Ben erken dönem tarihini, İslam ve siyasetin aksine, İslam ve d


“Mihna”nın Büzülme Efsanesi Üzerine Etkileri



Yüklə 181,72 Kb.
səhifə2/6
tarix18.01.2018
ölçüsü181,72 Kb.
#38708
1   2   3   4   5   6

“Mihna”nın Büzülme Efsanesi Üzerine Etkileri


Birleştirilmiş dini ve siyasi liderlik olan İslami ideal ve İslam tarihinin göreceli gerçekliği arasındaki aşikar kopuş, Haricilerin ve çeşitli Şii grupların isyanından önce bile ortaya çıkmaya başlamıştı. Bütün Medine halifelerinin karşılaştıklar siyasi huzursuzlukların, kendi arkadaşlarından kaynaklanması şunun kanıtıdır ki, Peygamber’in ideal görevi o kadar ustaca yürütülmüştür ki bunun tekrarı mümkün değildir. Kadirye, Mürciyye ve diğer erken İslami tarikatlerin ortaya çıkması da aynı zamanda İslami birlik mitine meydan okumuştur. Aynı zamanda, Mihna olarak bilinen bazı şiddetli olaylar sosyal tarih açısından ele alınmalıdır. Halife ve Ulema otoritesi arasındaki çatışma, Halifelik sarayını temsil eden Arap elitler ve onun yönetici takımı, farklı dini liderler ve başarılı Abbasi isyanını başlatan Horasan asilerinin soyundan gelenler arasındaki sosyal ilişkiler bağlamında görülmelidir. Mihna olarak bilinen dini sorgulama, o zaman hiç bir şekilde homojen bir grup olmayan Ulema üyelerinin Kuran'ın Allah’ın eseri olduğu ve Yaradanın yaratılmamış kelimesi (yani özelliği) olmadığı şeklindeki felsefi konuma uymalarını amaçlıyordu. Bu konu, İslami kaynaklara daha alegorik ve mantıksal yaklaşmayı tercih edenler (Mütezile) ve edebi metinlere sıkı sıkıya bağlanma taraftarı olan diğerleri (ehl-i hadis veya Aşariler) arasındaki uzun süreli tartışmanın bir parçası olmuştur. Abbasi Halifesi el Me’mun, 833 yılında (H.218), ulemanın Mütezile mezhebinin görüşlerini benimsemesi için sorgulama yapılmasını teşvik etmiştir. El-Memun bundan kısa bir zaman sonra ölmesine rağmen, bu sorgulama sonraki on altı yılda onun halefleri tarafından devam ettirildi. Halife el-Mütevekkil, uyum göstermeyen Ulemayı hapisten çıkararak ve zaman zaman bazılarını yetkili makamlara getirerek bu zulme son vermiştir. Fakat bu olay da o zaman Abbasilerin başkenti olan Bağdat’ın siyasi ve güvenlik bağlamı içinde düşünülmelidir. El-Memun kardeşi El-Amin ile mücadele ettiği iç savaştan sonra Bağdat’a döndüğünde bu şehir büyük bir kaos içinde idi. O da halka üzerinde belli bir ideoloji empoze etmeye kalkıştı ve bu da halifeliğin son ve Halifeliğin İslami otoritesini arttırmak yerine, onun tamamen yok olmasına yol açtı. Karışık bir askeriye ve rakip grupların çatışması sonucu Bağdat’ı yutan aşırı kaos şartları, dini ve siyasi liderliğin birleştirilmesi modelinin basitçe uygulamada savunulamayacağını farklı akımların ortaya çıkmasıyla sonuçlandı.

Örneğin, Bağdat’da oturan ve “Kuran'ın bir kopyasını boynunun etrafına saran ve insanları ‘iyiliği emretmeye, kötülüğü yasaklamaya' çağıran” Sahl ibn Salama el-Ansari, şehrin her köşesinde farklı farklı geçmişlerden olan taraftarları kendine çekti ve kendi meskenlerinin güven ve istikrarını sağlayarak sadece kendi semtlerini savunmayı değil, aynı zamanda Kuran ve Peygamber’in Sünnetini yerine getirmeye kendilerini adamaya davet etti: “ Sahl eğer Halife ve devlet ileri gelenleri İslam’ı yüceltmede başarısız oluyorsa, bunlara karşı gelmeyi haklı gösteren daya üst düzeyde ilkelere bağlanmayı planlamıştır… Kurana’a ve Sünnete bağlılığın, İslam’ı yüceltmede başarısızlığa uğrayarak şereflerini tehlikeye atan otoritelere itaatin yerini aldığını telkin etti” (Lapidus 1975, 372). O, eğer Allah’a itaatsizlik oluyorsa, herhangi bir insana itaat edilmemeli (la ta‘at lil-makhluq fi ma‘siyat al-khaliq) sloganını benimsedi. Onun şehrin farklı semtlerindeki taraftarları, “kendilerini tahkim etmek için, evlerinin önüne burç inşa ettiler” (Lapidus 1975, 373). Yani, Sahl’ın topluma dayanan organizasyonu, Halife’nin otoritesine militanca saldıran dini bir örgütün kendiliğinden ortaya çıkmasını temsil etmektedir.

Bu sivil hareket, dini bir dil kullanarak sınırları Halife hükumetinin sınırlarını aşan, aslında İslam’ın toplumsal kavramına özel bir kavramsallaştırmaya hitap eden devrimci bir İslam toplumunu temsil ediyordu (Lapidus 1975, 376). “İyiyi emretme ve kötülüğü yasaklama” aslında halifelerin görevi olarak kabul edilirdi ama Sahl hareketi, bunun bütün Müslümanların sorumluluğu olduğuna inanan, yani dini otoritenin güçlü bir sembolü olan yetersiz yöneticiler tarafından boş bırakılan bu görevi savunan ulemanın tarafını tutmuştur. Bu görüşü savunan ulema’nın en önde gelenlerinden biri olan Ahmed ibni Hanbal, tesadüfen güvenliği ve düzeni sağlanmak üzere alınan Bağdat’ın mahallelerinin birinde yaşamaktaydı (Lapidus 1975, 375–77). Böylece, Sahl ve diğerleri tarafından temsil edilen sosyal güç teolojik bağımsızlığı savunan Ahmed ibn Hanbal ve Ahmad ibn Nasr ibn Malik gibi taraftarları ile özdeşleşti. Hepsi de Bağdat'ın Sahl'ın temsil ettiği kısmında yaşıyorlardı ve halifenin düşmanıydılar. Burada Sahl'ın isyan çıkarmaktan değil de “dini görüşleri” için mahkemeye çıkarıldığını ve başının halifeyi eleştirebilecek olanları uyarmak için teşhir edildiğini not etmekte fayda var (Lapidus 1975, 381–82).

Bu uzatılmış sorgulama dini otorite üzerinde ulema ve halifelerin karşı karşıya gelmesini temsil etti. İbni Hanbal’ın ölümüne kadar devam eden ve hapsine neden olan, halifenin dini iddialarını reddetmesi, birleşmiş din ve devlet otoritesi ideali fikrinin reddedilmesini doğrulamıştır. Lapidus’un doğru bir şekilde ifade ettiği gibi:

Kuran’ın yaratılmışlığı üzerine yapılan mücadele, halifelik ve toplumun kurumsal olarak ayrılmasına, ve Peygamber’in mirası olmuş olanın taşıyıcısı olarak her birinin farklı rolleri aralarındaki otoritenin bölünmesine neden olmustur. Böylece dini elitler İslam’ın toplumsal, kişisel ve dini açılarından daha kapsamlı bir otorite geliştirirken halife, İslami idealin tersine, büyük ölçüde askeri ve imparatorluk kurumlarını neo-Bizans ve neo-Pers terminolojisinde meşrulaştırmak yönünde değişim geçirdi (Lapidus 1996, 12).

Popüler Müslüman söylemde devlet ve din kurumları arasındaki farklılaşma hiç bir zaman kabul edilmemesine rağmen, el Bakullani, el-Mavardi ve İbni Teymiye gibi sonradan gelen alimler tarafından bu ayrım söylenmeden anlaşılmıştır. “Onların kuramsallaştırmalarının sonucu, devletin İslam’ın doğrudan ifadesi olamadığı, ama seküler kurumların görevi İslam’ı desteklemektir. Alimler ve günlük hayatta Peygamber’in mirasını taşıyan evliyalar topluluğu gerçek Müslüman toplumudur..” (Lapidus 1996, 19). Bu görüş benim sekülerizmi, İslam ve siyaset arasında miras kalan bağlanmışlığı elinde bulunduran devletin dini tarafsızlığı olarak kabul etme ve anlama talebimle uyuşmaktadır.

İslam ve devlet arasındaki farklılaşma, Halifeliğin kendi üzerinde askeri kontrol oluşturması ile yaklaşık aynı zamanda güçlendi. Abbasi halifelerinin, İmparatorluğun içteki problemlerini idare etmedeki zorlukları, Bağdat’taki halifeliğe bağlılık ve itaatin bozulmasına sebep oldu. İmparatorluğun her yerinde devam eden Şii ve Harici isyanlarına karşılık olarak, Abbasi Halifeliği kendi yönetimini güçlendirmek için, paralı/köle askerleri görevlendirdi. Memluklara asker olarak güvenme, el-Memun’un, halife olarak ayrıcalığı olarak adlandırılan kaosu takip eden dönemde, halife el Mutasım (833–42) yönetimi zamanında başladı (Petry 1981, 15). Arap olmayan askerler ve komutanların, Halifeliğe bir kurum olarak çok az gerçek bağlılıkları vardı ve ona siyasi gücün ve ekonomik kazancın kaynağı olarak görme eğilimindeydiler.
Ulema, dini uygulama ve kurumlar konuları üzerindeki otoriteyi elinde bulundururken, Selçuk, Eyyübi, Memluk ya da Osmanlı, yabancı askeri rejimlere, siyasi ve askeri otoriteyi vermeyi geciktirdi. Böylece, benim “müzakereci” dediğim model birbiri ile karşılıklı ilişkiler içinde çalışan iki geniş kurum ile güçlendirilmiş oldu; askeri devlet Müslüman toprakları korurken, Ulema askeri devleti destekledi. Askeri elit ve önde gelen sivil yöneticiler, medrese, cami ve Müslüman toplumun diğer kurumlarını bağışlayarak, dini toplumla bağlarını sağlama aldılar. Müslüman dünyasının her yerinde askeri kültürlerin üstünlüğü olarak görülen kalıntıları ile günümüzde hala yürürlükte olan bu model sömürgecilik öncesi döneme kadar devam etti.

Bu Bağdat ve çevre bölgelerde bir model olurken, Kuzey Afrika’da farklı bir siyasi veya dini bir yönetim modeli şiddetli bir şekilde yükseldi. İsmaili Şii olan Ubeydullah el-Mehdi Ali ve Fatma (ehl-eI beyt) soyunun tek varisi olarak meşruiyet iddia ettiğinde, Tunus’da 909 yılında Fatimi hanedanlığı başladı. Bu akım, daha sonra tartışılacağı gibi, dini ve siyasi liderliği birleştirme fikrini yeniden ileri sürmeye çalıştı. Buna karşılık, Fatimiler, Emevi hanedanlığının çökmesinden sonra, kendi tarihine hükmeden bu gibi liderlik modellerine karşı bir eğilim gösteren daha geniş Kuzey Afrika’nın sadece bir parçası idiler. İdirisi, Fatimi, Almoravid ve Almohad gibi Afrika’daki farklı rejimlerin liderleri, kişisel meziyetlerine ve Peygamber soyundan gelmelerine dayanarak, yönetmek için ilahi otorite iddiasında bulundular. Dini ve siyasi otoriteler arasındaki ilişki modellerinin “merkezi olarak yönetilen dini kuruluşlar üzerinden yüksek düzeyde devlet kontrolünden, daha bağımsız fakat işbirlikçi ilişkilere (Selçuklu örneğinde olduğu gibi), tam özerklik ve hatta devlet politikalarına açık muhalefete kadar uzanan geniş spektrumlu” (Lapidus 1996) olduğu açıktır. Bu görüşü, Mısır’ın dokuzuncu yüzyıldan on dördüncü yüzyıla kadar olan tarihsel deneyimlerini referans göstererek açıklamaya ve anlatmaya çalışacağım.



III. Mısır’daki Fatimi ve Memluk Devletleri
Burada Mısır’daki İslam tarihinin, Fatimi ve Memluk dönemlerinin genel tarihini vermeyi istemiyorum, sadece her dönemin üzerinde kısaca durup daha sonra uygulamada İslam’ın ve devletin birleşmesinin imkansızlığının belirli yönlerine dikkat çekmek istiyorum. Bu birleşme iddiası geçmişte yapılmadı değil, çünkü Fatimiler açıkça “ilahi yönetme hakkını” iddia etmişlerdir, ama bu durum, söz konusu iddianın geçerli ve gerçekçi olduğu anlamına gelmiyor. Bizim için önemli olan nokta, dini ve siyasi otorite arasındaki bu iddiaların temel farklılıklardan dolayı, uygulamada sadece başarısız olmaları değil aynı zamanda takip edilmelerinin de imkan dahilinde olmamasıdır. Bu bölümün göstereceği gibi, birleşme modelinin tehlikesi, Fatimiler “ilahi yönetme hakkını” açıkça iddia ettiklerinde ve aynı zamanda, Memluklar döneminde açıkça edilmediğinde de ortaya çıktı.

Yüklə 181,72 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin