarak haraç toplamaya başladılar.
Araştırmacı İsmail Kaygusuz, Suhtelerin aynı zamanda o zamanki yükseköğrenim gençliğini oluşturduklarını, bir kısmının batini akımları takip ettiklerini, Şeyh Bedreddin‘in kitaplarını okuduklarını, dolayısıyla Osmanlı düzenine isyan ederek halk ayaklanmaları içinde de yer aldıklarını söylüyor. Özelikle Edirne ve İstanbul medreselerinden Kalender Çelebi‘yi, oğlan Şeyh Maşuki‘yi ve diğer Batini Şeyhlerini destekleyen, dağlara çıkan suhte grupları olduğundan söz ediyor. Ki öğrenci gençlik içinde hangi devirde olursa olsun ileri, devrimci grupların çıkmaması pek mümkün değil. Ama egemeler bunları tarihin derinliklerine gömmek, unutturmak, açlıktan, umutsuzluktan çeteleşenleri ise karşı propaganda için öne çıkarmak isterler.
Suhteler, çiftbozan köylüler, tımarları elinden alındığı içini isyan eden Celali olan beyler… Osmanlı, dört bir yandan Anadolu‘yu tutuşturan ayaklanmalara güç yetiremiyordu. O nedenle bunlara karşı yerel güçler oluşturmaya çalıştı.
“ Suhte isyanlarını önlemek için 1579 Mart‘ında bir hattı hümayun yayınlandı. Bunda, suhtelerin isyana son vermeleri halinde af olacakları bildiriliyordu. Ancak isyanların kökenine inilmediğinden olaylar durlmadı. Hükümet de 1579 Mayıs‘ından itibaren ‚demleri hederder‘ diye her vilayete, sancağa ve kazaya, kovuşturma yazıları yolladı. Bunda ‚eşkiya talebenin yakalanıp idamı, her köyden seçilecek birer yiğitbaşının il erterini toplayıp muhafız sipahilere yardımı isteniyordu. Bu durumda suhte akrabaları da işe karıştı. Halk maddi sıkıntı içinde, vergi toplayan vilayet idarecileriyle boğaz boğaza geliyor, çaresiz çiftini, çubuğunu satarak dağlara çıkıyordu. Böylece suhtelerden ayrı levent ve sekbanlar türedi. Ayrıca memurlara karşı ilk toptan hareket eden kasabalar türedi. Köroğlu ayarındaki ilk Celali bölükbaşları böylece ortaya çıktı.“ (213) Celali İsyanları/ Mustafa Akdağ/ Syf 90-91 çift bozan toprağını kaybetmiş yoksul köylülerden ….?beylerin kapısında paralı asker olanlara levent …..? ti Ehl-i örf denen Eyalet ve Sancak beyleri, …….?şlıları ise ücretli askerlerden birlikler oluşturmuş, onlara da Sekban denilmişti. Padişah fermanı ile oluşturulan bu yerel ordular çok geçmeden bir biri ile savaşmaya başladılar ve “Celali bölükleri“ olarak isyanlar yarattılar. Özellikle beslediği kapıhalkı denen ordusuyla güç kazanan beylerbeyi vb. devlet görevlileri, keyfi vergiler toplamaya, köylerin arazilerine el koymaya, şehirleri haraca bağlamaya başlamışlardı. Osmanlı bu sefer de Anadolu‘ya kişisel çıkarları ….? talan eden kendi görevlilerine karşı tedbir almak zorunda kaldı. Adaletnameler yayınladı. Bu adaletnamelerde halka silahlanma ve kendini koruma yetkisi verildi. Yigitbaşları öncülüğünde oluşturulan il erleri, köy ve şehirleri koruduğu gibi bir süre sonra karşı saldırıya geçerek zenginlerin konaklarını basmaya, toprağı gasp eden bey ve ağalardan geri almaya, zalim vilayet yöneticilerinden hesap sormaya başladı. Köroğlu da onlardan biriydi.
Dostları ilə paylaş: |