Uzun Yargılamalar
Türk Yargı Sistemindeki yapısal sıkıntılardan dolayı başta tutukluluk sürelerinin uzunluğu olmak üzere makul sürelerde tamamlanmayan veya kısmen icra edildikleri için tarafı oldukları davalardan zarar gören yurttaşların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde dava açtıkları, bu davaların çok ciddi bir sayıya ulaştığı bilinen bir gerçekliktir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararlarla bu davaların bir çoğunu kabul ettiği, kabul edilen davalardan dolayı Türkiye aleyhine tazminatlara karar verildiği gibi, yüklü miktarda mahkeme masrafı ve avukatlık ücretlerine de hükmedilmektedir. Verilen her karar aynı zamanda Türk hukuk sisteminin siciline olumsuz bir not olarak düşmektedir.
Diğer taraftan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu davalardan dolayı yoğun bir iş yüküyle karşı karşıya kalmış durumdadır. AİHM verilerine göre 2011 yılı sonu itibarıyla Türkiye aleyhine AİHM önünde toplam derdest başvuru sayısının 15 bin 940 olduğuna işaret edilmiş, bunlardan yaklaşık 2 bin 500 adedi uzun yargılama iddiasını içerdiğine değinilmiştir.
Hükümet, bu davaların oluşturduğu olumsuz sicilden, tazminat ve yargılama giderlerinden kurtulmak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bu yolla kendi iş yükünü hafifletmek gayesiyle “Yargılama Sürelerinin Uzunluğu ile Mahkeme Kararlarının Geç veya Kısmen İcra Edilmemesi Nedeniyle Tazminat Ödenmesine Dair Kanun”u yasalaştırmış ise de işbu kanun özünde Avrupa İnsan hakları Mahkemesi’yle Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti arasında bir paslaşma yasasıdır.
KCK adı altında yapılan operasyonlar” ilk olarak ve 14 Nisan 2009’da başlamıştır. 14 Nisan 2009 tarihinde operasyonlar iki sonucun gerçekleşmesi ile AKP eliyle devlet tarafından yöneltilmiştir. Aynı zamanda operasyon’da bazı basın yayın organları da adeta yargı makamı gibi aktif rol almıştır.
14 Nisan sabah saatlerinde gözaltı işlemleri yaklaşık sabah saat 06’da tamamlandıktan sonra, bazı tv kanalları sabah 07’den itibaren (daha avukatlar gözaltındakiler ile görüşememiş iken ve 24 saatlik görüşün kısıtlanmasına dair karar varken ) KCK operasyonları ile ilgili yayın yapmaya başladılar. Konuk ettikleri bazı isimlerle operasyonun ne kadar haklı olduğu, yapılması gerekliliği vb konularda geniş yayınlar yapıldı. Dosyalarda gizlilik kararı olmasına rağmen avukatlar ve yargılananlar içerikten habersiz iken aylarca iddialara ilişkin yayınlar yapılmıştır. Halihazırda üç buçuk yıldır devam eden bu operasyonlarda her daim hükümet kanadı ve bazı basın-yayın organları senkronize açıklamalarla hem yargıya yön vermiş, hem de halk nezdinde bu operasyonları meşrulaştırma saikiyle hareket etmişlerdir.
KCK adı altında yapılan operasyonlar kapsamında; milletvekillerimiz, belediye başkanlarımız, İl Genel Meclisi Başkanlarımız, il genel meclisi üyelerimiz, belediye meclisi üyelerimiz, eş genel başkanları, eş genel başkan yardımcıları, genel merkez yöneticilerimiz, il ve ilçe başkanlarımız, il ve ilçe yöneticilerimiz üyelerimiz, parti çalışanlarımız, seçmenlerimiz, demokratik kitle örgütü yöneticileri, çalışanları, üyeleri, kadın örgütleri yöneticileri çalışanları, üyeleri, insan hakları derneği yöneticileri, çalışanları, üyeleri, gençlik derneği çalışanları üyeleri, kültür merkezleri çalışanları üyeleri, yazarlar, avukatlar, akademisyenler, gazeteciler, öğretmenler tutuklanmış olup birçoğu ceza infaz süresini dahi tamamladığı halde, cezaevinde tutsaktırlar. Bu operasyonlar adı konulmamış siyasi bir darbedir. Resmi rakamlara göre de dava sayıları ve tutuklama oranları 1980 askeri darbe dönemini geride bırakmıştır.
Yine son bir aydır Ekim ayı başlarından itibaren bu furya yeninden gündeme gelmiş olup bu süreç içerisinde 160’ı aşkın gözaltı gerçekleşmiştir. Hak ve özgürlükler açısından çok vahim bir tablo ile karşı karşıya olmanın yanı sıra, bu son operasyonlarda, hedef alınan kişilerin çocuk ve gençlerden, üniversite öğrencilerinden olmasının dikkate değer olduğunu düşünüyoruz. Zira “gezi parkı” sürecinden itibaren gençleri hedef alan yargı birkaç koldan gençleri sindirme sistematiğine geçmiştir. Gezi Parkı sürecinde twitter, facebook gibi sosyal medya ağı üzerinden dahi yoğun takip gerçekleştiren emniyet ve yargı organları her türlü muhalif kesimi bilhassa da gençleri baskı altına almaktadır. Bu noktada son günlerde gündemi meşgul eden diğer olumsuz gelişme de üniversitelerde Kürt öğrencilere yönelik faşist saldırılar, gözaltı ve tutuklamalardır. Bu durum açıkça sorgulanması gereken önemli bir meseledir.
-
BDP’ nin Sonuçsuz Kalan Suç Duyuruları
Hukukun siyasi saikler doğrultusunda bir araç haline geldiği koşullarda “yargılama” başlı başına bir siyaset alanına dönüşüverir. Yargı erkinin tavrı konusunda geçmişten günümüze yaşanan hukuk dışı uygulamalar yargının bağımsız bir erk olmayıp bağımlı bir mekanizma oluşunu her seferinde kuvvetle gözler önüne sermiştir. Ancak AKP Hükümeti döneminde yargının siyasallaşması meşrulaşmış, artık kanıksanır bir durum haline gelmiştir.
Açıkça ifade etmek gerekirse, Hükümet kontrolünde işleyen bu mekanizma; muhalifleri, devrimcileri, Kürtleri, öğrencileri, avukatları, gazetecileri, sendikacıları, insan hakları savunucularını, milletvekillerini, belediye başkanlarını, BDP’lileri, BDP seçmenlerini hapsetmek için gerekçe bulmaya dahi gerek görmeyen sözde bağımsız özde iktidarın kurtarıcısı, her türlü hukuk dışı, insanlık dışı uygulamaların kılıfına dönüşmüş durumdadır.
Ankara il başkanlığımız geçtiğimiz yıl örgütlü hareket eden bir grup Alperen Ocağı mensubu şahıslarca Molotof kokteyli atılmak suretiyle kundaklanmış, parti binamızın tamamı yakılmıştı. Olayla ilgili tutuklanan tüm şahıslar 15.08.2012 tarihinde Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nce tahliye edilmişlerdir. Herkesin malumu olduğu üzere Molotof kokteyli atılan bina başka bir partiye ait olsaydı, sonuç çok daha farklı olacaktı.
BDP’li milletvekillerini topluma hedef göstermenin cezası da yoktur bu ülkede. Açık açık bir gazetede BDP’li milletvekillerini “katil” olarak göstermek caizdir. Onlara hakaret etmek, BDP’li öldürmek için hedef göstermek meşrudur AKP’nin tekeline aldığı hukuk düzeninde. Yargı kararlarında tüm bu ifadeler “düşünce ve ifade özgürlüğü” kapsamında ele alınır, “basın özgürlüğü” olarak değerlendirilirken sanırsınız ki ülkede demokrasi ve özgürlük iklimi hâkimdir. Ancak madalyonun tersini çevirirsiniz ve 65 gazetecinin yargılamalar ve soruşturmalarda genellikle "haber takibi", "kitap yazımı", "iktidara eleştirel habercilik" ve "Kürt medyasında çalışmak" gibi iddialarla yargılandığını, puşisi nedeniyle 11 yıl 3 ay hapis cezası alan öğrenciyi, barışı savunup Kürtler’in muhatap alınmasını dileyen siyasetçilerin, milletvekillerinin cezalandırıldığını görürsünüz. Üstelik bu cezalandırmanın dosyada tek bir delil olmaksızın, gizli tanıkların iddiaları ile yapıldığını da görürsünüz. Yargı iki yüzü olan bir siyaset aracı haline gelmiştir. Aslında hukuktaki karşılığı tam olarak “ayrımcılık” olan bu uygulamalar adalet ve eşitlik mücadelelerinin hem nedeni, hem de bu mücadele süresince toplumun bir kesimimin düşman, yabancı, öteki olarak algılanmasının (hem de hukuk makamları tarafından) da sonucudur.
Hukuk siyaset aracı olarak açıkça kullanıldığı anda toplumda kırılmayı derinleştirici bir rol üstlenmiştir ne yazık ki. Üstelik bu kırılma; yargının koruması altında olanların, hukukun koruyuculuğundan mahrum bırakılan diğer kısmına tepeden bakma cüretine de yol açacak denli tehlikelidir.
Hukuk pratiğinde ayrımcılığı ortaya koyan bir olgu da, bir kesime yönelik son derece hızlı ilerleyen yargı süreçlerinin, diğer vakalarda özellikle toplumsal vicdanda ağır etkisi olan olaylar bakımından ( Roboski katliamı, Hrant Dink Davası, Madımak davası, Ceylan Önkol davası, işkence ve kötü muamele gibi) son derece yavaş ilerlemesidir.
Yargının özellikle Partimiz ve milletvekilleri, üye ve yöneticileri ile muhalif kesimlerle ilgili “ayrımcı uygulama” pratikleri kendi içinde siyasi içtihatlara dönüşmüş bulunmaktadır. Genel başkanımızla ilgili hakaret içeren maillerin hedefi her hangi bir bakan ya da başbakan olması durumunda eminiz ki kovuşturmaya yer olmadığı yönündeki kararların hepsi dava olarak tezahür edecektir. Ayrımcılık pratiği tam da mağdur veya müşteki, şüpheli veya sanık konumundaki kişilerin siyasi konumları, hatta etnik kökenleri, esas alınarak hareket etme, karar verme sürecinde kendini göstermektedir. Ne hikmettir ki, bugüne kadar partimiz milletvekillerince yapılan şikayet ve suç duyurularının neredeyse tamamına yakını kovuşturmaya yer olmadığı kararı ile sonuçlanmıştır. Ancak her sözü, her kelimesi güvenlik birimlerince kayıt altına alınan milletvekillerimize gönderilen fezleke sayısı 867’dir. Aynı şekilde düşünce ve kanaatlerini açıklayan yöneticilerimiz de adeta yargı kıskacındadır.
-
Hâkim-Savcı alımına dair sistemin eleştirisi
Hükümet son yıllarda ‘her ile üniversite’ kampanyası çerçevesinde her ilde üniversiteler kurmuştur. Bunların çoğunda hukuk fakülteleri açmış, mevcut hukuk fakültelerinin kapasitesi neredeyse iki katına çıkarılmış, daha önce açılıp da hukuk fakültesi bulunmayan üniversiteler de bunlara yenilerini eklemiştir. Bu durum göz önüne alındığında çok değil beş seneye yakın bir dönemde hukukçu enflasyonu yaşanacağı pek açıktır. Hal böyle iken hukuk fakültelerinden mezun olan bu kişilerin istihdamı hangi projelerle mümkün olacaktır? Hakim savcı alımlarında yaşanan haksızlıklar, kadrolaşma çalışmaları, meydan gelen hukuksuzluklar ve şaibeler ise bir diğer tartışma konusudur. Keza ÖSYM’ce “hukuk” gibi çok boyutlu bir alanda yapılan çoktan seçmeli bir sınavla ülkenin hakim ve savcılarının alımı ise bambaşka bir eleştiri konusudur. Avrupa ve ABD örneklerinde, yargıç yahut savcı olmak alelade bir sınav sonucu değil, geniş bir birikim emeğin sonucudur.
-
Personel Eğitimi ve Sistem Eleştirisi
Hakim – Savcı alımı sürecinde başlayan sorunsal, devamında hakim –savcıların ve diğer adalet personelinin yetiştirilmesinde de ortaya çıkmaktadır. Vatan duygusu vicdan duygusunun önüne geçmiş, adalet duygusu hiçleşmiştir. BDP’ye yönelik saldırılar karşısında susan hukuk; öğrenciler, gazeteciler, insan hakları savunucuları gibi muhalif kesimin sesini kısma aracına dönüşmüştür.
2009 senesinde TESEV’in yargıya ilişkin yaptığı araştırmaya göre; hakim ve savcılara ilişkin vatandaşın algılarına yer veriliyor. Bu algılardan birinde, “Bir hâkimin vicdanı özgür ve bağımsız değilse, istediği kadar hukuk bilsin, dünyanın en büyük hukukçusu olsun, hiçbir anlam ifade etmez” deniliyor. Raporda, yargı bağımsızlığı, yargının her türlü eleştiriden ve sorgulamadan azade olacağı anlamına gelmediği gibi, yargıyı kamusal sorumluluktan muaf tutan bir dokunulmazlık zırhı olarak da görülemez deniliyor.
Yargının bağımsız olmadığı yönündeki algının değişik tezahürlerinde de, güçlünün iradesini dayattığı algısının etkileri görüldüğü bildiriliyor. “Yargı bağımsızlığına en büyük tehdidin hükümetten geldiğini söyleyen görüşmeciler, AKP’nin toplumsal iktidar noktalarını ele geçirdiğine ve bu iktidar üzerinden yargıyı etkilediğine inanıyor” deniliyor.
Raporun sonuç bölümünde ise şu bulgulara rastlandığı belirtiliyor: “Yargıya güven duygusunun zayıflığı temelinde, kayırmacılığın ve güç ilişkilerinin yargılama sürecini etkilediği inancı yatmaktadır.”
TESEV’in hazırladığı kitapta hakim ve savcıların özellikle yargının tarafsızlık ve bağımsızlığıyla ilgili şikayetlerine de yer veriliyor.
Yargı Hiç Bağımsız Olamadı (Bir hakimin tespiti) Yargı hiçbir zaman tarafsız olmadı. Bağımsız olamadığı için tarafsız da olamıyor. Yargı her zaman taraflıdır. Olmuyor yani, sistem yargının tarafsız olmasına izin vermez zaten. Yapamazsınız...
Savcı Durdurulur (Bir savcının açıklaması) Savcının kendiliğinden harekete geçmesi çok önemli; ama bağımlılıkları olmasa, bağlılıkları olmasa. Harekete geçtiğinde karşısında kimi bulacağını bilemeyebilir savcı. Maalesef, yine maalesefle izah edeyim, konuyu derinleştirdiğinde karşısına öyle birileri çıkar ki ya durur, ya durdurulur, durmak zorunda kalır.
Gücümüz Köylüye Yeter (Bir hakimin sözleri) Yargı köylü Memet Ağa söz konusu olduğunda çok orta yerdedir. Bu durumda onun iktidarını her şart ve koşulda hissedersiniz. Bu nedenle Türkiye savcıları çok kanıksadıkları şöyle bir savsöz söylerler “Bizim ancak köylü Memet Ağa’ya gücümüz yetiyor...” Biz hakimler de yıllar yılı savcı arkadaşlarımızın bu serzenişlerini dinler dururuz. Yıllar içinde ne değişti derseniz, ortada fazla bir şey görülmez.
-
Adalete erişim ve HMK eleştirisi
Vatandaşların adalete erişiminin önündeki maddi engeller de adalet mekanizmasının ne denli işlevsizleştiğinin diğer boyutudur. Bireyin uzun süren yargılamalar neticesinde kavuşabildiği “adalet” sadece zaman değil, aynı zamanda maddi güce de dayanmaktadır. Zira mahkeme harçları, bilirkişi ücretleri, sair yargılama giderleri kişileri hakkını aramaktan caydırıcı bir unsur olarak gündeme gelmekte idi. Ancak Hukuk Usülü Muhakemeleri Kanunu’nda gecen yıl yapılan değişiklik ile bu durum genelleşmiştir. Çünkü yeni adı ile HMK, kişinin tüm mahkeme masraflarını en başından mahkeme veznesine yatırılması esasını getirmiştir. Böylelikle nisbi olarak yatırılan mahkeme harçları yerini tamamının yatırılmasına bırakılmıştır. Örneğin işten çıkarılan bir işçinin işe iade davası açması ya da işyerinden alamadığı alacakları için dava açması maddi bir külfet getirmekte; vatandaş da ne kadar sürede sonuçlanacağı belli olmayan bir dava için gerekli meblağı kullanmaktan kaçınmaktadır. “Hak” kavramı, kişinin cüzdanının boyutlarına indirgenmiş, bu hukuk ayıbı da yargı alanında yenilik adıyla topluma sunulmuştur.
Üstelik yine hem bu başlık için hem de tüm yasama faaliyetlerine dönük bir aksayan nokta da; alelacele kanun yapılıyor, yasalaşıyor, birkaç ay sonra yaşanan aksamalar üzerine bu kez yine aksayan hükümlerin değişmesine yönelik yeni bir çalışma furyası başlıyor. Örneğin geçen dönem yasalaşan HMK’nın ardından geçen yıl mart ayında yine birkaç maddenin değişmesine yönelik bir çalışma yapıldı. Yani bir kanun taslağı hazırlanırken öngörüsüz bir yaklaşım ile bir çalışma yapılıyor ardından maddelerin tekere teker değişmesi yönünde çalışmalar gündeme geliyor. Bu kanun teklifleri özensiz bir biçimde yapılageldiğinden adalet mekanizmasının her alanda aksaması kaçınılmazdır.
Türkiye’nin adli tıp alanındaki en büyük bilirkişilik kurumu ATK, bilirkişiliğin en öncelikli koşulu olan güvenilirliğini bütün toplum nezdinde kaybetmiştir. Adli Bilimlerin olmazsa olmaz kaynağı olan üniversitelerden, bilim insanlarından ve bilimsel incelemelerden destek almaksızın düzenlenen raporlar bilimsel ve hukuksal olarak kabul edilemez niteliktedir.
Bilirkişi ve bilirkişilik kurumlarının yeterlik ve yetkinliklerinin bağımsız kurumlar tarafından değerlendirilmesi hukukun saygınlığı ve toplumun adalete güven duyması için önemlidir. ATK’nın bu koşullarda bilirkişilik yapmaya devam etmesi adalete olan güveni de derinden sarsmaktadır.
Bu durum sürdürülebilir değildir ve Türkiye’deki adli tıp organizasyonunun hızla gözden geçirilmesi ve bilimsel veriler doğrultusunda yeniden yapılandırılarak özerk ve bağımsız bir nitelik kazandırılması gerekmektedir.
İnfaz Kanunda yer alan Adalet Bakanlığı’nca belirlenen tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurullarınca düzenlenen raporlarının Adli Tıp Kurumu’nun onayına sunulması ile ilgili düzenlemenin kaldırılması gerekmektedir. Uygulamada Adli Tıp Kurumu tam teşekküllü hastanelerin vermiş olduğu raporları onaylamak için hasta mahpusu da İstanbul’a çağırmakta, bu durum başlı başına bir eziyet halini almaktadır. Adli Tıp Kurumu genellikle de verilen raporları onaylamamaktadır. Bu nedenle yasanın bu hükmünün değiştirilerek hapis cezasının hastalık nedeniyle ertelenmesinin Adli Tıp tekelinden çıkarılması gerekir.
İnfaz Kanununun 16. maddesinde Ocak ayında yapılan değişikliğe bile Adli Tıp Kurumu direnmektedir. Kanun değişikliği ile hayati tehlike kriteri yerine yaşamını tek başına idame ettirememe kriteri getirilmiştir. Ancak bunun yanı sıra Cumhuriyet Savcılarına geniş bir taktir yetkisi tanınarak toplum güvenliği bakımından tehlikeli kabul edilecek mahpusların hastalığına rağmen tahliye edilmemesi düzenlenmiştir. Nitekim bu hüküm gerekçe gösterilerek Mardin Cezaevinde hükümlü olarak tutulan Ramazan Özalp, Adli Tıp Kurumunun cezaevinde kalamaz raporu vermesine rağmen tahliye edilmemiştir.. Kanundaki bu kriter tahliyeleri geciktirmektedir. Adli Tıp Kurumu tarafından cezaevinde kalamaz raporu verilen Salih Tuğrul yaklaşık iki haftadır kendisi hakkında Jandarmaya yazılan yazının cevabını beklemektedir. Kanundaki bu kriterin mutlaka kaldırılması gerekmektedir.
Adli Tıp Kurumunun resmi bilirkişi tekeli kaldırılmalıdır. Bilimsel kriterlerden ziyade bilimsel olmayan kriterler ile hareket eden ve tamamen siyasal iktidarın etkisinde olan Adli Tıp Kurumu’nun bu tekeli kaldırılmalı, üniversitelerin Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlıkları veya Sağlık Bakanlığı’nın Eğitim ve Araştırma Hastaneleri gibi kurumların bilirkişilik vasfı kabul edilmeli, buna göre düzenlemeler yapılmalıdır. Adli Tıp Kurumuna yönelik bu tespit ve önerilerimiz BM İnsan Hakları Konseyi’ne bağlı İnsan Hakları Komiserliğinin Hukuk Dışı, Keyfi ve Yargısız İnfazlar Özel Raportörü Christof Heyns’in 18 Mart 2013 günü BM Genel Kuruluna sunulan Türkiye Raporunda da yer almaktadır. Adalet Bakanlığı, İçişleri ve Sağlık Bakanlığı arasındaki Üçlü ve İkili Protokoller İnfaz Yasasının 71. maddesi ile uluslararası kurallara ve etik ilkelere uygun değildir. Bu protokollerle hasta mahpusların sağlık sorunlarının çözülemediği ve yeni bazı sorunları beraberinde getirdiği (kelepçeli muayene gibi) bilinmektedir. Adalet Bakanlığı’nın bir an önce hapishanelere hastane ve revir yaparak nitelikli personel ( Uzman doktor gibi) ihtiyacını karşılaması gerekmektedir.
Hükümetin aylardır dillendirdiği ve Türkiye demokrasi tarihinde en ileri adım olarak nitelediği demokrasi paketi nihayet açıklandı. Tüm kesimlerin adeta nefeslerini tutarak beklediği paketten yine bizim öngörümüz çıktı. Yani içi bomboş bir paket. Ya da daha doğrusu hükümetin kendi programlarına, kendi taleplerine dönük ama bu yönü ile dahi, demokrasi, temel hak ve özgürlükler adına hiçbir şey vaat etmeyen bir paket. Elbette Türkiye’nin malum demokrasi sorunlarını çözmek adına yasal düzenlemeler, ayları bulan çalışmalara gerek olmayacak kadar açıktır. Nitekim, hükümetin paketi de çoktandır hazırdı, lakin açıklamak için Türkiye’nin değil, hükümet partisinin gündemi beklendi ve AKP’nin gündemine dair hazırlanan paket açıklandı. Ancak az evvel de belirttiğimiz gibi içerisinde çözüme yönelik hiçbir düzenleme çıkmadı.
Kürt sorununun barışçıl çözümü yönünde başlayan sürecin ilk adımları, Sayın Öcalan’ın barıştan yana kararlı duruşu başta olmak üzere Kürt Hareketi tarafından atılmıştır. Ancak tek taraflı atılan bu adımların karşısında antidemokratik yasal düzenlemeler barışa yönelik atılan adımların önünde büyük engel teşkil etmektedir. Ve halihazırda içeriği henüz açıklanan demokrasi paketi de çözümün önündeki engeli derinleştirici rol oynamaktadır.
Somut duruma bakacak olursak; seçilmelerinin üzerinden 2 yılı aşkın zaman geçmesine rağmen Türkiye halklarının meşru temsilcileri olan milletvekilleri cezaevlerindedir. Yine cezaevleri çoğu KCK adı altında tutsak kılınmış, binlerce siyasetçi ve yurttaş ile doludur. Sebebi ise Terörle Mücadele Kanunu adlı yasa başta olmak üzere, anti demokratik ceza yasalarıdır. Cezaevlerinde yüzlerce hasta tutsak, cezaevlerinin sağlık ve tedavi açısından tehlike arz eden koşullarında adeta ölümü beklemektedirler. Siyasi irade, açıkladığı demokrasi paketi ile ülkeye demokrasinin geldiğini müjdelese de hala seçim barajı yerinde durmakta, hala anadil talebi gerçek manasıyla yerine getirilmemekte, insanların yaşadığı kentle ilgili karar verme hakkı, toplantı ve gösteri hakkı, Aleviler ve inanç gruplarının inançlarını özgürce yaşama hakkına dair herhangibir adım atılmış değildir. AKP, hala “-mış gibi” yaptığı düzenlemeler ile toplumu oyalamaya devam etmektedir.
Nitekim meclis kapanmazdan evvel parti olarak somut önerilerimizi hükümete sunmuş ve TBMM’nin demokratik ve özgür tartışma ortamının önünü kesen tüm engelleri kaldırmakla yükümlü olduğunu defalarca belirtmiştik. Zira daha demokratik, insan hak ve özgürlüklerine saygı duyulan bir düzen için yapılacak ilk iş bu adaletsiz sistemin, herkesin eşit olacağı bir düzene dönüştürülmesi elzemdir. Dolayısıyla talebimiz gerçek eşitliğin hayatın her alanında tam anlamıyla sağlanmasına imkân verecek düzenlemelerin evleviyetle ve ivedilikle hayata geçirilmesidir. Kürt Sorunun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir.
Bu çerçevede Barış ve Demokrasi Partisi olarak, derhal “YOL TEMİZLİĞİ” olarak adlandırdığımız acil demokrasi paketinin hayata geçirilmesini zorunlu gördük ve nitekim biz bu talepleri hükümete sunduk. Zira yürürlükte olan Terörle Mücadele Kanunu demokrasinin, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki en ciddi engellerden bir tanesi olup Terörle Mücadele Kanunu’nun kaldırılması konusunda kamuoyunda da yoğun ve yaygın bir talep bulunmaktadır. Muhalif tarzdaki her konuşmayı veya fiili cezalandıran Terörle Mücadele Kanunu’nun kaldırılması, düşünce ve ifade özgürlüğü ortamının kısmen de olsa güvence altına alınması elzemdir. Yine bu sayede düşüncelerinden dolayı tutuklu olanların serbest bırakılması ve sürece katılımının sağlanması çözüm için gereklidir. Sürekli dile getirdiğimiz bu taleplerin hiçbirşekilde gündeme dahi alınmaması manidardır. Nitekim hükümet, çözümde ısrarlı ve istekli ise bu konuda derhal adım atmalıdır. Antidemokratik ceza yasalarının gündemde olduğu bir zeminde çözümden ve demokrasiden söz etmek mümkün değildir.
Sürekli dile getirmiş olduğumuz hususlardan birisi de 2005 yılında yürürlüğe giren ve temel hak ve özgürlükler, düşünce ve ifade hürriyeti adına ulusal üstü hukuka uygun olmayan birçok düzenlemeler barındıran Türk Ceza Kanununda da hiçbir düzenleme getirilmemiştir. Türk Ceza Kanununun 215, 220/6, 220/8, 220/7. fıkraları ile 314/3. fıkralarıdır. Bu maddelerin tatbiki neticesinde 10 binlerce kişi “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” savıyla yargılanmakta ve yüksek cezalar almaktadırlar. Hâlihazırda binlerce siyasi tutsak bu antidemokratik maddeler nedeniyle cezaevinde bulunmaktadırlar. Üstelik infaz sürelerini çoktan cezaevinde tutuklu olarak geçirmiş, yani aslında hüküm giymiş olsa idi çoktan cezasının infazını tamamlamış olacak olan arkadaşlarımızın hala cezaevinde rehine olarak kalmaları ve bu yönlü demokratik bir düzenleme olmayışı insan hakları hukuku açısından son derece sıkıntılıdır. Kaldı ki bu tutum, aslında hükümetin çözüm sürecini ne denli önemsiz gördüğünün bir kriteridir. Yine bu paket içerisinden Devlet Güvenlik Mahkemelerini kaldıran, yargıyı demokratikleştiren, vatandaşını terörist görmeyen bir düzenleme çıkmamıştır.
Hakeza %10 seçim barajı halk iradesinin temsilinin önünde engel olarak hala mevzuattaki yerini korumaktadır. Hükümetin seçim sistemlerine yönelik sunduğu önerilerden birincisi yine mevcut %10’luk seçim barajının devamı şeklinde açıklanmıştır. Hala mevcut sistem bir tür tehdit unsuru olarak ilk sırada yerini almaktadır. Mevcut sistemin devamı noktasında bir karar verilirse Kürtlere iki seçenek dayatılmaktadır. Ya parti ile girip milletvekillerinden mahrum ol ya da bağımsız adaylarla gir hazine yardımından mahrum ol.
Dar bölge ve Daraltılmış bölge seçim sistemleri ise, her ne kadar olumlu yanları (milletvekili olmak için gerekli seçmen sayısının denkleştirilmesi, seçmenin vekili tanıması, vekilin yerelle daha çok ilgilenmesi vb.) dile getirilse de özünde iktidarın güçlendirilmesi fikrine dayanmaktadır. Bu nedenle de çoğunlukçu bir demokrasi açısından oldukça sakıncalıdır. Ve en büyük iki parti dışında kalan diğer tüm partilerin parlamentodaki temsiliyetini engellemekte, birinci partinin aldığı oy oranından çok daha fazla bir oranla parlamentoda sandalye sahibi olmasına neden olmaktadır.
Yine dar bölge seçim sisteminde de daraltılmış bölge seçim sisteminde de en önemli sorunsal alan hiç kuşkusuz seçim bölgelerinin kim tarafından nasıl ve neye göre belirleneceğidir? Literatürde bu bölgelerinde belirlenmesinde mevcut iktidarların kendi çıkarlarına uygun davrandığı yönünde belirlemeler bulunmaktadır. AKP’nin de seçim bölgelerini belirlerken seçmen karakterlerini hesaplayarak kendi lehine olacak şekilde bir düzenleme içinde olacağını tahmin etmek hiçte zor olmasa gerek. Bu nedenle iktidarın lehine çizilecek sınırlara göre; BDP/Blok ister bağımsız adaylar ile ister parti ile seçime girsin (seçim barajını geçeceği varsayılırsa) son seçim sonuçlarına göre Fırat’ın Batısında (İstanbul, Adana, Mersin, Urfa!) milletvekili çıkarma olasılığı bulunmamaktadır. Bu olasılık, adı geçen bölgeler başta olmak üzere Fırat’ın Batısından bugüne kadar desteğini almış olduğumuz bir milyondan fazla seçmenin kararını da olumsuz etkileyecektir. Kendi bölgesinde BDP/Blok adaylarının seçilme olasılığının olmadığını düşünen çok sayıda seçmen istemese dahi (yerel ve genel siyasetin baskısı altıda) büyük partilerden yana tercihini kaydırabilecektir. Bu kayma da BDP’nin genel oy oranını düşürerek baraj altında kalmasına neden olabilecektir. AKP aylarca, seçim barajını indirerek, halkın iradesinin parlamentoya yansımasını sağlayacak demokratik düzenlemeler yerine kendine en avantajlı formül üzerinde çalışmış belli ki… Vaziyet bu iken bu paketin adına “demokrasi paketi” demek de ironiden öteye geçmiyor ne yazık ki..
Ana sütü gibi helal ana dil hakkı da yine bu paket ile ötelenmiş ve özel okullarda yabancı dil ve lehçelerde eğitim hakkına indirgenmiştir. Anadilinde eğitim hakkı temel ve evrensel bir insan hakkıdır. Bu nedenle adı konulmuş, yasalarca tanınmış ve güvence altına alınmış olması ve tüm halklara ücretsiz ve kamusal olarak sunulması gerekmektedir. Başbakanın dediği gibi temel haklar pazarlık konusu olamaz aynı zamanda para ile de satılamaz.
Biz önerilerimizde İmar Kanunu değiştirilmeli, Cemevleri yasal statüye kavuşturulmalı diye somut öneri sunduk, yasa teklifleri verdik. Ancak Aleviler için öngörülen tek düzenlemenin bu isim değişikliği olması özde bir anlam ifade etmemektedir. Bu sadece Yavuz Sultan Selim adının 3. Köprüye verilmesine karşılık bir düzenlemedir. Alevi toplumunun bunu kabul etmesi mümkün değildir. Alevi toplumunun belleğindeki yavuz sultan selim imgesi ile suni toplum belleğindeki Hacıbektaşi Veli imgesi arasında büyük farklar mevcuttur. Biri katliamlarla anılırken diğeri insanlık için düşünsel emeği ve pratiği ile anılmaktadır. Bu ikisini eşitlemeye kimsenin hakkı yoktur.
Örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırıldığı ifade edilmiş ise bunun aslında bir zihniyet sorunu olduğu ortadadır. Nitekim siyasi soykırım operasyonları ile çok sayıda il ve ilçe teşkilatından yöneticimiz tutuklanmış olup siyaset yapma hakkı fiilen çok kere engellenmiştir. Bu anlamda, örgütlenme özgürlüğünün önünde düşünce ve ifade hürriyetine dair engeller kaldırılmaksızın yapılacak düzenlemelerin gerçek anlamda bir fayda getirmediği somut vakıalarla sabittir. Yine siyasi partiye üyelik konusunda engelleri kaldıran hükümet öte yandan binlerce parti yöneticimizin, üyemizin, sempatizanımızın sadece siyaset yaptığı için cezaevinde olmasına seyircidir.
Farklı dil ve lehçelerde propagandanın önünü açarak ülkeye demokrasi getirdiğini anlatan hükümet verdiği bu cüz’i hak için övünürken, bizim kamusal alanda anadil kullanımına dair önerilerimizi göz ardı etmektedir. Sadece siyaset alanında o da sadece seçim zamanını kapsayan kısıtlı bir özgürlüğün kabulü mümkün değildir.
Klavyelere özgürlük diyen başbakan aslında bahşettiği özgürlüğün ne denli kısır olduğunu bu tabir ile ifade etmektedir. Nitekim öngörülen değişiklik sadece X-Q-W’nin kullanımının önündeki müeyyideyi kaldırıyor, Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanunda herhangi bir düzenleme söz konusu değil. Hal böyle olunca sadece klavye özgür oluyor, birey değil! X-Q-W; alfabeye katılmıyor, sadece kullanımı cezasız bırakılıyor. Yani vatandaş, doğan çocuğuna “Newroz, Welat” gibi isimler koyarken yine engelleme ile karşıkarşıya kalabilecektir. Bu paket içerisinde verilen özgülüğün en dar, en sınırlı hali ile verildiğini, daha doğrusu özgürlüklerin halka veriliyormuş gibi gösterildiğini, bir oyalamaca, bir kandırmacanın süregittiğini söylemek lazım..
Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine dair düzenlemede de gösteri süreleri 1 ile 2 saate kadar uzatılmaktadır. Elbette toplantı ve gösterilerde uzatılan bir iki saatlik iyileştirmenin demokrasiye hiçbir faydası olmayacağı açıktır. Bu düzenlemenin altında yatan nedenlerden birisi de geziolaylarına yasal müdahaledir.
Yine hükümet komiseri uygulamasının kaldırılması da bu görevin düzenleme kurullarına verilmesi nedeniyle bir anlam ifade etmemektedir. Nitekim Kurul, toplantının amacına çıktığını gördüğü durumda dağılma kararı alacak ve durumu kolluk amirine bildirecek, gösteri ve yürüyüş kanuna aykırı hale gelirse, gösterinin sona erdiğini ifade edecek. Düzenleme kurulu bunu yerine getirmezse, o mahallin en büyük mülki amiri kararı verecektir. Bu düzenleme aynı zamanda düzenleme kuruluna baskı ve otokontrol sistemi dayatmaktadır.
Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde çok sayıda kişi yaşamını yitirmiş olup PVSK’da bir değişiklik yapılmaksızın polisin elinin güçlü olduğu bir durumda bu düzenlemelerin bir anlamı yoktur. Nitekim sadece geziparkı olaylarında 5 kişi yaşamını yitirmiştir. Polisin orantısız güç kullanımı teşvik edilirken, polis sınırsız yetkilerle donatılırken gösteri ve yürüyüşlerin saatine ilişkin yapılan düzenlemenin gerçek anlamda demokrasi adına faydalı bir düzenleme olmadığı açıktır. AKP’nin “-mış gibi” yaptığı düzenlemelerden birisi de bu olmuştur.
Elbette cezaevleri ile ilgili hiçbir düzenleme olmadığı gibi mevcut düzenlemenin uygulanmaması nedeniyle sayıları günden güne artan hasta tutuklulara yönelik hiçbir adım atılmamış olmasını da ayrıca belirtmek gerekmektedir. Ölümün pençesinde yüzlerce insan cezaevlerinin olumsuz koşulları içerisinde bırakılmış iken demokrasiden ve insan haklarından bahsetmenin olanağı yoktur.
Biz henüz paketin içeriğini görmemiş iken de sonucun böyle olacağını maalesef biliyorduk. Zira bu paket AKP zihniyetinin, hatta daha geniş kapsamlı ifade edecek olursak CHP iktidarından miras kalan tekçi bakış açısının bir ürünüdür. Kılıçdaroğlu açıklamasında, “demokratikleşme paketinin kendi tekliflerinin kötü bir kopyası olduğunu” söyleyerek aslında bir itirafta bulunmuştur. Paketten çıkmayan demokrasi ve özgürlük aslında CHP söyleminin tezahürüdür. Nitekim anayasa uzlaşma komisyonunda da sürekli gündeme gelen ve bilhassa CHP engeline takılan anadilde eğitime ilişkin bu paket içerisinde gerçek manada bir düzenleme olmayışı CHP nin bizzat muradını yansıtmaktadır. Gerçek anlamda demokrasi ve özgülük getirmeyen, etrafından dolanan düzenlemelerle dolu bu paket CHP’nin mirası ve arzusunun yansımasıdır.
Bu paketin içi boştur. İçinde Kürt iradesi olmayan, hak ve özgürlüklere dair gerçek bir çözüm bulunmayan, mevcut çözüm sürecine deva hiçbir düzenlemenin yer almadığı bu paketin “çözümsüzlükte ısrar” olduğunun altını çizmek gerekir. Bu bağlamda AKP’nin asıl ajandasında çözüme dair gerçek niyetinin çözümsüzlük olduğunu görmemek mümkün değil.
|