Bariş ve demokrasi partiSİ 2014 merkezi YÖnetim büTÇe yasa tasarisi muhalefet şerhi



Yüklə 1,11 Mb.
səhifə17/19
tarix28.07.2018
ölçüsü1,11 Mb.
#61441
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19

Atanamayan Öğretmenler

Milli Eğitim Bakanlığının YÖK ile uyumlu çalışmaması, öğretmen ihtiyacı ile öğretmenlik bölümü kontenjanları arasına bir türlü sağlıklı bir şekilde kurulamayan arz talep dengesi ve iktidarların yanlış politikaları nedeniyle bugün 400 bine yakın ataması yapılmayan öğretmen bulunmaktadır. Bu rakam MEB verilerine göre ise 250 binin üzerindedir. İhtiyaç duyulan öğretmen sayısının ise 125 bin olduğu bunun da daha çok din kültürü ve ahlak bilgisi ile rehberlik matematik ve İngilizce branşlarında yoğunlaştığı belirtilmektedir.

Bugün bu kadar ataması yapılmayan öğretmene ve öğretmen ihtiyacına karşılık MEB 70 bine yakın ücretli öğretmeni ucuz işgücü olarak güvencesiz bir şekilde istihdam etmektedir.

Başbakan 2002 yılında iktidara gelmeden hemen önce İstanbul’da yaptığı bir mitingte aynen şu ifadeleri kullanmıştı: “bir çok gencimiz, özellikle öğretmen adaylarımız işsiz kaldı. Ülkede eğitim çökmüş, köy okulları kapanmış, merkezdeki okullar bile öğretmen diye can çekişiyorken sen sınavla öğretmen seçmeye kalkıyorsun. Bıraksana genç öğretmenlerimiz gitsin çalışsın. O kadar sene beklet sonra al, adamda artık heves kalır mı öğretmenlik yapabilir mi? Ama inşallah biz iktidar olunca öğretmenler okulun bittiği gün görev aşkıyla okuluna gidecek hiç merak etmeyin.” 2002 yılında atanmayan öğretmen 70 bin bugün 400 bin!. 20 Ocak 2013 tarihinde Gaziantep’te başbakana “şubatta atama bekliyoruz” diye seslenen öğretmen adayına başbakan; “kusura bakma biz ne dediysek o al oyunu kendine sakla” diye cevap verdi.

Geçtiğimiz günlerde Milli Eğitim Bakanı, 2014’ de yeni öğretmen atamalarının olmayacağını söyledi. 120 bin dolayında öğretmen açığı olmasına karşın hiçbir atama yapılamayacağını çok rahat bir şekilde ifade ediyor bakan. Neden atama yapılamıyor? Bahane hazır, çünkü bütçe yok. O zaman bizden size öneri: insanların üzerine az gaz sıkın, az polis alımı yapın, Rojava’da ki çeteleri desteklemeyin, örtülü ödeneği kısın ve öğretmen atayın

Türkiye dünyada GSYH’ nın en yüksek oranını savunma harcamalarına ayıran 14 ülkeden biri. Kamu Harcamalarını İzleme Platformu Türkiye’de savunma harcamalarının % 5 kısılmasıyla 1 milyon yoksula yaklaşık 300 TL nakit yardımı yapılabileceğini ifade ediyor. O halde bu hesaba göre savunma harcamalarını %10 kıssalar 400 bin öğretmeni işe alıp ortalama memur maaşı civarında bir ücret ödeyebilirler.


  1. AKP iktidarı döneminde kamusal ve ücretsiz bir hak olan eğitimin ticarileştirilmesi politikaları gizli ve açık özelleştirme politikaları ile hayata geçirilmektedir.

Eğitim Enternasyonali’nin yayınladığı raporlara göre, eğitimde piyasalaştırma uygulamaları “gizli ve açık özelleştirme” olmak üzere iki şekilde gerçekleşmektedir. Benimsenen yöntemler arasında, öğrencilerden alınan “katkı payı” gibi uygulamaların yanı sıra, AKP Hükümetinin 10 yıldır yaptığı gibi özel okulların çeşitli yollarda teşvik edilmesi, toplam okullar içerisindeki özel okul payının arttırılması gibi yöntemler en yaygın uygulamalar arasındadır.

Türkiye’de “gizli özelleştirme”, bir yandan devlet okullarında eğitimin niteliğini bilinçli olarak düşürüp, özel okulların öne çıkarılması şeklinde ortaya çıkarken, diğer taraftan eğitimin kamusal finansmanından çok, halkın eğitimin finansmandaki payının arttırılması şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

Eğitimde bir diğer önemli ticarileştirme hamlesi, Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2005 yılında yayınladığı bir genelge ile Okul Aile Birlikleri’ni okullarda bağış adı altında kayıt parası toplamaya, okul kantinlerini, otoparklarını, spor salonlarını işlettirmeye yetkili kılması olmuştur. Bu genelge ile devlet okullarında bağış adı altında yürütülen zorunlu bağış uygulaması açık biçimde yasal bir nitelik kazanmıştır. Anayasa’nın ilköğretim okullarında eğitimin parasız olduğunu vurgulayan 42. maddesi ile çelişen bu genelgenin sonuçları, uygulama başladığından bu yana hemen her alanda hissedilmeye başlanmıştır.

Türkiye’nin çeşitli yerlerinde okullarda bağış yapan öğrenciler teknolojik olarak daha donanımlı sınıflarda, bağış yapmayan öğrenciler ise sıradan sınıflarda eğitim almaya başlamışlardır.

Öğrenci velilerini okul yönetimine ve karar alma sürecine katmak amacıyla okul aile birliklerinin yetkilerinin arttırıldığının savunulmasının aksine, bu birlikler mafya tarzı örgütlenmelerin ağına düşmeye başlamıştır. Özellikle otopark rantının oldukça yüksek olduğu büyük şehirlerde okulların bahçelerini otopark olarak işletme yetkisini ele geçirmek isteyen çeşitli yapılar, okul aile birliklerine sızmaya başlamışlardır. Çeşitli illerden Eğitim Sen’e ulaşan “kayıt için istenen belgeler” listesinde, okul aile birliklerinin banka hesap numaralarına büyük miktarlarda “bağış” yatırılmasının kayıt için zorunlu kılındığı bilinmektedir.

Eğitimde kamusal boyutu gerileterek piyasacı zihniyeti öne çıkarmaya yönelik faaliyetler arasında önem taşıyan bir diğer önemli boyut, kamu-özel işbirliği ya da ortaklığı faaliyetleri aracılığıyla okullarda kamusal finansmanın özel kesimden, şirketlerden sağlanan finansmanla yer değiştirmesine dönük çabalardır. Bu anlamda bu çalışmalar, uluslararası alanda eğitimde “gizli özelleştirme” pratikleri olarak adlandırılmaktadır.

Okullarda kamusal bir yükümlülük olarak gerekli ödeneklerin ayrılmaması sonucunda ticari ilişkiler ve şirketler dersliklere kadar girmekte ve kamunun eğitimdeki payının azaltılmasının bu perspektif dâhilinde meşrulaştırılmasının amaçlandığı görülmektedir.

Okullarda sponsor uygulamasına gidilmesi, eğitimde kamusal boyutu tahrip edip özelleştirmeye dönük bir adım olarak yaygınlaştırılırken, aynı zamanda da devlet okulları arasında gelir ve ticari faaliyetlere göre hiyerarşik bir yapının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu durum, kamusal boyutu özele ve gelir durumlarına göre tasnif ederek tasfiye etmekte ve devlet okullarında özelleştirme ya da şirketleşme pratiklerinin yerleşmesine neden olmuştur.

Hal böyle olunca, özel okulların toplam okullar içindeki payının arttırılması yönündeki talebini ve bu yöndeki devlet desteğini yeterince seferber edemeyen AKP Hükümeti, eğitimi bir bütün olarak ticarileştirme ve kısmen özelleştirme sürecini bizzat devlet okulları içinde yürütmeye çalışmaktadır.

Eğitim, devredilemez bir kamusal haktır. Bu alanda yapılan çeşitli araştırmaların da gösterdiği gibi, devlet okullarında paralı eğitim uygulamaları yaygınlaştıkça, en düşük gelir dilimindeki yüzde 20’lik kesimin gelirleri içinde eğitim harcamalarına ayırmak zorunda oldukları pay mutlak anlamda artmakta ve bunu gıda ve sağlık harcamalarından kısılarak gerçekleşmektedirler. Bu koşullarda devlet okullarında eşitsizlikleri derinleştiren örnekler, var olan toplumsal eşitsizlikler doğrultusunda okulları tasnif etmeye yaramakta ve zenginle yoksula ayrı ayrı “devlet okulu” tanımlamasının önünü açmaktadır.

Gelinen noktada toplumun maddi olanaklara sahip belli kesimi için eğitim halen nitelikli işgücünü elde etmenin araç ve olanaklarını sunmaktadır.

Toplumun büyük çoğunluğu ise içeriği boşaltılmış, belirgin ve yeterli bir nitelik sağlamayan, yetersiz olanaklara sahip bir eğitim sürecinden geçirilmekte ve bu hali ile sermayenin ucuz emek gücü talebini karşılayan kitleyi oluşturmaktadır. Bu şekilde eğitimde özelleştirme uygulamaları ile sadece eşit koşullarda ve parasız eğitim hakkı değil, eğitim sonrası mezunların eşit koşullarda çalışabilme koşulları da ortadan kaldırılmaktadır.

AKP Hükümeti, daha önce Latin Amerika ülkelerinde uygulanan ve başarısız olduğu için başta Şili olmak üzere birçok ülke tarafından terk edilen eğitimi ve sağlığı piyasalaştırma yöntemini, sorunların çözümü için tek çare gibi sunmak yerine, özel çıkarı değil; kamu yararını gözetmeli ve dünyada gerileyen bu modelleri Türkiye’ye çare olarak dayatmaktan vazgeçmelidir.


  1. 4+4+4 Eğitim Sistemini Tam Bir Çıkmazın İçine Atmıştır

6287 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile birlikte zorunlu eğitim süresi 8 yıldan 12 yıla çıkarılmıştır.

Bu Kanun ile birlikte ilköğretim, 4 yıl süreli ve zorunlu ilkokullar ile 4 yıl süreli zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkân veren ortaokullar ve imam hatip ortaokullarından; ortaöğretim ise 4 yıl zorunlu genel ve mesleki ve teknik eğitim veren liselerden oluşturulmuştur.

İlkokullara yeni başlayacak çocuklar için 60-66 aylık yaş aralığında olanlar velisinin isteğiyle 66 aylık olanlar ise zorunlu ilkokul çağında sayılarak okula başlatılmıştır. Eğitimin tüm diğer taraflarının ve bilim insanlarının tüm eleştiri ve önerilerine rağmen; dönemin Milli Eğitim Bakanı ve hükümet yetkilileri uygulamayı savunmuştur. 2012-2013 eğitim yılında alelacele hayata geçirilen bu uygulama ile 600 yüz bin çocuk okul öncesi eğitimi almadan ilkokullara kayıt edilmiştir. İlerleyen aylarda bu çocukların büyük bir kısmında okul fobisi gelişmiştir.


  • Birinci sınıfların yüzde 44’ü boylarına uygun olmayan sıralarda bir ders yılı oturmak zorunda kaldı

  • 60-66 aylık çocukların yüzde 67’si en az 1 kez altına kaçırdı.

  • Üst yaş gruplarındaki öğrencilerin tamamı Nisan ayında okumaya geçerken, 66 ay altındaki öğrenciler için bu oran yüzde 18’de kaldı. Yani 60-66 ay aralığında kalan çocukların yüzde 82’si yani her 5 çocuktan 4’ü Nisan ayında okumaya geçemedi.

  • “1.sınıflarda yapılan sistem ve müfredat değişikliğine ilişkin herhangi bir eğitim aldınız mı?” sorusunu ise öğretmenlerin yüzde 65’i eğitim almadım diye cevaplarken, yüzde 31’i bu yönde eğitim aldığını ama işe yaramadığını, yüzde 4’ü ise eğitim aldığını ve işe yaradığını bildirdi.

2013-2014 eğitim yılı başında Milli Eğitim Bakanlığı, İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinde değişiklik yaparak uygulamadan vazgeçti. Buna göre okul müdürlükleri, yaşça kayıt hakkını elde eden çocuklardan 66, 67 ve 68 aylık olanları, velisinin vereceği dilekçe ile kayıt etmeyebilecek. 69, 70 ve 71 aylık olanların ise, ilkokula başlamaya hazır olmadıklarını belgeleyen sağlık raporu ile kayıtlarını bir yıl erteleyebilecek.

Bakanlık hiçbir veri ve gerekçe açıklamadan yayınladığı bir genelge ile ilkokula başlama yaşını tekrar 72 ay olacak şekilde değiştirdi. Deyim yerindeyse tam bir “yapboz oyunu “küçücük çocuklar kullanılarak oynandı. Sonuçta bakanlığın bilim insanlarının önerdiği yaş aralığında okula kabullere başlaması olumlu bir adımdır.



  1. Eğitim Sınav Merkezli Bir Yapıya Kavuşturuldu

Merkezi sınavların eğitim sistemi üzerinde yarattığı sorunları aşmak için hükümet sürekli üst öğretimlere geçiş sistemlerini değiştirmek-güncellemek zorunda kalıyor. Böylelikle de öğrenci, veli ve eğitim emekçilerinden gelen eleştirileri öteleme gayreti içine giriyor.

Bugün Türkiye’de eğitim sisteminin en temel sorun alanlarından biri de hiç kuşkusuz eğitim sisteminin merkezi sınav odaklı hale getirilmiş olmasıdır. Aslında bu bilinçli bir politikanın sonucudur. Amaç eğitimi yerel, özgül ve özerk bağlamından kopararak, tüm farklılıkları ve eşitsizlikleri görünmez kılarak ülkenin genelinde eğitimi; piyasaya açmak, standartlaştırmak ve denetim altına almaktır.

Devletler açısından eğitimin iki temel amacı (1. Sermaye için gerekli iş gücünü ve 2. Devletin bekası için “İyi yurttaşlar!!!” yetiştirmek) düşündüğümüzde eğitim üzerinde oluşturulan merkezi baskı daha da anlaşılır olmaktadır. Bugünkü uygulamalar; özellikle 1980 Askeri Darbesi sonucu Türkiye’de adım adım örülen neoliberal politikalar sonucu eğitimin piyasaya açılması, bir rekabet alanına dönüştürülmesi ve standartlaştırılması yönünde alınan kararlarla da daha anlaşılır olmaktadır.

Her eğitim ortamı, o ortamda var olan koşullara göre (öğretmen, öğrenci veli profilleri, bölgenin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel yapısı, okulun fiziki koşulları ve olanakları vb.) özgündür. Eğitim müfredatı oluşturulurken, ders içerikleri belirlenirken, ölçme ve değerlendirme yöntem ve esasları belirlenirken bu özgün koşullar göz önünde bulundurulmalı ve her eğitim ortamı kendi özgünlüğünde değerlendirilmelidir. Örnek vermek gerekirse Çankaya’da ki bir eğitim ortamının koşulları ile Şırnak’ın bir dağ köyündeki eğitim ortamının sahip olduğu koşullar aynı değildir. Lakin merkezi sınavlar bu ortamların özgül yanlarını diğer bir değişle eğitim mekânları arasındaki tüm nitel ve nicel farklılıkları görmezden gelerek işe koşulmaktadır. Herkese fırsat eşitliği sunulduğu iddia edilmektedir. Herkesin bu sınavlara girme ve bu sınavları kazanma şansının olduğu argümanını ileri sürmektedirler. Lakin bölgesel, sınıfsal koşullardan kaynaklı olarak bazıları daha şanslıdır ve bu şans her zaman yerele göre merkezde olandan, doğuya göre batıda olandan, Anadili Kürtçe olana göre (ve diğer öteki kimliklerin anadilleri) Türkçe olandan, yoksula göre Zengin olandan, Kız olana göre erkek olandan yanadır.

Merkezi sınavlar aynı zamanda eğitimin özelleştirilmesi açısından da büyük bir işlev yerine getirmektedir. Dershaneler, özel dersler, sınav kitapları vb. ortaya çıkan rant sürekli kendini büyütmekte ve eğitimi her geçen gün daha fazla piyasanın koşulları içine çekmektedir.

Ortaöğretime geçiş sınavları son yıllarda arka arkaya değiştirildi. Öncelikle tek aşamalı bir sınav getirildi daha sora bu sınav 6, 7 ve 8’inci sınıflara yayılarak üç aşamalı hale dönüştürüldü, son olarak ta tekrar tek aşamalı sınava geri dönüldü. Bugün ise yapılan değişiklik ile merkezi sınavın kaldırıldığı belirtilmekte ve öğrencilerin zaten okulda girmekte oldukları sınavların bazılarının merkezi olarak yapılacağı ve diğer sınavlarında denetim altına alınacağı belirtilmektedir.

Merkezi sınav kaldırılmıyor, okulda verilen eğitim sürecinin içerisine yerleştiriliyor ve sayısı çoğaltılıyor.

Müfredatın ülke genelinde aynı şekilde uygulanması noktasındaki basıncı daha da artıracak diğer bir değişle eğitimde standartlaştırma yaygınlaştırılacak,

Okullar arasındaki nitelik farklılıkları görmezden geliniyor, okulların özgün eğitim ortam ve koşulları hiçe sayılarak merkezi sınav ile birlikte merkezi denetimde yaygınlaştırılıyor.


  1. Eğitim Emekçilerinin Üzerindeki Baskı Her Geçen Gün Daha da Artırılmaktadır

Öğretmenlik mesleği, öğretmenin eğitime ilişkin beklentileri gerçekleştiren temel bir aktör olmasını kabulünden yola çıkılarak kurulmuştur. Türkiye’de de bu temelde Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana öğretmene modern toplumun inşası sürecinde önemli bir görev verilmiştir. Ülkenin kalkınmasında eğitimin önemi artıkça öğretmen rolü de güçlenmiştir. Fakat 1980’lerden sonra neoliberal ekonomik politikaları ile öğretmenlik mesleği yeniden biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Bu temelde öğretmenler yoksullaştırılmış, öğretmenlik mesleğinin hızla niteliksizleştirilmeye çalışılmıştır. Neoliberal dönüşüm temelinde yeniden biçimlendirilen öğretmen, düşünmekten çok yapmaya yönlendirilmiştir. Aslında yapılmak istenen,. Eğitimin toplumsal anlamını kavramış ve bu kavrayışın temelini oluşturan donanıma hakim olan, öğrenme/öğretme süreciyle ilgili 'toplumsal sorumluluk' duygusuna sahip ve mesleki davranışlarıyla ilgili kararları kendisi veren, dıştan kontrolü kabul etmeyen ve özel ihtisas gerektiren bir meslek olarak görülen öğretmen imgesi; mesleki etkinlikleri piyasa kriterleri olan profesyonel standartlar, performans göstergeleri ve verimlilik gibi, dışsal hesap verebilirlik mekanizmalarıyla ölçülen bir meslek elemanına dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Diğer bir değişle öğretmeni eleştirel düşünen ve tepki verebilen “aydın”dan çok bir “teknisyen” olarak yeniden tanımlamaktadır. Bu dönüştürme çabasının AKP iktidarı döneminde daha fazla yoğunlaştığı, öğretmenlik mesleğinin dönüştürülmekle birlikte itibarsızlaştırıldığı görülmektedir. Doğrudan Eğitim Bakanları tarafından öğretmenler “az çalışan”, “sorumluluktan kaçan” kişiler olarak nitelendirilmiş ve AKP’nin eğitim politikalarından kaynaklı eğitim sisteminin tüm başarısızlıkları doğrudan öğretmenler üzerine yıkılmaya çalışılmıştır.

Öğretmenlik mesleği aydın kimliği ve toplumsal zeminde yüklendiği rol gereği eleştirel düşünmeyi temel almak zorundadır. Bu nedenle öğretmenler eğitim sistemi başta olmak üzere toplumsal zeminde yapılan tüm değişiklikleri sorgulamak ile yükümlüdürler. Fakat bu eleştirilere katlanmak istemeyen, yaptığı her değişikliğin hiçbir şekilde üzerine düşünülmeden öğretmenler tarafından doğrudan yapılmasını isteyen Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, mevcut değişikliklere inanmayan öğretmenleri “öğretmenlikten istifa etmeye davet” edecek kadar ileri gitmiştir. Öğretmeni itibarsızlaştıran tehditkâr üslubunu ile öğretmenlere sürekli çarpıtılmış bilgiler sunmuştur. Bakan Türkiye’de öğrencilerin diğer ülkelerdeki öğrencilere kıyasla başarısız olduklarını belirmiş, kendi sorumluluğunu görmezden gelerek sistemin tüm eksikliklerini öğretmenlere yüklemiştir. Öğretmenleri az çalışmak ile suçlayan Bakan, öğretmenlerin çalışma sürelerini hesaplarken teneffüsleri bile az çalışmaya örnek gösterecek kadar seviyeyi düşürmüştür. Öğretmenlerin eğitim öğretime hazırlanma sürelerini yok saymıştır. Öğretmenlere yüklenen ADEY, Okullar Hayat Olsun, TEBFİS vb. sayısız işi dikkate almamıştır. Kendi geliştirdiği “orijinal” hesaplamalara göre OECD ülkeleri arasında “en az çalışıp en fazla ücret alan!” öğretmenler kategorilerinde Türkiye’deki eğitim emekçilerinin üst sıralarda yer aldığını ileri sürmüştür.

Tüm bu söylemlerin altında yatan gerçek, AKP’nin eğitim politikalarının amacı, öğretmenliği itibarsızlaştırmak böylelikle eğitimin niteliğini düşürmek, özel okulları daha güçlü bir seçenek olarak sunmak, eğitimi daha hızlı piyasaya açmak ve ticarileştirmek, öğretmenleri daha ucuza ve esnek koşullarda çalıştırmak, düşünmeyen, eleştirmeyen sadece istenileni yapan uysal bir nesil yetiştirmektir. Bu noktada kendine engel gördü öğretmenlik mesleğine sürekli saldırılmaktadır. Çünkü Dave Hill'in de belirttiği gibi, öğretmenler, “sermayenin bugünkü hegemonik projesini meşrulaştırma veya gayrı meşru ilân etme konusunda bireysel ve kolektif güce sahiptirler.” AKP eğitim sisteminin tümünde yukarıda belirtilen değişimleri daha rahat yapabilmek için bu kolektif gücü ortadan kaldırmak istemektedir.


  1. Yatılı Asimilasyon Merkezileri

7 Aralık 1936 tarihinde İçişleri Bakanı Şükrü Kaya başkanlığında toplanan Umumi Müfettişler Konferansı'nda konuşan Birinci Umumi Müfettiş Abidin Özmen; "Kürtler asimile edilmeli" diyor ve şunu öneriyor: "Türk toplumu içinde kaynatmak istenilen Kürtlere Türkçe öğretmek. Bunun için de köy çocuklarının okuyacakları köy okulları kurmak gerekir. Bunun için yemesi köyünde köylüsünün, anasının, babasının yediğinden ayrılmak, yatağını basit tahta kerevetini kendilerine temin ettirmek suretiyle devşirme ile köy çocuklarını alıp yatılı mektepler kurmak icap eder".

Bu mantıkla kurulan okullarda bu amaca ulaşmak için fiziki şiddet dahil her türlü yol ve yöntem denenecek demektir. Son yıllarda yapılan araştırmalar ve YİBOlarda okuyan kişilerin anlatımlarında buralarda eğitimden ziyade kışla kültürü ve mantığının egemen olduğunu göstermektedir.

YİBO öğrencilerinde fazlaca ezilmişlik psikolojisi var. Öğrenciler kendilerini değersiz hissetmekte ve ciddi sosyalleşme sorunları yaşamaktadırlar. Öğrenciler öğretmeni rütbeli, kendisini vasıfsız bir asker olarak görmektedir. Yatakhaneler koğuş olarak adlandırılmaktadır. Özellikle öğrencilere Türk-İslam sentezi empoze edilmektedir. YiBO'da okuyan öğrencilerin, yüz ifadelerinde soğukluk, gelecek kaygısı. Emre itaatin belirgin olması, edilgen davranışlar gibi özellikler gösterdiği görülmektedir.

YİBO ya da yeni adıyla YBO’ların büyük çoğunluğu%70 ‘i Kürtlerin yaşadığı bölgelerde faaliyetlerini sürdürmektedir. Son yıllarda bu okulların gerek asimilasyonun aracı olarak kullanıldığının deşifre edilmesi; gerekse de çocukların ihmal ve istimrara maruz kalmasıyla gündeme gelmeleri sebebiyle kapatılacağı ifade edilmiştir. 2013-2014 eğitim yılında da sayıları azalsa da kapatılmaktan vazgeçildiği görülmektedir.



  1. Taşımalı Eğitim

2012-2013 eğitim-öğretim yılında ülke genelinde taşımalı ilköğretim uygulaması kapsamında 811 bin 838; taşımalı ortaöğretim uygulaması kapsamında 389 bin 958, özel eğitim öğrencilerinin ücretsiz taşınması uygulaması kapsamında ise 47 bin 459 öğrenci taşındı.

Taşımalı eğitim sisteminin uygulanması için yaklaşıl 110. 000 araç kiralanmakta. Taşınan çocuklara taşıma merkezlerinde yemek verilmekte olup tüm bu hizmetler ihale yoluyla halledilmektedir. Son yıllarda bu ihalelerin şeffaf olmadığı ve yandaş kişi ve şirketlere çeşitli ihale hileleriyle verildikleri yönünde önemli iddialar mevcuttur. Adeta adrese teslim ihalelerin yapıldığı basında yer almaktadır.

2013-2014 eğitim öğretim yılının başında ise Yeni çıkarılan Büyükşehir yasasına göre köylerin mahalle statüsüne dönüşmesi sonucu çok sayıda ki köyde taşımalı eğitime son verildi. Aylık geliri 800 TL’yi geçmeyen on binlerce aileye çocuklarını fiyatı en az 60 TL olan serviler ile okullara göndermeleri dayatıldı. Bu parayı bulamayan veliler ise çocuklarını traktörlerle, at sırtlarında ya da saatlerce yürüyerek okullara ulaşmaya çalışmaktadır.

1989-1990 eğitim öğretim yılından bu güne kadar 22 yılda toplam 120 trafik kazası meydana gelmiş ve bu kazalar sonucunda 48 öğrencimiz yaralanmış, 62 öğrencimiz ise hayatını kaybetmiştir.

Taşımalı eğitimde yemek sorunu için ayrıca bir başlık açmalıyız. Maalesef her eğitim döneminde yüzlerce öğrenci taşımalı veya yatılı okullarda yemekten zehirlenmekteler. Daha geçtiğimiz hafta Van Muradiye taşıma merkezi olan Kandahar İlk ve Ortaokulunda verilen yemekten dolayı 509 öğrenci zehirlendi. Bu okullarda yemek ve hijyen koşullar için ayrılan bütçe son derece kısıtlı olup bedeli can güvenliği ile sınanmaktadır. Öğrenci başı yemek bedeli 1,5 TL ye kadar düştüğü taşıma merkezleri bulunmaktadır. Yemeklerin getirilme şartları, bekleme suresi, temizlik ve yemeklerde kullanılan malzemeler titizlikle takip edilmeli ve sorumlular kesinlikle cezalandırılmalı, her şeyden önce bunları sağlayacak bütçe sağlanmalıdır. Taşıma merkezlerinin çoğunda sağlıklı bir yemekhane bulunmamaktadır. Milli Eğitim Müdürlüklerimizin hizmet satın alma ihaleleri son derece şaibeli ortamlarda gerçekleşmekte, yandaş zengin etme çabaları göze çarpmaktadır.


  1. Okul Sütü Projesi Başarısız Oldu

2011-2012 eğitim öğretim yılının son bir ayında okullarda süt dağıtımına başlandı, 2012-2013 döneminde ise ancak ikinci dönem, okul öncesi ve ilkokullarda dağıtım yapılabildi.

2013-2014 eğitim öğretim yılında ise, 19.9.2013 tarihli resmi gazetede yayınlanan tebliğde de görüldüğü gibi, 2013-2014 eğitim öğretim yılının birinci döneminde okullarda süt dağıtımının yapılmayacağı anlaşılmaktadır.

AKP iktidarı Uygulamaya koyduğu tüm işlerde olduğu gibi, okul sütü projesinde de halkın gözünü boyamış ve halkı kandırmıştır. AKP iktidarı, çocukların haftada 3 gün ve bir yılda sadece 4 ay süt içmelerini yeterli görmüştür. Çocuklarımızı, siyasi malzeme yapan AKP iktidarı, Okul Sütü Projesi'ni planlayamamıştır.

Projenin dört aylık olmaktan çıkarılıp tüm yıla yayılması gerekmektedir. Öğrencilere, uzun ömürlü süt değil, günlük süt dağıtılmalıdır.

Geçen yıl daha süt dağıtımının başında yüzlerce çocukta zehirlenme belirtileri görülmüş ve çocuklara dağıtılan sütlerin sağlıksız “arazi “denilecek yerlerde denetimden uzak şekilde muhafaza edildiği basına yansımıştı.

Geçen yıl özellikle okulun son günlerinde okula gelmeyen çocuklara sütler verilememiş ve bunun sonucu yaklaşık 40.031.058 kutu sütün okulların depolarında kaldığı ve dağıtımının yapılamadığı tespit edilmiştir. Sütlerin tekrar iadesinin de bakanlık genelgeleriyle engellenmesi sonucu; devletin toplam 17.821.827 lirası çöpe gitmiş oldu.



AKP’nin eğitim alanında başlattığı; Başbakanı elinde tabletle okul okul gezdirdiği FATİH Projesi gibi, Okul Sütü Projesi de yarım kalmıştır.

YÖK

  • Yükseköğretim Kurulu (YÖK), 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından üniversiteler üzerinde bir baskı aracı olarak 1981 yılında kurulmuş ve bu özelliğinden 32 yıldır hiçbir şey kaybetmemiştir.



  • Hükümet, iktidarını üniversitelerin en ücra köşelerinde dahi hissettiren YÖK’ü kaldırma talebini görmezlikten gelmeye devam etmektedir. Çünkü YÖK, denetimi ve kontrolü tekeline alarak iktidarını hükümetlerin huzuruna sunabilen bir kurum olarak örgütlenmiştir.



  • YÖK’ün siyasi iktidarların üniversiteler üzerindeki hem kalemi, hem kılıcı olma işlevi görmesi, AKP’nin Türk-İslam sentezi ideolojisi ile biçimlendirilmiş YÖK’ü neden koruyup kolladığını göstermektedir.



  • YÖK üniversiteler üzerinde düzenin baskı aygıtı işlevi ile birlikte, üniversitelerin yeni liberal politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırılmasında da etkin rol almıştır.



  • YÖK’ün kuruluşu ile birlikte özel üniversiteler kurulmuş, kamu üniversitelerinde paralı eğitim uygulamaları harçlarla yaygınlaştırılmıştır.



  • 30 yıllık tarihi boyunca YÖK’ün yapmak istediği özünde sermayeyi üniversitelerde doğrudan etkin kılmak olmuştur.



  • Bologna süreci ve YÖK’ün buna paralel olarak hazırladığı strateji raporu “üniversitelerin bir işletme olarak kendi kaynaklarını yaratması, öğrencilerin ekonomik gelir kaynağı olarak tanımlanması, bilginin piyasa için üretilerek üniversitelerin piyasada rekabet eder hale gelmesi” vb önlemleri içermektedir.



  • YÖK Ocak 2013’te “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” başlığıyla, yeni bir yasa taslağının gerekçesi olabilecek bir metin yayımlamıştır. 32 yılı aşkın bir süredir YÖK’ün kaldırılması ve yükseköğretim hizmeti alanının kamusal, parasız, demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü ve nitelikli biçimde düzenlenmesi üzerinde ısrarcı olunmasına rağmen, metin içerisinde bu taleplere değil, piyasacı-muhafazakar ve otoriter düzenlemelere yer verilmiştir.



  • YÖK’ün ve yükseköğretim hizmeti alanının yeniden yapılandırılmak istenmesi, karşımıza yeni çıkarılmış bir konu değildir. 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasasının çıkarıldığı 1981 yılından bugüne, değişen şartlara göre bir dizi değişikliklere konu olmuştur. Özellikle 1990’lı yıllarla birlikte “yükseköğretimde reform” çalışmaları hız kazanmış ve birçok yeni düzenleme gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen tüm değişiklikler her geçen gün yükseköğretimin bilimsel özgürlükten, eşitlikçi ve demokratik yönetimden uzaklaşmasına, artan ölçüde piyasa ilişkilerine teslim olmasına yol açmıştır.



  • AKP ile birlikte YÖK, “Yükseköğretimi Yeniden Yapılandırma” çalışmalarını 2011’de yapılan rektörler toplantısı, bakanlık ile önde gelen kurum temsilcileri toplantılarla sürdürmüş, Haziran 2012’de ise Gebze-TÜBİTAK’ta bir toplantı daha yapmıştır. Ayrıca Kalkınma Bakanlığı, “Onuncu Kalkınma Planı” çerçevesinde “Yükseköğretim Sisteminin Yapılandırılması” başlığıyla 5-6 Eylül 2012 tarihlerinde bir toplantı daha gerçekleştirmiştir.



  • Sendikalar ise kimi zaman toplantılara çağrılmış ve bu toplantılarda sadece YÖK tarafından belirlenen bir başlıkta görüş bildirmek zorunda bırakılarak alınan kararlar, meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.



  • YÖK tarafından yürütülen bu süreç, tam da YÖK’e yakışır biçimde demokratik olmayan ve tepeden inme bir tarzla yönetilmiştir. Son dönemde yapılan “Yükseköğretimi Yeniden Yapılandırma” çalışmalarıyla, bugüne kadarki yükseköğretimi piyasa ilişkileriyle donatma, kadrolaşma, niteliksizleştirme ve otoriter yapılanmayı pekiştirme politikalarında son adım atılmak istenmektedir.



  • Metinde öne çıkan başlıklar çalışma yaşamından, akademik özgürlüğe kadar üniversitelerin nasıl dönüştürülmek istendiğini göstermektedir. Örneğin, YÖK’ün adı “Türkiye Yükseköğretim Kurumu” şeklinde değiştirilsin, denilmektedir. Oysa isim değişikliği hiçbir şey ifade etmemekte; YÖK, üniversitelerin, sermayenin ve siyasal iktidarların ihtiyaçlarına göre bilgi ve iş gücü üretmelerini sağlayacak, üniversiteleri disipline edecek, merkezi ve güçlü bir iktidarı ifade etmeyi sürdürmektedir.



  • YÖK bugün, üniversiteler sermayenin talep ettiklerini tam anlamıyla karşılayabilsin diye yeni bir forma sokulmak istenmektedir. Bu yönde atılan adımlar aynı zamanda AKP’nin tüm resmi kurumlara anlayış ve kadrolar anlamında yerleşerek kendi kontrol mekanizmalarını kuvvetlendirmesi çabasının bir parçasıdır. Bir zamanlar asker postalı olarak tariflenen YÖK düzeni, bugün yeni ihtiyaçlara cevap veren bir baskı aygıtı olarak yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Bunun demokratikleşme olarak sunulması ise tam bir göz boyamadır.



  • Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” başlıklı metin incelendiğinde, devlet ve vakıf üniversitelerine ilaveten; şirket statüsünde “özel üniversiteler” kurulabilmesi ve “yabancı yükseköğretim kurumlarının” Türkiye’de fakülte enstitü ve meslek yüksek okulu açabilmesinin planlandığı görülmektedir.



  • Özetlemek gerekirse üniversitelerin yoğunlaşma alanlarına göre “araştırma”, “eğitim” ve “toplumsal hizmet” şeklinde üç farklı alanda hizmet üretmeye odaklanması önerilmektedir. Eğitim, araştırma ve toplumsal hizmet alanlarından birinde üniversitelerin yoğunlaşmasını önermek, “üniversite” ve “kamu hizmeti” kavramlarından bihaber olunduğunun en açık ifadesidir.



  • Araştırma yapmayan, eğitim hizmeti üretmeyen ve bu hizmetleri toplumsallaştırmayan bir kurumun üniversite olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Burada yapılmak istenen, üniversiteleri belirli sektörlerin hizmetine sunmak olduğu açıktır. Bu ayrıştırmayı, üniversiteleri sertifika dağıtan kurumlar haline getirmenin bir adımı olarak görmek gereklidir. Dolayısıyla gerçekleştirilmek istenen çeşitlilik değil, tam aksine yükseköğretimi parçalama, metalaştırma ve piyasa koşullarında homojenleştirmedir.



  • YÖK, üniversite bileşenlerinin üniversite yönetimlerinde seçme ve seçilme hakkını kullanması talebini hayata geçirmek yerine, üniversitenin bulunduğu ilde en fazla vergi veren kişinin, üniversiteyi yönetmesi önerilen “üniversite konseylerinde” yer alması gibi önerileri ciddiye alan bir yaklaşım sergilemiştir. Bunun açık anlamı üniversiteyi, kendi bileşenlerinden korumaktır. Bu zihniyet, 12 Eylül zihniyetinin devamını temsil etmektedir. Kaldı ki “Türkiye Yükseköğretim Kurulu”nun yönetsel yapısının büyük ölçüde siyasal iktidarlarca şekillendirilmesi önerisi, bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir yaklaşımdır.



  • Bugün çok sayıda üniversitede “asistan kıyımı” yapılmak istenirken, üniversiteler taşeronlaşmaya mahkum edilmişken, idari ve teknik personelin özlük ve sosyal hakları gasp edilip, angarya işlere zorlanırken getirilen bu değişiklikle adeta güvencesiz ve düzensiz çalışma üniversitelerde kurumsallaşmaktadır. Oysa iş güvencesi akademik özgürlüğün, akademik özgürlük ise üniversitenin olmazsa olmaz, temel ve kurucu koşuludur. İş güvencesinin ve dolayısıyla akademik özgürlüğün tahrip edildiği bir kuruma üniversite nitelemesinde bulunmanın imkanı yoktur.



  • Bu tanımlamanın benimsenmesinden itibaren özel üniversitelerin yanı sıra artık kamu üniversiteleri de işletme mantığı ile ele alınıp düzenlenmeye başlanmış, üniversitelerin kamusal niteliği büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır.



  • Kamusal niteliğin ortadan kalkması bir yanıyla üniversiteyi bilimsellikten ve toplumsallıktan uzaklaştırıp piyasa aktörü haline getirirken, diğer yandan da öğrencilerin müşteri olarak daha fazla sömürülebilmesinin önünü açmaktadır.



  • Gerek harç sisteminde yapılan düzenlemeler, gerekse banka kartlarından oluşturulan üniversite kimlik kartları bu müşterileştirme sürecinin geldiği boyutları açıkça göstermektedir.



  • Teknolojinin sadece denetim ve kontrol mekanizmaları hizmetine sunulduğu, özel güvenlik birimleri, turnikeler ve kameralar ile “yüksek koruma” altına alınan üniversitelerin kime ve neye karşı korunmak istendiği açıktır. Üzerinde bu kadar göz olan üniversite öğrencilerinin ve akademisyenlerin AKP’nin nazarından korunabilmelerinin tek yolu sunulanı sunulduğu kadarıyla kabul etmekten geçmektedir.



  • Buna karşı direnmenin sonucunu ise gerek “paralı eğitime hayır” pankartı asan öğrencilerin, gerekse akademik faaliyetlerinden dolayı tutuklanan akademisyenlerin maruz kaldığı baskı, şiddet ve hukuksuzlukta görmek mümkündür.



  • Göreve gelmeden önce üniversitelerin politize olduğunu ifade eden YÖK Başkanı’nın üniversiteleri kastederek, “Ordu gibi işini yapmayıp siyasetle uğraşıyordu, şimdi mecramıza döndük” demesi kimin işini ordu gibi yaptığını göstermektedir.



  • Yaklaşık 3 bin öğrencinin tutuklu olduğu, binlerce öğrencinin 12 Eylül ürünü disiplin yönetmelikleriyle soruşturmalardan geçirildiği ve akademisyenlerin düşüncelerinin hapsedilmeye çalışıldığı bir ülkede YÖK’ün günümüzdeki mecrasının generallerinkinden farklı olmadığı ortadadır.



  • 07.11.2013 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğü giren düzenleme ile, Yükseköğretim Öğrenci Disiplin Yönetmeliği Değişti.



  • Yapılan bu değişiklik ile birlikte bundan sonra Üniversitelerde soruşturma geçiren öğrenciler hiçbir şekilde kampüse giremeyecek. Üniversite bünyesinde soruşturma geçiren öğrenciler, haklarındaki inceleme tamamlanmadan okuldan uzaklaştırılabilecek. Sadece okul değil, kampüsteki kütüphane, yurt, sosyal tesis ya da hastane gibi tüm binalara yasak gelecek.



  • Bugüne kadar birçok üniversitede serbestçe ve siyasi amaçlar dışında da kullanılan "izinsiz olarak bildiri dağıtmak, afiş ve pankart asmak" hakkı artık kınama gerektiren bir suç olarak işlem görecek. Afiş asanlardan sonra bildiri dağıtanlar da ceza alacak.



  • Suç sayılan öğrenci eylemine katılanlara ceza verilecek. Bir başka değişiklik de öğrenci eylemlerine ilişkin. Buna göre, suç sayılan öğrenci eylemine katılan öğrenciler bir yıl boyunca okuldan uzaklaştırılacak. Bu ceza, bir grubu ya da öğrenciyi bu eyleme katılmaya zorlayanlar için iki yıla çıkacak.



  • YÖK’ün kuruluşunun yıl dönümünde böyle bir karar çıkartılması oldukça düşündürücüdür. Bir Gün önce YÖK sitesinden YÖK “AKADEMİK ÖZGÜRLÜK BİLDİRİSİ” adlı bir metin yayınladı.



  • Bu bildirinin ilk maddesinde “Üniversiteler hiçbir baskı ve engelleme söz konusu olmaksızın, tüm fikirlerin, muhtelif hakikat iddialarının, sosyal ve siyasi problemlerin özgür ve medeni bir şekilde tartışıldığı, karmaşık sorunların açık bir biçimde ifade edildiği ortamlardır” ifadesi yer alıyordu.



  • Hem üniversitelerin her türlü fikrin açıkça tartışılabildiği ortamlar olarak bildiri yayınlanması hem de bildiri dağıtmayı yasaklayan bir uygulamanın ertesi gün uygulamaya konulması YÖK ve dolayısıyla vesayetinde bulunduğu siyasal iktidarın demokratikleşme konusundaki samimiyetsizliklerini “ikiyüzlülüklerini” ortaya koymuştur.



  • Yukarıda da (az önce belirttiğimiz gibi) belirttiğimiz gibi Adalet Bakanlığı resmi verilerine göre yaklaşık 3 bin öğrenci tutukludur. Ve bu sayı her geçen artmaktadır.



  • Tutuklanan öğrencilere isnat edilen suçların çoğu “terör” şemsiyesi altında birleştiriliyor.



  • Bu kapsamda suç delili olarak gösterilenler arasında; evde bulunan ders notları, kitaplar ve su faturaları gibi belgelerin yanı sıra, ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamına giren basın açıklaması yapmak, YÖK’ü protesto etmek, anma etkinliklerine ya da toplantılara katılmak gibi faaliyetlerdir.



  • Yine yan ısıra saç kestirmek, şemsiye taşımak, puşi takmak, halay çekmek, konser bileti satmak gibi gündelik yaşam pratiklerinin de yer alması, bu tabloyu daha da vahim hale getiriyor.



  • Çoğu yüksek güvenlikli cezaevlerinde senelerdir tutuklu bulunan öğrenciler, üniversite eğitimlerine devam edebilmek, ders notları ve kitaplarına ulaşabilmek ve sınavlarına girebilmek için ayrıca mücadele veriyorlar.



  • 12 Eylül askeri darbesi ürünü Yüksek Öğretim Kurumları Öğrenci Disiplin Yönetmeliği, tutuklu öğrencileri sindirmenin tamamlayıcı bir aygıtı olarak kullanılıyor. Birçok üniversite yönetimi, bazı hallerde henüz hakkında bir kamu davası dahi açılmamış olan tutuklu öğrenciler için disiplin soruşturmaları başlatarak, uzaklaştırma ya da yüksek öğretimden çıkarma gibi ağır cezalar vermekte büyük istek ve acelecilik gösteriyor.



  • Devletin kendileri için uygun gördüğü kalıplara karşı çıkan, protesto eden, bazen yalnızca sorgulayan ya da farklı politik görüşleri benimseyen öğrencilerin, somut gerekçe ya da deliller gösterilmeksizin “terör örgütü” şüphelisi veya sanığı haline getirilmeleri ve sonu gelmeyen yargılama süreçleri içerisinde kaybedilmeye ve devlet şiddetiyle terbiye edilmeye çalışılmaları kesinlikle kabul edilemez.



  • Düşünce ve ifade özgürlüğüne dayalı bilimsel üretimin mekânı olan üniversitelerin sorumluluğu, en başta öğrencilerine sahip çıkmaktır.

ÖSYM

Barış ve Demokrasi Partisi olarak; çağdaş, bilimsel, laik, eşitlikçi, demokratik, parasız ve herkesin kendi anadilinde eğitim görmesini ilkesel bir tutum olarak görmekteyiz. Ayrıca eğitim müfredatının da etnisiteye vurgu yapmayan objektif, hiçbir kesimi dıştalamayan bir içeriğe sahip olması gerekmektedir. Eğitim kurumlarımızda zorun din eğitiminin olmasının çağdışı ve 21. yy dünya gerçekliğiyle bağdaşmayan bir yaklaşım olduğunu partimiz ön görmektedir. İlköğretim okullarında andımızın kaldırılmış olması olumlu bir adım olarak görülmekte; Bu olumlu yaklaşımın eğitim sistemindeki ırkçı ve tekçi anlayışın da ortadan kaldırılmasına vesile olur.

ÖSYM 12 Eylül zihniyetinin bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. 12 Eylül faşist anlayışının üniversitelerimizde Demokrasinin kılıcı gibi demokratik sol sosyalist öğrenci ve üniversite personelini zapt u rap altına alma anlayışıdır. Yapısı gereği tamamıyla anti demokratiktir. Üretmeyen, araştırmayan, bilimsel çalışmalara izin vermeyen, sorgulamayan, yoz bir yaşamı gençlerimize dayatan Yüksek Öğretim kurumunu Barış ve demokrasi Partisi olarak lağvedilmelidir diyoruz. Bunun yerine öğretim görevlilerinin, öğrencilerin, velilerin, demokratik kitle örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının oluşturacağı temsil yetkisinin de tamamıyla bu kuruma ait olacağı bir yapının yaşanan tüm bu olumsuz sorunları ortadan kaldıracağını düşünüyoruz.

ÖSYM’ nin bizce en büyük handikabı sınav merkezi bir eğitim sistemini uyguluyor olmasıdır. Dünya örneklerine baktığımızda birçok ülkede sınavın tek başına belirleyici olmadığı, aynı zamanda kişinin bilgi, beceri, yeteneği vb yönlerinde göz önünde bulunduğu görülmektedir. Sınav merkezli sistem eğitimde istendik davranışları kazanma yerine yorumlama yetisinden uzak ezbere dayalı tez, anti tez, sentez kavramlarının hayat bulmadığı bir sınav maratonunu öğrencilerin önüne koymaktadır. Bu durum öğrencilerimizin çocuk yaştan başlayarak bilgiyi özümseme yerine doğru şıka endekslenmeye zorlamaktadır. böylesine bir görev ve sorumlulukla karşı karşıya olan gençlerimiz çocukluklarını hatta gençliklerini yaşayamamakta, geleceklerinin üç saatlik bir sınava bağlı olduklarını hissetmeleri ciddi, ruhsal ve psikolojik olarak hasar yaratmaktadır. Dönem dönem sınavlardaki başarısızlık sonrası yaşanan intihar olayları bu psikolojik buhranın sonuçlarındandır. Ayrıca bölgelerarası eğitimdeki fırsat eşitsizliği yine bölgelerarası sosyoekonomik durum ve gelir düzeyindeki dengesizlik zaten eşitsizlik temeli üzerinde kurulmuş sınav merkezli eğitim sistemi bu eşitsizliği ve adaletsizliği daha da derinleştirmektedir.

AKP hükümeti iktidara gelmeden önce seçim vaatlerinden birisi de YÖK’ ün antidemokratik olduğunu, iktidara geldiğinde 12 Eylül’ün ürünü olan bu YÖK’ün tamamıyla lağvedileceğini vaat etmişti. Bırakalım bu kurumun lağvedilmesini AKP YÖK Yasasıyla 12 Eylül uygulamalarını aratır düzenlemelerle tamamıyla kendi kontrolü altına almıştır. Partizanca yaklaşımlarla işin ehli olmayan vasıfsız liyakat kriterlerinden uzak kadrolaşmayla bu kurumu kendine tabii hale getirdiği gibi niteliği de düşürmüştür. Son yıllarda ÖSYM ve bir bütün olarak YÖK ile ilgili şaibeli durumlar sınavlardaki kopya skandalları tamamıyla yukarıda belirttiğimiz hususlarla alakalıdır. AKP hükümeti YÖK’e tamamıyla bir tüccar mantığıyla yaklaşmaktadır. Alt yapıdan yoksun, öğretim görevlisi ve personelden yoksun üniversitelerin her ilde kurulmasında güdülen gaye eğitimin niteliğini artırmadan çok o ildeki piyasayı ve ticareti canlandırmaktır. Bunun da temel amacı siyasi rant elde etmektir. Dünyadaki üniversiteler kıyasla bilimsel araştırmalar alanında Türkiye’deki üniversitelerin il yüze girememesi bu siyasi rant hesaplarının bir sonucudur.

AKP hükümeti statükocu anlayışından vazgeçmiş değildir. Kürt sorunu ve alevi sorunu başta olmak üzere ülkenin temel sorunlarının hiçbirine çözüm bulma arayışı içerisinde değildir. Göz boyama ve oyalama taktikleri ile halkımızı beklenti içerisine sokma bunu da başaramıyorsa ağza bal çalarak kandırmaya çalışmaktadır. Bu yaklaşımına verebileceğimiz en somut örnek Alevi vatandaşlarımıza dönük Nevşehir Üniversitesinin adının Hacı Bektaşi Veli Üniversitesi olarak değiştirilmesidir. İki yüzlü politikasını Kürt halkına karşı benzer uygulamalarla ortaya koymaktadır. Özel okullarda, (Ortaöğretim) Kürtçe eğitimin yapılabileceğinin bir genelge ile belirlenmesidir. Genelgenin içeriğine bakıldığında Kürt siyasetçilerimizin deyimiyle kabak (Kondır) çıkmıştır. Çünkü Kürt çocukları lise düzeyine gelinceye kadar eğitim sistemindeki ırkçı ve asimilasyoncu uygulamalar sonucunda ana dillerini konuşamaz duruma gelmektedirler. Kaldı ki genelge ile genelgede belirtildiği üzere temel derslerin Türkçe verilme zorunluluğu öngörülmektedir. Demokratik olmayan bir anlayışın eğitim sisteminin demokratikleşmesi beklenemez.

Daha spesifik bir boyutta ele alındığı zaman ÖSYM’nin anti demokratik bir kurum olmasına ve ölçme ve eleme noktasında ciddi sorunları bulunmasına rağmen demokrasinin, denetimin ve hesap verilebilirliğin gelişmediği bir ülkede bir nebzede olsa şaibelerin kadrolaşmaların önüne geçebilmek için önemli bir işlev gördüğü gerçeğini de belirtmek de fayda vardır. Hatta halk arasında Ecevit’in yaptığı en iyi işlerden birinin devlet memurluğu olmaya sınav şartını getirmiş olması olduğu belirtilir. Lakin son birkaç yıldır AKP hükümeti atamaları doğrudan KPSS sınav sonuçlarına göre yapmamaktadır. Hemen hemen bütün kurumlar özellikle uzman alımlarında ve diğer daha üst düzey kamu görevlilerinin alımında sınavdan sonra bir de mülakat şartı getirmektedirler. Bu uygulama her geçen gün daha da yaygınlaştırılmaktadır. Demokrasinin, hukukun, denetim ve hesap verebilirlik mekanizmalarının sağlıklı işlediği toplumlarda personel alımlarında kurumların bu yönteme başvurması, sadece sınav sonucuna göre değil, kişinin ilgi yetenek tecrübesine de bakarak kendi personelinin tarafsız ve hiçbir şaibeye yer bırakmayacak şekilde seçmesi doğru olandır. Fakat AKP iktidarının her alanda hızla kadrolaşma çabası göz önüne alındığında bu uygulamanın KPSS ile elenen kendi adamlarını işe alma yöntemi olduğu bilinmektedir. Bu yönlü kamuoyunda ciddi şüpheler bulunmaktadır.


Yüklə 1,11 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin