Çin’deki, Şensi ve Kansu bölgelerinin içlerine kadar giren bu atlı kavimler, daha çok düzlük yerlerde ve ovalarda yaşıyorlardı. Çin’e yerleşenler ise, şehirler kurmuşlar ve surlar ile kaleler yaptırmışlardır.54 Taş Devri’nden kalan eserler arasında, kümbetli otağ şeklinde ve ortasında ocak bulunan ağaç ve balçıktan mesken kalıntıları bulunmuştur. Proto-Türkler kendileri için karakteristik olan, merkezinde atın yer aldığı savaşçı çoban kültürünü oluşturmuşlardır. Bunlar atı evcilleştirip yetiştirerek onu insanlığın hizmetine sunmuşlardır.55
Çin’in kuzeyinde eski ve birbirlerinden farklı başlıca iki kültür vardı. Bunlardan biri at yetiştiren Hunlar; diğeri ise domuz besleyen, Tunguz kültürü idi. Bu her iki kültürün de kendilerine göre tipik temelleri ve ayrılıkları vardı. Bu iki eski kültür, arasında ise, Tung-hu ve Shih-wei kültürleri bulunuyordu. Shih-weiler, daha çok Toba ve Kök Türk Çağı’nda gelişmeye ve tarihte kendilerini fark ettirmeye başlamışlardır. Arada kalan bu iki kültür, (Tung-hu, Shih-wei) bazen Proto-Türkler ile bazan da Mançurya’daki ilk Proto-Moğollar ile bağlılık ve benzerlik göstermektedirler. Tung-hu kültürü en eski Türk ve Mançurya kültürünün karışmasından oluşmuştur.
Türk-Moğol münasebetlerinin en açık görüldüğü bu kültürler arasında ırkî bir bağlantıdan ziyade saf kültür ayrılıkları görülmektedir. Bu da antropolojik bilgileri desteklemektedir.
Sonuç
Tablo 1 Bu üç kültürün daha kolay mukayesesi için W. Eberhard’ın Çin kaynaklarına dayanarak verdiği bilgilere göre aşağıdaki tablo oluşturulmuştur:
Türkler ve Moğollar farklı iki kavim olmakla birlikte komşu olmaları sebebiyle sürekli bir etkileşim içerisinde bulunmuşlardır. Bozkır göçebe hayat tarzının müşterek özellikleri bu etkileşimi artırmıştır. Türkler ve Moğollar, iki farklı kavim, tarih ve kültürün mensupları olarak, uzun çağlar içinde çetin mücadelelere girmişlerdir. Genelde Türkistan tarihi daha ziyade Türk-Çin mücadelelerinin bir özeti görünümündedir. Oysa bu mücadelede çoğu zaman Moğollar da yer almışlardır. Batıya kaymaya çalışan Moğolları, Türkler engellemişlerdir.
Türkler ve Moğollar, asırlarca millet olma süreci içerisinde, siyasî mücadelelerin bir araya getirdiği iki bozkır kavmidir. Coğrafî yakınlık da bu mücadelelere zemin hazırlamıştır. Mücadelelerde bazen Türkler, bazen Moğollar birbirleri üzerinde hakimiyet tesis etmişlerdir.
Moğol adı, Cengiz İmparatorluğu’nun kurulmasıyla birlikte, XIII. asrın başlarından itibaren dünyaya yayılmış, dünya çapında büyük ve yaygın bir isim olmuştur. Özellikle Oğuz Türkleri arasında Moğol veya Mogol olarak söylenen ve aşağılaştırıcı bir sıfat olarak kullanılan bu isim, ilk defa T’ang Sülâlesi’nin resmî tarihlerinde Meng-wu ve Meng-wa olarak, Shih-wei kabile grupları arasında önemsiz bir kabilenin ismi olarak görülmektedir. Buna göre, başlangıçta (VII. asırda) küçük, önemsiz bir kabilenin ismi olan “Moğol” adı, Cengiz Han Dönemi’nden itibaren, aynı ırka, ortak bir dile ve kültüre mensup olan kabilelerin hepsini kapsayan, ortak bir ad olmuştur. Bu sebeple, Cengiz Han’dan önceki Moğollar Proto-Moğol olarak adlandırılmışlardır ve bunların başında da Shih-wei adı verilen kabileler gelmektedir. Ancak Moğol kavimlerinden, Hunlar zamanında Tung-hu, Sien-pi, Wu-huanlar, Kök Türkler Döneminde Shih-wei, Juan-juanlar, Uygur Çağı’nda da Tatar ve Kitanlar önem kazanmışlardır.
Türk kelimesi, Kök Türk Hakanlığı’nın kuruluşundan (552) itibaren önce bu devletin, daha sonra bu devlete bağlı, kendi özel isimleri ile de anılan, diğer Türklerin ortak adı olmuş ve zamanla Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifade etmek üzere millî bir isim haline gelmiştir. Türk toplulukları arasında daima dil ve kültür birliği mevcut olmuştur. Fakat birkaç istisna durum dışında Türk topluluklarının hepsi hiçbir zaman aynı ad altında anılmamıştır.
Asya’daki arkeolojik kazılardan elde edilen neticelere göre, M.Ö. II. binden itibaren Türk âleminin doğusunda bir Moğol dünyası vardı. Tula (Togla) nehrinin kaynağı her iki dünyayı birbirinden ayıran sınır vazifesini görüyordu. Türk dünyası bu nehrin kaynağına kadar devam ediyor ve buralarda Töleslerden Bayırkular ile onların da doğusunda dağınık bir vaziyette Türk kabileleri yaşıyordu. Bu nehrin kaynağının doğusundan itibaren Moğol dünyası başlıyor ve Mançurya’nın batı ve güney batı bölgelerine kadar devam ediyordu.
Antropolojik bilgilere göre Türklerin brakisefal ve Moğolların mongoloid ırk olarak temsil ettikleri bu iki kavim arasında çok sıkı temaslar görülmektedir. Coğrafî olarak zaman zaman Türkler Moğol âleminin içine doğru uzanmışlar ve bazen de Moğollar Altaylar’a doğru yayılmışlardır. Bu iki kavmin kuvvetli kültür etkileşimi, dünya tarihine de yön vermiştir.
1 İbrahim Kafesoğlu, “Türkler”, İ. A., XII/II, MEB Yay., Eskişehir, 1997, s. 142.
2 Türkistan coğrafyası için bkz: Ahmet Ardel, “Orta Asya Coğrafyasına Toplu Bakış”, TKA, S. 1, Ankara, 1969, s. 111-132.
3 Suat İlhan, Jeopolitik Duyarlılık, TTK yay., Ankara, 1989, s. 65-66.
4 İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, 6. Baskı, Boğaziçi yay., İstanbul, 1991, s. 44.
5 Türk adının menşei ve mânâsı için krş: Adile Ayda, “Türk” Kelimesinin Menşei Hakkında Bir Nazariye”, Belleten, XL/158, (Nisan 1976), s. 239-247; İbrahim Kafesoğlu, “Türk Adı”, BTTD, S. 34, (Aralık 1987), s. 34-40.
6 Laszlo Rasonyı, Tarihte Türklük, 2. Baskı, TKAE yay., Ankara, 1988, s. 176.
7 W. Barthold, “Cengiz Han”, İ. A., III, s. 91.
8 Cami’üt-Tevarih’de Moğol adının menşei ve manasını “Moğol sözü aslen “Monk ol”du, yani mütehayyir (afallamış, şaşırmış) ve saf” denmektedir. Raşideddin Fazlullah, Cam’iu-t Tevarih, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, tarih yok., Millî Eğitim Basımevi, s. 134; Şecere-i Türkî de ise “Asl-ı lafzı Moğol, Mongoldur. Avamın dili yakışmazlıktan git git Moğol eyitdiler. Bunun mânasını bütün Türk bilür. Kaygı mânasındadır. Ol Moğol’un mânası sade dil yani kaygılı sade dimek olur” denilmektedir. Bkz: Ebu’l Gazi Bahadır Han, Şecere-i Türkî, (DTCF Kütüphanesindeki Osmanlıca Nüsha), s. 17.
9 V. V. Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, 2. Baskı, TTK yayını, Ankara, 1990, s. 406.
10 Orta Asya tabirini “coğrafî” açıdan ele alıp “siyasî” bir kavrama dönüştüren Ruslar olmuştur. Bu coğrafyanın Türkçe adı “Türkistan” olup, Moğolların kendilerine tarih ve mitoloji oluştururken bu adı kullanmak zorunda kalmaları Asya coğrafyasındaki Türk kültürünün etkinliğini ve yaygınlığını da ispat etmektedir.
11 Kafesoğlu, a.g.e., s. 47.
12 Kafesoğlu, a.g.e., s. 48; Bahaeddin Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, 3. Baskı, TTK Yay., Ankara, 1988, s. 3-7, 196.
13 Markopolo Seyahatnamesi, Yayına Hazırlayan: Filiz Dokuman, C. I, Tercüman 1001 Temel Eser, s. 66.
14 Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan Güşa, çev. Mürsel Öztürk, C. I, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara, 1988, s. 62.
15 Gregory Abû’l-Farac (Bar Hebraeus), Abû’l-Farac Tarihi, çev. Ömer Rıza Doğrul, C. II, TTK yay., Ankara, 1987, s. 476.
16 A. Zeki Velidî Togan, Oğuz Destanı, 2. Baskı, Enderun Yay., İstanbul, 1982, s. 19-20. krş. Ebülgazi Bahadır Han, (Şecere-i Terakime) Türklerin Soy Kütüğü, Haz. Muharrem Ergin, Tercüman 1001 Temel Eser, ty., s. 30-31; Şecere-i Türkî, s. 24.
17 Aknerli Grigor, Moğol Tarihi, çev. H. D. Andresyan, İ. Ü. Edb. Fak. Yay., İstanbul, 1954, s. 3.
18 Ahmet Temir, “Türkçe ile Moğolca Arasındaki İlgiler”, A. ÜDTCF Dergisi, XIII/1-2, (Mart-Haziran), Ankara, 1955, s. 19-20.
19 İbrahim Kafesoğlu, “Türkler, Moğollar ve Cengiz’in Milliyeti”, Türk Yurdu, S. 252, (Ocak 1956), s. 507; Ögel, İslamiyetten Önce, s. 30; Saadettin Gömeç, Kök Türk Tarihi, Türksoy Yay., Ankara, 1997, s. 1.
20 Cevdet Gökalp, Çin Kaynaklarına Göre Shih-wei Kabileleri, Atatürk Üniversitesi Yay., Ankara, 1973, s. 91.
21 Ögel, İslamiyetten Önce, s. 551.
22 René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, çev. M. Reşat Uzmen, 1. Baskı, Ötüken Yay., İstanbul, 1993, s. 39. Çin yıllıklarında Jung ve Ti kavimleri adıyla bahsedilen Hunlar ve Moğollar, aynı millet olarak telâkki edilmişlerdir. Türkler ve Moğollar, Çinliler tarafından farklı iki kavim olarak ancak M.Ö. 659 yılında tefrik edilebilmişlerdir. Bkz. Mustafa Kalkan, “Türk-Moğol Kavimleri Arasında Tatarlar ve Menşei Meselesi”, Türk Kültürü, S. 393, s. 11.
23 Batıda Türklerin Moğol ırkından oldukları telakkisinin mazisi, milâdî IV. asra kadar çıkar. Avrupa Hunları karşısında dehşete düşen A. Marcellinus, S. Apollinaris ve Yordanes gibi o devir müelliflerinin Hunlar hakkındaki korkunç ve tabiatıyla mübalâğalı tasvirleri bilâhare Avrupalı tetkikçilere kaynak vazifesi görmüştür. Özellikle “Hunların, Türklerin ve sair Tatarların Tarihi” (1757) isimli eserin yazarı Deguignes’den sonra Türk-Moğol aynîliği gerçek haline gelmiştir. Bkz: Kafesoğlu, “Türkler, Moğollar”, s. 113.
24 Kafesoğlu, a.g.e., s. 45.
25 Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi, C. I, 6. Baskı, Boğaziçi Yay., İstanbul, 1993, s. 34.
26 Adile Ayda, “Eski Türk Tipi”, Türk Kültürü, S. 29, (Mart 1965), s. 298-301; Rasonyı, a.g.e., s. 7-9; Ögel, Kültür Tarihi, s. 47-129.
27 Rasonyı, a.g.e., s. 7-8.
28 Turan, a.g.e., s. 34-35; Bu kavmin ismi Arimaspoidir. Arimaspoiler, kalabalık, savaşçı, tek gözlü bir kavimdir ki, dünyanın kuzey-doğu kıyısında otururlarmış; bunlar altını muhafaza eden Griffler’in arazisine komşu imişler, oradan altın almaya çalışırlarmış. Nemeth’e göre bu topluluğun Moğol olma ihtimali yüksektir. Çünkü Moğolcada aram-dak “tek gözlü” demektir ve altın toplayan karınca kralı efsanesi Moğollarda mevcuttur. Bkz. Gyula Nemeth, “Türklüğün Eski Çağı”, Ülkü, XV/90, (Ağustos 1940), Ankara, 1940, s. 516-517.
29 Kafesoğlu, “Türkler, Moğollar”, s. 506, B. Szâsz, A Hunok Története (1943), s. 36’dan naklen.
30 Kafesoğlu, Aynı yer.
31 Grigor, a.g.e., s. 7.
32 Kafesoğlu, a.g.m., s. 506-507, Tarihü İbni’l-Furât (Beyrut neşri, Cilt IX, kısım 2), s. 369’dan naklen.
33 Rasonyı, a.g.e., s. 9.
34 Ögel, İslamiyetten Önce, s. 5.
35 Taner Tarhan, “Bozkır Medeniyetlerinin Kısa Kronolojisi”, İ. Ü. Tarih Dergisi, S. 24 (Mart 1970), s. 19.
36 Ögel, aynı eser, s. 4.
37 Ögel, İslamiyetten Önce, s. 7.
38 Tarhan, a.g.m., s. 21-22.
39 Tarhan, Aynı makale, s. 27-30.
40 Asya Hun Devletinin doğu kısımları, Tunguzlar tarafından idare edilmekteydi Ögel, İslamiyetten Önce, s. 47-48.
41 Ögel, aynı eser, s. 128.
42 Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, 3. Baskı, TTK yay., Ankara, 1995, s. 16 vd.; Sebahattin Ağaldağ, Genel Türk Tarihi (Orta Asya-Doğu Avrupa) 1. Baskı, Konya, 1997, s. 11 vd.
43 Çin’de Han sülâlesinden itibaren (M.Ö. 206) kavim adlarının ayrı Çin karakterleriyle yazılmaları sebebiyle eski tarihi ve etnik zincirin koptuğu bir devirdir. Han sülâlesinden önceki devirlerde Çin’in kuzeyindeki kavimler hakkında bkz.: Bahaeddin Ögel, “Büyük Hun Devletinin Kuruluşundan Önce Kuzey Çin’in Etnolojisi Hakkında”, AÜDTCF Dergisi, VII/4, (Aralık 1949), s. 663-679.
44 Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. I, KB Yay., Ankara, 1981, s. 4.
45 Eberhard, Çin Tarihi, s. 16-17.
46 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, TTK Yay. Ankara, 1998, s. 4-5.
47 W. Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, 2. Baskı, TTK Yay., Ankara, 1996, s. 41 vd.
48 Ögel, İslamiyetten Önce, s. 48-49.
49 Eberhard, aynı eser, s. 50.
50 Eberhard, aynı eser, s. 62 vd.
51 Ağaldağ, a.g.e., s. 12; Ögel, Büyük Hun, s. 9.
52 Eberhard, Şimal Komşuları, s. 90 vd.; Çin Tarihi, s. 17.
53. Bu bilgilere dayanarak Türklerin ilk vatanlarının Çin eyaletleri olan Shensi ve Kansu olduğu iddia edilmemektedir. Buraların, Türk ağırlık merkezinin yalnız bir kenar parçası olduğu bilinmekte, ancak bu devirlere ait Çin kaynakları, Türk bölgesinin merkezini tesbit etmeye imkan vermemektedir. Bkz: Eberhard, Aynı eser, s. 17.
54 Ögel, Büyük Hun, s. 11.
55 Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı Ankara, 1976, s. 5-7; Emel Esin, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi İstanbul, 1978, s. 3.
Cengiz Han Sonrası Asyası’nda
Politik Geleneğe Dair
Yrd. Doç. Dr. Hayrunnİsa A. AKBIYIK
Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
engiz Han’ın liderliğinde (1155-1227) başlayan büyük bir kısmı onun idaresi altında bir kısmı da onun ölümünden sonra halefleri tarafından devam ettirilen seferler Asya’nın tamamını derin şekilde etkilemiştir. Bu etkiyi değişik açılardan değerlendirmek mümkündür. Biz burada politik gelenek içinde hükümdarlığın intikali konusunda emîrlerin etkisi üzerinde durmaya çalışacağız.
Cengiz Han ya da han olmadan önceki adıyla Temüçin’in tarih sahnesine çıktığı dönemde Asya’nın siyasî görünüşünü şöyle özetleyebiliriz: Bu sırada Çin ikiye bölünmüş, Karahıtaylar, Harezmşahlar, Abbasi hilafeti gibi siyasî teşekküllerin yanı sıra kabile konfederasyonu şeklinde tanımlayabileceğimiz Naymanlar, Merkitler, Keraitler, Öngütler ve Uygurlar gibi siyasî gruplar da vardı. Temucin önce Moğol kabilelerini daha sonra da bu kabile devlet diyebileceğimiz grupların hepsini hakimiyeti altına almayı başardıktan sonra seferlerine devam etti. Böylece onun sağlığında Kafkaslar’a ve Deşt-i Kıpçak’a kadar bütün Orta ve Batı Asya ve doğuda Çin bu seferlerden nasibini aldı. Abbasi Halifeliği’ne son vermek torunu Hülagü’ya1 ve Çin’in ele geçirilmesini tamamlamak da diğer torunu Kubilay’a2 nasip oldu.
Cengiz Han babasının ölümünden sonra kabilesinin onu ailesiyle yalnız bırakmasından itibaren zorlu mücadeleler sonunda kuvvetlenmiş ve elde ettiklerini kendisine yardım edenlerle paylaşmayı bilmişti. Cengiz Han ülkesini oğulları arasında paylaştırdı. Cuci’ye İrtiş Irmağından İtil ırmağına kadar Doğu Deşt-i Kıpçak’ı ve Harezm’i vermişti. Cuci’nin babasından altı ay kadar önce ölümü ile burada idare, oğulları Batu ve Orda İçen’e geçmiş ve bu bölgede Altın Ordu Hanlığı kurulmuştu. II. Kıpçak seferi sona erdiğinde (1229-1242) Cuci ulusunun batıdaki sınırı Karpat dağları ve Tuna munsabına kadar uzanmış oldu. Çağatay’a doğuda Uygur bölgesinden batıda Maveraünnehr’e kadar olan yerler verilmişti ve burada Çağatay Hanlığı oluştu.
Ancak bu bölgede bulunan şehirlerin idaresi Yalavaç ailesi vasıtasıyla doğrudan Büyük Kağan’a bağlı kılınmıştı.3 1256’da Möngge Han tahta oturur oturmaz kardeşleri Kubilay ve Hülagu’yu maiyetlerine verilen birer ordu ile doğu ve batıya sefere gönderdi. Hülagu Asya’nın batısında yarım kalan seferlere devam etti ve burada İlhanlıları kurdu. İran’daki bu Moğol hanedanı 1256’dan 1344’e kadar devam etti. Kubilay ise Çin’de Pekin’i kurdu ve 1280’de Güney Çin’in zabtını tamamladı. Çağatay Hanlığı da varlığını 1242’den 1370’e Timur’un ortaya çıkışına kadar sürdürdü. Cuci Ulusu tarafından kurulan Altın Ordu ise yaklaşık buna yakın tarihlere kadar gücünü korudu.
Bu üç devletin Çağatay, İlhanlı ve Altın Ordu Hanlıklarının zayıflayıp parçalanmaları sonucu çeşitli devletler ortaya çıktı. Altın Ordu’dan başlayacak olursak bu devletin yıkılmasıyla Kırım, Kazan, Kasım, Astarhan hanlıkları başta olmak üzere Kazak, Özbeklerin Maveraünnehir’e kaymalarıyla da Özbek, Buhara Hive ve Hokand hanlıklarını Altın Ordu’nın bakiyesi sayabiliriz. Hanedan ve politik gelenek olarak bunlar Altın Ordu’yla bağlantılıdır. Asya’nın merkezinde Çağatay Hanlığı’nın batı kısmında Maveraünnehir merkezli Timurluları bu hanlığın mirascısı olarak görebiliriz. İlhanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra ise çeşitli yerel hanedanlar kurulmuştur.
Bunlar bir süre sonra Timur’un idaresi altına girdiler ve Timurlular, Akkoyunlular ve Karakoyunlular kendilerini İlhanlı devletinin mirasçısı olarak gördüler. Burada isimleri sayılan devletlere bakılırsa bunların Çin hariç Asya’nın neredeyse tamamında özelliklede Orta Asya’da uzun bir süre etkili olan devletler olduğu görülür.
Cengiz Han ve seferleri ile ilgili en önemli ana kaynağımız olan Gizli Tarihi’ndeki ifade ile “çadırlarda yaşayan halk itaat altına alındıktan sonra Pars yılında 1206’da Onan nehrinin menbaında toplandılar ve dokuz parçalı tuğlarını dikerek Cengiz Han’ı Büyük Han ilân ettiler. Cengiz Han “ulusun kuruluşunda birlikte çalışmış olanları Binbaşı yapıp teşekkürümü ifade etmek istiyorum” diyerek4 onlu sisteme göre yeni bir teşkilâtlanma yaptı.5 Bu yeni teşkilâtlanma Moğolların ve Cengiz’in idaresi altında birleşen çadırda yaşayan halk için bir dönüm noktası oldu. Onlu sistemle kabile organizasyonundan daha farklı ve geniş çaplı bir siyasî organizasyona geçmek münkün oldu. Bu yeni yapılanmayı İsenbike Togan6 şöyle açıklamaktadır: “Cengiz Han sanki düzensiz hareketliliğin, göçlerin ve yerelliğin önünü almak istermiş gibi yeni bir düzen kurmuştur. Bu düzen içinde eski boy kayguları, yerellikler engellenmiştir. İster konar göçer olsun ister Uygurlar gibi yerleşik olsun bu düzen içinde yer alan herkes artık ordu düzeninin bir parçası olmuştur. Bu çerçevede de boylar dağıtılmış, çeşitli boylardan oluşan birlikler yeni ele geçirilen yerlere gönderilmiştir”. Bu şekilde kabile boyutlarının üzerinde daha geniş boyutlu bir yapı kuruldu ve bu yeni düzenlemeyle yukarıda sınırlarına işaret ettiğimiz seferler gerçekleştirilebildi. Ancak bir iki nesil sonra bu geniş açılı bakış ve tavır yerini tekrar kabilelerin ön plâna çıktığı bir yapıya bırakmıştır. Hatta bu dönemde daha önce isimlerine rastlamadığımız yeni kabilelere rastlıyoruz. Kabile yapısının tekrar canlanması kadar bu yeni kabilelerin oluşumu da çok ilginç bir konudur. Cengiz Han’ın tesis ettiği sistem uyarınca maiyetlerine değişik kabilelerden gruplar verilen şahsiyetlerin ismi bir süre sonra bir kabile ya da boy adı gibi anılır olmuştur. Altın Ordu sahasında Nogaylar, Çağatay Ulusunda Yasavuri ve Karaunas gibi. Bu kabile yapısının tekrar ön plâna çıkması ve devletler (Altın Ordu, Çağatay, İlhanlı ve Timurlu) içinde idarede etkin olmaları bizim için ilginç neticeler doğurmuştur diyebiliriz. Politik yapı açısından bunun en önemli sonucu devletleri ayakta tutan birkaç unsurdan biri, belki de en etkilisi olan askeri gücü büyük ölçüde kabilelerin sağlaması nedeniyle kabilelerin irsi liderleri siyasî yapıyı belirlemede etkili olmuşlardır. Bu liderler sahip oldukları gücü kaybetmek istememişler ve mutlak merkeziyetçi yapılanmaların karşısında olmuşlardır. Bunu sağlayabilmek için han olma hakkının Cengiz’in erkek neslinden gelen şahıslara ait olması yasasını7 bazen bir oyun haline getirecek kadar sulandırmak suretiyle kullanmışlardır. Bu Altın Ordu coğrafyasında “han kütermek” Çağatay Ulusu’nda ise “han bazı” şeklinde anılır bir davranış tarzı haline gelmişti. Aşağıda bu hususun her ulus içinde nasıl bir seyir takip ettiği üzerinde duracağız.
Cengiz Han’dan itibaren hakimiyetin nasıl belirlendiği hususuna bakalım. Cengiz Han için söylenen onun Orhun Abideleri’ndeki gibi çıplakları giydiren, aç halkı doyuran himayeci bir devlet adamı misyonuna sahip olmadığı düşüncesi tam anlamıyla doğru gözükmüyor. Orhun Abidelerinde hükümdarın esas görevi halkı doyurmak, giydirmek ve zengin etmektir. Tahta çıkan kağanların başarı ölçüsü budur. Bilge Kağan diyor ki “tanrı buyurduğu için devletim kısmetim var olduğu için ölecek milleti dirilttim, çıplak milleti elbiseli kıldım, fakir milleti zengin kıldım az kavmi çok kıldım”.8 Steplerde kabile hayatına bağlı yapılarda beyin görevi aslında halkın karnını doyurma imkanlarını yaratmaktır.9 Cengiz Han’ın fiili olarak yaptığı da bundan farklı bir şey değildir. O’nun yönetmi etrafına kabileleri ve taraftarlarını toplarken gücünü ve elde ettiklerini etrafındakilerle paylaşmaya dayanıyordu. (Müslümanlar üzerine sefere çıkmak istemiş Tangutlara elçi göndermişti. Burada Cengiz Han’ın elçisine kuvveti yetişmedikten sonra onun hanlığı neye yarıyor dediler).10 Zaten başka türlü etrafına farklı kabileler ve şahısları toplayıp onları bir arada tutamazdı. Bozkır kabileleri bağımsızlıklarını gelir ve ganimet elde edebilmek için bir kişinin idaresine devrediyorlar böylece güçlerini birleştirip ganimet elde edebiliyorlardı.11 Cengiz Han da bu şekilde gücü kendi elinde toplamış ama etrafında birleşen kabileleri tedirgin edecek katı mutlakiyetçi bir yapı sergilememişti. Abartılı unvanlar kullanmamayı, mütevazi olmayı, cömert olmayı tavsiye etmiş,12 nihayet devletini tek bir oğluna bırakmak yerine paylaştırmış ve onları bağlı devlet başkanları şeklinde organize etmişti. Böylece Asya kıtasını doğudan batıya kadar bir idare altına almayı başarmıştı. Bu durumda o bir açıdan Asya’yı tek bir idare altında birleştirdi, bir bakıma da bu idare olabildiğince katı bir merkezilikten uzaktı. Yani bir yandan yasa adıyla sürekli vurgulanan bir gelenek oluşturulacak bir yandan da merkezilikten uzak (adem-i merkezî) bir yapıya sahip olduğu söylenecekti. Bu durum biraz çelişkili görülebilir. Ancak burada merkezi ya da adem-i merkezi dediğimiz mekanizmayı tanımlarsak çelişki olmadığını görürüz.
Kabile yapısının ya da boy teşkilâtının hakim olduğu siyasî yapılarda lider liyakatini ispat ederek yani liderliğe lâyık bir kişiliği olduğunu göstererek başa gelebilir. Sadece mevrus hakkı olduğu için başa geçmesi söz konusu değildir. Buna ilaveten kut sahibi olduğunu göstermek ve kendini etrafındakilere kabul ettirmek durumundadır. Bu şekilde kendini kabul ettirdikten sonra bir hükümdar için gerekli olan otoriteye ya da saygınlığa sahip olabilir, kanun koyabilir, töreyi uygular, bir hükümdarın ihtiyacı olan bugünkü tabirle yasama ve yürütme yetkilerini kullanır ve bu durum, işini hakkıyla yaptığı sürece devam eder. Bir hükümdar olarak bu şekilde sahip oldukları güç anlamında merkezi ve güçlü bir hükümdar portresi çizer. Ancak bu güç daimi değildir, görevini iyi yapamadığı takdirde liderliği kaybeder, kendisinden sonra yerine geçecek kişiyi tam olarak tayin edemez (veliaht gösterebilir ama gösterdiği adayın başa geçmesi zaruri değildir), yeni liderin de kendini ispat etmesi, kabul ettirmesi gerekir. Bu yapıda güç sadece hanedan üyelerinin elinde değildir. Boy beyleri bu konuda etkili şahıslardır. Dolayısıyla gücün paylaşıldığı, bir elde toplânmadığı yani gayri merkezi bir yapı da söz konusudur.13 Cengiz Han da buna uymuş ve etrafındakilere liderliğini kabul ettirmiş ve bir hükümdarın tabii hakkı olan kanun koyma, düzen ve nizam tesis etme hakkını kullanarak yasa tesis etmiştir. Burada sürekli gönderme yapılan yasa aslında içerik itibarıyla olmasa bile davranış tarzı olarak Türk devlet geleneğindeki töreden başka bir şey değildir. Türk devlet geleneğinde töre devlet kurucusu Kağan’ın mutlaka tesis etmesi gereken bir şeydi. Oğuz Han vasiyet edip töre koyduğu gibi Bumin Kağan da tahta çıkınca töreyi tanzim etmişti, Elteriş Kağan da töreye göre bozulmuş olan milleti düzene sokmuştu. Cengiz Han yasası da esas itibariyle Türk devletlerindeki töreden başka bir şey değildi14 ve bu gelenek İslâmiyet’in kabulünden sonra da devam etmişti.15
Cengiz de bir davranış tarzı olarak büyük bey olmanın gereğini yaptı ve kanun koydu. Sonuç olarak Cengiz Han’ın Eski Türk kağanlarından çok farklı bir yapı sergilemediğini söyleyebiliriz. Zaten aksi olsa çeşitli Türk boylarının kendisiyle birlikte hareket etmesini sağlayamazdı. Fakat onun koyduğu yasa hanlık hakkını kendi neslinden gelenlere münhasır kılıyordu. Bununla eski geleneklerden farklı yeni bir hanlık hukuku kurma düşüncesinde olduğunu düşünebiliriz.16 Koyduğu yasa kendisinden sonra da etkili oldu.17 Ancak zaman içinde bu yasa sahip oldukları güçlerini han ile paylaşmak ya da ona devretmek istemeyen güçlü emîrler tarafından kullanılarak, kukla hanzadeler bu emîrlerin güdümünde tahta oturtularak güçlü hanların iş başına gelmesine izin verilmedi. Böylece mutlakiyetçi yapının ya da gücün bir elde toplânmasının önüne geçilmiş oldu. Hakimiyet ve idare hakkının Cengiz Han’ın soyundan gelen erkeklere ait bir hak olması yasası yukarıda saydığımız devletlerde idareci aileyi belirlemekte etkili olmuştur. Ancak Cengiz neslinden gelenler her zaman bu özelliklerine dayanarak etraflarındakilerin kendilerine bağlılığını sağlayamamışlardı. Bunu hem Altın Ordu, hem Çağatay hem de İlhanlı idarelerinde görebiliriz. Bu arada bir hususa daha dikkat etmek gerekiyor o da şudur: söz konusu hanlıkların hepsi Cengiz neslinden gelen hanlar tarafından idare edilmekle beraber hakim oldukları bölgelerde coğrafî şartlarından ve söz konusu yerlerde kendilerinden önce kurulan devletlerin oluşturduğu birikim ve kültürel mirastan da etkilenmişler ve kuruluşlarından bir süre sonra bağımsız birer devlet olmuşlar hatta birbirleriyle mücadele etmek durumunda da kalmışlardır. (Altın Ordu ile İlhanlıların Kafkaslar ve Harezm, Çağataylarla Altın Ordu’nın Harezm ve Seyhun ötesinde, yine Çağataylarla İlhanlılar’ın Horasan için mücadeleleri gibi). Burada Cengiz Han’ın bütün Asya’yı içine alan büyük bir devlet kurduğunu ancak daha sonra onun kurduğu büyük devletin küçük ve yerel devletlere dönüştüğünü söylemek çok da yanlış olmaz. Altın Ordu’dan başlayarak hanlıkların durumuna göz gezdirirsek konuyu daha iyi takip edebiliriz.
Dostları ilə paylaş: |