Bariş ve demokrasi partiSİ 2014 merkezi YÖnetim büTÇe yasa tasarisi muhalefet şerhi



Yüklə 1,11 Mb.
səhifə13/19
tarix28.07.2018
ölçüsü1,11 Mb.
#61441
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   19


  • Son on yıldır buğday ve mısır ithalatına para ödenmektedir. 21 milyon ton buğday ithalatı yapıldı, karşılığında 6 milyar dolar para ödendi.



  • Mısırda, 8 milyon ton ithalatın karşılığında 1,7 milyar dolar ödenmiş. Pamuk da, yıllık ithalat 1,5 milyar doları aştı. Yağlı tohum türevlerinde yıllık ithalat 2,5 milyar doları aştı. (yapılan bu ithal tarımsal ürünler ve tohumlar büyük çoğunluğu GDO’ludur)



  • TEKEL destekleme alımından çekildikten sonra üretim koşulları ve tütün fiyatının belirleyiciliği tek başına çokuluslu tütün şirketlerine geçti. Ancak şirketlerle sözleşme yapabilen çiftçiler tütün üretimi yapabiliyor.



  • Sözleşmeli üreticilikle de çiftçiler şirketler tarafından sömürülüyor. Üretim girdileri her yıl artıyor. Tütün fiyatları girdi artış oranı seviyesinde gerçekleşmiyor. Çiftçilerin emeği, tütün ve girdi sağlayıcı şirketler tarafından çalınmış oluyor.



  • Çiftçiler çok uluslu şirketlerin sözleşmeli üreticiliğine mahkum edildi. Sözleşmeli üreticilik olacaksa/devam edecekse bari şirketler tek taraflı fiyat belirlemesin.



  • Ne yazık ki Türkiye yılda ortalama 8 milyar doların üzerinde tarım ürünü ham maddesi ithal eder noktasına gelmiştir.



  • Tarım ülkesi olan Türkiye tarihinde ilk kez 2012 Yılında SAMAN ithal etmek zorunda kalmıştır.



  • Şeker pancarında 22 milyon ton olan üretim, 16 milyon tona düştü. Şekerpancarı birim fiyatı son 10 yıldır değişmiyor. Üreticiler kan ağlıyor. Muş Ağrı, Bingöl, Bitlis’teki üreticiler, hala şeker pancarının kilosunu ortalama 150-160 kuruştan satmaktadır.



  • Şekerpancarı tarımı yaklaşık 500 bin ekici aile tarafından yapılmaktadır. Yüz gün süreyle 250 bin işçiye iş sağlar. Fabrikalarında 20 binden fazla işçi çalışır. Hayvancılığa yem, ilaç sektörüne hammadde, nakliye sektörüne iş olanağı yaratır. Ekolojik dengeye katkı koyar. Bir dekar şekerpancarı tarlası 3 dekar çam ormanından daha fazla oksijen üretir.



  • Şekerpancarında en büyük sorun kota. Kotanın işleyişi şöyle: var sayalım ana kotamız 200 ton olsun. Ana kotanın yanılma payı da 200 tonun yüzde 15 fazlası veya azı olabilir. Yani 200 ton kotası olan bir çiftçi, 230 veya 170 ton teslim edebilir. Eğer 170 tondan aşağı üretirse/üretmişse kota fazlası üretmiş olan çiftçiden satın alıp kotasını doldurması lazım. Yok, eğer 230 tonun üzerinde üretmişse o zaman fazlasının tonuna TŞFAŞ 140-150 lira değil, 70 lira ödüyor. Bir tür fazla üretme cezası!



  • AKP’nin tüccar zihniyetinin başka bir sonucu da tarımsal ürünlere ulaşımda vatandaşın karşı karşıya kaldığı sorunlardır. Bugün çiftçi binbir güçlükle ürettiği malını tüketiciye birkaç elden geçtikten sonra ulaştırabilmektedir.



  • Üreticinin tüccarlara çok küçük rakamlarla sattığı mal vatandaşın eline geçene kadar fahiş fiyatlara yükseliyor ve bu durumda mağdur olan, üreticiler ve biz tüketiciler oluyoruz. Bu işten tek kazançlı çıkan, AKP’nin her fırsatta desteklediği tüccar kesimler olmaktadır.



  • Bugün üretici fiyatlarıyla market fiyatları arasındaki fark yüzde 400’leri bulmuştur. Ürün grupları itibarıyla baktığımızda ise bu oranın yaş sebzede ve meyvede yüzde 498, kurutulmuş ürünlerde yüzde 286, baklagillerde yüzde 252, pirinçte yüzde 199 ve hayvansal ürünlerde yüzde 206’lara kadar çıktığı da görülmektedir.

TOPLULAŞTIRMA

  • Eldeki verilere göre tarımda ortalama işletme büyüklüğü Türkiye’de 6 hektardır. Aynı rakam AB ortalaması 27, İngiltere’de 54, Fransa’da 52, Almanya’da 46, İspanya’da 24, ABD’de 181 hektardır.

  • Buna Türkiye’deki işletmelerin sahip olduğu arazinin çok parçalı yapısı da eklendiğinde nasıl bir facia ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkmaktadır.

  • Sadece parçalanmadan kaynaklanan kayıp arazi miktarı 2 milyon hektardır. Sınır kaybı, ulaşım zorluğu, mekanizasyon maliyeti ve verim kayıpları dikkate alındığında, çok parçalı araziler ve arazi parçalanması nedeniyle Türkiye’nin 1 yılda uğradığı zarar yaklaşık 8 milyar TL’dir.



  • Kısaca söylemek gerekirse, bugünkü işletme ölçeği, çok parçalı arazi yapısı ve arazilerin hala daha da ufalmasına yol açan mevcut miras hukukuyla yola devam edilemez; bu yapıyla kendi ayakları üzerinde duran, rekabet gücü olan, devlet desteğine daha az muhtaç olacak, kaynakları etkin kullanan, verimliliği yüksek bir tarım sektörü oluşturulamaz. Bu yaraya muhakkak bir neşter vurulması şarttır, elzemdir.



  • Yapılması gereken miras hukukunun derhal değiştirilerek, İngiltere, Fransa, Danimarka, Almanya gibi ülkelerdeki uygulamalar ışığında tarım arazilerinin bölünmeden, varisler içinde çiftçilik mesleğini devam ettiren, en ehil olanına devrini öngören bir sistemin getirilmesidir.



  • Tabi bunu yaparken dikkat edilmesi gereken hususlar var; Birincisi küçük üreticiyi-çiftçiyi tekeller kurban etmemek.



  • İkincisi ise köylüyü ve çiftçiyi karşı karşıya getirmemek. Zira özellikle bölgede bu anlamda ciddi arazi kavgaları çıkıyor. İnsanlar yerini yurdunu terk ediyor.



  • Bu nedenle bir an önce toplulaştırma çalışmalarına hız verilmeli, bir yandan da köylüyü ve çiftçi mağdur etmeyecek bir çözüm bulunmalıdır.



HAYVANCILIK

  • Tarımda olduğu gibi hayvancılıkta da iç açıcı bir tablodan söz etmek mümkün değildir. Hayvancılığa oldukça elverişli bir ülke olmamıza rağmen Türkiye, canlı hayvan üretiminde de “ihracatçı” konumundan “ithal eden ülke” durumuna gelmiştir.

TÜRLERİNE GÖRE HAYVAN SAYILARI (bin baş)

Yıllar

Sığır

Manda

Koyun

Keçi

TOPLAM

1980

15.894

1.031

48.630

19.043

84.598

1985

12.466

551

42.500

13.336

68.853

1990

11.377

371

40.553

10.977

63.278

1995

11.789

255

33.791

9.111

54.946

2000

10.761

146

28.492

7.201

46.600

2005

10.526

105

25.304

6.517

42.453

2006

10.871

101

25.617

6.643

43.232

2007

11.037

85

25.462

6.286

42.870

2008

10.860

86

23.975

5.594

40.514

2009

10.724

87

21.750

5.128

37.689

2010

11.370

84

23.090

6.293

40.837

2011

12.386

98

25.032

7.278

44.794

Kaynak: TÜİK



  • Uzun yıllardan bu yana hayvan sayımız azalıyor, arzulanan seviyeye bir türlü gelemiyor.



  • Türkiye 2011 yılında ilk kez kurban için canlı hayvan ithal etti. Kurbanlıktan sonra 2012 yılında yurtdışından bu kez saman satın alınmak zorunda kalındı.

CANLI HAYVAN İTHALAT MİKTARI (Baş)

Yıllar

Sığır

Koyun ve Keçi

TOPLAM

2010

139.949

234.974

374.923

2011

470.796

1.447.764

1.918.560

2012

-

382.908

382.908

Toplam

610.745

2.065.646

2.676.391

Kaynak: TÜİK Dış Ticaret Veri Tabanı



  • Ama hükümet hala hayvancılıkla ilgili ciddi çözümlere yönelmiyor, günü kurtarmaya bakıyor. Piyasayı düzenleyecek hiçbir kurum yok. Kalmadı. Piyasa ithalatla kontrol politikası uygulanmaktadır. Bu hayvancılarımızı yetiştiricilikten caydırıyor.



  • Hayvan yetiştiricilerimizin hayvancılığı terk etmesi bitkisel üretimi olumsuz etkiliyor. Bitkisel üretimde kimyasal kullanımını arttırıyor. Kimyasal kullanımının artması toprak ve suyun kirlenmesinin yanında elde edilen ürünlerin hem sağlıksız olmasına hem besin değeri bakımından yoksul kalmasına neden oluyor.



  • Hayvancılık sektöründe üretim girdisi ve pazarlama piyasasını düzenleyen kurumlar 1993-94-95 yıllarında özelleştirildi. Serbest piyasaya geçildi.



  • Serbest piyasaya hâkim olan şirketlerin zarar ettirici politikaları nedeniyle hayvan yetiştiricilerinin çoğu hayvancılığı bırakmak zorunda kaldı.



  • Hükümetler, üretimi arttırıcı politikalar yerine ithalat ile hayvancıları “terbiye” etme yoluna gitti. İthalatla terbiye etme politikaları ülkeyi hayvansal ürünler konusunda büsbütün ithalatçı konuma taşıdı.



  • Üretimi geliştirmek ikinci plana itildi. Üretim tüketimi karşılayamaz duruma geldi. Karşılanamayan et ihtiyacı ithalatı ile karşılanma yoluna gidildi. Fiyatlar ithalatla kontrol edilmeye başlandı.



  • İthalatla piyasa kontrolüne örnek: 2011 yılı içerisinde 116 bin 136 ton karkas sığır eti ithal edildi. Yurt dışından 126 bin 873 baş canlı kasaplık dana, 1 milyon 133 bin 587 baş kasaplık koyun satın alınmış.



  • Besi amaçlı 392 bin 988 sığır, 472 bin 415 baş koyun dışarıdan getirtmişiz. Kurbanlık için 16 bin 606 baş sığır, 53 bin 693 baş koyun ithalatı gerçekleştirilmiştir. İthalat rakamlarıyla üretimimizi karşılaştırdığımızda ithalatın azımsanmayacak bir boyuta ulaştığı görülüyor.



  • İthalatın boyutu ve üretim üzerinde oluşturduğu baskı hayvancılıkla uğraşanları endişelendiriyor.



  • İthalat politikalarını düzenlemek için de Et ve Süt Kurumu oluşturuldu. Et ve Süt Kurumu ile et piyasasına müdahale edilmeye başlandı. Bakın; devletin sıfır gümrükle ithalat yetkisi verdiği Et ve Süt Kurumu, 2010 yılından bu yana kilosunu 8-9 liradan ithal ettiği etti dondurarak depoya koydu.



  • Şimdi o eti 15.65 liradan piyasaya vererek fiyatın yükselmesini önlemeye çalışıyor. Yapılan müdahale perakende et fiyatını düşürmediği gibi ithalat nedeniyle üretimi sürdürmekte zorlanan besicileri iflas ettirdi.



  • Yem fiyatları sürekli artıyor. Et ve süt fiyatı birkaç özel sektörün belirleyiciliğinde düşük belirleniyor.



  • Süt için hayvan yetiştirenler zarar ediyor, hayvancılığı terk ediyor. Besiciler iflas ediyor, besicilik yapamıyor.



  • Uygulanan bu politikalar sonucunda bir yandan hayvan sayımız azalırken diğer yandan canlı hayvan ve et ithalatımız artıyor. Hayvancılıkla ilgili piyasayı düzenlemek için kurulan Et ve Süt Kurumu piyasayı üretici ve tüketici lehine düzenlemek yerine ithalatla piyasayı kontrol etme politikası uyguluyor.



  • Ülkemiz, bir tarım ve hayvancılık ülkesiyken şimdi dünyanın en pahalı etini yiyen bir ülke oldu. Yani, şimdi Sayın Bakan’a sormam gerekir: Acaba etin kilosu kaç lira, Ankara’da özellikle?



  • Otuz yıllık hayvancılık politikasının geldiği nokta: 1980’de 16,5 milyon olan büyükbaş hayvan sayısı 10,5 milyona düşmüştür. 50 milyon olan koyun sayısı 25 milyona, 16 milyon olan keçi sayısı 5 milyona düşmüştür.



  • Üstelik, Türkiye'nin nüfusu da artmıştır, 44 milyondan 72 milyona yükselmiştir. Hayvancılık politikası yanlış olan Hükümetin, büyükbaş besiciliğine de önem verirken hayvancılığın yeniden üretiminin önünü kestiği ve ithalata doğru kayan bir sistem oluşturduğu da bir gerçektir.



  • Bir başka konu da, Türkiye’deki hayvan üreticilerinin içinde bulunduğu hazin durumdur. Hayvan üreticileri, başta ihtal edilen canlı hayvan ve karkas et ile birlikte ülkeye giren kaçak hayvan nedeniyle, elindeki hayvanları yok pahasına satmaktadır.



  • Süt hayvanlarını kesime göndermektedir. Bunlara ek olarak yüksek girdi maliyetleri, yem ve saman fiyatları da eklenince üretici elindeki hayvanları satmak zorunda kalmaktadır.



  • Türkiye’de hayvancılık sektöründe yaşanan sorunların en büyük nedenlerinden bir tanesi de son otuz yıldır bölgede devam eden çatışma ve şiddet ortamıdır. Bu çatışma süreci bölge ekonomisini çok ciddi boyutlarda sarsmıştır.



  • Yine, getirilen mera ve yayla yasakları bölgede tarım ve hayvancılığı durma noktasına getirmiştir. Binlerce hektar mera ve yayla güvenlik gerekçesiyle yasaklanmış, bu yasaklar ise hala devam etmektedir.



  • Yine, binlerce dönüm arazi mayınlanmış ve bu mayınlar hala temizlenmemiştir.



  • Hükümet mayınların temizlenmesi için gerekli kaynağı 2014 yılı bütçesine koymalıdır. Temizlenecek bu araziler de yöre halkına tarımsal üretim için tahsis edilmelidir.



  • Birinci ve ikinci sınıf tarım arazilerinin çoğunlukta olduğu bölgenin mayınlardan temizlenmesi için yapılacak harcama beş yıl gibi kısa bir süre içerisinde geri dönecek bir karakter taşımaktadır.



  • Ayrıca bölgede hem 15 binin üzerinde üretici ve mühendis istihdamı sağlanacak hem de gerçekleştirilecek 100 binlerce tonluk üretimle giderek artan tarım ürünü ithalatı azalacaktır.



  • Hükümetin sürekli övünerek, bulduğu her meydanda dile getirdiği destekleme primleri, bugün, tarım sektörünün fişini ekme girişiminden başka bir şey değildir.



  • Her yıl üretim girdileri artıyor. Ürün fiyatları düşüyor. Hükümet tarımsal destekleme ödemelerini artmıyor. 2006 yılında çıkarılan Tarım Kanunu’nun 21. maddesine göre, her yıl tarımsal destekleme için bütçeden ayrılacak kaynak, gayrisafi millî hasılanın en az %1’i düzeyinde olmak zorunda iken bu rakam ancak binde 5–6 dolayında gerçekleşiyor.



  • Tarımı ve çiftçiyi geliştirmeyen, adeta öldürmeyip süründüren politika, çiftçiye aba altından sopa göstermektir.



  • Kırsal kesimde yaşayan insanlarımızı, çiftçiyi, köylüyü, metropollerde ucuz iş gücü haline getirmek için oluşturulmuş bu politikalar, tarımsal üretimi bugün büyük şirketlerin tekeline bırakma eğilimi gütmektedir.



  • Bugün çiftçinin kullandığı krediler, çiftçiyi yüksek faizlerle borç altına ve bataklığına sürüklemişken çiftçinin son on yılda kullandığı kredilerin ve faizlerin enflasyon oranı yüzde 30’lar civarındadır.



  • Bu da çiftçiye daha fazla faiz yüklemek anlamına gelmektedir, bugün çiftçi maalesef yüksek kredi faizleri altında adeta ezilmektedir.

MİLLİ SAVUNMA BAKANLIĞI

Milli Savunma Bakanlığı bütçesi, merkezi bütçeden en fazla pay alan kurumlardan biridir. 20 milyarı aşan bir ödenek ayrılması, bu ülkenin vatandaşlarının ödediği vergilerin büyük bir kısmının da bu kuruma aktarılmasına neden olmaktadır. Milli Savunma Bakanlığı’na bütçeden bu kadar büyük bir pay ayırmak, devletin tarihsel, yapısal problemlerinden ve kronikleştirilmiş sorunlarından kaynaklanmaktadır. Bu sorunların başında hepimizin bildiği gibi Kürt Sorunu gelmektedir; çözüm süreci yıllarda AKP hükümeti döneminde Kürdistan’da çok büyük çatışmalar yaşanmıştır ve savaş derinleşmiştir.

Devletlerin ve savaşların karakterini anlamak için bakılması gerekilen kimi temel göstergeler vardır. Bu temel göstergelerin başında ise Milli Savunma Bakanlığı bütçesi gelir. Herhangi bir devletin Milli Savunma Bakanlığı’na ayırdığı bütçeye bakarak, o devletin savaşma isteği ve arzusuna dair fikir yürütebilirsiniz. Türkiye’de, Milli Savunma bütçesine kabaca bir bakış bile bizlere durumun vahametini anlatmaya yeterlidir. Son 7 yıl içerisinde Milli Savunma Bakanlığına ayrılan bütçe iki katından daha fazla artmıştır. Bu yıl yine (nominal rakamlara göre) geçen yılın MSB bütçesine göre % 7.14’lük bir artış görmekteyiz. Bu şu anlama gelmektedir: Geçen yıla göre AKP’nin savaşma isteği % 7 artmıştır!

Milli Savunma Bakanlığı bütçesinin AKP döneminde 2 katına çıkması, her yıl yenisi eklenen silah anlaşmaları, askeri projeler ve bunlar için yapılan harcamalar, aynı zamanda bu günlerde iflas ettiği artık herkes tarafından ayan beyan görülebilen beceriksiz dış politikaların yani kısaca “değerli yalnızlığın” da ifadesidir. İster devlet ister birey olsun, ancak yalnız kalmış, çevresindeki herkesle kötü ilişkiler (ya da düşmanca ilişkiler) kuran bireyler ve devletler yalnızlığa, korkuya ve dolayısıyla çevresine de korku salmaya mecburdur. AKP hükümetine göre bu yalnızlık değerlidir. Oysa bu bir travma durumdur!

AKP hükümetinin dış siyasetteki bu travma hali, bugün Rojava Kürdistanına yönelik izole edici ve Kürt halkının Rojava’daki devrimini görmezden gelmeyi, onları tanımamakta direnmenin de ifadesidir. Suriye de yaşanan iç savaştan dolayı Türkiye’nin uyguladığı siyasi tutum ve davranışlar, Suriye içerisinde bulunan El Kaide, El Nusra, IŞİD gibi çetelere silah, gıda, sağlık gibi birçok alanda yardımda bulunması sınır kapılarını bu gibi terörist guruplara açması ve Türkiye’nin Suriye sınırındaki birçok yerinde karargâhlarının kurulmasına izin vermesi, Türkiye’nin ve bölgede yaşayan insanların hayatlarını tehlikeye atmaktadır. Bu ülkede vergi veren ve vergilerinin milli savunmaya gitmesi sonucunda devlet eli ile yurttaşlarımız büyük bir tehlike altındadır. Bunun en bariz örnekleri de Suriye tarafından çeteler eli ile Türkiye’nin sınır bölgesine yakın bulunan yerleşim yerlerine atılan bombalar sonucunda hayatını kaybeden vatandaşlarımızdır.

1921 Ankara Antlaşması ile belirlenen ve 1923 Lozan Antlaşması ile kesinleşen Türkiye-Suriye sınırı, Kürt coğrafyasının egemen güçler tarafından parçalanışının bir resmidir. Ancak aradan geçen bir asra yakın zamanda bu sınırların suni sınırlar olduğu yaşanan pratiklerle gözler önüne serilmiştir. Kürtler, etraflarına örülen tel örgülü sınırlara rağmen, bir halk olarak var olduklarını her fırsatta ispatlamış, sınır ötesi birliktelikleriyle sınırları anlamsız hale getirmişlerdir. Türkiye ile Suriye arasında Kürt coğrafyasını bölen sınırlar, bir korkunun yansımasıydı. Bundandır ki, Kürtleri ayırmak amacıyla sınırda tel örgüler çekilmekle kalınmamış, devasa büyüklükte bir tampon bölge oluşturularak mayınlı bir bölge oluşturulmuştur. Binlerce Kürt, sınırın öte yakasındaki akrabalarıyla buluşmak isterken veya sınır ticareti yapmak isterken sınırda gömülü olan mayınların kurbanı olmuştur ve hala bu mayınlar sınırlarında yaşayan insanların hayatlarını karartmaya devam etmektedir.

Bu gün toprak altında bulunan 982.777 mayın bulunmaktadır. Türkiye’de her yıl 100 mayın ve patlamamış askeri malzemelerden kaynaklı olay meydana gelmekte ve yüzlerce yurttaş hayatını kaybederken yüzlercesi de sakat kalmaktadır. Mayınlar ve patlamamış askeri mühimmatlardan dolayı yüzlerce çocuk hayatını kaybetmiştir. Buna rağmen Türkiye’de henüz ‘’mayın eylem otoritesi’’ veya ‘’mayın eylem merkezi’’ bulunmamaktadır. Oysaki Türkiye 2003 yılında Ottawa Sözleşmesini imzalamış, böylece 1 Mart 2008 yılına kadar stoklardaki mayınları imha edip, 2014 yılına kadar da toprağa döşeli mayınları temizlemeyi kabul etmiştir. 2007 yılından günümüze kadar gömülü mayınlarla ilgili ciddi bir temizlik yapılmamıştır. Mayın temizliği yerine Qamişlo ile Nusaybin arasına örülen utanç duvarı mayınları korumak adına yapılan bir girişimdir. Türkiye bu davranışı karşısında uluslararası hukuka göre suç işlemektedir. Hiçbir hak, hukuk ve vicdan bu duvarın kurulmasına müsaade etmez. Dünyada bu türden örülen duvarlar her zaman utanç duvarı olarak bilinmekte ve anılmaktadır.

Bildiğiniz gibi bir yıldır çözüm süreci olarak adlandırabileceğimiz bir süreç yaşamaktayız. Bu süreç boyunca tek bir asker ya da gerilla yaşamını yitirmemiştir. Bu elbette çok olumlu bir gelişmedir. Partimiz her zaman barışı savundu ve bugün da barışın sağlanması, çözüm sürecinin devam etmesi ve şu anda mevcut tıkanıklığı aşmak adına elinden geleni yapmaktadır. Öte yandan baktığımızda devlet ise savaş hazırlıklarına tam gaz devam etmektedir. Bunun en somut göstergeleri, hali hazırda bölgede aktif şekilde devam eden askeri faaliyetler, yapımı süren kalekol ve karakollar, güvenlik barajları, devam eden koruculuk sistemi, mayınlı araziler, yeni silah ve füze alımları ve dolayısıyla hala Milli Savunma Bakanlığına ayrılan devasa bütçedir. (Konuyla ilgili veriler için Raporlar kısmında İHD Barış Sürecinde Çekilmeyi İzleme Komisyonu Raporu’ndan faydalanılabilir.)

Bugün çözüm süreci içerisinde çatışmalar durmuş olabilir; fakat TSK’nın çok yakın bir geçmişte nasıl bir savaş yürüttüğü, uluslararası savaş kurallarını uyup uymadığı şüpheli bir konudur. Bunları araştırmak için Hakikatleri Araştırma Komisyonlarının kurulması şarttır. Zira TSK birçok defa savaş suçu işlemiştir. Yapılan rastgele bombalamalar ve ateşler nedeniyle, birçok savaş mühimmatı her yere saçılmış durumdadır. Bu savaş mühimmatlarıyla hayatını kaybeden onlarca insan bulunuyor. Ülke gündemi Marmaray’la meşgul edilirken, 29 Ekim’de İstanbul’daki havai fişek kutlamaları yapılırken, en son Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde meydana gelen patlama sonucu 14 yaşındaki Behzat Özer hayatını kaybetmiştir, 10 yaşındaki Tayfun Can yaralanmıştır. Geçen yıl bütçe için hazırladığımız çalışmada yine aynen böyle iki çocuğun ölüm haberi vardı. 27 Eylül 2012’de de Sami Akti ve Selami Akti kardeşler Van ‘da TSK’ya ait bir çöplükte patlayan bombalar nedeniyle hayatını kaybetmişti. Biz her yıl sağa sola saçılmış mühimmatlar nedeniyle yaşamını yitiren Kürt çocuklarının ölüm haberlerini artık almak istemiyoruz! Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama şu çok açık ki, ne TSK ne MSB bu sorunların hiçbirinin çözümü adına bir çaba içerisinde değildir.

Bu ve bunun gibi sorunların çözümü adına MSB herhangi bir çözme girişiminde bulunmaması nedeniyle güven verici bir kurum olmaktan oldukça uzaktır. Türkiye’de devam eden bu savaş olduğu müddetçe de güven verici bir kurum olamayacaktır. MSB suç üreten ve hak ihlal eden bir kuruma dönüşmüştür. Bakanlık üzerindeki tüm bu ithamlarla ilgili özeleştiri vermeli ve bakanlık içinde yaşananlarla ilgili olarak, kamuoyunu aydınlatmalıdır. MSB, kendi içindeki iddialarla yüzleşmesi adına tüm gerçekleri kamuoyuna açıkladığı zaman, bu kurumun bütçesi görüşülebilir. Aksi halde, bu kuruma aktarılacak para, bu ülkeye kan ve gözyaşı olacaktır. Olmaya devam edecektir.

Zorunlu Askerlik

TSK’daki bir diğer yapısal sorun ise zorunlu askerliktir. Dünyada demokratik gelişimini tamamlayan hiçbir ülkede zorunlu askerlik diye bir olguya rastlayamayız. Zorunlu askerlik devletin vatandaşa eziyetine dönmektedir. İnsanlar askere gitmemek için sürekli uygun koşullar yaratmaya çalışmaktadır. Burada bulunan hemen herkesin takdiri de bu yöndedir. Toplumumuzda hiç kimse çocuğunu askere göndermek istememektedir. Ama maalesef hükümet vatandaşların bu isteğine kulaklarını kapamamaktadır. Oysa demokrasilerde olması gereken halkın taleplerinin ve isteklerinin esas alınmasıdır. Ama maalesef bu husus dikkate alınmamaktadır. Daha önce kamuoyunda asker kaçaklarının görüldükleri yerde askere alınması ciddi bir tepki oluşturmuştu. Bunun üzerine yapılan değişiklik ile askere alınmadan önce savcı ile görüşme şartı getirildi. Askerlik yapmak istemeyenlerin taleplerini hükümet bu şekilde karşıladığını düşünmektedir. Oysa toplumda çoğunluğu aşan bütün gençler askerliğe zorunluluk dışında bir anlam atfetmemektedirler. Zorunlu askerlik gençler ve aileleri için çok büyük bir azaba dönüşmüştür. Ve bu zorunluluk kaldırılmalıdır. Başka türlü bu durumdan duyulan rahatsızlık yok edilemez. Türkiye de insanların askere gitmek istemedikleri açıkça ortadadır. Sadece 2013 yılı itibarı ile 600.000 bakaya ve yoklama kaçağının bulunması bu ülkede insanların askerliğe sıcak bakmadıklarının ve askerlik yapmak istemediklerinin açık ve net bir göstergesidir. Askere gitmek istemeyen vatandaşlara son olarak devletin vatandaşları zorla askere götürebilmek için çıkardığı kaçak tarifesi, başlı başına vatandaşların içinden çıkamayacak bir duruma getirmiştir. Yoklama kaçağı ve bakayaların idari para cezaları en az 296 TL den başlayarak kademeli olarak 22.286 TL ye kadar çıkmaktadır.

Zorunlu askerliğin kaldırılması hepimiz için elzemdir. Bunun için atılması gereken en önemli adım vicdani ret hakkının anayasal güvenceye alınmasıdır. Hiç kimse iradesi dışında, zorla askerlik hizmeti yapmaya mecbur bırakılamaz. Bu demokratik normların tamamına aykırı bir durumdur. Ancak Türkiye Avrupa konseyine üye olmasına rağmen vicdani reddi reddeden nadir bir ülkedir. Vicdani reddini açıklayanlar ise herkesin malumudur. Dönem dönem askere alınıp bırakılmalar, sonrasında firar nedeni ile tekrar tutuklanıp askeri cezaevlerinde maruz kaldıkları işkenceler, sosyal hayatta ikinci sınıf bir vatandaşa indirgenerek yaşamaya zorlanmaktadırlar. Bunun yanı sıra vicdani ret aleyhine olan davranışlar ve açıklamalardan ötürü “halkı askerlikten soğutma” gibi nedenlerle vatandaşlara dava açılıp ceza verilmektedir. 1989-2008 yılları arasında 590 kişi hakkında halkı askerlikten soğuttuğu, askeri itaatsizliğe sevk ettiği gerekçesi ile dava açılmış, yine bu gerekçelerden ötürü 140 kişi tutuklanmıştır. 2009-2013 yılları arasındaki veriler verilmemekle birlikte bu sayının çok daha üzerinde kişi dava edilip tutuklanmıştır. Bu asla ama asla kabul edilebilir bir şey değildir.

Zorunlu askerlik görevi yapılırken karşılaşılan en büyük sorunlarda biri de Askerdeyken şüpheli şekilde hayatını kaybeden vatandaşlardır. Genelkurmay başkanlığı bu konuya oldukça duyarsızdır. Kamuoyundan takip edebildiğimiz kadarıyla bu konuda açılan herhangi bir soruşturma da mevcut değildir. Yapılan açıklamalarda oldukça gerçekdışı ve konunun ciddiyetinden uzaktır. Askerlik görevi için askere alınan yurttaşlar, askerlik şubelerinde yapılan muayenelerden, beden ve ruh sağlığı elverişlidir raporunu almaktadır. Son olarak Milli Savunma Bakanının yaptığı açıklama intiharın bir hastalık olduğu yönündedir. Ocak 2012 - Temmuz 2013 yılları arasında kışlalarda 166 askerin öldüğü 108’inin de intihar vakası olduğu bakanlık tarafından açıklanmıştır. Şu an Türkiye’de askerlik yapan hiçbir yurttaş kendi can güvenliğinden emin değildir. Bunun tek sorumlusu da bakanlığın kendisidir. Askerlerin sırtlarından vurularak öldürüldüğü olayların ailelere intihar diye aktarıldığı bize aktarılmaktadır. Gerçekte askerlerin intihar ettiğini farz edersek, bakanlığın bu intiharların nedeniyle ilgili herhangi bir çalışmasını yoktur. Gerçekten de intihar etmiş olsalar bile, buna neden olan bu koşullarda yaşamaya zorlanmalarıdır. Bu bile konunun vahametini ortaya koymaktadır. Bakanlık kesin bir şekilde bu askerlerin ölüm nedenlerini tüm açıklığıyla kamuoyuyla paylaşmalıdır.


Yüklə 1,11 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin